"Aldatan Işık" kitabı hadisesi

"Aldatan Işık" kitabı hadisesi. Merhum hocamızın damadı merhum Enver beyin anlatımıyla... Kaynak: Hatıralar, Sahife 21

Mektubat-ı Masumiyye 3.Cild 3.Mektub


Mektubat-ı Masumiyye 3.Cild 3.Mektub

Hace Abdussamed Kabilî’ye gönderilmiştir...
“Kendi haline, tavrına teessür etmektedir”
*Bismillahirrahmanirrahîm. *
Allahu teâlâya hamd, seçtiği kullarına selâm olsun. Binlerce yazıklar olsun ki, çok kıymetli ömür heva ve heves peşinde geçti. Mahrûmluk ve günâhlar uğruna harcandı. Kapılar ve duvarlar bu maksaddan uzağın kötü amellerine ağlamakta, her taş ve toprak lisân-ı hâl ile:
“Sen bunlar için yaratılmadın ve bu yaptıklarınla emr olunmadın” diyor.
Beyt:
         Her iki âlem sana ta’ziyet etmektedir,
         Sen günâhda ve onlar gözyaşı dökmektedir.

Allahı çok zikredin....
Allaha çok tövbe edin....
Birinci sur yaklaştı, arkasından ikinci sur gelecek.
Size ve diğer Allah yolunda olanlara selam olsun...

Hüseyin Hilmi Işık (rahmetullahi aleyh) buyurdular

Allahü teâlâ kerîmdir, ufak bir sebeple kerîmin keremi coşar. En büyük sebep, Ona yalvarmakdır. Müslimânlara eziyyet edilerek yapılan işten alınan paradan hayır görülmez, bu şekilde yapılan binâdan da hayır görülmez.
🌷Osmanlı zamanında, evde tâmirat yapılacağı zemân komşudan izin istenirdi.

💞-Dört halîfenin medhedildiği yere kimse zarar veremez.

💞-Silsile-i aliyyeyi okuyan, muhakkak feyz alır onlardan. Kalbten kalbe yol vardır. “Minel kalbi ilel kalbi sebila.” Peygamber efendimizin mübarek kalbinden seyyid Abdülhakîm efendi hazretlerinin mübarek kalbine kadar feyz yolu vardır. Bu feyzler, bu nurlar, bu yoldan bize kadar geliyor. Biz de onları seversek, sevdiğimiz kadar bize de gelir.

💞-Silsile-i aliyyeyi bir insan severek okursa, kalbinin kapıları açılır.

💞-Büyüklerden feyz alınca kalb temizlenir. Kalbin temizlenmesi de dünya sevgisinden kurtulmakla olur. Önce haramlardan, sonra mekruhlardan, sonra mübahlardan da temizlenir. Bu ise vilayetin başlangıcıdır. Allahü teâlâ böyle verdiklerini geri almaz. Böyle bir büyüğün bir kişiyi kabûl etmesi, Allahü teâlânın da kabûl etmesinin alâmetidir.

💞-Se’âdetlerin başı, bir büyük tanımaktır. Allahü teâlânın sevdiği kullarını sevince, onlardan feyz alınır, istifade edilir. Onlardan feyz alındığının alâmeti, dünyayı sevmemektir.
💙Gök her yerde mavidir. Siz nereye giderseniz gidin, sevgi, muhabbet dairesinden çıkmadıktan sonra hep aynı yerdeyiz. Dolayısıyla, aşkta, sevgide, güvende, inançta mesafe yoktur.
🧿Allahü teâlâ kullarına çok büyük ni’metler vermiştir. Göz vermiş, kulak vermiş, sıhhat vermiş; hattâ îmân vermiştir. Allahü teâlâ bu kadar ni’meti niçin vermiştir? Beni tanıyın diye, o kadar.
💧Harâm işleyip, ibâdet yapmayıp, kalbim temiz diyenler, Allah’ı tanıyoruz, seviyoruz diyenler, Allahü teâlâyı tanımıyorlar. Onlar, kendi nefslerinin meydana getirdiği ilahı tanıyorlar. Hele hele onların duâlarının kabûl olması, iki bakımdan çok kötüdür.
💧Birincisi, şeker hastasının baklava yemesi gibi zehirlenirler. 💧İkincisi, duâm kabûl oluyor diye de dinlerini öğrenmezler. Onun için, iki bakımdan felâkettir, istidractır.
💙Allahü teâlâyı tanımak demek, Ona itâat etmek demektir, Ona îmân etmek demektir. Allahü teâlânın harâmlarına, yasaklarına dikkat etmek demektir. Eğer insan tanıdığı, sevdiği bir insana itâat etmezse, buna tanımak denir mi? Buna sevgi denir mi? Dolayısıyla, tanımaktan kasıt ve maksat, onu sevmektir. Sevmekten maksat da itâat etmektir. İtaat etmekten maksat da, harâmlardan sakınmak, farzları yapmak demektir.

