İmâm-ı Gazâlî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İmâm-ı Gazâlî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

III. (Tasrif)

 III. (Tasrif). Kelimenin yap›s›n› bozarak tasarrufda bulunmak:

Müteşâbih kelimenin yap›s›n› ve ma’nâs›n› değişdirmekden imsâk etmek lâz›md›r. Kur’ân-› kerîmde, (İstevâ alel arş) âyet-i celîlesindeki istevâ kelimesini (müstevin) veyâ (yestevî) gibi değişdirerek okumamak lâz›md›r.

Çünki ma’nâ değişebilir. (Müstevin alel arş) ifâdesi, Ra’d sûresi, ikinci âyet-i kerîmesindeki (Allah, görmekde olduğunuz gökleri direksiz olarak yükseltdi, sonra Arş üzerine istivâ etdi) buyurulan, (İstevâ alel Arş) ifâdesinden, istikrâr yönünden dahâ aç›kd›r. Bekara sûresi, yirmidokuzuncu âyet-i kerîmesi, (O, yerde ne varsa hepsini sizin için yaratdı. Sonra semâya istivâ etdi) de onun gibidir. Çünki bu âyet-i kerîmeler, mahlûkâtı yaratdıkdan sonra semâya istivâ etdiği veyâ Arş vâsıtası ile mülk ve melekûtu idâre etdiği anlaşılmakdadır. Tasrîfdeki, kelimenin yap›s›ndaki değişiklik, delâlet ve ihtimâllerin de değişmesine sebeb olur. Müteşâbih kelimeye bir harf bile olsa ziyâde etmekden kaç›nmak lâz›m geldiği gibi, kelimenin tasrîfini, yapısını da değişdirmemek lâz›md›r. Çünki tasrîfin alt›nda ziyâde ve noksanl›k vard›r.

IV. (Tefri’). Teferruâta girmek yolu ile tasarrufda bulunmak: Müteşâbih kelimede k›yâs yapmakdan, teferru’ât›na girmekden, k›smlara ay›rmakdan sak›nmak lâz›md›r. Meselâ yed (el) lafz› geçince, elin k›smlar›ndan olan el ayas›, bilek ve kolu da berâber düşünmek, bunlar› elin îcâblar›ndan saymak câiz değildir. Parmak denildiğinde parmak ucu [boğum veyâ t›rnaklar›] hât›ra getirmek aslâ câiz değildir. Her ne kadar meşhûr olan el, et, cism ve damardan ayrı tutulmasa da, bunlar›n zikr edilmesi câiz değildir. Bundan dahâ sonra akla geleni, ziyâde etmekdir. Meselâ el deyince, ayağ› da düşünmek, gülmek veyâ göz deyince ağz› var bilmek, işitme ve görme deyince, gözün ve kulağ›n varl›ğ›nı düşünmekdir. Bunların hepsi muhaldir, yalandır ve ziyâdelikdir. Müşebbihe ve haşeviyye f›rkalar›ndan olan ba’zı ahmaklar bu cesâreti gösterdikleri için bunları bildirdik.

V. (Cem’). Toplama yolu ile tasarrufda bulunmak: Farkl› haberleri bir araya toplamakd›r. Bu haberleri bir araya toplay›p baş›n isbâtı için bir bâb, elin isbât› için bir bâb ve benzeri bâblar hâlinde bir kitâb hâz›rlayan ve bu kitâb›n ad›n› (S›fatlar kitâb›) koyan bir musannif, tevfîk-i ilâhîden uzakd›r. Çünki bu haberler, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” ayr› ayr› vaktlerde, işitenlere doğru ma’nâlar anlatan, çeşidli karîne lere dayanan farklı kelimelerdir. İnsanın yarat›lmas› üzerine bir misâl verildiğinde, el, ayak, baş, ... gibi farkl› uzvlar zihnde teşbîh uyand›ran ve zâhirî kuvvetlendiren büyük karîneler hâlinde kulakda bir araya geldiğinde,zihnde insan şekli canland›r›l›r.

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” acabâ niçin hakîkatin hilâf›n› vehm etdirecek şeklde söylemişdir diye bir süâl akla gelebilir. Hattâ bu düşünce gitdikce büyür. Bir kelime, ihtimâle yol açar. Sonra aynı cinsden ikinci, üçüncü, dördüncü kelimeler arka arkaya bir araya gelir ve bütününe izâfetle ihtimâli kat kat artar. Bunun için iki, üç kişinin haber vermesiyle hâs›l olan zan, bir kişinin haber vermesiyle hâs›l olmaz. Hattâ tevâtür haberle hâs›l olan kat’î ilm, bir kişinin haberiyle hâs›l olmaz. Yine tek kişinin haberi ile hâs›l olmayan, tevâtürün ictimâ› ile kat’î ilmden hâs›l olur.

Bütün bunlar, haber verenlerin çok ve toplu olmas›n›n netîcesidir. Çünki insanda vicdânî kanâ’at hâs›l eden ihtimâl, her (adl) kimsenin sözüne ve netîceye te’sîr eden karînelerin kuvvetine bağl›d›r. ‹htimâl kesilir veyâ za’îflerse bu netîce doğmaz. Bunun için (cem’i müteferrikât), parçalar›n toplanmas› câiz değildir.

VI. (Tefrîk). Ay›rma yolu ile tasarruf: Toplu hâlde zikr edilenleri birbirinden ay›rmakd›r. Ayr›lm›ş olanlar toplanmad›ğ› gibi, toplanm›ş olanlar›n aras› da ayr›lmaz. Bir kelimeden evvel geçen veyâ ona eklenen her kelimenin esâs kelimenin ma’nâs›n›n anlaş›lmas›nda bir te’sîri vard›r ve esâs kelimedeki za’îf ma’nây› kuvvetlendirir. Birbirinden ayr›ld›ğ› takdîrde, delâlete düşer. En’âm sûresi, onsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (O kullar›n›n fevk›nde her dürlü tasarrufa sâhibdir) buyurulmuşdur ki, buna misâldir. Bir kimsenin “O fevkdir” demesinde bir beis yokdur.

Çünki kâhirin fevkden önce zikr edilmesi, kâhir ile makhûrun fevk›yyet üzerine fevk›n delâletini gösterir. O da rütbe fevk›yyetidir. Kâhir lafzı fevka delâletdir. Hattâ, “O kullarından başkas› üzerine kâhirdir” demek, (fevka gayrihi) câiz değildir. (Fevka ibâdihi) ya’nî kullar›n›n fevk›nde demek lâz›md›r. Allahü teâlân›n vasf›nda, “kullar›n›n fevk›ndedir” diye zikr etmek, “efendilik üstünlüğü” ihtimâlini kuvvetlendirir. Zîrâ Zeyd Amrın fevkindedir demek, aralar›nda üstünlük ma’nâs›ndaki farkl›l›ğ› açıklamadan önce söylemek yerinde olur. Efendilik-kölelik, tasarrufda gâlib olma, saltanât yolu ile nüfûz kullanma, babal›k ve zevciyyet gibi üstünlüklerden, b›rak avâmı, âlimler bile gâfildir. O hâlde cem’, tefrîk, te’vîl, tefsîr ve çeşidli tagyîrlerde tasarrufda bulunmak, avâma nas›l b›rak›l›r? Bunun için, Selef-i sâlihîn bu inceliklerde çok titiz davrand›lar. Vârid olan haberleri, vârid olduğu şeklde, aynı lafz üzere iktisâr edip, dondurdular. Hak da dedikleri gibidir. Doğrusu da onların gördüğüdür.

İhtiyât edilmesi lâzım gelen konular›n en önemlisi, Allahü teâlânın zât ve s›fatlar›nda tasarrufdur. Dilin tutulması ve konuşulmamas›na en çok lâyık olan, tehlükesi büyük olan şeylerdir. Küfrden büyük hangi tehlüke vardır. [Ya’nî en büyük tehlüke küfrdür.]


Eser: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

Müellif: İmâm-ı Gazâlî

Terceme: Hüseyn Hilmi Işık

II– Te’vîl yolu ile tasarrufda bulunmak

 II– Te’vîl yolu ile tasarrufda bulunmak: Bir kelimenin zâhirî ma’nâs›n› bir tarafa b›rak›p, onun başka bir ma’nâs›n› beyân etmekdir. Bu da


ya avâm›n kendisinden vâki’ olur. Veyâ avâm ile berâber ârifden vâki’ olur.


Veyâ ârifin kendisi ile Rabbi aras›nda kendisinden vâki’ olmak üzere üç


yerdedir:


1. Avâm›n te’vîli:


Avâmdan birinin [âmînin] kendi kendine uğraşarak yapd›ğ› te’vîl olup


harâmd›r. Yüzmeyi iyi bilmeyen birinin denize dalmas› gibidir. Bunun harâml›ğ›nda şübhe yokdur. Ma’rifetullah denizi, su denizinden dahâ derin


ve dahâ tehlükelidir. Bu denizde helâk olana, ondan sonra hayât yokdur.


Dünyâ denizinde helâk olan›n ancak fânî hayât› izâle olur. Bu denizde helâk olan›n ebedî hayât› zâil olur. ‹ki helâk aras›nda ne büyük fark vard›r.


2. Avâm ile âlim aras›ndaki te’vîl:


Bu da birinci gibi yasak ve tehlükelidir. Bunun misâli, çok iyi yüzen


ve denize dal›p ç›kabilen birinin, yüzmekden âciz, kalbi ve bedeni hasta olan birisini yan›na alarak denize aç›lmas› gibidir. Bu da harâmd›r. Çünki bu hareket acemi ve hasta adam› helâk olmak tehlükesi ile karş› karş›ya getirir. Belki k›y›ya yak›n yerlerde onu koruyabilir. Ama dalgal› yerlerde muhâfaza edemez. Eğer ona, sâhile yak›n yerlerde kalmas›n› emr


etse, itâ’at etmez. Ona, dalgalar›n çarp›şmas› esnâs›nda ve yutmak için


ağ›zlar›n› açm›ş timsâhlarla karş›laşd›ğ› zemân sâkin olmas›n› emr etse


de o, bedeni ve kalbi râhats›z olduğu, tâkatinde kusûr olduğu [gücü az


olduğu] için, dalg›c›n sâkin ol emrini istenildiği şeklde yerine getiremez.


