Eshâb-ı kiramın mezhebi ne idi ?

 Sual: İlk Müslümanlar olan eshâb-ı kiram zamanında mezhep diye bir şey var mıydı?

Cevap: Eshâb-ı kiramın hepsi derin âlim, birer müctehid idiler. İslâmiyet bilgilerinde, siyaset, idarecilik ve zamanlarının fen bilgilerinde, tasavvuf marifetlerinde birer derya idiler. Bu bilgilerinin hepsini, Resûlullah efendimizin mübarek cemâlini görmekle ve kalblere işleyen, ruhları çeken sözlerini işitmekle, az zamanda edindiler. Her birinin mezhebi vardı. Mezhepleri az veya çok farklı idi. Eshâb-ı kiram, Resûlullah efendimizden işittiklerine uyardı. Kendi talebelerinden birine uymaya, yani dört mezhepten birinde olmalarına lüzum yoktu. Onların her biri bütün bilgileri asıl kaynağından alıyordu. Birbirlerine sorarak da öğreniyorlardı. Hepsi, mezhep imamlarından daha çok âlim ve daha yüksek müctehid idiler. Mezhep sâhibi idiler.

Tâbi'înin ve Tebe'i tâbi'înin arasında da müctehidler vardı. Bu müctehidlerin ve Eshâb-ı kiramın mezheplerinden yalnız dördü kitaplara geçip, dünyanın her yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhepleri unutuldu. Bu dört mezhebin imanları, Eshâb-ı kiramın ortak olan imanıdır. Bunun için, dördüne de Ehl-i sünnet denir. İmanları arasında esasta ayrılık yoktur. Birbirlerini din kardeşi bilirler. Birbirlerini severler. Birbirlerine uymayan işlerini de, zaruret olunca, birbirlerini taklit ederek yaparlar. Allahü teâlâ, mezheplerin böyle ayrı olmalarını istemiştir. Bu ayrılığın, Allahü teâlâ tarafından Müslümanlara rahmet olduğunu, Peygamber efendimiz haber vermiştir. Çünkü, dört mezhep arasındaki ufak tefek başkalıklar, Müslümanların işlerini kolaylaştırmaktadır. Her Müslüman, vücut yapısına, yaşadığı iklim şartlarına ve iş hayatına göre, kendisine daha kolay gelen mezhebi seçer. İbadetlerini ve her işini, bu mezhebin bildirdiğine göre yapar. Allahü teâlâ dileseydi, Kur’ân-ı kerimde ve hadîs-i şeriflerde, her şey açıkça bildirilirdi. Böylece, mezhepler hâsıl olmazdı. Kıyamete kadar, dünyanın her yerinde, her Müslümanın tek bir nizam, tek bir emir altında yaşamaları lâzım olurdu. Müslümanların hâlleri, yaşamaları güç olurdu.

Kaynak: Tam İlmihal Se`âdet-i Ebediyye

Mezhep nedir ?

Sual: Mezhep kelime olarak ne anlama gelmektedir ve mezhepler olması gerekli mi idi?

Cevap: Mezhep, kelime olarak, gitmek, takip etmek, gidilen yol anlamındadır. Mutlak müctehid denilen dinde söz sâhibi âlimlerin, Müslümanların yapmaları gereken hususlarla ilgili olarak dini delillerden yani Kur'ân-ı kerimden, hadîs-i şeriflerden ve icma'dan hüküm çıkarma usulleri ve çıkarıp bildirdikleri hükümlerin hepsine Mezhep denir.

Kur’ân-ı kerimde ve hadîs-i şeriflerde açıkça bildirilmemiş bir şeye inanmayı dinimiz emretmemiştir. Fen bilgilerinin çoğu böyledir. Bunlardan akla uygun olanlara inanılır. Açıkça emir veya yasak edilmemiş işler ise, böyle değildir. Böyle işleri yapıp yapmamakta, açıkça bildirilenlere benzetilmelerini, Allahü teâlâ, derin âlimlere emir etmektedir. Bu benzetmeyi yapabilecek derin âlimlere Müctehid denir. Bu benzetme işine, İctihad denir. Bir müctehidin ictihad ederek elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin Mezhebi denir. Bir müctehidin çıkardığı ahkâmın hepsine Mezhep denir. Ehl-i sünnetin yüzlerce mezhebinden, bugün dört imamın mezhebi kitaplara geçmiş olup, diğerleri kısmen unutulmuştur.

