Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ahmet Mekkî efendi derdi ki: *Âhir zamanda geleceği müjdelenen ve islâmiyeti bütün dünyâya yayacak olan cemâat, Hilmi beyin talebeleridir*.


Böyle derdi ve ardından; *Çünkü onlar, İslâmı doğru olarak bütün dünyâya yayıyorlar, ben şâhidim*, derdi.


*Mekkî Efendi*, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin oğludur. Üsküdar’da ve Kadıköy’de yıllarca *Müftülük* yapmıştır. Büyük *Âlim* dir kendisi.

********

Eğer bir şey başlamışsa, o *Bitdi* demekdir. Onun için doğmak, *Ölme* nin alâmetidir. Çünkü Allahü teâlâ bu hayâtı, *Anne karnında* devâm etsin diye yaratmamışdır. 


Anne karnında bir müddet kalsın diye yaratmışdır. Ondan sonra *Dünyâ* ya göndermişdir. Ama hep *Dünyâda kalsın* diye yaratmamışdır, dünyâda bir müddet kalsın diye yaratmışdır. 


Ondan sonra *Âhirete* gidince; *İşte, senin vatan-ı aslîn burası!* diyecekdir ve ebedî olarak, *Sonsuz* olarak bir *Hayât* başlıyacakdır. Şu dünyâda, bizden bahtiyâr kimse yok kardeşim.

********

*Cumâ gününde öyle bir zaman vardır ki, o zamanda yapılan duâ red olmaz!* diyor Peygamber Efendimiz. Ulemâ da diyor ki: *Bu zaman, ekseriyâ ikindi namâzı vaktidir*. 


Buhâra’da, âlimler bir araya toplanmışlar, demişler ki: *Bu saat mâlum olsa, bilinse, Allahü teâlâdan ne isterdiniz?* 


Âlimlerden bâzısı demiş ki: *Son nefesde îmân isterim*. Bâzısı demiş ki: *Benim çocuğum olmuyor, Allahdan bir evlât isterim*. 


Kimi de demiş ki: *Ben fakîrim, cenâb-ı Hakdan ev isterim, mülk isterim* demiş. Sıra gelmiş *Ubeydullah-ı Ahrâr* hazretlerine. O zât da buyurmuş ki: 


*Eğer o duânın kabûl olduğu saati bilsem, Rabbimden sohbet-i sâlihîn isterim. Yâni Allahın sevdiği kullarıyla berâber olmak isterim*, buyurmuş. 


Bütün *Kemâlât*, yâni bütün *Fazîlet* ler, Allah dostlarının sohbetindedir kardeşim. Onların *Sohbeti* ele geçdi mi, *Herşey* ele geçmiş demekdir. Şimdi arayın da bulun o büyük zâtı. 


Yok öyle bir büyük zât. Ancak onların *Kitapları* var şimdi elde. İşte bizim *Seâdet-i Ebediyye* kitâbımız ve diğer *Kitaplarımız* var. İşte bu kitaplar, o *Allah dostları* nın sözleridir kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir kâfir, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin *İhyâ-ül Ulûm* kitâbının sayfalarını, muhabbetle çevirse, *Îmâna* gelir. 


Bir mü’min de, bir kâfirin kitâbını muhabbetle çevirse, mâzallah *Kâfir* olur efendim. O gün olmasa da, bir gün olur. Çünkü satırlar arasından çıkan *Zulmet*, mutlaka birgün te’sîrini gösterir.  


*Enver âbi* bir rüyâ görmüş efendim, bana anlatdı. *Efendi* hazretlerini görmüş. Oğlu *Mekkî Efendi* de varmış. Mekkî Efendi, babasına;


*Babacığım, Seâdet-i Ebediyye kitâbını yazmak hakkını niye Hilmi beye verdin?* diye sormuş. Yâni ben burdayım, bana niye vermedin? der gibi sormuş. Efendi hazretleri de; 


*Çünkü Efendi’yi anlıyan bir Efendi çıkdı. Otuz sene İstanbul halkına ne anlattıysam, hepsi o kitâbın içinde var*, buyurmuşlar. Enver âbi bunu bana anlatdı, çok sevindim. 


Bugün, yer yüzünde, böyle bir *Topluluk* yok kardeşim. Böyle bir *Hizmet* de yok. Neden? Efendi hazretlerinin bereketi. Mekkî Efendi şâhit. 


Efendi hazretlerinin vefâtlarına yakın ziyârete gitdiğimde, beni yatağının içine alır ve elini uzatıp, *Hilmi, elimi sık!* derdi. Ben de sıkardım, biraz gevşetsem, *Devam et, sık!* derdi. 


*Mekkî Efendi* de bunu görürdü. Nitekim kendisi, bu hâdiseyi aynen Enver âbiye anlatmış efendim. Orada başka arkadaşlar da varmış. 