Bu misâl, âlimin avâma, zâhirin hilâf›nda tasarruf etme ve te’vîl yapma kap›s›n› açmas›na en uygun misâldir.


Edîb, nahv âlimi, muhaddis, müfessir, fakîh, mütekellim, dahâ doğrusu ma’rifetullah deryâs›nda yüzmesini bilmeyen bütün âlimler avâmd›r.


Ma’rifetullah deryâs›nda yüzme öğrenmek için ömrlerini harcayanlar,


yüzlerini dünyâdan ve şehvetlerden çevirenler, maldan, mevki’den, halkdan ve diğer lezzetlerden yüz çevirenler, ilmde ve amelde Allahü teâlâ için


muhlis olanlar, tâ’at yapmakda ve münkerât› terk etmekde şerî’atin hudûdu ve âdâb›n› gözeterek amel edenler, Allahü teâlâdan başka her şeyi kalblerinden ç›karanlar, Allahü teâlân›n muhabbeti yan›nda dünyây›, âh›reti ve


Firdevs-i a’lây› bile bir tarafa atanlar avâm değildir, ma’rifet denizinin


hakîkî dalg›çlar›d›r. Bununla berâber onlar da büyük tehlükededir. Onda


dokuzu helâk olur. Sakl› inci ve gizli hazîneye ancak biri kavuşur. Nitekim


Allahü teâlâ Enbiyâ sûresi, yüzbirinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Bunlar,


Allahü teâlâ taraf›ndan kendilerine en güzel bir âk›bet takdîr ve ihsân


edilmiş olanlard›r. Bu sebeble fevz-ü necâta kavuşmuşlard›r) ve Neml


sûresi, yetmişdördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Rabbin hakîkaten


onlar›n gizlediğini de, aç›ğa vurduklar›n› da bilir) buyurmuşdur.


3. Arifin te’vîli:


Ârifin kendi kendine, kalbinin s›rr›nda, kendisi ve Rabbi aras›nda yapd›ğ› te’vîldir. Bu da üç vech iledir:


3) Meselâ istivâ ve fevk kelimelerinden murâd›n ne olduğunun içine


doğmas›, ya kat’î veyâ şübheli veyâ zann-› gâlib ile olur. Kat’î ise, ona i’tikâd etmesi lâz›md›r. Şübheli ise, ondan sak›nmas› lâz›md›r. Allahü teâlân›n ve Resûlünün kendi kelâmlar›nda murâd› budur diyerek, aralar›nda tercîh yapamad›ğ› mu’âr›z› bulunan şübheli ma’nâ ile hükm etmemelidir.


Ona vâcib olan şübheli durumda tevakkuf etmesidir. Te’vîl zann-› gâlib ile


olursa, zann›n tealluk etdiği iki şey vard›r. Birisi, içine doğan o ma’nâ Allahü teâlâ hakk›nda câiz midir, muhal midir? ‹kincisi kat’î olarak câiz olduğunu bilir, ancak murâd olan bu mudur, değil midir tereddüdü vard›r.


Birinciye misâl, fevk lafz›n›n te’vîli, “Sultân vezîrin fevk›ndedir” kavline benzer bir ma’nevî yükseklik şeklinde ise, Allahü teâlâ için bu ma’nân›n sâbit olduğunda şübhe etmeyiz. Ancak biz meâl-i şerîfi (Çünki onlar


fevklerindeki Rablerinden korkarlar) olan, Nahl sûresi ellinci âyet-i


kerîmesindeki (fevk) kelimesinde tereddüd edebiliriz. Acabâ fevk kelimesi ile ma’nevî yükseklik mi irâde edildi, yoksa Allahü teâlân›n celâline yak›ş›r başka bir ma’nâ m› irâde edildi. Bu ma’nâ, Allahü teâlâ için muhâl olan


mekânda yükseklik olmay›p, cism ve cismde s›fat da değildir.


‹kinciye misâl, Arş üzerine istivâ lafz›n›n te’vîlindedir. ‹stivâ lafz› ile


Arşa mahsûs bir nisbet irâde olunmuşdur. Allahü teâlâ, Arş vâs›tas›yla gökden yere bütün âlemde tasarruf eder, işleri idâre eder. Zîrâ Arşda ihdâs


edilmedikce, âlemde hiç bir sûret yaratmaz. Nitekim ressam veyâ kâtib,


kâğ›d üzerine bir resm veyâ yaz› yazacaklar› zemân, önce zihnlerinde yapacaklar› işin plân›n› yaparlar, sonra kâğ›da dökerler. Mühendis de ayn› şeklde binân›n şeklini, zihninde canland›rmadan veremez. Kalb de, âlemi olan bedeninin işlerini dimağ, zihn vâs›tas›yla idâre eder. Arş›n Allahü teâlâya nisbetinin isbât› câiz midir, değil midir diye belki tereddüd ederiz. Yâ nefsinde bulunan vücûbiyyeti ile veyâ hilâf› Allahü teâlâya muhâl


olmamakla berâber onunla sünnetini ve âdetini icrâ etmesidir. Nitekim


âdetini şöyle icrâ etmekdedir ki, insan›n kalbinin idâresi dimağs›z mümkin değildir. Gerçi Allahü teâlân›n kudretinde kalbi dimağs›z idâre etmesi vard›r. Eğer bunu ezelde irâde etseydi ve ilmi ona tealluk etseydi,


kalbe dimağ olmadan idâre etmeğe verirdi. Ancak ezelde takdîr etmediği için bu mümkin değildir. Bu, kudretinde olan bir kusûrdan değildir. Ezelde irâde etdiği ve ezelî ilminin ihâtas›nda olduğu için aksi mümkin değildir. Bunun için Ahzâb sûresi, altm›şikinci âyet-i kerîmesinde meâlen,


(Allah›n kanûnunu değişdirmeğe aslâ imkân bulamazs›n) buyurulmuşdur. Ezelde irâde olunan şey değişmez. ‹râde olunan şeyin meydâna gelmesi vâcibdir. Zât›nda muhâl olmasa da, irâde olunan›n tersi muhâldir.


Ama (muhâlin ligayrihî), ya’nî başka sebeble muhâldir. O da ilm-i ezelînin cehle gitmesi, ezelî irâdenin yerine getirilmemesidir.


O hâlde Arş›n Allahü teâlâya nisbetini, Arş›n vâs›tas› ile memleketin idâresinin sâbit olmas›, aklen câiz ise de, acabâ vâki’ midir? ‹şte burada tedkîk edenler tereddüde düşer. Belki de bunun vâki’ olduğunu zan


eder. Bu, bizzat ma’nân›n Allahü teâlâ hakk›nda câiz olup olmad›ğ›n› zan


etmeğe misâldir.


Birincisi, Allahü teâlâ hakk›nda sahîh ve câiz olup, fekat bu ma’nân›n lafzdan kasd edilip edilmediği hakk›ndaki zand›r. ‹ki zan aras›nda iki


fark vard›r. Lâkin iki zandan herbiri, eğer kalbe doğar, göğüsde yerleşirse, kalbden onu isteği ile def’ edemez ve zan etmemesi mümkin olmaz.


Çünki zann›n, def’i mümkin olmayan zarûrî sebebleri vard›r. Nitekim


Bekara sûresi, ikiyüzseksenalt›nc› âyet-i kerîmesinde meâlen, (Allah


her şahsa ancak gücü yetdiği kadar mes’ûliyyet yükler) buyurulmuşdur. Ama onun üzerine iki vazîfe vard›r. Birincisi, onda yanl›şl›k ihtimâli olmad›ğ›n› düşünüp, kat’î bir şeklde kalbinin ona mutma’in olmas›-


na mâni’ olmas›d›r.


‹kincisi, istivâ’dan murâd böyledir, fevkden murâd şöyledir diye kesin hükmler vermemelidir. Çünki, o zemân bilmediği şey hakk›nda hükm


vermiş olur. Hâlbuki Allahü teâlâ ‹srâ sûresi, otuzalt›nc› âyet-i kerîmesinde meâlen, (Hakk›nda bilgin bulunmayan şeyin ard›na düşme) buyurmakdad›r. Ancak, zan ediyorum ki, bu böyledir demelidir. O zemân kendinden ve vicdân›ndan verdiği haberde sâd›k olur. Söylediği söz ile Allahü teâlân›n s›fat› ve murâd› üzerine hükm etmiş olmaz. Ancak kendinden hükm vermiş, içindeki kanâ’atini haber vermiş olur.


Süâl: Bu zan sâhibi âlimin, zann›n› halka anlatmas›, onlarla konuşmas›, içindekileri dökmesi, zann› kat’î olarak doğru ise câiz midir?


Cevâb: O zann› hakk›nda konuşmas›, anlatmas› dört vech ile olur.


Kendi kendine veyâ kendisi gibi araşd›r›c› ve basîret sâhibi olan birisi ile


veyâ sâdece ma’rifetullah› taleb eden, zekâs› ve f›trat› ile basîret ehli olmağa isti’dâd› olan ile veyâ avâm ile.


Eğer zann› kat’i ise kendisi buna inan›r ve basîretde dengi olana anlat›r veyâ sâdece ma’rifetullah› düşünen, ma’rifeti almağa müsâid, mezheb taassûbundan, dünyâya meylden ve şehvetlerden ar›nm›ş, ma’rifetlerle övünmekden uzak duran, avâm ile bulunduğu zemân ma’rifetini anlatarak gösteriş yapmakdan çekinen zekî ve kâbiliyyetli kimselere anlat›r.


Bu s›fatlarla muttas›f olanlarla konuşmakda bir beis yokdur. Çünki ma’rifete susam›ş olan f›tnet sâhibi zekî kimse, başka gâye için değil, sâdece


ma’rifet için kalbine müteşâbih sözlerin zâhirinden müşkiller gelir. Bu


müşkiller onu, zâhirî ma’nân›n muktezâs›ndan şiddetle kaçma arzûsunda


olduğu için, bozuk te’vîllere götürür. [Bunun için ma’rifete susam›ş zekî kimselere ârifin kat’î te’vîllerini anlatmas› iyi olur. Büyükler ne güzel söylemişlerdir]: ‹lmi ehlinden men’ etmek, ehli olmayana vermek gibi zulmdür.