Eshâb-ı kiramın mezhebi

Sual: İlk Müslümanlar olan eshâb-ı kiram zamanında mezhep diye bir şey var mıydı?

Cevap: Eshâb-ı kiramın hepsi derin âlim, birer müctehid idiler. İslâmiyet bilgilerinde, siyaset, idarecilik ve zamanlarının fen bilgilerinde, tasavvuf marifetlerinde birer derya idiler. Bu bilgilerinin hepsini, Resûlullah efendimizin mübarek cemâlini görmekle ve kalblere işleyen, ruhları çeken sözlerini işitmekle, az zamanda edindiler. Her birinin mezhebi vardı. Mezhepleri az veya çok farklı idi. Eshâb-ı kiram, Resûlullah efendimizden işittiklerine uyardı. Kendi talebelerinden birine uymaya, yani dört mezhepten birinde olmalarına lüzum yoktu. Onların her biri bütün bilgileri asıl kaynağından alıyordu. Birbirlerine sorarak da öğreniyorlardı. Hepsi, mezhep imamlarından daha çok âlim ve daha yüksek müctehid idiler. Mezhep sâhibi idiler.

Tâbi'înin ve Tebe'i tâbi'înin arasında da müctehidler vardı. Bu müctehidlerin ve Eshâb-ı kiramın mezheplerinden yalnız dördü kitaplara geçip, dünyanın her yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhepleri unutuldu. Bu dört mezhebin imanları, Eshâb-ı kiramın ortak olan imanıdır. Bunun için, dördüne de Ehl-i sünnet denir. İmanları arasında esasta ayrılık yoktur. Birbirlerini din kardeşi bilirler. Birbirlerini severler. Birbirlerine uymayan işlerini de, zaruret olunca, birbirlerini taklit ederek yaparlar. Allahü teâlâ, mezheplerin böyle ayrı olmalarını istemiştir. Bu ayrılığın, Allahü teâlâ tarafından Müslümanlara rahmet olduğunu, Peygamber efendimiz haber vermiştir. Çünkü, dört mezhep arasındaki ufak tefek başkalıklar, Müslümanların işlerini kolaylaştırmaktadır. Her Müslüman, vücut yapısına, yaşadığı iklim şartlarına ve iş hayatına göre, kendisine daha kolay gelen mezhebi seçer. İbadetlerini ve her işini, bu mezhebin bildirdiğine göre yapar. Allahü teâlâ dileseydi, Kur’ân-ı kerimde ve hadîs-i şeriflerde, her şey açıkça bildirilirdi. Böylece, mezhepler hâsıl olmazdı. Kıyamete kadar, dünyanın her yerinde, her Müslümanın tek bir nizam, tek bir emir altında yaşamaları lâzım olurdu. Müslümanların hâlleri, yaşamaları güç olurdu.

Kaynak: Tam İlmihal Se`âdet-i Ebediyye

İctihâd ne demekdir? Müctehid kime denir?