Hattâ Mekkî Efendi; *Öyle zannediyorum ki, o günlerde babam, kalbinde ne varsa, hepsini Hilmi’ye verdi, hepsini onun kalbine akıtdı*, demiş.  

********

Bütün âbilere söylüyorum, tavsiye ediyorum, hattâ vasiyyetime bile yazdım, *Arkadaşlar, her gün muhakkak bir iki sayfa da olsa, Tam İlmihâli okusunlar*, diye. 


*Mektûbât* kitâbımızın ilk sayfasında da var bu. Bizim Abdülhakîme hitâben bir *Yazı* yazdım oraya. 


*Oğlum! Bu kitap süs eşyâsı değildir. Okumak, öğrenmek ve tatbîk etmek için yazılmışdır*, diye devâm ediyor. Dînimizi öğrenmek herkese *Farz* dır. Okumayınca nasıl öğrenilecek?

Kurban nasıl kesilir

  Sual: Kurban keserken dikkat edilecek hususlar nelerdir?

CEVAP

Maddeler halinde bildirelim:

1- Önce diz boyu çukur kazılır. Kurbanın gözleri tülbentle bağlanır. Kıbleye dönük olarak sol yanı üzerine yatırılır. Boğa, tosun gibi büyük baş hayvanların kolay kesilebilmesi için çengele asılması caizdir. Boğazı çukurun kenarına getirilir. İki ön ve bir arka ayakları, uçlarından bir araya bağlanır. Üç kere bayram tekbiri okunur. Sonra, bismillahi Allahü ekber diyerek, deveden başka hayvanın, boğazından kesilir. Bismillahi derken, h’yi belli etmek gerekir. Belli edince, Allahü teâlânın ismi olduğunu düşünmek lazım olmaz. h’yi açıkça belli etmezse, Allahü teâlânın ismini söylediğini düşünmek gerekir. Bunu da düşünmezse hayvan leş olur, yenmez. Sadece Bismillahi veya Bismillahirrahmanirrahim yahut Lâ ilâhe illallahü demek de caizdir. Fakat evlâ olanı, (Bismillahi Allahü ekber) demektir.


2- Besmele çekilince, hemen kesmek şarttır. Besmele çektikten sonra bıçağı bilerse, Besmeleyi tekrar etmesi gerekir. Besmele çektikten sonra, hayvan yerinden kalkarsa, yatırdığı zaman tekrar Besmele çekmesi gerekir; fakat bir kelime söylemek, bir lokma yemek ve bir yudum su içmek gibi az bir ara vermenin zararı yoktur. Besmele çektikten sonra, elindeki bıçağı bırakıp, başka bir bıçak alsa, Besmeleyi tekrar çekmesi gerekmez.


3- Bir hayvan için Besmele çekildikten sonra, onu bırakıp başka bir hayvan kesilecek olsa, Besmeleyi tekrar çekmek gerekir.


4- Arka arkaya birkaç hayvanı boğazlayacak kişinin, hepsi için ayrı ayrı Besmele çekmesi gerekir; fakat hayvanları, üst üste yatırıp kesecek olsa, bir Besmele kâfidir. Bir hayvanı iki kişi kesse, ikisinin de Besmele çekmesi gerekir.


5- Besmele unutulursa zararı olmaz. Kasten Besmelesiz kesmek haramdır.


6- Hayvanın boğazında yemek, nefes borusu ve iki yanda birer kan damarı vardır. Bu dört damardan üçü bir anda kesilmelidir.


7- Şafii’de, yemek borusuyla nefes borusu kesilirse kâfidir. Ancak gırtlak düğümü baş tarafında kalmalıdır. Gırtlak düğümünün tamamı vücut tarafında kalırsa, kesilen hayvan yenmez.


8- Kurban kesenin, kıbleye karşı dönmesi sünnettir.


9- Erkek ve kadın Müslümanın, cünübün, delinin, bunağın, çocuğun ve sarhoşun Besmeleyle kestiği hayvan yenir. Ehl-i kitabın [Hıristiyan veya Yahudi'nin] kestiği de yenir. Fakat ehl-i kitaba kurban kestirmek mekruhtur. Dilsiz ve sünnetsizin, hayvan kesmesi mekruhtur.


10- Solak bir kimsenin, sol eliyle kurban kesmesinde mahzur yoktur. Temiz işleri yaparken, sağdan başlamak sünnet-i zevaiddir, yani müstehabdır. Bir özürle soldan başlamak mekruh olmaz. Yani sol elle kesilen hayvan ve kurban yenir.


11- Bir ihtiyaç varsa, kurbanı bayıltıp kesmek caizdir. Başını bir kerede koparıp kesilen de yenir; fakat öyle kesmek günah olur. Hayvanı ensesinden kesmek haramdır; ama eti yenir.


12- Kurban hayvanını yüzmek için, şişirmek caizdir.


Sual: Büyük hayvanı kurban ederken arka ayağından traktör veya vinç vasıtası ile asarak kesmek hayvana eziyet vermek sayılır mı? 