Avâm ile böyle mes’eleleri konuşmamak lâz›md›r. Avâm, yukar›da


bildirilen iyi vasflarla muttas›f olmayan kimsedir. Hattâ buna misâl, dahâ önce geçdiği gibi süt çocuğuna, bünyesinin kald›ramad›ğ› kuvvetli yemekleri vermek gibidir.


Ârifin te’vîli (maznûn) zanl›, zan ile olursa, o te’vîli, kendi kendine iyice düşünmesi, tartmas› zarûrî olur. Zan olsun, şek olsun, kat’î olsun, zihni hep o te’vîl ile meşgûl olur. Ondan kurtulamaz, ona mâni’ olunamaz.


Şübhesiz bunlar› avâma anlatmamal›d›r. Maktû’dan men’ olunmas›, bir


derece maznûn ve meşkûk te’vîller hakk›nda avâm ile konuşmamas›


dahâ evlâd›r. Ama ma’rifetde kendi derecesinde olana veyâ o bilgileri kabûl etmeğe isti’dâd› olana anlat›lmas›n›n câiz olup olmamas›nda tereddüd vard›r. Câizdir denilebilir. O zemân te’vîli doğru olsa da, “ben öyle


zan ediyorum” demekden ileri gitmemelidir. Mâni’ de olunabilir. Çünki Allahü teâlân›n s›fatlar› hakk›nda ve Kelâm-› ilâhîdeki murâd›n zan ile tasarrufunda serbest ise de, o zann›n› anlatmağ› terk edebilir. Bunda tehlüke


vard›r. Ârifin te’vîlini aç›klamas›n›n mubâh olmas›, nass, icmâ’ veyâ nass


üzere k›yâs ile bilinir. Bu müteşâbih lafzlar›n te’vîli ile alâkal› nass, icmâ’


ve k›yâs vârid olmam›şd›r. Hattâ ‹srâ sûresi, otuzalt›nc› âyet-i celîlesinde meâlen, (Bilmediğin şeyin arkas›na düşme) buyurulmuşdur.


Süâl: Ârifin zan ile yapd›ğ› te’vîlini, avâmdan olmayan müsâid kimselere aç›klamas›, aşağ›daki üç delîl ile câiz olmaz m›?


1. Sâd›k olan birinin doğru bildiklerini aç›klamas› mubâhd›r. Hiç kimse doğru bildiği zann› için cezâ görmez. O zann›n› aç›klamakdad›r.


2. Kur’ân-› kerîmi tefsîr edenlerin sözleri zan ve tahmîn iledir. Çünki bütün söyledikleri Peygamber Efendimizden duyulmuş değildir. ‹ctihâd


edilerek ç›kar›lm›şd›r. Dolay›s›yla sözler çoğalm›ş, hattâ birbirini nakz edenler de olmuşdur.


3. Tek bir Sahâbîden nakl olunan, tevâtür etmeyen, sahîh hadîs kitâblar›nda bulunmayan, âdil kimselerden âdil kimselere nakl olunan müteşâbih haberlerin nakli üzerine, tâbi’înin icmâ’› vard›r. Tâbi’în bu rivâyeti, âdil kimsenin sözünün, ancak zan olarak al›nacağ› için câiz görmüşlerdir.


Cevâb: 1. Mubâh olmas›, sözün doğru olmas›ndad›r. Onun zarar›ndan korkulmaz. Ancak bu zanlar›n yay›lmas›, zarardan hâlî değildir. Çünki onu işitenin içi ona ›s›nabilir. Onu kat’î olarak doğru i’tikâd edebilir. O


zemân Allahü teâlân›n s›fatlar›nda ilmi olmadan hükm etmiş olur. Bu da


tehlükelidir. ‹nsanlar, görünen ma’nâlardan kaç›n›rlar. Kendilerini râhatlatan bir ma’nâ duyduklar›nda, zannî olsa da, içi ona ›s›n›p, ona kesin i’tikâd eder. Ama belki de yanl›şd›r. O zemân Allahü teâlân›n s›fatlar› hakk›nda yanl›ş ve bât›l düşünmüş olur. Veyâ bir âyet-i kerîmede Allahü teâlân›n murâd› olmayan bir ma’nâya inanm›ş olur.


2. Müfessirlerin zan ile olan sözleri, istivâ, fevk gibi Allahü teâlân›n


s›fatlar› ile alâkal› olursa kabûl etmeyiz. Ancak o aç›klamalar f›kh hükmlerinde, Peygamberlerin hâllerini anlatan hikâyelerde, kâfirlerin hikâyelerinde, va’z, mesel anlatmada ve yanl›şl›k tehlükesi büyük olmayan yerlerde yap›labilir.


3. Âlimler, bu konuda Kur’ân-› kerîmde vârid olmayan veyâ Resûlullahdan ilmi ifâde eden bir tevâtür ile gelmeyen hadîs-i şerîflerin d›ş›nda bir şeye güvenmenin câiz olmad›ğ›n› söylemişlerdir. Bir Sahâbînin bildirdiği haber ise, kabûl edilmez. Te’vîle meyl edenlerin yapd›klar› te’vîl ile


ve sâdece rivâyet üzerinde duranlar›n rivâyetiyle meşgûl olmayacağ›z.


Çünki o zemân zan edilene (maznûn)a i’timâd edip, onunla hükm vermiş


oluruz. Zikr etdikleri [dinden ve akldan] uzak değildir, ama Selefin bir araya getirdiği zâhirî bilgilere muhâlifdir. Selef-i sâlihîn bu haberleri âdil


kimselerden al›p, kabûl etmişler, onlar› rivâyet etmişler ve inceliyerek sahîh olduklar›n› aç›klam›şlard›r.


Buna iki şeklde cevâb verilebilir:


1. Tâbi’în, adli, ya’nî özü sözü doğru, âdil kimseleri, bilhassa Allahü teâlân›n s›fatlar› hakk›nda, yalanla ithâm etmenin câiz olmad›ğ›n›,


edille-i şer’›yyeden biliyorlard›. Ebû Bekr-i S›ddîk “rad›yallahü anh” bir haber rivâyet etdiğinde, “Ben Resûlullahdan şöyle duydum” dediğinde,


bu sözü red etmek, onu tekzîb etmek, ona hadîs uydurma ve yan›lma nisbet etmek demekdir. Ebû Bekr “rad›yallahü anh” dedi ki, “Resûlullah buyurdu ...” ve Enes “rad›yallahü anh” dedi ki, “Resûlullah buyurdu ...” şeklindeki rivâyetleri tâbi’în [hadîs olarak] kabûl etdi. Tebe-i tâbi’în de böyle rivâyetleri kabûl etdiler. Âdil ve müttekî olan Eshâb-› kirâm›n, Tâbi’înin edille-i şer’›yye ile sâbit gördükleri rivâyetlerini ithâm etmeğe yol


yokdur. O hâlde bir zât›n kendi zanlar›n›n ithâm olmamas› nereden vâcib k›l›nd› ve o zanlar›n bu âdillerin nakllerinin seviyesine nas›l vard›r›ld›


ki, ba’z› zanlar günâhd›r. Nitekim Şâri’ “sallallahü aleyhi ve sellem” (Âdil


olanlardan size gelen haberlere inan›n›z, kabûl ediniz, nakl ediniz ve


ortaya ç›kar›n›z) buyurursa, bundan “kendi düşünce ve zanlar›n›z›, içinize doğan ma’nâlar› kabûl edip, meydâna ç›kar›n›z ve rivâyet ediniz”


ma’nâs› ç›kar›lamaz. Bunlar (nass), ilâhî ve nebevî kanûnlar ma’nâs›nda


değildir. Bunun için deriz ki, âdil olmayan›n bu cinsden rivâyetlerinden yüz


çevirmek ve rivâyet etmemek lâz›md›r. Bu mevzu’daki ihtiyât, va’z ve meseller ve benzerlerindeki ihtiyâtdan dahâ çok olmal›d›r.


2. Bu haberleri Eshâb-› kirâm “aleyhimürr›dvân” yakînen Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” işitmişler ve kendilerinde yakîn hâs›l oldukdan sonra, Tâbi’îne nakl etmişlerdir. Onlar da bunu kabûl edip,


rivâyet etmişlerdir. “Resûlullah aleyhisselâm böyle buyurdu”, demediler.


“Falan Sahâbî Resûlullah›n şöyle buyurduğunu haber verdi” dediler. Rivâyetlerinde doğru idiler.


Tâbi’în, rivâyet etdikleri hadîs-i şerîflerde geçen kelimeleri aynen


alm›şlar, sonra gelen âriflerin, her kelimenin hakîkî ma’nâs›ndan başka


vehm etdirdiği ma’nâs› da olacağ›, hadîs-i şerîfin ba’z› fâideleri olacağ›-


n› düşünerek rivâyetlerinde hiç bir şeyi ihmâl etmediler. Allahü teâlâ


hakk›nda Sahâbîlerin Resûlullahdan rivâyet etdiği haberler zannî değildir. Meselâ, (Her gece Allahü teâlâ, dünyâ semâs›na nüzûl edip, düâ


eden yok mu, kabûl edeyim, istigfâr eden yok mu, magfiret edeyim)


hadîs-i şerîfini bir Sahâbî rivâyet etmişdir. Bu hadîs-i şerîf, geceyi ihyâ


etmeğe son derece teşvîk için bildirilmişdir. ‹bâdetlerin en fazîletlisi


olan teheccüdde düâ etmekde büyük te’sîri vard›r. Bu hadîs-i şerîf terk


edilse idi, bu büyük fâide ibtâl edilmiş olurdu. Bu hadîs-i şerîfin ihmâl edilmesine yol yokdur.