💞İnsanların en kıymetlisi, en fazîletlisi, ilim öğrenen ve öğrendiğini öğretendir Öğrendiğini söyleyecek.Yoksa kendisi bir şey ilâve etmeyecek. Bu din, bugüne kadar nakl edilerek gelmiştir.
🔥İnsanların en kötüsü de, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri kendi anladığına göre anlatandır. Onlar için, Cenâb-ı Peygamber “aleyhissalâtü vesselâm” buyuruyor ki: “Kim Kur’ân-ı kerîme, yâni Allahü teâlânın dînine kendi aklına, kendi fikrine göre, kendi düşüncesine göre mânâ vermeye kalkarsa, kâfir olur”.
💧Bir kişi o kadar zengin olsa ki, bütün dünyânın her şeyi onun olsa, malının hepsini sadaka olarak dağıtsa, aldığı sevap, unutulmuş bir sünneti meydana çıkarmanın sevabına yetişemez. Hele farz sevâbıyla hiç kıyaslanamaz. İşte bizim kitablarımızın yayılmasıyla farzlar yayılıyor kardeşim.
💞Allahü teâlâ bize verdiği ni’metler karşısında, bizden ne istiyor? Allahü teâlâ, yarattığı mahlûkların içerisinde yalnız insana ma’rifeti verdi. Yâni Allahü teâlâyı tanımak başka, görmek başkadır. Peygamber efendimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” herkes görüyordu; ama tanımadılar. Tanımak zordur. Tanıyanlar, Eshâb-ı kirâm oldu. Allahü teâlâ tanınmak istiyor. Bir hadîs-i kudsîde, “Ben tanınmayı sevdim” buyuruyor. Tanımamız lâzım. İkincisi, Onun ihsân ettiği ni’metlere karşılık olarak teşekkür istiyor. Allahü teâlâya teşekkür, namazdır. Çünki zekât, malın varsa, hac şartlar varsa, oruç keza öyle. Ama namazda hiçbir engel yok. Teyemmüm ederek kılar, îmâ ile kılar, yatarak kılar, hastayken kılar, ya’nî hiçbir engel olmadığı için Allahü teâlâ teşekkürü namazla başlatmıştır. Namaz kılmayanın hiçbir teşekkürü Allahü teâlâ tarafından kabûl edilmez. Îmânın bayrağı, alâmeti namazdır.
💧Başarının en büyük engeli, insanın kendi nefsidir. Bir arkadaşımız sordu: “Avrupalılar, Amerikalılar küfür içindeler. Bunlara, nefsleri engel olmuyor mu ki çok başarılılar?” dedi. Siz, başarıdan neyi kastediyorsunuz? Allahüteâlânın, sivrisineğin kanadı kadar önem vermediği bu dünyâda yapılan işlere, başarı mı diyorsunuz? Başarı, öldükten sonra işe yarayandır. Bu görünenlerin hepsi hayâldir, rüyâdır. Öldükten sonra hiçbir işe yaramayacaktır.
🔥Şöhret âfettir. Eğer bir kimse, dünyâ menfaati elde etmek için şöhret olmuşsa, bu, onun için âfet ve felâkettir. Dünyâ menfaati olmadan Allah onu şöhret yapmışsa, Allah onu âfet ve felâketten korur.
Büyüklerin hayâtında veya mematında saygısızca davrananlar, edebe riâyet etmeyenler, Allahü teâlâya karşı harp îlan etmiş sayılırlar. Çünki Allahü teâlâ buyuruyor ki: “Benim evliyâ kuluma karşı edebe riâyet etmeyenler, bana harp îlan etmiş gibi olur”. Bu, bir hadîs-i kudsî’dir. Binâenaleyh kurtulmaları mümkün değildir.
💞Bir Allah dostunun, bir evliyânın “ben seni sevdim” demesine kavuşabilmek için, eskiden tekkelerde otuz sene, kırk sene çile çekerlermiş. Uğraşırlarmış ki, hocasının şu sözüne kavuşmak için, ya’nî “ben seni sevdim” sözüne kavuşmak için. Eğer bir mürşid-i kâmil, “ben seni sevdim” derse, bu, Peygamber Efendimiz’in sevdiğinin alâmetidir. Çünki onlar vâristir. Peygamberimiz severse, Allahü teâlâ da sever.
🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹

Ankebût ve Rûm sû­resi

Hadîs-i şerifte geldi ki:
«Ramazan-ı şerif ayının yirmi üçüncü gecesi Ankebût ve Rûm sû­resini okuyan cennetliktir... Çünki bu iki sûrenin Allahu teâlâ in­dinde husûsî yerleri vardır».
Şeyhül Meşâyih Rükneddin Feyzullah (kuddise sirruh) buyurdu ki: Şüphesiz Cennete girmek istersen Ramazanın yirmi üçüncü gece­si bu iki sûreyi oku.

Alıntı Şuradan:
RİSÂLELER III / SEÂDET YOLU /

İmam ı Azam Ebu Hanife


İmam ı Azam Ebu Hanife...
İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin ismi Nu’man, babasının ismi Sâbit’tir. Ebû Hanîfe Ehl-i Sünnetin reisidir. Din-i İslâm’ın en büyük direğidir. Babaları İran şahlarından birine ulaşır. Dedesi Müslüman olmuştu. Hicrî seksen yılında Kûfe’de dünyaya geldi. Yüz elli yılında Bağdad’da şehîd edildi.
Tâbiîn’in ve esas Tebe-i Tabi’inin büyüklerindendir. Fıkhı hazreti Hammad’dan aldı.
Tasavvufda İmam Ca’fer-i Sâdık hazretlerinin sohbet ve meclisinde kemâle geldi.
Ebû Hanîfe hazretleri fıkhın, ya’nî ahkâm ilminin kurucusudur. Emevîlerin Irak vâlisi Yezid bin Ömer tarafından Kûfe Kadısı yapıldı ise de, kabûl etmedi. Zindana atıp dövdüler.
Abbâsî halifesi Ebû Ca’fer Mansûr da kâdı yapmak istedi. Yine kabûl buyurmadı.
Derin ilmi, keskin zekâsı, aklı, zühdü, takvâsı, hilmi, salahı ve cömerdliği yüzlerce kitabda övgü ile yazıldı. Talebesi pek çok olup, büyük müctehidler, ilmi ile âmil âlimler yetişdirdi. Kendisine Alp Arslan’ın oğlu Selçuklu Sultanı Melikşah’ın vezirlerinden Ebû Saîd Muhammed bin Mansûr (494) tarafından kabri üzerine mükemmel bir türbe yaptırılmıştır.
Bugün yeryüzünde bulunan Ehl-i İslam’ın yarıdan çoğu ve Ehl-i Sünnet’in yüzde sekseni Hanefî mezhebindendir.
İmamların evveli, evlâsı, efdali ve en üstünü, Müslümanların büyük imamı, Tâbiîn’in yükseği, ümmetin ışığı, imamların müctehidlerin gözlerinin sürmesi ve medâr-ı iftiharıdır. Menakıbı hakkında söylenen sözler, yazılan yazılar anlatmakla bitmez. Onu ilmi ile, güzel ahlâkı ile, ibâdet ve amelleri ile, din gayreti ile, ictihaddaki derin istinbatı ile anlatmak imkânsızdır. Beyt:
"Ebû Hanîfe doğdu, karanlıkları boğdu."
Ebû Hanîfe (radıyallahu teâlâ anh) zamanının ve sonraki zamanların imamı, rehberi, dört büyük halîfe gibi hatırlatan ve sevdiren Peygamberi! Sözü Hakkın hitabı. Hitabı ise andırır Kitabı. Hakla hakikati, Kitabla Sünneti, Eshabla icma’ı esas alan mezhebinde ahkâm-ı İslâmiyye kitab haline gelmiş, sanki İslâm dini onun mezhebi ile derlenmiş, toparlanmış, en güzel hâlini almıştır. O talebeye hoca, müteallime muallim, müride mürşid, müçtehide imam idi. Ya’nî O, O idi ve bir daha eşi gelmedi.
Her büyük devlette bu nevi hareketlere rastlanır. Bunlar tesadüf değildir. Sağlam ana sağlam evlâd doğurur. Nitekim benzeri örnekleri siyâset, ilim ve san’atta Osmanlı Âli devletinde de vardır. Ya’nî zaman denilen ana, en iyisini doğurmak için kendini zorlar, hilkatindeki en iyileri ortaya koymak için çalışır. Bu bakımdan:

