SALÂT U SELÂM

“İmâm-ı Nevevî (rahmetullahi teala aleyh) hazretleri
یا ایهاالذین آمنوا صلوا علیه و سلموا تسلیما
ayeti mefhûmunca hazret-i Resûle teslîm (selam eylemek) hâli yalnız salât virmek (Efendimiz aleyhissalatü vesselama selamsız salevat eylemek) mekrûhtur”
demiştir.
(Mir’ât-ı kâinat)

HAKK-I RESÛL

“Sallallahu teala aleyhi ve sellem”
(Buyrulmuş ki);
“Hazret-i resûle salevât virmekden murad, Hakk tealaya emri şerifine imtisalle (Allahu tealanın emrine uymakla) taleb-i rızâ-i hüdâ (Allahu tealanın rızasını taleb etmek) ve üstümüzde olan hakk-ı resûlü (sallallahu teala aleyhi ve sellem) edâdır.

(Mir’ât-ı kâinat)

YÂDİGÂR MEKTÛBLAR 57. MEKTÛB

Ve aleyküm selâm seçilmiş, sevilmiş kıymetli kardeşim Hulki [Demiray]

Mübârek mektûbunuzu okudum.Çok mesrûr oldum.Hem odamın içi hem de kalbimin içi mektûbun ruhâniyyetiyle münevver oldu.Rûh evvelce nefse esir idi, nefsden memnûn idi,birlikde mütelezziz idiler [hayattan tad alıyorlardı]. Rûh nefsin esâretinden kurtulunca nefsin denâetini [alçaklığını], rezâletini,küfrünü görüp anlamağa başlayınca feryâd ediyor,üzülüyor.Bir kurtarıcı,bir mürşid arıyor. Cenâb-ı Hak rûhunuzun [ günaha bulaşma endişesinden ileri gelen ] sıkıntısını artdırsın, nefsin günâh deryâsında olduğunu görerek hâsıl olan te'sirlerini çoğaltsın.Gafletden uyanıp,zulmeti his etmek,düşmanı dost sanmaktan kurtulmak ne büyük seâdettir.

Rü'yâda gördüğünüz,size iltifat eden,büyüklerin mübârek rûhları ve mukaddes latîfeleridir.Sevdiğiniz bir insan şeklinde görünüyorlar. Cenâb-ı Hak o büyüklere olan muhabbetinizi,râbıtanızı artdırsın. Seâdet-i Ebediyye ipi,o muhabbetdir. O ipe sarılan,dünyânın zulmetinden, küfr ve irtidâd felâketinden kurtulur.İşin başı Ehl-i sünnet i'tikâdı,nemâz ve harâmlardan ictinâb edip ehlullahı sevmekdir. Cenâb-ı Hak bu ni'metleri size ihsân etmişdir. Bu öyle büyük ni'metdir ki milyonda bir kimseye bile nasîb olmamaktadır.

Derdinizin devâsı,rûhunuzun şifâsı Seâdet-i Ebediyye kitâbındadır.Fakat bir mektûbu,bir maddeyi yavaş ve tekrar tekrar okumalıdır.Teheccüd nafile nemâzları ve Arabî çalışmağı,diğer kitâbları mektebden sonra okursunuz. Şimdi beş vakit nemâzları müstehab vakitlerinde ya'ni evvel vakitlerinde kılmak ve Seâdet-i Ebediyye okumak azîm ni'metdir. Mübârek vücudunuzu yormayınız. Vücud insana emânetdir.Uykunuzu ve gıdânızı temâm alınız.

Amerikan tavuklarının hâli, burada kesilen koyunlardan farklı değildir. Ehl-i kitâbın kesdiği,mürtedlerin kesdiğinden daha iyidir. Mürted kesmediğini, Amerika'da besmeleleri çekildiğini kabûl ediyoruz. Nihâyet şübhelidirler. Şübheliler zarûret mikdârı câizdir. Fazlası harâma yol açar. Mümkin olduğu kadar ictinâb etmelidir.