Bu hadîs-i şerîfde ancak çocuğun ve çocuk gibi olan avâm›n nüzûl


lafz›ndan, cismdeki inmeyi hât›rlatan tehlükeli ma’nâ ç›karmas› vard›r. Bir


basîret ehli için, nüzûlün bilinen şeklinden Allahü teâlân›n münezzeh ve mukaddes olduğunu avâm›n kalbine yerleşdirmekden kolay ne vard›r. Meselâ, avâma şöyle der: Allahü teâlân›n dünyâ semâs›na nüzûlünden gâye, nidâs›n› bize işitdirmek ise ki, bize işitdirmedi. O hâlde nüzûlünden fâide nedir? Arşda veyâ yüksek semâlarda olduğunda da bize nidâ edebilirdi. Bu


kadar anlatmakla avâm, zâhirdeki nüzûlün bât›l olduğunu anlar. Hattâ


başka bir misâl olarak şöyle söylenebilir: Şarkda olan birinin garbdaki birine nidâ edip, sesini işitdirmek için garba doğru bir kaç ad›m ilerleyip, onun


işitmeyeceğini bile bile çağ›rmaya koyulur. Bir kaç ad›m atmas›, bât›l bir


hareket ve akl› olm›yan›n yapacağ› bir işdir. Akll› bir kimsenin kalbinde böyle bir şey nas›l yerleşir? Bu kadar anlatmakla da her âmî [avâmdan biri] nüzûlün şeklini nefy edip, kalbinde yakîn hâs›l eder. Nas›l yakîn hâs›l olmaz


ki, Allahü teâlân›n cism olmas› mümkin değildir. ‹ntikâl olmadan nüzûl muhâl olduğu gibi, cism olmayan şeyin intikâli de muhâldir. O hâlde bu gibi


haberlerin nakl edilmesinde büyük fâideler vard›r. Zarar› ise azd›r.

Âdil kimselerden nakl yolu ile gelen bu haberlerle, insan›n içine

doğan zanlar› anlatmak müsâvî tutulabilir mi? Bu anlat›lanlar, zan ile yap›lan te’vîlin başkalar›na anlat›lmas›n›n mubâh k›l›nmas› veyâ men’ olunmas› husûsundaki ictihâdlard›r. Burada bir üçüncü vechi zikr etmek de

mümkindir. O da süâl edenin ve dinliyenin hâllerinin karînelerine bakmakd›r. Eğer onlara bir menfe’at sağlayacağ› görülüyor ise, zan ile yapd›ğ› te’vîlini aç›klar. Yok eğer onlara bir zarar vereceğini kesdirirse, terk eder. Bu

ikisinden birini zan etmesi, anlatman›n mubâh olmas›nda ilm gibidir.

Bir çok kimseler vard›r ki, bu ma’nâlar› bilmeğe gönülden istekleri

olmaz. Zihnlerinde zâhirî ma’nâlar sebebi ile şübhe ve tereddüd hâs›l olmaz. O zemân bu kimselere te’vîlden bahs etmek zihnlerini kar›şd›r›r. Yine bir çok kimseler vard›r ki, zâhirî ma’nâlardan şübhe ve tereddüde kap›l›r. Hattâ nerede ise Resûl aleyhisselâm hakk›nda i’tikâd›n› kötüleşdirir ve bu ma’nâlar› ifâde eden hadîs-i şerîfleri inkâr eder. Bunun gibilerine zan edilen ihtimâl anlat›l›r, hattâ yaln›z lafz›n delâlet etdiği ihtimâl aç›klan›rsa, ona fâidesi dokunur. Bunu aç›klamakda bir beis yokdur. Çünki

bu konuşma başkas› için zararl› olsa da, onun hastal›ğ› için bir ilâcd›r.

Ancak bu konuşulanlar›n minberlerden, kürsîlerden konuşulmas› uygun değildir. Çünki dinleyenlerin çoğu bu konulardan habersiz ve bunlar› düşünmüyor iken, içlerinde sâkin olan istek ve kanâ’atler harekete getirilmiş olur. Selef-i sâlihînin zemân›, kalblerin sükûn zemân› olduğu için,

selef te’vîlden mübâlağal› şeklde kaç›nm›şlard›. Dinleyenlerin gönlünde

sâkin olan isteklerini uyand›rmakdan ve kalbleri teşvîş etmekden korkarlard›. Selef-i sâlihîn, kendilerine muhâlefet edenleri, fitne ç›kard›ğ› ve hiç

lüzûm yok iken şek ve şübhe uyand›rd›ğ› için, günâha girmiş sayarlard›.

Ama şimdi, islâm ülkelerinin bir k›sm›nda bu fikrler yay›lmakdad›r. Kalblerden bât›l vehmleri yok etmek ümîdi ile bu konuda aç›klama yapan

ma’zûrdur. Bu beldelerde böyle konuşanlar› k›namak dahâ azd›r.


Süâl: Maktû’ [kat’î] te’vîl ile maznûn [zanl›] te’vîli ay›rd›n›z. Te’vîlin

s›hhatli olmas› için kat’î te’vîl ne ile hâs›l olur?

Cevâb: ‹ki şeyle hâs›l olur.

Biri, yap›lan te’vîlin ma’nâs›n›n, Allahü teâlâ için sübûtu maktû’

olmas›d›r. Mertebe cihetinden fevk›yyetde [üstde] olmak böyledir.

‹kincisi, lafz›n iki şeye ihtimâli varsa, biri iptâl olup, diğerinin kalmas›d›r. Meselâ, meâl-i şerîfi, (O, kullar›n›n fevk›nde her dürlü tasarrufa sâhibdir) olan En’âm sûresinin onsekizinci âyet-i kerîmesindeki fevk kelimesi, arabî lisan›nda iki ma’nâda vaz’ olunmuşdur. Birincisi mekân›n, ikincisi rütbenin üstün olmas›d›r. Burada tenzîh yönünden mekân›n üstü ma’nâs› bât›ld›r. Rütbe bak›m›ndan üstün olmak ma’nâs› bâkî kal›r. Nitekim,

“Efendi kulun fevk›ndedir”, “Koca, han›m›n fevk›ndedir”, “Sultân, vezîrin fevk›ndedir” denildiği gibi, âyet-i kerîmede, (Allah, kullar›n›n fevk›ndedir) buyurulmuşdur. Bunlar›n hepsinde rütbe bak›m›ndan üstde olmak

ma’nâs› al›nmakdad›r. Böylece fevk lafz› için ma’nâ kat’îleşmiş, maktû’ olmuş olur. Arabî lisan›nda fevk lafz›, ancak bu iki ma’nâda kullan›l›r.

Semâya ve Arşa olan istivâ lafz›, fevk kelimesinde olduğu gibi, mefhûm ve ma’nâ i’tibâr› ile, lügatde iki ma’nâya münhas›r değildir. ‹stivâ lafz› üç ma’nâya delâlet etse, Allahü teâlâ hakk›nda biri bât›l olup, iki ma’nâ câiz olabilir. Bu iki câiz olan ma’nân›n birini vermek, zan ve ihtimâl ile olur.

Bu anlatılanlar, te’vîlden el çekmek hakk›ndaki incelemenin temâmıdır.


Eser: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

Müellif: İmâm-ı Gazâlî

Terceme: Hüseyn Hilmi Işık

Tefsîr için üçüncü misâl

 Tefsîr için üçüncü misâl: (Ayn), göz kelimesidir. Bu kelimeyi tefsîr etmek isteyen, ma’nâlar›n›n en aç›ğ› ile fârisîde karş›l›ğ› (çeşm)dir der. (Ayn) kelimesi arabîde, bilinen görme uzvu ile birlikde, su kaynağ›, alt›n ve gümüş ma’nâlar›nda da kullan›lan bir müşterek ismdir. Çeşm lafz› ise sâdece gören uzv ma’nâs›na gelip, diğer ma’nâlarla ortakl›ğ› yokdur. (Cenb) ya’nî yan ve (vech) ya’nî yüz kelimeleri de bunun gibidir. Bunun için müteşâbih kelimelerin değişdirilmesine karş› ç›k›yor, arabî olarak geldiği şeklde b›rak›lmas›n› lüzûmlu görüyoruz.


Süâl: Ayn ile çeşm aras›ndaki farkl›l›ğ›n bütün lafzlarda olduğunu iddiâ etmek doğru değildir. Zîrâ ekmek ma’nâs›na gelen arabî (hubz) ve fârisî (nân) kelimeleri aras›nda ve et ma’nâs›na gelen arabî (lahm) ve fârisî (gûşt) kelimeleri aras›nda da fark yokdur. Ba’z› lafzlar›n ma’nâlar›nda farkl›l›k var denirse, bunlar› değişdirmeği men’ etmeli, benzer olanlara mâni’ olunmamal›d›r.


Cevâb: Gerçekden bu farkl›l›k bütün kelimelerde değil, ba’z›lar›ndad›r. Arabî (yed) el kelimesi ile fârisî (dest) el kelimesi her iki lügatde, iştirâkde, istiârede ve diğer işlerde müsâvî olabilir. Ancak iş, bir kelimeyi diğeri ile değişdirmenin câiz olup olmad›ğ›na gelince, bu iki kelime aras›ndaki ay›r›m› anl›yabilmek, aralar›ndaki farkl›l›klar›n inceliklerine vâk›f olmak herkes için kolay ve aç›k değildir. Hattâ bu konuda müşkiller çoğal›r. ‹ki kelimedeki farkl›l›k ve benzerlik mahalleri birbirinden ayr›lamaz olur.


Bu durumda önümüzde iki durum vard›r. Yâ müteşâbih lafz› başka lafz ile değişdirmede kap›y› kapatarak ihtiyâtlı davranacağ›z ki, bu değişdirmeğe, tebdîle zarûret ve ihtiyâc da yokdur. Veyâ kap›y› açacağ›z. Halkı oraya süreceğiz. O zemân herkes istediği gibi bir lafz› diğeri ile değişdirerek tehlükeye düşecekdir.