“Dehre -zamana- sövmeyin, onda ulûhiyyet kokusu vardır” buyuruldu.

Zaman ve mekân müsâid idi. Ya’nî Ebû Hanîfe hazretlerinin gelmesi için her şey hâzır idi. Asr-ı Seâdet ve Eshabın devri kalblere yerleşmiş, iki ayaklı canlı insan olmuş, Resûl-i ekremden (sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem) gelen İslâm yerine oturmuş, ondan başka hiçbir zaviyeden hayata bakmak kalmamış, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn asırları ile pekleştirilmiş, İslâm devlet, İslâmiyyet din ve idâre olmuş, bütün halk Müslüman ve Hakka, adâlete riâyet eder hâle gelmiş ve işte bu mevcûd ortamın bir sistem, ilâhî kanun hâlini alacak zaman ve mekân hazır olmuş idi. Bu ise İslâm devletinin en büyük ihtiyacı olup, tebliğ-i ahkâm ve kalbleri cezb ile birlikte yürüyen amelî devletin tesisi idi. Elhamdülillah.

Bunun için bütün bunları bir araya getirecek îman, ilim, ihlâs ve medeniyyeti iyi bilen bir ulu kişiye ihtiyaç vardı. Ve nihayet zamanı geldi. Zaman denilen ana bütün maharetini ortaya koyup, bütün zamanlarda hayırla yâd edilecek Ebû Hanife hazretlerini doğurdu. Cihan ikinci defa nura gark oldu. O gün güneş yine doğudan doğdu, ama daha parlak idi. O gece dolunayın üzerinde hiç leke yoktu. Denizdeki balıktan meyve ağaçlarına, hatta gecenin karanlıklarına kadar her şey bir başka neş’e ve sevinç içindeydi.
Babalar, analar, kendilerinden daha iyisini doğurmağa hasrettirler. İşte buradan bakarak deriz ki, zaman ve mekân ana ve babası, Ebû Hanîfe hazretlerini doğurunca rahatladı ve vazifesini yapmış olmanın şuur ve huzuruna kavuştu. Bu tür rahatlıklara Eş’arî’de, Gazali’de, Gavs-ı azamda, Şâh-ı Nakşibend’de ve İmamı Rabbânî hazretleri gibi büyüklerin dünyayı teşrîf etmelerinde de rastlanır ve onları doğuran zaman bunların arkasından nice yıllar dinlenir.
Zira zamanın ve mekânın, sâhibi ile alâkası vardır ve bu alâka sebebiyle, müstakil olarak düşünülmezler. Allahu teâlâ ile o kadar çok birlikte kullanılırlar ki, kullar yanlış yapmasınlar diye, Allahu teâlâ zamandan ve mekândan berîdir deyip, ulûhiyyetten ayrı tutarlar, nübüvvet kandilinden iktibas edilmiş bu cins mâlumattan size kısa bir nûmune olarak bunları anlattım.
Kıt’a:
Beklerse daha bin yıl, zaman denilen ana,
Böyle bir er doğurur, ışık saçar cihana.
O ne müdhiş gelişti, geçti ayı güneşi,
Bin küsur yıllar geçti, gelmedi başka eşi.