CEVAP

Böylesi daha uygundur. 


Sual: Almanya’da kurbanları müslüman kesiyor, gayrı müslim yüzüyor. Böyle yüzülmüş kurban etini yemek caiz midir?

CEVAP

Yenmesinde mahzur yoktur. İmam-ı Rabbani hazretleri, gayrı müslim, bir şeye elini sürünce, o şeyin pislenmeyeceğini bildiriyor. Kitab ehli olan gayrı müslimlerin, Besmele ile kestiklerini yemenin de caiz olduğunu açıklıyor. Fakat zaruretsiz yememek iyi olur. 


Sual: Hayvanı boğazlarken, Meri, Hulkum ve Evdac damarlarını kestikten sonra, hayvanın canı çıkmadan bir başkası besmelesiz olarak kafasını keserse, bu şekildeki kesim caiz mi?

CEVAP

Öyle yapmak uygun değil, besmele ile de olsa uygun olmaz. Fakat eti yenir. 


Sual: Kurban kesene ücret olarak kurbanın eti ve derisi verilir mi?

CEVAP

Kurban kesene ücret olarak kurbanın eti ve derisi verilmez. Derisini, evde dağarcık, mest, sofra, seccade gibi şeyler yapıp kendisi de kullanır. Derisi, eti satılırsa, parası fakire sadaka verilir. 


Sual: Abdestsiz kurban kesmek caiz midir?

CEVAP

Sahih olur. Hatta mecbur kalınsa, cünüp kesilse de sahih olur. (Fetava-i Hindiyye)


Hayvanı şişirmek

Sual: Kurban hayvanını yüzmek için, şişirmek caiz midir?

CEVAP

Caizdir.


Hayvan keserken Besmele

Sual: Hayvan keserken (Bismillahirrahmanirrahim) denmez mi? Denirse hayvan yenmez mi?

CEVAP

Besmelenin tamamı söylenince de, kesilen hayvan yenir. Evla, yani daha iyi olanı (Bismillahi Allahü ekber) demektir. Sadece Bismillahi dense veya sadece Allahü ekber dense de caizdir. Hayvan keserken, Bismillahi veya Allahü ekber demek farzdır. Besmelenin tamamını söylemek de caizdir. (İbni Abidin)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Siz o kadar *Mümtaz* ve *Seçilmiş* insanlarsınız ki kardeşim, Allahü teâlâ size bu temiz kalbi nasîb etmiş. *Elmas* hiç kalır yanında. Çok *Kıymetli* olan bu elmas, hepinizin kalbinde var. Daha ne istiyorsunuz? 


Bu *Ni’met* verilmişse, *Herşey* verilmiş demekdir. Allahü teâlâ, bu dîne *Hizmet* edenleri, sâdece ibâdetle meşgûl olan ve harâmdan sakınan *Âbidler* den daha çok seviyor. 


Bu gençler, *İslâm* ın yayılmasına *Hizmet* edecek, bizim de mezarda, rûhumuz *Şâd* olacak inşallah. 


Efendim, bu dünyâda, hem *Dünyâ* seâdeti, hem de *Âhiret* seâdeti, iki şeye bağlıdır. Bu iki şeyi yapan, *Râhat* eder. Bundan daha sağlam bir *Sigorta* yok efendim. 


Birincisi, *Peygamber* aleyhisselâmın izinde *Yürümek* dir. Onun bildirdiği, Onun teblîğ etdiği dîne *Tâbi* olmak dır. Tabii bunun için de, bu dîni öğrenmek lâzımdır. 


Peygamber aleyhisselâmın buyurdukları, anlatdıkları bu *Dîni*, yine Onun *Vârisleri* nden birinin *Ağzı* ndan, *Kalem* inden, *Kitâb* ından öğrenmek şansı, pek az bulunan, çok büyük bir *Ni’met* dir. 


Bunu öğrenmek imkânını Allah birine vermişse, ne büyük *Seâdet* dir. İşte siz, bu *Şansa* sâhipsiniz kardeşim. 


Allahü teâlâ, bütün Peygamberleri, tek bir maksatla, yâni *Kullarımı ateşden kurtarın!* diye göndermişdir. İşte buna *Cihâd* denir. Cihâd demek, Onun kullarına *İslâmı* anlatmakdır.


Onları *İslâma* dâvet etmekdir. Siz, bu vazîfeyi yapdığınız için, Peygamberlik vazîfesine tâlipsiniz kardeşim. Onun için, sizin yeriniz, *Başımızın üstü* dür. 


Cennetin en yüksek derecesi *Şehîdlere* mi verilir? Hayır. *İslâmiyeti Yayanlara* verilir. Zâten şehîdler de, islâmiyeti yaymak için *Şehîd* oluyorlar. 