Nefs, insanı bol bol ağlatır. Düşman-ı ilâhî olan nefs, harâb oldukça çok ağlamak olmaz. Az, nâdir ağlamalı ve ağlarken tevbe ve ilticâ etmeli, aldanmamalıdır. Sizlerin mektûblarınızdaki ihlâsınızı okurken hem ağlıyorum,hem de ilticâ ediyorum. Birkaç damla gözyaşı iyi alâmetdir.

Cenâb-ı Hak maksadınıza,matlûbunuza kavuşdursun,din ve dünyâ seâdetine nâil eylesin,büyüklerimizin muhabbeti ile feyzleri, rûhâniyyetleri ile sizleri şereflendirsin. Size "Ekmelüküm îmânen ahsenüküm hulkan" [Sizin imânı en kâmil olanınız, huyu en güzel olanınızdır. Hadîs-i şerif], ni'metini ihsân buyuran Mün'im-i hakîkî [ Hakikî ni'met veren (Allah),ni'metlerini artdırsın.

[Cenâb-ı Hak] (Beni isteyene, bana kavuşduran yolu gösteririm) buyuruyor. [Şûrâ:13; Ankebût:69]. Ona karşı muhabbet,aşk,irâde ve talebinizi, iştiyâkınızı artdırsın.

[Birgivî Vasıyetnâmesi'ndeki "hutbede hükümdara âdil diyen kâfir olur" sözünün ma'nâsı, bazı] padişahlar beytülmâlı [hazineyi], isrâf etdiklerinden zâlim oluyor. Zâlime âdil diyen kâfir olur.

Kur'ân-ı kerîm ve ezân dinlerken verilen selâmı almak lâzımdır. Nemâz kılan ve Kur'ân-ı kerîm okuyan yanında yüksek sesle selâm verilmez. Yavaş, yakın mesâfede vermelidir. Yazdığınız durumlarda olanlara selâm vermemek lâzımdır. Bunları berâber okuruz.

Duâlarınız sayesinde burada lehülhamd çok râhat ve selâmetdeyim. Haftada 29 saat ders çok yoruyor ise de sivil,askerî lisede fazla talebeye nasîhat vermek arzu ettim. Burada Seâdet-i Ebediyye yüzlerle satılıyor ve fâideli oluyor.Hepinize selâm eder duâlarınızı beklerim.[1959]

Hüseyn Hilmi Işık

ABDULLAH et-TÜRKMÂNİ (Rahimehüllah)

Es-Serrâc: "Güvendiğim bir arkadaşım bana şunları anlattı." diye yazıyor.

-Şeyh Abdullah'ı şahsen tanıdım.Hâl ve kerâmetler sâhibi bir veliydi. Son derece de cömert ve misâfirperverdi.Bir sefer,bir fakir ona misâfir olur ve normaldan fazla bir süre kalır.Şeyh onun niyetini keşfeder ve yanına çağırıp:

-Evlâdım,biz fakirler afv ve setr sâhibi insanlarız.Onun için,ihtiyâcın ne ise çekinmeden bana söyle,der.Fakir:

-Ya seyyidi,senin hanımına âşık oldum,der. Şeyh,hiç bozuntuya vermeden:

-Pek âlâ yavrum.Ona söylerim,bu gece onun yanında yatarsın,der.Fâkir, bu cevâba çok sevinir ve uçacak gibi olur.

Gece olunca şeyh hanımının çadırını gösterir ve fakir âşık'a:

-İşte aradığın oradadır,git murâdını bul,der. Fakir hızla gider ve çadırın perdesini kaldırır.

Kadın içerden:

-Ey fakir, buyur gel ! der. Fakir bir ayağını içeri atar,fakat ikinci ayağını kaldıramaz.Ve üstüne öyle bir ağırlık ve ağrı çöker ki,sanki gök düşmüş ve onu altında ezmiştir. Ve o halde durarak bir sekerâtın acılarını çekerken,üstüne önce şiddetli bir yağmur,arkasından da büyük ve sert dolular yağar. Sabaha kadar öyle kalıp, kendi ifâdesiyle, binlerce ölüm tadar. Kesin bir şekilde ölmek ister fakat o da kendisine çok görülür. Şafak sökünce,şeyh bir müridini gönderir ve bu mürid,onu leş hâlinde sırtına alıp mescide getirir.Fakir öğleye kadar orada ölü gibi yatar. Ondan sonra uyandırılıp sıcak bir çorba içirilir ve onu içtikten sonra kovulur. Fakir, yolda giderken büyük hatâsını fark eder ve tevbe ederek gerçek bir niyetle sûfîlik yoluna girer.

