*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Birine, bir *Namaz Kitâbı* vermek demek, *Al şu kitâbı, oku da Cehennem ateşinden kurtul*, demekdir. Bunun ecri, sevâbı ölçülebilir mi?
Bu iyiliğin *Teşekkürü* yapılabilir mi? Bu işe verilecek *Sevap*, bir yere sığar mı? İşte tüccâr buna derler ki, az bir *İmkân* la çok *Sevap* kazanıyor, sizler gibi.
İslâmiyetin gelmesinden maksat, Allahın düşmanı olan *Nefs’e* karşı gelmekdir efendim. İnsan, nefsine *Tâbi* olduğu müddetçe, ne yaparsa yapsın, *Kayıp* dadır, *Ziyân* dadır.
Ve bu *Nefsi* en ziyâde tahrip eden şey, *Sormak* dır. Çünkü sormak, bilmediğini gösterir. Nefs ise dâima; *Ben biliyorum, niçin soracakmışım?* der.
Her şeyi bildiğini sanır, onun için de sormaz. Bu da onu *Felâkete* götürür efendim. Kavuşduğumuz *Ni’met* in büyüklüğünü bir anlıyabilsek, ama bu çok *Zor*. Yalnız şu kadarını söyliyeyim.
Bir insan, *Nuh* aleyhisselâmın ömrü kadar, yâni *Bin sene*, bütün ömrü boyunca, gündüzleri *Oruç* tutsa, geceleri *Namaz* kılsa, yâni bin sene, kesintisiz *İbâdet* yapsa, buna bir *Sevap* verilir.
Ama bu sevap, Allahü teâlânın dîninden, birine bir mesele *Öğretme* nin veyâ öğretilmesine *Sebep* olmanın sevâbı yanında, *Deryâ* da *Damla* gibi kalır.
Neden? Çünkü biri *Farz* dır, öbürü ise *Nâfile*. Farz yanında nâfile, *Yok* hükmündedir efendim.
Kâbe-i muazzamaya gidildiği zaman, *Kâbe-i şerîf* ilk görüldüğünde yapılan *Duâ*, kabûl olur efendim.
Yâni *Kâbe-i muazzama* ile ilk defâ karşılaşınca, o anda yapılan *Duâ* reddolunmaz, *Kabûl* olur.
İşte bunun gibi, bir *Mü’min* ile karşılaşınca, bir *Mü’mini* görünce yapılan duâ da *Kabûl* olur efendim. İşte *Mü’min*, bu kadar kıymetlidir kardeşim.
*Kâbe* gibi yâni. Hattâ efendim bir mü’minin *Kalbi*, bir müslümânın kalbi, *Kâbe* den daha *Kıymetli* dir. Büyükler böyle buyuruyor.