İslâmiyeti yayanlara, *Cennet* de en yüksek derece var. Peygamber Efendimize sormuşlar: *İnsanların en kıymetlisi kimdir?* diye. 


Efendimiz, bu suâle şöyle cevap vermiş: *İnsanların en iyisi, dînini öğrenen ve öğrendiğini başkalarına öğretendir* buyurmuş.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Vücûdumun her zerresi gelse de dile. Şükrünün binde birini yapamam bile* buyuruyor İmâm-ı Rabbânî hazretleri. 


Dînini *Yaymak* hizmetinde kullanıyor bizleri Allahü teâlâ. Çok büyük *Ni’mete* mazhar olmuşuz kardeşim, çoook. Elhamdülillâh, çok *Şükür* Allahımıza. 


Bu *Ni’met*, bütün dünyâ ve âhiret ni’metlerinden daha *Üstün* dür. Niçin? Çünkü bu, Peygamberlik vazîfesidir. Bunu yapanlar, Peygamberlerin *Vârisleri* dir. 


Bir *Mürşid-i kâmil* in kitaplarını okuyan veyâhut da gömleğini giyen, takkesini kullanan, bu *İrtibât* vâsıtasıyla o büyük zâtdan *İstifâde* eder. 


Bütün mesele, *İrtibâtı* kurabilmekdir. Başka türlü kuramıyorsak, mutlaka bir şeyle irtibât kurmamız îcab ediyor. Nasıl meselâ?


Ya Onun *Kabri* ne gideceğiz, ya Onu *Seven* birine gideceğiz, ya Onun çok *Sevdiği* birini göreceğiz, ya da Onun *Kitâbını* okuyacağız. 


Niçin? Sırf, o mürşid-i kâmil ile *İrtibât* kurmak için. Bu asrın mürşid-i kâmili, *Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye* dir kardeşim. 


Çünkü bu kitap, yüzlerce, binlerce *Evliyâ* nın, *Âlimler* in, *Büyükler* in, *Velîler* in mübârek sözleridir. Velî demek, Allahü teâlânın *Sevdiği* kul demekdir. Velî, Allahın *Dostu* dur 


Ona, mânevî bağ ile bağlanacağız. Demek ki, Mürşid-i kâmile *İnanmak* ve Onu *Sevmek*, seâdetin anahtarıdır. Peygamber Efendimiz, mürşidlerin reîsidir. Onu sevene *Müslümân* denir. 


Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için çalışana, uğraşana *Sâlih* insan denir. *Allah sevgisi* ne kavuşmak için uğraşıyor, bizim gibi işte. İnşallah biz de *Sâlih kullar* dan oluruz kardeşim. 


Bu sevgiyi kazanmış olana *Velî* denir, *Evliyâ* denir. *Mürşid-i kâmil* ler, Velîler arasından seçilmişlerdir. Bunlar, başkalarını da kurtarmak için çalışırlar. Onları sevdik mi, *Bağlandık* demekdir. 


Sevmek de, *Tâbi olmak* demekdir. Sevmek iki şeydir; Biri, *İnanmak*, ikincisi de *Tâbi olmak*. Velîyi görürse, sohbetinde bulunursa, daha çok *Feyz* alır, yâni kalbi *Nûr* lanır. 


Şimdi, bir *Mürşid-i kâmil* dünyânın hiçbir memleketinde yok gibidir. Görmek şerefine kavuşmaya *İmkân* yok. Herkese, kabiliyeti kadar *Feyz* gelir. 


İslâmiyete uymıyanlara hiç feyz gelmez, islâmiyete uyanlara *Feyz* gelir. O büyükleri *Sevenler* de, o büyüklerden gelen *Feyz* leri alırlar kardeşim.

Ne incit ne de hor gör

Eskiden hukuk fakültesini birincilikle bitirenleri mükâfat olarak Medîne-i Münevvere’ye kadı (hâkim) olarak tayin fazla ederlermiş. Gönlü Rasûlullah aşkı ile dolu olan bir genç bunu duyunca bütün gayretini sarf ederek, hukuk fakültesini birincilikle bitirmeye karar vermiş. Gündüz okulda, gece ise evinde mum ışığında ders çalışır, uyku bastırınca parmağını yanan muma tutar, parmağını yakar, uykusunu dağıtırmış. Bir de adak adamış: “Eğer ben bu okulu birincilikle bitirir, Medine’ye hâkim olursam, yolda ilk karşıma çıkıp, benden yardım isteyene cebimdeki en büyük parayı vereceğim.” diye.