Kaynak: (Sahabeden günümüze veliler ve kerâmetleri)
3.cild. Sahife 377
İsmail İbn Yusuf Nebhani
Tercüme: Abdülhalık Duran

ABDURRAHMÂN İBNİ PAKDEMİR (Rahimehüllah)

Bu sâlih,zâhid ve vera' sâhibi velî Şeyh Ahmed ez Zâhid'in önde gelen ashâbındandı.Şeyh Abdurrahmân önceleri dünya ehlindendi ve Şeyh Ahmed'in komşusuydu.Bir gün,pişirdiği yemekten ona bir tabak gönderdi.Buna karşılık,Şeyh Ahmed de onun tevbe etmesi ve hak yoluna dönmesi için duâ etti.Bundan bir hafta geçmeden,Abdurrahmân dağ gibi bir irâde ve istekle gelip Şeyh Ahmed'e intisâp etti.Şeyh Ahmed,ona tarikatın âdâbını öğretti ve kelime-i tevhidle zikretmesni söyledi.Zikre devam ederek kısa zamanda ma'nevi mesâfe alan Şeyh Abdurrahmân,semâvi levhaları görme derecesine erişti.Fakat, "Levh-i Mahfûz" da gördüğü yazı onu hem şaşırttı,hem de çok üzdü.Çünkü,bu mukadderât kitabında şeyhi şakîler arasında gösterilmişti.Bunun için,bir süre kapanıp ağladı ve uzun bir tereddüdden sonra,acı gerçeği şeyhe anlattı.Şeyh hiç hayret etmedi ve:

-Doğrudur.Ben de otuz seneden beri ismimi senin gördüğün yerde görüyorum.Fakat,bundan dolayı ne kadere i'tirâz ettim,ne de ibâdetimde gevşedim, dedi.Bundan sonra Şeyh Abdurrahmân'a:

- Şimdi bak,dedi.Beriki bakınca,bu sefer onun ismini saîdler arasında gördü ve rahatlayıp Allah'a şükretti.

Şeyh Zâhid vefât edince,Şeyh Abdurrahmân onun câmiinde kalıp ibâdetle meşgul oldu.Vefât ettiğinde de bu câminin şadırvanının karşısında defnedildi.

Kaynak: (Sahabeden günümüze veliler ve kerâmetleri)
3.cild.Sahife 264
İsmail İbn Yusuf Nebhani
Tercüme: Abdülhalık Duran

KAZÂ VE KADER

İslâm dininin usûl-i sittesinden [altı esasından] KAZÂ VE KADER mühimdir.Ezkiyânın [Zekilerin] zihinlerinin en ziyâde takıldığı bir mes'eledir.Bu takıntı ise kazâ ve kaderi tamamiyle anlamadığından tevellüd eder [doğar]. Kaderin neden ibâret olduğunu tamamiyle bilseler,hiçbir zeki tereddüd göstermez.Belki bilakis imanlarında kuvvet hâsıl olur.

Dinen ma'lûmdur ki, hâlik-ı kâinât,ya'ni bütün mâsivâyı [gayriyi] halk eden Hallâk-ı hakîkî,halk ettiği ve edeceği şeyleri bir inbisatla,bir inkişâfla,zerreden arşa,ezelden ebede, cüz'iden külliye,sûrîden ma'nevîye kadar bilir. Kâinâtın vûcudu [varlığı] a'yanda [zâhirde] yok iken,Hak teâlânın ilminde var idi. Ya'ni kâinatın iki nev'i vucûdu vardır.Biri vücûd-i ilmî, diğeri vücûd-i aynîdir.İmam Gazalî bunu açık bir misalle izâh ediyor: Bir mühendis yapacağı bir binanın sûretini,ileride yapmak istediği bir şekilde zihninde tersîm eder.Sonra zihnindeki bu resmi bir sahîfeye çizer ve sonra bunu mimar ve ameleye ibrâz eder. Onlar da bu sahîfede tersîm edilen ve mühendisin zihnindeki sûreti andıran harîta [plan] gibi yaparlar,vücûde ve bürûze getirirler. İşte mühendisin zihninde irtisâm eden binanın ilimdeki vucûdu [varlığı] dur.Buna hayâlî vücûd,zihnî vücûd,ilmî vücûd derler.Binanın hâricte yapılan ve kereste,taş ve topraktan ibâret olan vücûdu,hâricî vücûd,aynî vücûddur.Sûrî vücûddur.Mühendisin vücûd-i ilmîsinde bulunan bu binâya taalluk eden ilmi,mühendisin binâya olan kaderidir.