  Seyyid Abdülhakîm efendi “rahmetullahi aleyh” (Eshâb-ı Kirâm) kitâbında buyuruyor ki, (İctihâd, insan gücünün yetdiği kadar, ya’nî cehd ile zahmet çekerek çalışmak demekdir. Ya’nî, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde sarîh ve açık bildirilmemiş bulunan ahkâmı ve mes’eleleri, açık ve geniş anlatılmış mes’elelere benzeterek, meydâna çıkarmağa uğraşmakdır. Bunu ancak Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Onun Eshâbının hepsi ve diğer müslimânlardan ictihâd makâmına yükselenler yapabilir ki, bu çok yüksek insanlara, (Müctehid) denir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, ictihâd etmeği emr ediyor. O hâlde, ma’nâları açıkça anlaşılmayan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin derinliklerinde bulunan ahkâm-ı islâmiyyeyi ve mesâil-i dîniyyeyi, mefhûm ile ve delâlet ile anlıyabilen büyüklere, ya’nî mutlak müctehidlere, ictihâd etmek farzdır. Müctehid olmak için, arabî yüksek ilmleri temâmen bilip, Kur’ân-ı kerîmi ezber bilmek, her âyet-i kerîmenin ma’nây-ı murâdîsini, ma’nây-ı işârîsini ve ma’nây-ı zımnî ve iltizâmîsini bilmek ve âyet-i kerîmelerin geldikleri zemânları ve gelme sebeblerini ve ne hakkında geldiklerini, küllî ve cüz’î olduklarını, nâsih veyâ mensûh olduklarını, mukayyed veyâ mutlak olduklarını ve kırâet-i seb’a ve aşereden ve kırâet-i şâzzeden nasıl çıkarıldıklarını bilmek,Kütüb-i sittedeki ve diğer hadîs kitâblarındaki, yüzbinlerce hadîsi ezberden bilmek ve her hadîsin ne zemân ve ne için îrâd buyurulduğunu ve ma’nâsının ne kadar genişlediğini ve hangi hadîsin diğerinden önce veyâ sonra olduğunu ve bağlı bulunduğu hâdiseleri ve hangi vak’a ve hâdiseler üzerine buyurulduğunu ve kimler tarafından nakl ve rivâyet olunduğunu ve nakleden kimselerin ne hâlde ve ne ahlâkda olduklarını bilmek, fıkh ilminin üsûl ve kâ’idelerini tanımak, oniki ilmi ve Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin işâretlerini, rumûzlarını ve açık ve kapalı ma’nâlarını kavramak ve bu ma’nâlar kalbinde yer etmiş olmak, kuvvetli îmân sâhibi olmak ve itmînân ile dolu, nûrlu ve sâf bir kalbe ve vicdâna mâlik olmak lâzımdır. İctihâd ve tefsîr hakkında, fârisî (Redd-i Vehhâbî) kitâbında uzun bilgi vardır. (Redd-i Vehhâbî) kitâbı, 1264 h. de Delhîde ve 1415 de İstanbulda tab’ edilmişdir.

Bütün bu üstünlükler, ancak Eshâb-ı kirâmda ve sonra, ikiyüz sene içinde yetişen, ba’zı büyüklerde bulunabildi. Dahâ sonraları, fikrler, re’yler dağılıp, bid’atler çıkıp yayıldı. Böyle üstün kimseler azala azala, dörtyüz sene sonra, bu şartları hâiz kimse, ya’nî mutlak müctehid olarak meşhûr olan görülmedi). Hicretden dörtyüz sene sonra, müctehide ihtiyâc da kalmadı. Çünki, Allahü teâlâ ve Onun Resûlü Muhammed aleyhisselâm, kıyâmete kadar hayât şekllerinde ve fen vâsıtalarında yapılacak değişikliklerin, yeniliklerin hepsine şâmil olan ahkâmın hepsini bildirdiler. Müctehidler de, bunların hepsini anlayıp, açıkladılar. Sonra gelen âlimler, bu ahkâmın, yeni hâdiselere nasıl tatbîk edileceklerini, tefsîr ve fıkh kitâblarında bildirirler.

Kaynak: Tam İlmihal Se`âdet-i Ebediyye

Onlar da sizinle berâber yanacakdır

 Hak teâlâdan başka, herneye tâbi' olur, herneye tapınır, Onun yerine, herneyi sever ve hakîkî hâkim tanırsanız, biliniz ki, onlar da sizinle berâber yanacakdır. 


Es-seyyid Abdülhakîm Arvasi 

(Rahmetullahi aleyh)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Sâlihler* nerede, sâlihlerin *Sohbet* ini nasıl bulacağız? Bu, ele geçmez oldu. O hâlde onların *Kitap* larını okuyacağız kardeşim. Kitaplarını okumak da, onların *Sohbeti* sayılır. 


Büyükler, hep *Mektûbât* okumuşlardır. Mektûbâtı okuyan, *İmâm-ı Rabbânî* hazretlerinin *Sohbet* inde bulunmuş demekdir. 


Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmde ne buyuruyor: *Yâ eyyühellezîne âmenû*. Ey îmân eden kullarım! *Âminû*, îmân ediniz. Ey îmân eden kullarım, îmân ediniz! 