(Müdrike) ya’nî bir şeyi (anlamak) kuvveti üçdür

[Seyyid Abdülhakîm “kuddise sirruh” buyurdu ki: (Müdrike) ya’nî bir şeyi (anlamak) kuvveti üçdür: Üçünün de doğru anlıyabilmeleri için, bulundukları uzvların hasta olmamaları lâzımdır. Birincisi, görünen (his organlarındaki kuvvetler) olup, görme, işitme, koklama, gıdânın lezzetini alma ve sıcaklık, sertlik anlama. Bu kuvvetler, insanda bulunduğu gibi, hayvanlarda da vardır. Bu kuvvetler olmasaydı, insanlar, taş gibi, odun gibi olurdu.

İkincisi, (akl kuvvetleri) olup, hiss-i müşterek, hâfıza, vâhime, mütesarrıfa ve hazânet-ül-hayâl denilen görünmiyen beş organdaki kuvvetlerdir. Bu kuvvetler, insanların dimâgında [beyninde] bulunur. Hayvanlarda yokdur. Bir şeyin varlığını, bu kuvvetler, güvenilen bir haberi işitmekle veyâ tecrîbe ile yâhud hesâb ile anlar. İyiyi fenâdan, fâideliyi zararlıdan ayırırlar. Fen bilgileri, hesâb, bu kuvvetlerle yapılır.

Üçüncüsü, (kalb kuvveti) olup, müslimânların havâssına, ya’nî yüksek olan seçilmiş kimselere mahsûsdur. Kalbdeki bu ma’nevî anlama kuvvetine (Basîret) denir. Bu kuvvet ile anlaşılan din bilgileri, akl ve his kuvvetleri ile anlaşılamaz. Akl kuvvetleri ile anlaşılan şeyleri, insan, hayvanların en üstünü olan ata, senelerce uğraşsa, anlatamaz. Bunun gibi, kalb kuvvetleri ile anlaşılan bilgileri [din bilgilerini ve meselâ ma’rifetullahı], bu seçilmişler, başka insanlara senelerce söylese, onlar anlıyamaz. Bunlardan dahâ yüksek seçilmişlerin seçilmişleri vardır. Bunlardan da dahâ üstün Nebîler, Nebîlerden dahâ üstün Resûller, bunlardan da üstün Ülül’azm dereceleri vardır. Bunların üstünde de Kelîmiyyet, Rûhiyyet, Hullet ve Mahbûbiyyet mertebeleri vardır ki, bu en üstün derece, Muhammed aleyhisselâma mahsûsdur. Kalb [gönül] denilen kuvvet, yürek dediğimiz et parçasında bulunur.]