Kazâ ve kader mes'elesinde hayret çok olduğundan,kazâ ve kadere tealluk eden suâl ve cevâblar bir takım evhâm ve hayaller tevlîd etmek istidâdında bulunduğundan birkaç çeşit ifâdeler ile beyân etmek isterim. Tâ ki muhâtab her nev'i  kelâma göre bir şeyler anlasın ki,mes'ele tam bir vuzûh ile inkişâf etsin.

Kader,ezel-i azâlde [ezellerin ezelinde] ileride vâkı' olacak vâkı'alara olacağı gibi ilm-i ilâhînin teallukundan ibârettir..

Hâlık-ı kâinat celle celâlühü halk buyurduğu şeyleri [onların öyle yapacaklarını] bilmiş de halk etmiş,işte bu ilim kaderdir.

Kader îlm-i ilâhînin, kâinâtın hılkatından evvel kâinâtı,halk edeceği keyfiyete olacağı gibi teallukundan ibârettir.

Mâdem ki hâlıktır,mahlûkata elbette âlimdir.İşte bu ilim kaderden ibârettir.

Ehl-i sünnet vel-cemâat kadere îman etmiş ve kadere îmanı, erkân-ı îmandan [imanın esaslarından] ad eylemiştir.Ya'ni kadere îman etmez ise,mümin değildir dediler.Kaderin hayrı ve şerri,tatlısı ve acısı Allahu teâlâdandır.Zirâ kader,bildiği şeyleri îcâd ve ihdâs demektir.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh)

İMÂN

Efendim! Mektûb-i âlinizin ibtidalarında îman-ı kâmil bahsi vardır.İmân hâsıl olunca,zâten kâmildir.Zirâ ziyâdelik ve noksanlık kabûl etmez.Mâhiyet itibârı ile ne zâid ve ne de nâkıs olur.Zâid ve kâmil olması inkişâf ve incilâ [parlaklık] itibâriyledir.

İmânın mâhiyeti: Server-i Âlem sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin risâlet ve nübüvvet itibâriyle getirdiği akaidi,akla,hikmete ve felsefeye havâle ve ihâle etmeksizin,îkan ve itikad ve tasdîk etmekle hâsıl olur.Veyahûd resûl ve aklı birlikte tasdîk etmiş olur.Akla uygun olmak itibâriyle tasdîk ve îkan ederse,aklı tasdîk etmiş olur. Ol vakit risâlete itimad-ı tâm hâsıl olmaz. İtimâd-ı tâm hâsıl olmayınca,mâhiyyet-i îman tecezzi [bölünme] kabûl etmediğinden dolayı imân olmaz.Belki akıl Resûlün tebliğine muvâfık olursa, akl-ı kâmil ve akl-ı selîm olur.Ya'ni kemâl-i istifâde eder.

Mesâil-i itikadiyye hikmete havâle olunup,hikmet kabûl ederse,tasdîk eder,kabûl etmezse ve yahud tereddütde bulunursa,ol vakit hakîme îman etmiş olur.Resûle tam itimâd etmemiş olur ki,bu takdîrde,îman,değil yalnız kâmil olmak,îman olmaz.Zîra îman parçalanmaz,bölünmez,ziyâdelik ve noksanlık [artma,azalma] kabûl etmez.

Dînî mes'eleler felsefe ile muvâzene edilirse [dartılırsa,ölçülürse] yine bir filosofu tasdîk etmiş olur.Resûle tam itimâd etmemiş demektir.