Bu ne demek? Yâni, *Ey* zâhiren, kısaca *Îmân* eden kullarım, çok ibâdet yaparak *Hakîkî* îmân ediniz. *Îmân* ın hakîkatine kavuşunuz.


Yâni gerçek *Îmân* edin, sâdece *Lâf* da kalmasın îmânınız. Demek ki, hakîkî îmâna kavuşmak nasıl olurmuş? İbâdet yaparak. İbâdet yapmanın *Sebebi* buymuş. 


Allahü teâlâ, niçin bize *Sıcak* yatakdan kalkıp, *Soğuk* su ile abdest almayı, uykudan kalkıp *Namaz* kılmayı, İbâdet yapmayı emrediyor? Geçek *Îmâna* kavuşmamız için. 


Yâni *Kalp Gözü* nün açılması için, Kalbin temizlenmesi lâzım. Kalbimizi nasıl temizliyeceğiz? Onu nasıl açacağız? O kalbin *Pencere* si nasıl açılır? *İbâdet* yapmakla. 


Pekii ibâdet nedir? İbâdet, Allahü teâlânın emirlerini *Îhlâs* ile yapmakdır, ihlâsla. Öyle yatıp kalkmakla *Namaz* olmaz ki. *İhlâs* lâzım. İhlâs nedir? Allah emretdiği için yapmakdır.


Allah rızâsı için yapmak lâzım. Namâzın kabûl olması için üç *Şart* var. Birincisi, *Namaz* nasıl kılınır? her şeyden evvel *Bunu* öğreneceğiz. 


Namâzın *Farz* larını, *Vâcib* lerini, *Sünnet* lerini, *Şart* larını bilmiyenin namâzı, *Namaz* olmaz ki. Birinci şart öğrenmekdir, bilmekdir. Yâni, *İlim* lâzım. 


İkinci şart nedir? *Amel*, yâni bildiğine göre, öğrendiğine göre *Yapmak*. Bildiğine göre *Namaz* kılmak, bildiğine göre *İbâdet* yapmak. 


Biliyor, ama bildiğine göre *Yapmıyor*. O, kendi havasında. O bilgiler *Arka* da kalmış. Olmaz öyle. Bildiğine göre yapacak. Üçüncüsü ne? *İhlâs*. 


İhlâs nedir? *Allah* için yapmak. Ancak Allahü teâlâ için ibâdet yapılır. O emretdiği için *Namaz* kılınır. O emretdiği için *Oruç* tutulur. Velhâsıl üç *Şey* çok mühim kardeşim. *İlim, Amel* ve *İhlâs*.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendi hazretleri merdiven çıkarken, hep; *Yâ Allah! yâ Allah!* derdi. Efendi hazretlerini görmeden evvel, ben Askerî Lisede talebeydim. Nerede bir apartman görsem; 


*Âh, benim de böyle bir apartmanım olsa!* derdim. Bir otomobil görsem, *Âh, benim de şöyle bir otomobilim olsa!* diye kalbimden geçerdi. Bu şeyleri isterdim.


Ama Efendi hazretlerini *Gördük* den ve *Sohbet* inde bulundukdan sonra, bunların hepsi gitti. Hâtırıma bile gelmiyor. Bu *Büyük* ler, dünyâyı işte böyle unutduruyorlar insana. 


Elhamdülillah. Şimdi vapurları görüyorum, otomobilleri görüyorum, apartmanları görüyorum. Bunlar *Rüyâ* gibi geliyor bana, *Hayâl* geliyor onlar şimdi. *Efendi* nin himmeti işte. *Himmet* denir buna.

● ● ● 

Asr-ı seâdette, *Fakîr* bir kadıncağız, *Kızını* evlendirecek, ama parası yok. Gidiyor, Resûlullah Efendimizden *Yardım* istiyor. Peygamber Efendimizin de o esnâda hiçbir şeysi yok. 


Ama yine de onu boş göndermiyor. Ufak bir şişe içine, mübârek *Ter* inden bir parça koyup veriyor ve *Bunu kızına götür. Esans olarak kullansın!* buyuruyor. 


O kızcağız, parmağını o *Şişe* nin ağzına koyar, üstüne başına *Sürer* miş. Artık nereye gitse, o yerler, hattâ geçdiği sokaklar *Mis* gibi kokarmış. 