Acabâ bu iki yoldan hangisi dahâ ihtiyâtl›, dahâ sağlamd›r? Üstelik konumuz Allahü teâlân›n zât› ve s›fatlar›d›r. Bana göre bu işin çok tehlükeli bir iş olduğunu kabûl ve ikrâr etmeyen hiçbir akll› ve dindâr kimse yokdur. Tehlüke, Allahü teâlân›n s›fatlar›nda tebdîl ve tefsîr yapmakdad›r. Bundan kaç›nmak lâz›md›r. Nas›l kaç›n›lmas›n ki, şerî’at, boşanm›ş olan kad›na, rahminin berâeti ve nesebin kar›şmamas› için, velâyet ve verâset hükmü ve nesebin terettübü için ihtiyâten iddet beklemeği vâcib k›lm›şd›r. Bununla berâber âlimler, boşanm›ş olan k›s›r kad›n›n, âdetden kesilmiş kad›n›n, bülûğa ermemiş nikâhl› k›z çocuğunun ve ma’zûle kad›n›n [çocuğu olmamas› için hep azl olunmuş kad›n›n] da iddet beklemesi vâcibdir dediler. Çünki rahmin içinde olan› ancak mübâlağa ile gâibleri bilen Allahü azîmüşşân bilir. Nitekim Allahü teâlâ, Lokman sûresi otuzdördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Rahimlerde olan› O bilir) buyurmakdadır.


Eğer biz iddet konusunda tafsîlâta girerek akl yürütme kap›s›n› açarsak [k›s›r kad›n, âdetden kesilen kad›n, bülûğa ermemiş nikâhl› k›z ve ma’zûle kad›n›n, boşand›klar› zemân çocuklar› olamayacağ› için iddet beklemeleri îcâb etmez sonucu ç›kar. Bu ise doğru değildir. Allahü teâlân›n sıfatları ve müteşâbih kelimelerde değişdirme, tefsîr ve te’vîl yolunu açarsak]


o zemân tehlükeli bir işe girmiş oluruz. Hâmile kalmad›klar› hâlde yukarıdaki dört kad›n›n iddet beklemesinin vâcib olduğunu kabûl etmek, kabûl etmeyerek tehlükeli bir işe girmekden dahâ kolayd›r. Bu üç kad›na, iddetin vâcib olmas› nas›l şer’î bir hükm ise, arabî lafzlar›n tebdîlinin de harâm olduğu ictihâd ile sâbit olan şer’î hükmdür. Burada tercîh olunan yol, dahâ önce geçdiği gibi, arabî lafzlar›n değişdirilmesine kapal› olan birinci yoldur.

Allahü teâlâ ve s›fatlar› hakk›nda vârid olan haberlerde ve Kur’ân-ı kerîmdeki lafzlardan murâd olunan ma’nâlarda ihtiyâtl› davranmak, elbette ki iddetdeki ihtiyâtdan ve fukehâ-› kirâm›n bu kabîlden olan ihtiyâtlar›ndan dahâ mühim ve evlâdır.

Eser: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

Müellif: İmâm-ı Gazâlî

Terceme: Hüseyn Hilmi Işık

I– Tefsîr yolu ile tasarrufda bulunmak

 I– Tefsîr yolu ile tasarrufda bulunmak: Arabî lisan›nda bir lafzı,başka bir dilde bu lafz›n yerini tutan bir kelime ile değişdirmek veyâ ma’nâs›n› farsça veyâ türkçe olarak söylemekdir. Müteşâbih lafzlar› vârid olduğu şeklde aynen söylemelidir. Çünki arabîde bulunan lafzlara mutâbık olan bir lafz fârisîde bulunmaz. Bulunsa bile istiâre yönünden arab âdeti ile fars âdeti birbirine uymaz. Arabîde birkaç ma’nâya gelen müşterek kelimeler vard›r. Diğer dillerde böyle değildir.


Tefsîr için birinci misâl: İstivâ lafz›d›r. Arablar›n kulland›klar› istivâ lafz›n›n ma’nâs›na tam mutâb›k olan ve bu ma’nây› uyand›ran şumüllü bir kelime farslarda yokdur. Nitekim istivân›n karş›l›ğ› olarak fârisîde (râst beistâd) ifâdesi kullan›l›r. Bu ifâdede iki kelime vard›r. Birinci kelime olan râst,eğri ve bükük tasavvur edilen bir şeydeki diklik ve doğruluğu ifâde eder. Beistâd ise, hareket ve sars›lma tasavvur edilen şeylerdeki sükûn ve sebâtı beyân eder. (Râst beistâd)›n ifâde etdiği, iş’âr ve işâret etdiği ma’nâlar, istivâ lafz›n›n işâret etdiği ma’nâlardan dahâ aç›kd›r. Delâlet ve iş’ârda [bildirmede] farkl› olduklar› için (râst beistâd) kelimesi, (istivâ)nın misli [onun gibisi, benzeri] olamaz. Bir kelimeyi ancak en gizli ve en ince, az birşey de olsa hiçbir yönden muhâlefeti, ya’nî uygunsuzluğu olmayan, tam benzeri ve mürâdifi, ya’nî eş anlamlısı olan bir kelime ile değişdirmek câizdir.

Eser: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

Müellif: İmâm-ı Gazâlî

Terceme: Hüseyn Hilmi Işık

BEŞİNCİ VAZÎFE: İMSÂK

 Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde vârid olan müteşâbih lafzlarda tasarruf yapmakdan, müdâhele etmekden kendini alıkoymakdır. Halk›n teşbîhe götüren lafzlarda sessiz kalmas›, bu kelimeleri olduğu gibi b›rakmas› vâcibdir. Bu lafzlarda tasarruf etmekden kendini tutmak, alt› yönden lâz›md›r. Bu alt› şey şunlard›r: Tefsîr, te’vîl, tasrîf, tefrî’, cem’, tefrîk.

Eser: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

Müellif: İmâm-ı Gazâlî

Terceme: Hüseyn Hilmi Işık

DÖRDÜNCÜ VAZÎFE: SÜKÛT

 Müteşâbihât hakk›nda süâl sormakdan sükût etmek, ya’nî süâl sormamakdır. Bu vazîfe bütün avâm üzerine vâcibdir. Çünki süâl etmekle, gücünün yetmediği, aklının ermediği işe atılmış ve ehli olmadığı bir mevzu’a dalm›ş olur. Eğer avâm süâlini bir câhile sorarsa, onun vereceği cevâb, avâm›n cehlini artd›r›r. Belki de onu, fark›na varmadan küfre götürür. Eğer avâm süâlini ârif bir kimseye sorarsa, ârif ona anlatmakdan âciz kal›r. Nitekim bir baba, mektebe yeni başlayan çocuğuna, mektebe gitmenin fâidelerini anlatmakdan âciz kal›r. Kuyumcu da san’at›n›n inceliklerini mesleğinde mâhir olan bir marangoza anlatmakdan âcizdir.


Marangoz, kuyumculuğun inceliklerini anlamakdan âcizdir. Çünki o, ömrünü marangozluğu öğrenmekle ve yapmakla geçirdiği için, marangozluğun inceliklerini bilir. Bunun gibi kuyumcu da ömrünü, kuyumculuğu öğrenmekle ve yapmakla geçirmişdir. Önceleri o mesleği bilmiyordu. Dünyâ işleri ve ma’rifetullah kabîlinden olmayan şeylerle meşgûl olanlar umûr-u ilâhiyye ma’rifetlerinden âcizdirler. San’atdan yüz çevirenler de hiç bir san’atı yapamazlar. Süt çocuğunun et ve ekmek ile beslenmesinden âciz olması, f›trat›ndaki kusûrdandır. Ekmek ve etin olmamas›ndan ve g›dâ olmakdan eksik olduklar› için de değildir. Fekat [süt çocuğu gibi] bünyesi za’îf olanlar›n tabî’ati et ve ekmek ile, kuvvetli g›dâlar ile beslenmeğe müsâid değildir. Onun için bir kimse, za’îf olan çocuğa et ve ekmek yidirirse veyâ yimesine imkân sağlarsa, o çocuğu helâk etmiş olur.


Bunun gibi, avâmdan olan bir kimse, bu müteşâbihât ma’nâlar›n› sorarsa, onu zecr etmek, mâni’ olmak ve halîfe Ömerin “radıyallahü anh” müteşâbih âyetlerden soranlara yapd›ğ› gibi, kamçı ile döğmek lâz›md›r.


Nitekim Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir kaç kişinin kader mes’elesine dalıp, tart›şd›klar›n› gördü. Bu konuda kendisine bir süâl sorduklar›nda, (Siz bununla mı emr edildiniz. Sizden öncekiler çok süâl sormakla helâk oldular) buyurdular.


Bunun için derim ki: Vâ’ızların kürsîler üzerinde halk›n müteşâbihâtdan olan süâllerine, te’vîle dalarak, açıklayarak cevâb vermeleri harâmdır. Onlara vâcib olan, selef-i sâlihînin zikr etdiği ve bizim bildirdiğimizin d›ş›na ç›kmamakd›r. Bu da, tenzîhde mübâlağa etmek, teşbîhi nefy etmek, Allahü teâlân›n cismden ve cismin s›fatlar›ndan münezzeh olduğunu söylemekdir. Bu mevzû’da dilediği kadar mübâlağa edebilir. Hattâ “kalbinize gelen her şeyi, içinize gelen her düşünceyi, hât›r›n›za gelen her tasavvuru Allahü teâlâ yaratm›şd›r. Bunlar›n hepsinden ve benzerlerinden münezzehdir” demelidir. Haberlerde cisme ve cismin s›fatlar›na âid hiçbir ma’nâ kasd edilmediğini, murâd olunan şeyin hakîkatini kavramak ehliyyetine sâhib olmad›klar›nı, bunlardan süâl etmeğe, irdeleme yapmağa yetkili olmad›klar›n› beyân etmesi, bu gibi fâidesiz şeylerle değil, takvâ ile meşgûl olmalar›n› tavsiye etmesi lâz›md›r. Allahü teâlân›n kendilerine bunu [müteşâbihât› bilmeği] emr etmediğini, Onun emr etdiklerini yap›p, men’ etdiklerinden kaç›nmalar› îcâb etdiğini söylemelidir. İşte siz, bunlardan men’ edildiniz. Bunlardan birşey süâl etmeyiniz. Bu konuda her ne zemân bir şey işitirseniz sükût ediniz, mutlaka, bize ilmden az verildi. Müteşâbihât, bize verilen az ilm ile çözülecek mes’elelerden değildir demeleri gerekdiğini söylemesi lâzımdır.