Hâsılı,îman,Resûl-i ekmel sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin indi ilâhiden risâlet ve nübüvvet itibâriyle umûm ibâda [bütün kullara] getirdiği ve tebliğ buyurduğu ahkâmın kâffesine min hays-ül mecmû' [topyekün] itimâd ve itikad etmekle hâsıl olur.Bu ahkâm ve akaidin birisinde tereddüd ve inkârı var ise,mümin olmaz.Zira hükümde resûlu tasdîk ve yahud itimad etmemekle,resûlü adem-i sıdk [doğru söylememekle] ithâm etmiş olur ki,bu da naksdır [noksanlıktır].Noksanlık ise,nübüvvet ve risâlete mubâyin ve mugayırdır [tersdir].

Dinde müttefekun aleyh olan mes'elelerden birisinde tasdîk hâsıl olmadı ise, ki ekseriyâ böyle oluyor,bu mes'elede murâd-ı ilâhî murad-ı Resûlullahı [sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem] nasıl ise,öylece îman ve îkan ve itimâd ettim der ve şübhesini izâle edecek bir zâtı fevren [acele olarak] arar.İlminde ve dinde vusûk  [sağlam] ve tam itimâd sâhibi,zeki,fatin [anlayışlı],ârif,müttaki,vâkıf [vukufu çok],müşkülâtı halle muktedir bir zât bulur,sorar.Aldığı cevâba itminan hâsıl olunca,artık öylece îman ve îkan eder.Böyle bir zâtı aramak farzdır.Tesâdüfe bırakmaz. Fevren [hemen] arar.Bulamadı ise,veyahûd bulupda,tatmîn edilmedi ise,Allahu teâlânın ve Resûlunun irâde ettiği gibi inanır.Müşkülünün hallini Hak teâlâdan tazarru'la istirham eder.Buna binâendir ki,her yerde böyle müşkülü halle muktedir [çözebilen] bir kimsenin bulundurulması farz-ı kifâyedir.Felâsifenin itirazlarını,felsefe fennî kaidelerine göre halle muktedir,hükemânın itirazlarını hikmet kavâidine nazaran halle kadir,edyân-ı bâtılanın itirazlarını dinlerinin butlânını [bâtıllığını] isbâta muktedir,mu'tezile ve rafîzîler tarafından gelen itirazlara, ona göre cevâba kadir ve târih-i âleme [dünya târihine] vâkıf,ulûm-ı riyâzıyede [matematikte] mâhir,enva'-i ulûm-i islâmiyyede nahrîr [derin] kâmil bir kimse bulundurmak lâzımdır.

Böyle olmaz ise din mu'terizlerin [itiraz sâhiblerinin] elinde oyuncak olur.Diledikleri vecihle [şekilde] te'vil ve tefsir ederler.Kimseyi dalâletten kurtaramazlar.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh)

Haram Olan İpek Elbise Giymenin Bedeli

Bu dünyadaki hurmete riâyet etmeyen bir kimse, dâr-i âhirette onun hırmanıyla [mahrûm kalmasıyla] cezâlanır,mahrûm olur.Burada hıllıne riâyet edene,orada onun hakîkati ile mütemetti' olmasını nasîb eder.Böyle mükâfât buyurur.Meselâ buyurmuşlardır: "Dünyada haram olan ipeği giyen,ahirette ipek giymez."İpek ise cennet elbisesidir.Cennete girmeyeceğini gösterir.Cennete dâhil olmayan,cehenneme girer.Zirâ her ikisinden  başka dâr-ül beka [devamlı kalacak yer]yoktur. Kıyamet ise dâr-ül bekadan ibârettir.Âhiret umûru hiçbir sûretle dünyevî işleri kıyâs kabûl etmez.Bu dünyâ fenâ bulmak için halk olunmuştur ki,fenâ buluyor.Âhiret beka için,bekaya lâyık bir surette halk olunmuştur.Beka ile seri-ül fenâ [çabuk fânî] olan şeylerin arasında ne kadar fark var ise,her ikisinin umûr  ve ahvâli arasında o kadar fark vardır.İştirak [ortaklık] ancak elfaz ve ta'birattadır [söz ve ifâdededir.]