Neticede okulu birincilikle bitirip Medine’ye hâkim olmaya hak kazanır. Tayini yazılır ve yolcu edilir. Uzun bir yolculuktan sonra yolu Şam’a uğrar. Emeviye Camii’nde namaz kılıp, Allah’a şükürler eder. Fakat gönlü Rasûlullah aşkı ile yandığı için orada çok fazla eğlenmeden tekrar yola koyulmak için davranır. Zira tüm arzusu hasret olduğu Rasûlullah’a ve o mukaddes topraklara bir an evvel ulaşıp hasret gidermektir. Bu hasret ve muhabbet hali içerisinde camiden çıkarken gözleri dolar ve bir an Rasûlullah’a kavuşmuş gibi bir hâl zuhur eder kendisinde. Ağlar bir halde camiden çıktığında bir meczup karşısına geçerek:


“-Şey’en lillah! (Allah için bir şey ver.)” der. Genç hâkim, cebinde ona vereceği bozuklukları araştırırken meczup:


“-Genç hâkim, adağını unutma!” der. Genç hâkim irkilir. Çok şaşırmıştır… «Bu adam da kim? Yapmış olduğum adağı nereden biliyor?» diye düşünerek elini cebine götürür ve cebindeki en büyük para olan beşibirliği çıkarıp, hiç tereddüt etmeden meczuba uzatır. Uzatırken de:


“-Allah için Rasûlullah aşkına, canımı istesen veririm… Helâl olsun.” der. Meczup, parayı alır almaz oradan uzaklaşır. Uzaklaşırken de anlaşılmayan birtakım şeyler söylemektedir…


Daha sonra yoluna devam eden sevdalı hâkim, haftalar süren meşakkatli bir yolculuğun nihayetinde âşık olduğu Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘ in şehrine varır. Onu karşılamaya gelenler, genç hâkimi alıp, ikâmet edeceği yere götürürler.


Genç hâkim, vardığı yerde fazla eğlenmeden ilk iş olarak abdestini tazeler ve Rasûlullah’ı ziyaret etmek üzere Ravza-i Mutahhara’ya gider. Ravza’nın kapısını bu genç hâkime açarlar ve: «Buyur!» derler. Genç hâkim, bir edep âbidesi hâlinde salât u selâm getirerek Ravza’ya girer. Bir de ne görsün?!. Birisi ayaklarını Rasûlullah’a karşı uzatmış vaziyette, huzûr-ı Peygamberî’de upuzun yatıyor!.. Bu durum genç hâkimin çok zoruna gider. Rasûl’e karşı yapılan bu saygısızlığı bir türlü hazmedemez ve o zâtı îkaz amacıyla ayağının ucuyla ayaklarına dokunur. Yatan adam başını kaldırıp dik dik genç hâkime baktıktan sonra tekrar başını koyar ve uyumaya devam eder. Adamın pervasızlığını gören hâkim, kendi iç huzuruna halel gelmesin diye îkazında ısrar etmeden ziyaretini îfâya koyulur.


Genç hâkim ziyaretini yapar, arzusuna nâil olmanın huzuru içinde ikâmetgâhına döner ve istirahata çekilir. Kısa bir dalıştan sonra rüyâ görür:


İki polis genç hâkime:


“-Genç hâkim, mahkemeden çağrılıyorsunuz, götürmeye geldik.” demektedir.


“-Ne imiş suçum, ne yapmışım?”


“-Bilmeyiz ama daha gelir gelmez bu diyarlarda bir hâkim olarak suç işlemen çok abes oldu.” derler. Genç hâkimi alıp mahkemeye götürürler. Genç hâkim, mahkeme heyetinin karşısına çıkınca donup kalır… Çünkü heyetin başkanı Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sağda Ebûbekir ve Ömer, solda Osman ve Ali -radıyallâhu anhüm- oturmaktadır. Sonra kafasını dâvâcıdan tarafa çevirir, dâvâcıya bakar, biraz evvel Ravza’da yatan kişidir.


Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:


“-Genç hâkim, hakkınızda şikâyet var, benim huzurumda şu kardeşini rahatsız etmişsin, doğru mu?” diye sorar.


“-Doğru yâ Rasûlâllah! Doğru ama ben onu incitmek için değil, huzurunuzda edebe uymayan bir hâlde olduğunu görüp kendine gelmesi için îkaz etmek istemiş ve ayaklarına ayağımla dokunmuştum. Kötü bir niyetim yoktu.” der. Dâvâcıya dönen Rasûlullah:


“-Dâvâ ettiğin kişiyi dinledin, ne diyorsun?” diye sorar. Adam:


“-Mademki niyeti iyi imiş, ben de onu affettim, yâ Rasûlallah!” der. Rasûlullah bu sefer şâhitlere dönerek:


“-Şâhit misiniz, yâ Ebâbekir, yâ Ömer, yâ Osman, yâ Ali?” deyip hepsini tek tek eliyle işaret ederek genç hâkime gösterir. Onlar da şâhitlik ederler.