Eser: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

Müellif: İmâm-ı Gazâlî

Terceme: Hüseyn Hilmi Işık

ÜÇÜNCÜ VAZÎFE: ACZİNİ İ’TİRÂF

 Müteşâbih sözlerin ma’nâlar›n›n künhüne ve hakîkatine vâk›f olmayan, bu ma’nâlar›n te’vîlini ve murâd olunan ma’nây› bilmeyen kimsenin aczini ikrâr etmesi vâcib olur. Çünki müteşâbihâtı tasdîk etmek vâcibdir.


Hâlbuki kendisi murâd olunan ma’nâyı anlamakdan âcizdir. Bildiğini,anlad›ğ›n› iddiâ ederse yalan söylemiş olur. İmâm-› Mâlikin “rahimehullah”, “keyfiyyeti mechûldür” sözünün ma’nâsı da budur. Ya’nî (istivâ) kelimesi ile murâd olunan şeyin ne olduğu kesin olarak belirtilmemişdir. Râsih ilmli âlimler ve Evliyâdan ârif olanlar için keyfiyyet ma’lûmdur. Bunlar, ma’rifetde avâm›n s›n›r›n› aş›p, müteşâbihât› anlama meydânında dönüp dolaşd›lar. Ma’rifet sahrâsında nice yollar kat’ etdiler. Buna rağmen onlar›n da müteşâbihâtdan henüz ulaşamad›kları k›smlar› kalm›şd›r. Hattâ kendilerine keşf olan ma’rifetler çok az, gizli kalan ma’rifetler çok fazla olup, aralar›nda nisbet bile kurulamaz. Ya’nî gizli ve örtülü ma’rifetlerin çokluğuna izâfetle, keşf olunan ma’rifetlerin mikdârı çok azd›r.


Seyyid-ül Enbiyâ “sallallahü aleyhi ve sellem”, gizli, örtülü ma’rifetlerin çokluğuna izâfeten, (Seni medh ve senâ etmeğe kalkışsam sayamam. Sen kendini senâ etdiğin gibisin) buyurmuşdur. Keşf olunanm ma’rifetlerin azl›ğ›na izâfeten de Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Allahü teâlâyı en iyi tan›yan›n›z, Ondan en çok korkan›n›zd›r. Allahü teâlây› en iyi tan›yan›n›z benim) buyurmuşdur.


Kavuşulacak mertebelerin, hâllerin en sonuna gelenler de bu yolun sonunda, onlar›n acz ve kusûr içinde kalmalar› zarûrî olduğundan, s›ddîklar›n efendisi Ebû Bekr “radıyallahü anh”, “anlamakdan âciz olduğunu bilmek, anlamakdır” veyâ “anlayamadığını anlamak, anlamakdır” buyurmuşdur. Müteşâbih ma’nâlar›n hakîkatlerinin evvellerinin avâma nisbeti, sonlar›n›n havâssa nisbeti gibidir. [Ebû Bekrin “radıyallahü anh” sözünden havâss›n aczini i’tirâf etdiği görülmekdedir.] Bu durumda avâmın aczini i’tirâf etmesi nas›l vâcib olmaz?


Eser: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

Müellif: İmâm-ı Gazâlî

Terceme: Hüseyn Hilmi Işık

İKİNCİ VAZÎFE: ÎMÂN VE TASDÎK

 Müteşâbih lafzlarda irâde olunan ma’nân›n, Allahü teâlân›n azamet ve celâline yak›ş›r bir ma’nâ kasd edildiğini kesin olarak bilmek ve Resûlullah›n “sallallahü aleyhi ve sellem” Allahü teâlây› bu lafzlarla vasf etmesinde sâd›k olduğunu bilmek ve inanmakd›r. Resûlullah›n buyurdukların›n doğru, haber verdiklerinin hak olduğunu şübhe etmeden kalben tasdîk etmeli, ya’nî muhakkat, şeksiz ve şübhesiz inand›k ve tasdîk etdik, demelidir. Hakîkatine vâk›f olmasam da, Allahü teâlâ kendisini ne ile vasf etmiş veyâ Resûlü Onu nas›l vasf etmiş ise, Allahü teâlâ [kendisinin ve Resûlünün] vasf etdikleri gibidir. İrâde etdikleri ma’nâ ve söyledikleri vech üzere hakd›r, demelidir.


Süâl: Tasdîk ancak tasavvurdan sonra, îmân ise, ancak anladıkdan sonra olur. Müteşâbih lafzlar›n ma’nâlar›n› anlam›yan kimse, bu lafzları söyliyenin sâdık olduğuna nas›l inan›r?


Cevâb: İşleri icmâlî, ya’nî k›sa ve toplu hâlde olarak tasdîk etmek muhal değildir. Her akl sâhibi, bu müteşâbih lafzlardan ma’nâlar murâd edildiğini ve her ismin bir müsemmâs› kasd edildiğini bilir. O hâlde haber verilen şeyin haber verildiği üzere doğru olduğuna i’tikâd etmek mümkindir. Bu icmâl yolu ile ma’kûldür. Bu lafzlardan mufassal değil, mücmel işleri anlamak ve tasdîk etmek mümkindir. “Evde canl› vard›r” denildiğinde, bu söze, insan m›d›r, at m›d›r veyâ başka bir canl› m›d›r bilmeden, evde bir canl›n›n olduğunu tasdîk etmek mümkindir. Hattâ “Evde bir şey vard›r” denildiğinde, o şeyin ne olduğunu bilmese de, evdeki şeyin varl›ğ›n› tasdîk etmek mümkindir. Bunun gibi, meâl-i şerîfi (Rahmân Arşa istivâ etmişdir) olan, Tâhâ sûresi beşinci âyet-i kerîmesini duyan kimse, istivâ lafz›ndan, mücmel olarak Arşa özel bir nisbet irâde edildiğini anlar. Bu nisbetin Arş üzerine istikrâr, mahlûklar›na dönüş, Arş-› a’lâ ile ittihâd [birleşme], Arş› istîlâ etme [hükmü alt›na alma] veyâ nisbete delâlet eden başka bir ma’nâya geldiğini bilmeden de, istivâdan murâd›n Arşa özel bir nisbetin olduğunu tasdîk etmesi mümkindir.


Süâl: Halka anlamad›ğ› şeklde hitâb etmenin fâidesi nedir?


Cevâb: Bu hitâbdan maksad, ehli olan kimselere anlatmakd›r. Onlar da Evliyâ ve râsih ilmli âlimlerdir. Bunlar kasd edilen ma’nây› anlam›şlard›r. Akll› olanlara hitâb eden kimsenin, çocuklar›n anl›yabileceği sözlerle hitâb etmesi şart değildir. Avâm›n âriflere nisbeti, çocuklar›n bâlig olanlara nisbeti gibidir. Çocuklar›n, anlamad›ğı şeyleri bâliglerden sormas›, bâliglerin de çocuklara, “Bu sizin işiniz değil, bunlar üzerinde durmay›n›z, başka sözler üzerinde durunuz”, demeleri lâz›md›r. Avâmdan olan câhiller bir şey sorarlarsa, onlara meâl-i şerîfi (Ehl-i zikre [ya’nî âlimlere] sorunuz) olan Nahl sûresi k›rküçüncü âyet-i kerîmesini söylemelidir.


Eğer anlama kâbiliyyetinde iseler, onlara anlat›l›r. Aksi takdîrde onlara,meâl-i şerîfi, (Size az bir bilgi verilmişdir) olan ‹srâ sûresi, seksenbeşinci âyet-i kerîmesi ile, meâl-i şerîfi, (Size aç›klan›nca, hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormay›n›z) olan Mâide sûresi, yüzbirinci âyet-i kerîmesini söylemelidir. Bu süâlin ma’nâlar› bunlard›r. Bunlara îmân etmek vâcibdir. Keyfiyyeti, nas›l olduğu sizin için mechûldür. Bu müteşâbih lafzlardan süâl etmek bid’atdir. ‹mâm-› Mâlik “rahmetullahi aleyh”, “İstivâ ma’lûmdur. Keyfiyyeti mechûldür. Ona inanmak vâcibdir” buyurmuşdur.


O hâlde zihnde tafsîlât› olmayan mücmel şeylere îmân etmek mümkindir. Allahü teâlâ hakk›nda muhal olanlar› nefy ederek tenzîh etmek tafsîlâtl› olmal›d›r. Çünki nefy edilenler cism ve cismin îcâblar›d›r. Burada cismden maksad›m›z, eni, boyu ve derinliği olan, kuvvetli ise, bulunduğu yere geçmeği taleb edene mâni’ olan, za’îf ise, kendisini yerinden çıkarmak isteyen itici bir kuvvet ile kendi yerinden ayr›lan bir şeydir. Çok aç›k olmakla berâber cismi aç›klamam›z, avâm›n bir k›sm›n›n belki cism ile ne murâd edildiğini anlayamazlar diye düşündüğümüz içindir.


Eser: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

Müellif: İmâm-ı Gazâlî

Terceme: Hüseyn Hilmi Işık

BİRİNCİ BÖLÜM

 Müteşâbih Haberler Hakkında Selefin İ’tikâdı:

Basîret ehli yanında şübhesiz en açık hak mezheb, Selefin mezhebidir. Ya’nî Eshâb-ı kirâm ve tâbi’înin mezhebidir. İşte şimdi bu mezhebi ve delîllerini açıklayarak diyorum ki, bizce hak olan Selef mezhebinin hakîkati, avâmdan olan, ya’nî islâm i’tikâdını iyice bilmiyen bir kimseye,Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları hakkında müteşâbih bir haber veyâ söz ulaşınca, onun üzerine yedi şey vâcib olur:


1– Takdîs,


2– Tasdîk,


3– Aczini i’tirâf etmek,


4– Sükût,


5– Keff (el çekmek, çekinmek),


6– İmsâk,


7– Ma’rifet ehline teslîm olmak.