Resûlullah Efendimizin *Koku* su. Velhâsıl büyüklerin *Fiil* leri ve *Amel* leri ni’met olduğu gibi, *Koku* ları dahî ni’metdir. 

● ● ● 

*Şevâhidün Nübüvve* kitâbı var, biz onu hülâsa etdik. Beş altı sahîfe *Hülâsa* sını çıkardık. Herkes gezip dolaşırken, biz böyle *Şey* lerle uğraşırdık kardeşim. 


Efendi hazretlerine bunu anlatınca; *Biraz oku!* buyurdular. Sonuna kadar okudum. Bir yerinde yanlış buldular. Kitapda, *Kırk yaşında peygamber oldu*, diye yazıyordu. 


Ben de öyle yazmışım. Efendi hazretleri; *Öyle yazma* buyurdu. *Kırk yaşında Peygamberliği kendisine bildirildi* diye yaz. Çünkü O, çok eskiden de Peygamberdi, buyurdular. 

● ● ● 

Bizim kitaplarımızın gitdiği yerlerden çok güzel mektûblar alıyoruz: *Talebelerimizle toplanıp, İhlâs’ın mensûblarına duâ ediyoruz*, diyorlar. 


Başka yerden gelen mektupda da; *Büyük fedâkârlık, maddî ve mânevî fedâkârlık yapıyorsunuz*, diyorlar. Biz de seviniyoruz kardeşim.

Dili bozuk olanın kalbi temiz olmaz

"Dili bozuk olanın kalbi temiz olmaz. Kirli kalpte de îmân barınmaz"
(Hazret-i 'Alî)  “kerremallahu vecheh”

KERÂMET İLE BİTEN HUSÛMET

 Gürpınar’da Muhammed Pirân aşiretinden Alî isminde bir zât, Van’da Hazret-i Şeyh Fehîm Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerine intisâb eder. Zahost ismindeki köyünün üstündeki dağda karşısına, vaktiyle hasmı olduğu bir düşmanı çıkar. Alî’yi öldürmek için hemen tüfeğine davranır, nişan alır. Alî;

“Beni öldürme! Hazret-i şeyhe intisab ettim ve dünyanın bütün gâilesinden kesildim”der. Adam vazgeçmez. Tüfeğinde beş mermi olduğu halde ateş eder. Fakat ses duyulmaz. Fişek yuvasına bakar, fişekleri göremez. Şaşırır.

“Şeyhin seni öldürtmez”

der ve gider. Alî efendi bir müddet sonra, ziyaret için Arvâs’a gelir. Sâliklerin hücresinde Hazret-i Şeyh’i ziyaret eder. Hazret-i Şeyh, Alî efendiye;

“Köyün tepesinde çok mu korktun”

buyurur.

“Evet efendim”

der, Alî efendi. Hazret-i Şeyh, postun altından beş adet fişeği çıkarıp verir ve;

“Kul hakkıdır, zimmetimizde kalmasın”

buyurup, fişekleri sahibine vermeği emir buyurur.

Alî efendi bu emâneti sahibine verir. O da tevbe ve istiğfar eder. Arvâs’a gelip ittiba eder.

(Son Halkalar I, sf 106, Süleyman Kuku)

...

Muhabbetten nasibi olanlara bu hadise ne güzel bir derstir!

Ne buyrulmuştu?

“Evliyâullah ehl-i vefâdır”

KEŞF, KERÂMET, TASARRUF

 Mustafa Necâti isminde bir adliye müfettişi, 1946 senesinde, pîr-i fânî iken anlattı.

...

Adliye müfettişi olarak Müküs (Bahçesaray) kazasında vazifeli bulunurken bayram geldi. Namaz akabinde câmiden çıktıktan sonra, kaymakam ve kazanın ileri gelenleri atları hazırlamışlar, bir yere gideceklerini anladım. Sordum;

“Öteden beri ihtiyadımızdır, bayram namazını müteâkib, Arvâs’a gider, Hazret-i şeyhin bayramını tebrik eder, müstecab duâlarını alırız”

dediler. Ben de gitmek istedim. Bana da bir at hazırladılar. Bindik, gittik. Kırmızı köprüden karşıya geçince, başka bir âlem zuhûr etti. Sanki Cennet kokusu yayıldı. Mest ve medhuş oldum. Dikkat ediyordum. İçkiye mübtela idim, içmesem gözlerim kararır, hiçbir şey göremez olurdum. Heybemde ihtiyaden iki şişe almıştım. Nihâyet Arvâs’a geldik. Mübârek kabristanın altındaki taşlıkta bu şişeleri sakladım. Bunu benden başka bilen yoktu. 