Genç hâkimle dâvâcı hûzûr-ı Rasûlullah’ta kucaklaşıp, helalleşirler. Bu esnada çok heyecanlanan genç hâkim, uykusundan uyanır. Derhâl abdest alır, şükür namazı  kılar ve . Bakar ki, aynı kişi hâlâ orada aynı şekilde yatıyor. Genç hâkim, hemen davranıp yatan adamın ayaklarını öpmeye başlar. Adam, başını kaldırır:


“-Yahu sen ne biçim adamsın, biraz evvel teptin, şimdi öpüyorsun, ne var, ne istiyorsun benden?” der. Genç hâkim, özür diler ve:


“-Hakkını helâl et, efendim” der. Adam:


“-Yahu sen nasıl bir adamsın? Seninle biraz evvel Rasûlullah’ın huzurunda barışmadık mı, kucaklaşmadık mı? Hem sana senelerden beri âşık olduğun Rasûlullah’ı ve dostlarını gösterdim… Bundan başka ne istiyorsun benden? Yoksa Şam’da verdiğin beşibirliği mi istiyorsun? Al!..” diyerek beşibirliği de verip ortadan kaybolur.

Kimin kabrini arıyorsunuz?

 MENKIBE: SEYYİD FEHİM ARVASΠ

*Büyük velî Seyyid Fehîm Arvâsî hazretlerinin, henüz çocukken hârikulâde hâlleri vardı.*


Biri şöyleydi meselâ:

Onun bir amcazâdesi vardı.

Sıbgatullah Efendi.

Fazîletli bir zât idi. Ayrıca ilim ehli bir kişiydi.


Fehîm severdi bu amcazâdesini. Bir gün kabristanda gördü onu.

Hemen koşup gitti yanına. Gördü ki, bir kabir arıyor.


Yanına yaklaşıp sordu:

“Kimin kabrini arıyorsunuz?”

“Bu, senin işin değil” dedi.

Lâkin ısrar etti küçük Fehîm:

“Lütfen, ne olur söyleyin.

Belki yardımım dokunur.”

Mecbûr kaldı söylemeye:


Dedi ki;

“ *Dedelerimizden Seyyid Muhammed Kutup, altıyüz sene önce bu köye gelmiş. Hattâ köye, Arvas ismini ilk o vermiş.* "


“Evet amca.”

“ *Onun evlâtları bugüne kadar İslâma hizmet etmişler.* ”


“Onun kabrini mi arıyorsunuz?”

“Evet, bu kabristanda olacak. Ama bilmem ki ne taraftadır?”

Küçük Fehîm biraz ilerledi.

Ve bir kabri gösterip;

“ *İşte, aradığınız şu kabir!* ” dedi.


O, pek ihtimâl vermedi.

*Yine de bir teveccüh etti o kabre. O anda o zât göründü kendisine! Hem de kendi sûretinde.*


O, bunu görünce, içinden;

“ *Sübhânallah! Bu çocuk, bu yaşta bir bahr-i ummân. İleride büyük zât olabilir* ” dedi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Peygamber Efendimiz* “aleyhisselâm”, bir gün mübârek ellerini açıp; 


Yâ Rabbî, dünyâya umûmî bir *Felâket* gelecek olursa, beni temsîl eden bir *Cemâat* sağ kalsın, bu cemâat, âhirete kadar, *Beni* ve *Yolumu* temsîl etsin. 


İnsanlar bir *Yanlışa* düştükleri zeman, bu topluluktan biri onları *Îkâz* etsin, doğru yolu göstersin, böylece insanlar Benim ve Eshâbımın *Doğru yol* undan ayrılmasınlar, diye niyâzda bulunmuş. 


Allahü teâlâ da bu niyâzı kabûl etmiş. *Mekkî Efendi*, bunu bize anlatır ve *Allahü a’lem bu kimseler sizlersiniz*, derdi.

********

*İmâm-ı Rabbânî* hazretlerinin bir mektûbu var efendim. Orada buyuruyor ki: *Beni seven, îmânla ölür*. Ne büyük müjde kardeşim. Biz, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini çok seviyoruz. 


*Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye* kitâbının hemen hemen yarısını, Onun *Mektûbât* kitâbından aldık. *Mekkî Efendi*, bana ne derdi, biliyor musunuz? 


*Senin yazdığın bu Seâdet-i Ebediyye kitâbını, hazret-i Mehdî okuyacak*, derdi. İşte hazret-i Mehdî’nin hangi evden çıkacağı belli olmadığı için, *Tam İlmihâl* in her evde bulunmasına çalışıyoruz kardeşim.  

********

İzmir’den bir mektup geldi. Makine mühendisi bir hanım yazmış, diyor ki: *Sizin Gazete* yi ve *Sizin Kitapları* okuyunca, bende bir değişiklik oldu. Örtündüm ve namaza başladım. 


Babam, emekli albaydır. Hayâtta hiç alnını secdeye koymamış biridir. Bana dedi ki: *Kızım ne bu hâlin, sen aklını mı kaybetdin, ne oldu sana?* 


Ben de ona; *Beni bu hâle koyan şu kitâbı al da oku!* dedim. Kırmadı beni, aldı okudu. Okuyunca, o da değişdi ve *Namaza* başladı. 