1– Takdîs: Allahü teâlây› cism olmakdan ve cisme benzer şeylerden tenzîh etmekdir.


2– Tasdîk: Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurduklarına inanmakdır. Bütün bildirdikleri hakdır, doğrudur. Buyurduklarında sâdıkdır. Hak Onun dediği ve murâd etdiği yöndedir.


3– Aczini i’tirâf etmek: Avâm›n, müteşâbih bir haberde Allahü teâlânın ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” murâd›n› bilmenin ve anlaman›n, gücü d›ş›nda olduğunu ikrâr etmekdir. Zâten bu avâm›n şân›ndan değildir, vazîfesi de değildir.


4– Sükût: Teşbîhe götüren haberlerin ma’nâs›ndan avâm›n süâl sormamas›, o mevzu’a dalmamas›, ondan süâl etmenin bid’at olduğunu bilmesidir. O mevzu’a dalmas›nda dîni için tehlüke vard›r. Fark›nda olmadan küfre düşebilir.


5– İmsâk: Teşbîh uyand›ran lafzlarda tasarruf etmemek [hükm vermemek], başka bir dile çevirmemek, onda ziyâde ve noksanl›k yapmamak, cem’ ve tefrîk [birleşdirme ve ay›rma] yapmamakd›r. Belki söylenen lafz›, îrâd›, irâb›, tasrîfi ve sîgas› nas›l bildirilmişse, o şeklde söylemelidir.


6– Keff: Avâm›n, müteşâbih sözlerin ma’nâlar›n› irdelemekden gönlünü ve zihnini men’ etmek ve tefekkür etmemekdir.


7– Teslîm: Ma’rifet ehline teslîm olmakd›r. Kendisine âcizliği dolay›s›yla gizli olan müteşâbihlerin, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem”, Peygamberlere “aleyhimüsselâm”, s›ddîklara ve velîlere gizli kalmad›ğ›-na i’tikâd etmekdir.


Selef-i sâlihîn, yukar›daki yedi maddeyi avâm›n herbiri üzerine vazîfe olarak vâcib k›l›nmas›n› i’tikâd etmişlerdir. Selefin bu yedi vazîfenin herhangi birine muhâlefeti düşünülemez. Şimdi bu vazîfeleri teker teker aç›klayal›m:


B‹R‹NC‹ VAZÎFE: TAKDÎS


(Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâm›n çamurunu eliyle yoğurdu) ve (Mü’minin kalbi Rahmân›n iki parmağ› aras›ndad›r) hadîs-i şerîflerinde geçen el (yed) ve parmak (usbu’) kelimeleri teşbîhe götüren, müteşâbih lafzlard›r. El kelimesi duyulduğunda iki ma’nâ akla gelir. Bunlardan biri et, kemik, sinir ve damarlardan müteşekkil uzva konulmuş ismdir. Et,kemik, sinir ve damarlar husûsî s›fatlar› olan husûsî cismlerdir. Cism, uzunluğu, genişliği ve derinliği olan [boşlukda yer kaplayan maddenin şekl alm›ş hâli olan] şeylerdir. Bulunduğu mekânda başka birinin bulunmas›na mâni’ olur. Kendisi yerinden ayr›lmad›kca oraya başkas› giremez.


Ba’zan bu el lafz›, aslâ cism ile alâkalı olmayan bir ma’nâya da gelebilir. Meselâ, “Ülke Emîrin elindedir” denildiğinde, emîrin eli kesik olsa bile ülkenin emîrin hükmü ve idâresi alt›nda olduğu anlaş›l›r. Avâm olsun, havâs olsun hadîs-i şerîfde bildirilen elin et, kan ve kemikden müteşekkil olan uzv olmad›ğ›n› düşünmelidir. Çünki, Allahü teâlâ hakk›nda böyle düşünmek muhaldir, mümkin değildir. Zîrâ Allahü teâlâ, cism olan şeylerle vasfland›r›lmakdan münezzehdir. Allahü teâlây› uzvlardan meydâna gelmiş bir cism olarak düşünen, puta tapm›ş olur. Çünki her cism mahlûkdur. Mahlûka ibâdet etmek küfrdür. Puta tapmak küfrdür. Çünki put, mahlûkdur ve cismdir. Cisme tapan da halef ve selef imâmlar›n›n icmâ’› ile kâfir olur. Bu kendisine tap›lan cism, ister sert ve kat› dağlar gibi kesîf olsun, ister hava ve su gibi latîf olsun, ister yeryüzü gibi karanl›k, ister güneş, ay ve y›ld›zlar gibi parlak olsun, ister hava gibi renksiz ve şeffaf olsun, ister Arş, Kürsî ve gök kadar büyük olsun, ister zerre ve toz gibi küçük olsun, ister taş gibi cans›z olsun, ister insan gibi canl› olsun, her hâl-ü kârda putdur. Cismin güzelliği, cemâli, azameti, küçüklüğü, kat›l›ğ›, kal›c› olmas› onu put olmakdan ç›karmaz.


Allahü teâlâ cism değildir, eli ve parmağ› cism değildir diyen kimse, Onu uzviyyetden, et ve sinirden nefy etmiş olur. Böylece hâdis olman›n îcâb etdirdiği şeylerden Rabbini tenzîh etmiş olur. Ondan sonra, Allahü teâlân›n eline ve parmağ›na dâir Kur’ân-› kerîm veyâ hadîs-i şerîfde geçen kelimenin, cism olmayan veyâ cismlere has olan s›fatlardan başka, Allahü teâlân›n şân›na lây›k bir ma’nâs› olduğuna inanmak lâz›md›r.


Bu ma’nây› anl›yam›yan, hakîkatini kavr›yam›yan için mükellefiyet yokdur.


Çünki bu ma’nâlar› bilmekle aslâ mükellef tutulmam›şd›r. Bunlar›n hakîkî ma’nâs›n› veyâ te’vîlini bilmesi üzerine vâcib değildir. Vâcib olan, ileride geleceği gibi, müteşâbih kelimeler üzerinde derin düşüncelere dalmamakd›r.


İkinci misâl: Hadîs-i şerîflerde bildirilen sûret lafz›d›r. (Allahü teâlâ Âdemi kendi sûretinde yaratd›) ve (Ben Rabbimi en güzel sûretde gördüm) hadîs-i şerîflerindeki sûret lafz›, müşterek ismdir. Ba’zan et ve kemikden meydâna gelmiş, herbiri husûsî yap›da olan göz, burun, ağ›z, yanak gibi cismlerin özel bir şeklde düzenlenmesinden hâs›l olan hey’ete verilen ismdir. Ba’zan de sûret lafz› kullan›l›nca, cism olmayan, cismde hey’et ve cismlerde tertîb olm›yan şey murâd olunur. Meselâ, “Mes’elenin sûretini bildi” ve benzeri sözlerdeki sûret lafzlar› böyledir. Her mü’min bilmelidir ki, sûret lafz›, Allahü teâlâ için yukar›daki birinci ma’nâdaki gibi et ve kemikden meydâna gelmiş burun, ağ›z ve yanakdan müteşekkil düşünülemez. Çünki bunlar›n hepsi cismdir ve cismlerdeki hey’etdir.


Cismlerin ve hey’etlerin yarat›c›s›, bunlara benzemekden ve s›fatlar›ndan münezzehdir. Bunu yakînen böyle bilen mü’mindir.


Eğer hât›r›na, bu kelimeden kasd edilen ma’nâ bu değilse, acabâ istenen ma’nâ nedir, diye gelirse, bu durumda bilmelidir ki, bu mevzû’da araşd›rma yapmak emr olunmam›ş, bu mevzû’a dalmamak emr olunmuşdur. Çünki bu mevzû’, tâkatinin üstündedir. Fekat o kimseye lâz›m olan, sûret lafz› ile, cism ve cisme has s›fat olmayan ve Allahü teâlân›n azamet ve celâline lây›k olan bir ma’nân›n murâd buyurulduğunu i’tikâd etmesidir.


Üçüncü misâl: Bir kimsenin kulağ›na nüzûl (inme) kelimesi çal›n›nca, bunun müşterek ism olduğunu bilmelidir. (Allahü teâlâ her gece dünyâ semâs›na iner) hadîs-i şerîfindeki inme (nüzûl), müteşâbih bir kelimedir. ‹nsan›n hât›r›na cismin inmesi gelebilir. Ba’zan nüzûl cismler için kullan›l›r. O zemân nüzûl kelimesinin üç cisme ihtiyâc› vard›r. Birincisi, sâkinine mekân olan yüksek cismdir. ‹kincisi, yine sâkinine mekân olan alçak cismdir. Üçüncüsü, aşağ›dan yukar›ya ve yukar›dan aşağ›ya intikâl eden cismdir. Aşağ›dan yukar›ya ç›kmağa su’ûd, urûc veyâ raky denir.


Yüksekden alçağa inmeğe de nüzûl ve hübût denir. Ba’zan da nüzûl lafz› cismden başka ma’nâda kullan›l›r. O zemân cismin hareketi ve intikâlini düşünmeğe ihtiyâc kalmaz. Nitekim Allahü teâlâ, Zümer sûresi, alt›nc› âyetinde meâlen, (Sizin için [büyük baş] hayvanlardan sekiz çift indirdi) buyurmuşdur. Deve, s›ğ›r gibi hayvanlar›n gökden intikâl ederek nüzûl etmeleri görülmemişdir. Bunlar›n rahmlerde yarat›ld›ğ› bilinmekdedir. O hâlde bu inzâlde şübhesiz başka bir ma’nâ vard›r.


İmâm-› Şâfi’î “rad›yallahü anh” da, “M›sra gitdiğimde, M›sr halk› sözümü anlamad›lar. Ben de indim, sonra dahâ indim, sonra dahâ da indim” buyurmuşdur. ‹mâm-› Şâfi’î bu inme ile, vücûdünün aşağ›ya indiğini kasd etmemişlerdir. [Halk›n seviyesine indiklerini söylemişlerdir.]