EŞYAYI TANIMAK

Bil ki, insanlar arasında meydana gelen görüş ayrılıklarının her biri, bir yönü ile doğrudur. Çünkü varlıkları bir yönü ile tanıyan, bütün yönleriyle tanıdığını sanır. Değişik görüş sahipleri; şehirlerine bir filin geldiğini duyup onun ne olduğunu öğrenmeye koşan körler gibidir. Bunlar file elleriyle dokunurken, birinin eli, onun omzuna; diğerininki kulağına; bir başkasının ayağına; ötekinin dişine rastgelir. Bunlar, kendileri gibi a'malarla buluşup bunlardan filin şekli sorulduğunda, elini filin omuzuna koyan dedi ki: "Fil çok yüksek, gayet çok etli ve kocaman bir hayvandır." Eli filin ayağına gelen dedi ki: "Fil sütûn gibidir." Eli dişine gelen dedi ki: "Fil direk gibidir." Eli kulağına gelen, "Fil bir kilim gibidir" dedi. Hepsinin sözü, bir yönden doğru, bir yönden yanlıştır. Çünkü bunlar, filin bir âzasını tanımakla, tamamını tanıdıklarını sandılar. Müneccim ve tabip de böyledir. Herbirinin gözü, Allahu teâlâ'nın hizmetinde çalışan hizmetçilerden birine takıldı, onun saltanat ve hâkimiyetinden şaşırıp "padişah varsa budur; benim Rabbim budur" dedi. Hidayet yolunda ilerleyenler, anlatılanların noksanını görüp, her neye baksalar onun ötesinde daha üstün bir şeyi görmekle aşağıdakinin ilâh olamayacağını idrak ederek "ben batıp sönenleri sevmem" demiştir.

Kaynak: Kimyâ-yı Seâdet
İmam Gazâlî

İLİM VAR İLİMDEN ÖTE

Bir kimsenin durumu bozulur; dünyadan yüz çevirir; gam,keder onu kaplar;dünya nimetlerini sevmez ve âkibetinden endişe ederse, hekim, buna "hastadır; hayal kurma hastalığına yakalanmıştır. İlâcı kaynatılmış kimyondur" der. Tabiatçı: "Bu hastalığın aslı, dimağa hâkim olmuş kuruluktur. Bu kuruluk kış havasından ileri gelir. Bahar gelip rutubet, havaya galip olmadan o kimse iyileşmeye doğru gitmez" der. Müneccim de der ki: Bu ona Utarid yıldızından gelen bir sevdadır. Sevda, Utarid ile Merih arasında bir sürtüşme olduğu zaman, hâsıl olur. Utarid, iki uğurlu yıldızın (Zühre, Müşteri) yanına gelmeden, yahut aralarında üçleşme olmadan bu hasta iyileşmeye yüz tutmaz." Hepsi doğru söylüyorlar. Ancak "bu onların ilimden erebildikleridir." (Necm Sûresi, âyet: 30-31). Allahu Teâlâ tarafından saadetine hüküm edilen kimse için, iki işgüzar nakib (çavuş) olan Utarid ve Merih'e ferman verilir ki, sür'atle kapı piyadelerinden olan havayı göndererek kuruluk kemendini atıp beyninin ortasına indirsin; dünya lezzetlerinden yüzünü çevirsin. Tâ ki, korku ve keder kamçısı,irâde ve istek dizginleriyle onu Allah'ın huzuruna davet etsinler. Bu anlatılan, ne tıp ilminde, ne tabiat ilminde, ne de astronomi iliminde vardır. Bu ilim, memleketin her tarafını kuşatan, Allahu teâlâ'nın bütün işçisinin,çavuşunun,hizmetçisinin durumu ona gizli ve örtülü olmayan, herbirinin ne tarafa ne maksadla gittiğini, insanları hangi tarafa çağırdığını, hangi taraftan menettiğini bilen Peygamberlere mahsus ilim deryasından çıkmaktadır.

O halde, herbiri ne konuştu ise ve ne söyledi ise hepsi doğru ve vâkıaya uygundur. Ancak bunlar memleketin padişahının ve kumandanının sırrından haberdar olmamışlardır. Allahu teâlâ, bu yol ile (yani, hastalık, sevda, mihnet, belâ ile) insanları kendi huzuruna çağırır ve kudsî hadiste buyurur ki: "Kullarıma verdiğim hastalık değildir, o lütûf kemendidir; dostlarımı onunla huzuruma davet ederim." "Belâ önce peygamberler, sonra veliler ve sonra da herkesin faziletine göredir." Onlara hakaret gözüyle bakmayın; çünkü; "Hasta oldum, hatırımı sormadın" kudsî hâdisi onların hakkında gelmiştir: "Evliyanın hatırını sormak benim hatırımı sormak gibidir" buyurulmuşur.

Kaynak: Kimyâ-yı Seâdet
İmam Gazâlî