Kadıncağız böyle yazmış kardeşim. İşte *Bizim Kitaplar*, okuyana böyle *Feyz* veriyor. Yalnız okuyana mı? *Dağıtana* daha çok verir. 


Efendi hazretleri; *İslâmiyetden bir kıvılcım kaldı!* buyururdu. İşte bu kitaplar, o kıvılcımın *Şerâresi* dir kardeşim.

Kızlarını Beyoğlu'nda çırılçıplak gezdirseydi bu kadar günaha girmezdi

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir *İdris* hoca vardı Efendi hazretlerinin zamânında. Sultânahmet Câminin baş imâmı idi. Bir gün *Efendi* hazretlerine gitdim. Beni görünce; *Hilmi, ne oldu biliyor musun?* buyurdular. 


Bilmiyorum efendim, dedim. Merak etdim, *Acabâ ne oldu?* diye. Buyurdular ki: 


İdris hoca, bu gün, *İki kızını* Sultânahmet câmiinde, o kadar cemâatin önünde, *Hatim* cemiyetine çıkarmış. O iki kız, câmide *Hatim duâsı* yapmışlar. 


*14-15* yaşlarında iki kızına, erkeklerin önünde hatim duâsı yapdırmış. Eğer o kızları, *Çırılçıplak* soyup, *Beyoğlu* nda yürütseydi, bu kadar günâha girmezdi. 


Çünkü bu günâh, *İbâdet* diye yapılıyor, *Din* adına yapılıyor ki, *Küfr’e* kadar gider. Günah günahdır, ama *İbâdet* diye işlenirse, *Sevap* diye yapılırsa, felâketdir. 


Din adamlarının işlediği günah, Beyoğlunda işlenen günahdan *Bin kat* daha büyükdür kardeşim. Çünkü *Emsâl* teşkîl eder, böyle yapmanın *Câiz* olacağına *Fetvâ* vermiş gibi olur, Allah korusun. 

********

Bir hizmet ne kadar *Kıymetli* ise, onu yaparken o kadar çok *Sıkıntılar* olur efendim. Yâni bir hizmetde hiç sıkıntı yoksa, o iş, gerçek hizmet değildir. 


Veyâhut cenâb-ı Hakkın *Rızâsı* na uygun değildir. Çünkü cenâb-ı Hakkın rızâsına uygun olan bir hizmetde mutlaka *Çile* olur, *Sıkıntı* olur, *Üzüntü* olur.


Bu böyledir. *Hayrlı* bir hizmetde mutlaka *Sıkıntı* olur. Çünkü bu, bir *Sünnet* dir. Peygamberimiz aleyhisselâm ne buyuruyor? 


*Benim çekdiğim sıkıntıyı, ne benden evvelkiler, ne de benden sonrakilerin hiçbiri çekmemişdir*, buyuruyor. 


Hâlbuki *Efendimiz* aleyhisselâm, Allahın *Habîbi* dir, *Sevgilisi* dir. Bütün Peygamberler Onunla *İftihâr* etmişlerdir. 


Efendimiz aleyhisselâm; *Ben de İmâm-ı âzam Ebû Hanîfe ile iftihâr ederim*, buyuruyor.

VEFÂSIZLIK AFFEDİLEBİLİR Mİ?

 Cenâb-ı Hakk’ın sayısız nîmetlerinin kadrini bilemeyip basit, fânî ve süflî menfaatlerin peşine takılarak helâk olup giden vefâsız kimselerin hâli ne kadar ibretlidir. Bu hâle düşen kimse, sonunda fânî takıntıların bomboş olduğunu görür, ama her şey bitmiş olur.


Allâh’ın kendisine verdiği nîmetleri unutup basit bir nefsânî temâyülün esîri olarak vefâsızlık gösterenlerin hâlini Ferîdüddîn Attâr Hazretleri’nin şu kıssası ne güzel aksettirir:

Pâdişahın husûsî nazarlarına mazhar olmuş bir av köpeği vardı. Avcılıkta mâhir ve usta idi. Pâdişah, ona son derece değer verir ve her ava çıkışında onu mutlaka yanına alırdı. Tasmasını mücevherlerle süslemiş, ayaklarına altın ve gümüşten yapılmış halkalar ve bilezikler taktırmıştı. Sırtı da sırmalı atlas bir çulla kaplıydı.

Bir gün pâdişah, yine onu yanına almış olduğu hâlde saray erkânı ile birlikte ava çıktı. Tasmanın ipek ipi elinde, at üzerinde vakur bir şekilde ilerleyen sultan, gâyet neş’eli idi. Fakat birden bu neş’esini kaçıran bir şey gözüne ilişti. Çok sevdiği köpeği, pâdişahını unutmuş bir vaziyette başka bir şeyle oyalanmaktaydı. Pâdişah, önce mahzûn olarak elindeki ipek ipi çektiyse de köpek direndi; önündeki kemik parçasını kemirmeye devam etti. Bu hâl karşısında pâdişâh, hayret ve hiddet hisleri arasında haykırdı:

“–Huzûrumda beni unutarak başka bir şeyle meşgûl olmak! Nasıl olur bu?!.” dedi.