Kabristanda Fâtiha okuduk, sonra hânekâha geldik. Hazret-i Şeyh’in mübârek ellerini öptük. Cemâlini görünce;

“Heyhât, bu gördüğüm insanlardan değil, bu melek sıfatlı bir beşerdir. Envâr-ı Muhammediyye ile kavrulmuş bir mürşid-i kâmil ve mükemmeldir”

dedim. Hemen rûhen bağlandım, mübarek ellerini iştiyak ile öptüm. İntisâb etmek istedim. Tebessüm buyurup;

“Şişe ile tarîkat bir arada olmaz; git, şişeleri dök, kır ve gel de öyle intisâb eyle!”

buyurdular. Gittim, birini kırdım, diğeri kaldı. Gözlerim kararırsa içerim diye düşündüm. Gerçi kalben içkiden tiksiniyordum. Tekrar intisab etmek istedim.

“Git, öbürünü de kır gel!”

buyurdular. Hâlimi arzederek 

“Keyfi değil, zarûrîdir”

dedim. 

“Haramda zarûret olmaz”

buyurdular. Gittim, döktüm, kırdım. Elhamdulillah, ibtilâ (mübtelâ olmak, düşkünlük) falan kalmadı.

Türkiye’yi hemen hemen tamamen ve Arabistan’ın bir kısmını dolaştım ve her yerde meşâyıhla görüştüm. Hazret-i Şeyh gibi bir insan görmedim. Sahâbe-i kirâmı (aleyhimürrıdvân) temsil ederdi. Ondaki ilim, hilm, vakar, letâfet ve heybeti hiç kimsede bulmadım.

Mustafâ Necâti bey böyle anlatır, ağlar ve 

“o ibtilâyı benden bir anda silmesi, tasarrufların en büyüğüdür”

derdi.

(Son Halkalar I, sf 107, Süleyman Kuku)

...

Ne buyurdu Efendimiz aleyhissalâtü vesselam hadîs-i şerîfte?

“Müminin ferasetinden sakının! Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar.”

KEÇİDEKİ BEREKET

 Vaktâ ki, Hazret-i Şeyh beşyüz kadar seveni ve mürîdi ile Gürpınar’ın Harnukân köyündeki mürîdlerinden Hasan ağaya uğrarlar. 

Ev sâhibi Hasan ağa, “koyunlar uzaktadır, mahcub oldum” diye düşünür.

Hazret-i Şeyh, abdest bahânesi ile dışarı çıkar ve Hasan ağaya;

“Şu ayağı kırık keçiyi kes, kâfidir”

buyurur. Hazan ağa;

“Efendim, o keçi, on kişiye yetmez”

der. Hazret-i Şeyh;

“Kes, yetişir, artar bile”

buyurur. Keçi kesilir, etinden bütün müsafir yer, doyar, bitmez. Sonra köylü de yer, yine artar. Hatta, o kalabalık âile on gün daha yer de yine bitmez.

“Bereket budur”

buyururlar.

(Son Halkalar I, sf 108, Süleyman Kuku)

Bana bir defa olsun kulum demeni isterim

 Mirac gecesi Hak Teâlâ:

*“Ey Habîbim, benden ne istersen vereyim”* buyurduğunda:

Efendimiz [sallallahü Teâlâ aleyhi ve sellem]:

_*“Yâ Rabbi, bana bir defa olsun, kulum demeni isterim”*_ diye arz etti. Hak Teâlâ bunun üzerine İsra [Mirac] sûresini indirdi ve sûrenin evvelindeki:

_*“Kulunu bir gecede Mescidi Haramdan Mescid-i Aksaya götüren Allah, her ayıbdan, her noksandan münezzehdir”*_ buyurdu.

*Her şeyin sonu gelir, amma insan ölünce muhabbeti onda kalır.”*