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh)

SON DUÂ

“Her peygamberin, asla, şübhesiz, elbette kabul olacak bir mahsûs duâsı vardır ki; 
her birisi o duasını dünyevî birer hâcetine sarf idüb,
lakin, ben o duâmı; âhirette ümmetime şefâat içün saklamışımdır ki o şefâat inşallahu teala imanla vefat idenlere vasıl olur.”
(Mir’at-ı Kâinât)

HILL VE HURMETİN [Halâl ve haramın] TA'RİFİ

Her şey,hâlık ve mâliki olan Hak subhânehü ve teâlâ ve tekaddesin mahlûk ve memlûküdür.Neyin tasarrufuna izin verdi ise,halâl olur;Mesalâ bir erkeğe,iki kız karındaşlardan birisinin nikâh ile isti'mâlini halâl kıldı,diğerini ona haram kıldı.Onda tasarrufa me'zûn değildir.

Haram demek, sâhibi ve hâlıkı,bu adamı,bunun istimâlinden mahrûm etmiştir,demektir.Halâl ise,o ukde-i hurmeti [haram düğümünü] hal etmiş [çözmüş] demektir.Bir şey bazı kimselere halâl,bazılarına da haram olur.

Bu dünyadaki hurmete riâyet etmeyen bir kimse, dâr-i âhirette onun hırmanıyla [mahrûm kalmasıyla] cezâlanır,mahrûm olur.Burada hıllıne riâyet edene,orada onun hakîkati ile mütemetti' olmasını nasîb eder.Böyle mükâfât buyurur.Meselâ buyurmuşlardır: "Dünyada haram olan ipeği giyen,ahirette ipek giymez."İpek ise cennet elbisesidir.Cennete girmeyeceğini gösterir.Cennete dâhil olmayan,cehenneme girer.Zirâ her ikisinden  başka dâr-ül beka [devamlı kalacak yer]yoktur. Kıyamet ise dâr-ül bekadan ibârettir.Âhiret umûru hiçbir sûretle dünyevî işleri kıyâs kabûl etmez.Bu dünyâ fenâ bulmak için halk olunmuştur ki,fenâ buluyor.Âhiret beka için,bekaya lâyık bir surette halk olunmuştur.Beka ile seri-ül fenâ [çabuk fânî] olan şeylerin arasında ne kadar fark var ise,her ikisinin umûr  ve ahvâli arasında o kadar fark vardır.İştirak [ortaklık] ancak elfaz ve ta'birattadır [söz ve ifâdededir.]

Meselâ cennet,burada bostan,orada cennet denilen dâr-üs-seâdet-il-ebediyye [ebedî seâdet yeri],cehennem burada derin ateş kuyusu, orada cehennem itlâk buyurmuş [ismini vermiş] olduğu,dâr-ül azâb ve dâr-ül ikab-il ebediyye [sonsuz azâb yeri] demektir.
                       
                             Seyyid Abdülhakîm Arvâsî ( Kuddise Sirruh ) 

BEREKET

BEREKET

“Mervidir ki, hazret-i resûle (sallallahu teala aleyhi ve sellem) bir hatun bir kab içinde bal armağan gönderdi. Bal geldikte ‘esel (bal) alınub kabı boş gönderilür. Lakin, kudret-i hakk ile, evvelki kabı yine eselle dolu vardıkta, hatun gelüb;
-Yâ Resûlallah! Niçün benim hediyemi kabul itmediniz, acaba suçum nedir?
deyu gamnâk (gamlı, tasalı) oldukta;
-Biz senin hediyyeni kabul ettik. Lakin gördüğün ‘esel, Allah cânibinden sana hediyye gelen berekettir.
Hatun şâd u bermurâd (çok mutlu) gidüb cümle ehl-i beytiyle (ev halkı ile) nice zaman ol eselden vâfir (çok, bol) yiyüb asla eksilmedi.
Bir gün hata ile ol esel-i mübâreki gayri kaba boşaltmağın, eksilüb kalmayub hazret-i resûle haber virdikde;
-Evvelki tarafda dursa idi sana ve ehl-i beytine dünya ömri kadar zamana dek vefa (yetme, kafi gelme) idüb elsilmezdi
diyu buyurmuşlar”

(Mir’at-ı Kâinât)