VEFÂSIZLIK AFFEDİLEBİLİR Mİ?


Son derece üzüldü. Köpeğinin bu nankörlük, vefâsızlık ve duygusuzluğu ona çok dokunmuştu. Bir köpek de olsa mâzûr görüp affetmek içinden gelmedi. O kadar izzet, ihsân ve ikrâma karşı köpeğinin bir anda hem de bir kemikle kendisini unutması, gönül yaralayıcı ve vefâyı zedeleyici bir tavır olarak aslâ affedilebilecek bir husus değildi. Gazapla:

“–Yol verin şu edepsize!” dedi.

Köpek, bu hiddetin mânâsını kavradı, ancak iş işten geçmiş, yapacak bir şey kalmamıştı. Öyle ki, etrafındakiler pâdişâha:

“–Sultanım, üzerinde mücevher, altın, gümüş ne varsa alalım da öyle bırakalım!” dediklerinde pâdişâh:

“–Hayır! Bırakınız öyle gitsin!” dedi.

Ardından ilâve etti:

“–Bırakınız öyle gitsin! Öyle gitsin de, ıssız, kızgın ve bomboş çöllerde garip, aç ve susuz kalsın; onlara bakarak kaybettiği ikrâm ve lutufların acısını sürekli yaşasın!..”

Cenâb-ı Hakk’ın sayısız nîmetlerinin kadrini bilemeyip basit, fânî ve süflî menfaatlerin peşine takılarak helâk olup giden vefâsız kimselerin hâlini aksettiren bu kıssa ne kadar ibretlidir. Bu hâle düşen kimse, sonunda fânî takıntıların bomboş olduğunu görür, ama her şey bitmiş olur. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Vefâsızlık, köpekler için bile bir leke ve ayıp olduğu hâlde, sen nasıl oluyor da insan olarak vefâsızlık gösteriyorsun?”

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendi hazretleri; *Otuz sene, bu insanlara islâmiyeti anlatdım, îmânı anlatdım, anlıyan çok az, üç beş kişi ancak çıkar*, buyurdu. Tabii buna şaşırmamak mümkün değil. 


Çünkü efendim, böyle bir mübârek zât, bu kadar mümtaz bir insan, mümtâz bir cemâate *Îmânı* anlatıyor. Anlıyan *Üçü beşi* geçmiyor. 


Hâlbuki bizim *Îmân ve İslâm* kitâbını birisi okusa, bir saatde biter, yarım saatde biter. Ne hikmeti var acabâ? Cevâbı şöyledir ki: 


Bir kimse *Kul hakkı* na inanmış olsa, kul hakkı, yalnız *Para* değil ki. Bir *Sert* bakış, bir *Yan* bakış, bir kalp *Kırmak*, bir mü’mini *İncitmek*, bunların hepsi *Kul hakkı* na girer. 


*Gıybet* ve *Sû-i zan* da kul hakkıdır. Ve kul hakkını Allahü teâlâ affetmiyor. İllâ ki, *Özür* dileyip, *Helâllık* alacaksın. İşte bunu bilen bir kimse, ayağını uzatıp da yatabilir mi? 


İşte *Efendi* hazretlerinin bahsetdiği *Îmân*, bu îmân efendim. *Kul hakkı* nın ehemmiyetini bilen bir insan, öyle rahat rahat yatıp uyuyamaz. İşte *Îmân* budur. 

********

Ben, bizim hastânede yatarken, *Enver âbi* geldi bir gün, Efendim, dedi. Şu karyolanın üzerine, *Gökden* kim bilir ne kadar çok *Sevap* yağıyor, târifi mümkün değil, dedi. 


Ben de ona; *Nereden biliyorsun?* dedim. Efendim, bu kadar insanlar kitaplarımızı okuyor, *İstifâde* ediyorlar. Yalnız burada değil ki, bütün dünyâya gidiyor.


Her ülkeye kitaplarımız dağılıyor. Bu kadar insan, bu kitaplardan dînini öğrenip doğru *Îmân* ediyorlar, *Namaz* kılıyorlar. Bu sevapların bir misli de size geliyor, dedi. 


Ben de ona; *Evet, doğru* dedim. *Doğru diyorsun, kitapları ben yazdım. Ama arkadaşlar dağıtdılar. Siz dağıtıyorsunuz*, dedim. 


*Bana ne sevap geliyorsa, size de, arkadaşlara da aynısı yazılıyor, hepimiz kazanıyoruz*, dedim. 


Aslında bütün bu sevaplar, *Efendi* hazretlerine *Âitdir*. Çünkü biz, herşeyi Ondan öğrendik kardeşim.