O hâlde her mü’min, Allahü teâlâ hakk›nda nüzûl, birinci ma’nâda olduğu gibi, bir şahs›n cesedi ile yukar›dan aşağ›ya intikâli olmad›ğ›n› kesin bilmelidir. Çünki şahs ve cesed cismdir. Allahü teâlâ ise cism değildir.


Eğer bu ma’nâ kasd edilmiyor ise, hangi ma’nâ kasd ediliyor, diye hât›r›na bir düşünce gelirse, ona deriz ki: Semâdan devenin indirilmesini anlamakda âciz olan sen, Allahü teâlân›n dünyâ semâs›na nüzûlünü anlamakda dahâ da âcizsin. Bu konu seni ilgilendirmez. İbâdetin ile veyâ mesleğinle meşgûl ol. Dilini tut. Her ne kadar hakîkatini ve nas›l olduğunu bilmesen de arab lügatinde nüzûl kelimesinin, Allahü teâlân›n azamet ve celâline yak›ş›r bir ma’nâs›n›n câiz olduğunu bilmelisin.


Dördüncü misâl: Kur’ân-› kerîmdeki fevk [üst] lafz›d›r. En’am sûresi, onsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (O kullar›n›n fevk›nde yegâne tasarruf sâhibidir) ve Nahl sûresi, ellinci âyet-i kerîmesinde meâlen (Fevklerinde olan Rablerinden korkarlar) buyurulmuşdur. Bu âyet-i kerîmelerde geçen fevk kelimesini avâmdan birisi duyduğu zemân, fevk kelimesinin iki ma’nâda kullan›lan müşterek bir ism olduğunu bilmelidir.


Birinci ma’nâs›, yukar›da olan bir cismin aşağ›da olan bir cisme nisbeti gibidir. Ya’nî yukar›da olan aşağıdakinin baş›n›n üzerinde olmas›d›r.


İkinci ma’nâda fevk, rütbe için kullan›l›r. Bu ma’nâda, “ilm ilmden üstündür” denildiği gibi, “Halîfe sultân›n fevk›ndedir” ve “Sultân vezîrin fevk›ndedir” denir. Birinci ma’nâ, bir cismin diğer bir cisme nisbetini gerekdirir. İkinci ma’nâda ise, cisme ihtiyâc yokdur.


O hâlde mü’min, kesin olarak bilmelidir ki, birinci ma’nâ, istenen ma’nâ değildir. Allahü teâlâ hakk›nda muhâldir. Çünki birinci ma’nâ, cismin veyâ cismlerin s›fatlar›n›n îcâb etdirdiklerindendir.


O hâlde fevk kelimesinin birinci ma’nâs›n›n Allahü teâlâ hakk›nda nefy edileceğini bilen kimsenin, bu kelimenin niçin ve ne ma’nâda kullan›ld›ğ›n› bilmese de, üzerine herhangi bir mes’ûliyyet yüklenmez ve bu mevzû’a dal›p araşd›rmas›na lüzûm yokdur. Zikr etdiğimiz müteşâbih lafzlar›n üzerine zikr etmediklerimiz k›yâs edilebilir.

Eser: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

Müellif: İmâm-ı Gazâlî

Terceme: Hüseyn Hilmi Işık

İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

 Bismillâhirrahmânirrahîm


Bütün kullarına ism ve sıfatları ile tecellî eden, Onu tanımak isteyen tâliblerin aklları, kibriyâsı, azameti sahrasında şaşıran, fikr ve düşünce kanatları, Onun izzetinin sâhasına ulaşamayan, hakîkatinin ne olduğu, aklların, fehmlerin idrâkinden âlî olan; Evliyâ ve havâssının kalblerini dolduran, rûhlarını muhabbetinin ateşi ile yandıran, azamet nûrlarının parıltıları içinde hayretlere daldıran, Cemâl-i ilâhîyi medh ve senâ etmekden dilleri tutulan, ancak Allahü teâlânın onlara, mahlûkâtın en hayrlısı, Resûlü Muhammed Mustafânın "sallallahü aleyhi ve alâ eshâbihî ve ıtretihi ve sellem" dili ile işitdirdiği ve bildirdiği ism ve sıfatları ile medh ve senâ edilebilen Allahü teâlâya hamd olsun.


Allahü teâlâ sana doğru yolu göstersin. Dalâletde, sapık yolda olan haşeviyye fırkasındaki bayağı ve câhil kimselerin, Allahü teâlâ ve sıfatları hakkında, teşbîhe, mahlûklara benzetmeğe götüren müteşâbih haberlerden soruyorsun. [imâm-ı Gazâlî "rahimehullah" bir şahsın müteşâbih haberler hakkındaki süâline, o şahsa hitâben bu risâleyi yazarak cevâb vermişlerdir.] Allahü teâlâ ve sıfatları, sûret (yüz), yed (el), kadem (ayak), nüzûl (inme), intikâl, Arş üzerinde oturmak ve karar kılmak ve benzeri şeylerden muhakkak münezzehdir. O sapıklar, bunları, haberlerin zâhirinden ve sûretinden almışlar, Selef-i sâlihînin de bu i'tikâd üzere olduklarını söylemişlerdir.

Selef-i sâlihînin i'tikâdını açıklamağı, haberlerden, ya'nî âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden nelere i'tikâd edilmesinin vâcib olduğunu beyân etmeği, hakkın meydâna çıkması için üzerindeki perdeyi kaldırmağı, bahs edilmesi lâzım olan ile, bahsi lâzım olmayan ve onlara dalmakdan el çekmek lâzım gelen mevzu'ları birbirinden ayırmağı irâde etdim. Allahü teâlâya yakınlaşma ümmîdi ile açık olan hakkı, doğrulukdan ayrılmadan, bir tarafı tutmadan, mezheb taassubu göstermeden, senin isteğine icâbet ediyorum. Gözetilmeğe en lâyık olan, hak olandır. Muhâfaza edilmeğe en lâyık olan da, sıdk [doğruluk] ve insâflı olmakdır. Allahü teâlâdan hakkı, doğruyu göstermek ve bu konuda muvaffak olmam için yardımını diliyorum. O kendisine hakîkî olarak düâ edenin düâsını kabûl eder.


Bu kitâbı üç bölüm olarak hâzırladım.


Birinci bölüm, teşbîhe, mahlûklara benzetmeğe götüren haberlerde, selef-i sâlihînin mezhebinin hakîkati beyânındadır.


İkinci bölüm, hak olan Selef-i sâlihîn mezhebi üzerine getirilen delîller bildirilmekde ve bu mezhebe muhâlif olanların bid'at sâhibi oldukları açıklanmakdadır.


Üçüncü bölüm, bu mevzû'da farklı ve fâideli fasllar ihtivâ etmekdedir.

Eser: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

Müellif: İmâm-ı Gazâlî

Terceme: Hüseyn Hilmi Işık

Ders Vermeği Terk Ettikten Sonra, Tekrar Ders Vermeğe Başlamamın Sebebi

 On seneye yakın uzlet ve halvet hâlinde, ya’nî insanlardan uzak, yalnız yaşadım. Bu zemân içinde sayamıyacağım birçok sebeblerden dolayı, ba’zan zevkle, tadarak, ba’zen aklî delîl ile, ba’zan da îmânımla anladım ki, insan, beden ve kalbden yaratılmışdır. Kalbden maksadım, ölülerde ve hayvanlarda da bulunan yürek değil. Allahü teâlâyı tanımaya mahsûs rûhun hakîkatidir. Bedenin bir sıhhat hâli vardır ki, se’âdeti ona bağlıdır. Bir de hastalık hâli vardır ki, helâk olmasına sebebdir.


Kalbin de sıhhat ve hastalık hâli vardır. İnsanlar için, [Şu’âra sûresi, 89.cu âyetinde meâlen], (Ancak selîm ve pâk bir kalb ile Allahın huzûruna varanlar kurtulur) buyurulmuşdur.


Kalbin hastalığı da vardır ki, insanın dünyâda ve âhıretde ebedî helâkine sebeb olur. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde [Bekara sûresi, 10.cu âyetinde] meâlen, (Kalblerinde hastalık vardır) buyurdu. Allahü teâlâyı tanımamak öldürücü zehrdir. Nefsin arzûlarına uyarak, Allahü teâlânın emrlerini yapmamak, kalbi öldüren bir hastalıkdır. Allahü teâlâya itâ’at ise, kalbi diriltir. Nefsin arzûlarına muhâlefet ederek tâ’atde bulunmak, kalbin hastalığına şifâ veren ilâcdır. Beden hastalığını gidermek, ilâclarla tedâvîye bağlı olduğu gibi, kalb hastalığının tedâvîsi de bir takım ilâclarla mümkindir. Bedenin tedâvîsi için kullanılan ilâcların te’sîrleri, akl ile kavranamayan özelliklerdendir. Nübüvvete mahsûs özelliklerle varlıkların özelliklerini anlayan ve Peygamberlerden gelen bilgilere sâhib olan tabîbleri taklîd etmek lâzım olur. Bunun gibi, bana zarûrî bir ilm olarak ma’lûm oldu ki, Peygamberler tarafından mikdârları belli edilen ibâdet ilâclarının da te’sîrleri, akl ile idrâk olunamaz. Bunları akl ile anlamaya uğraşmamalıdır. Nübüvvet nûru ile idrâk eden Peygamberleri taklîd etmek, emrlerine uymak lâzımdır. İlâclar, çeşidleri ve mikdârları başka başka olan, çeşidli maddelerden yapılır. Bir kısm maddeler, diğerlerinin iki katı olur. Bu sebebsiz değildir. Özelliklerine göre, böyle olması îcâb eder. Kalb hastalıklarının ilâcı olan ibâdetler de, böyle mikdârı ve çeşidi değişik olan hareketlerden ibâretdir. Secde, rükü’nun iki katıdır. Sabâh nemâzı, ikindi nemâzının yarısı kadardır. Böyle olmasında ilâhî bir sır vardır. Bu sır, ancak nübüvvet nûruyla anlaşılabilen bir özellik cinsindendir. İbâdetlerin bu durumları için, akl yoluyla hikmet ve sebeb arayanlar veyâ bu özelliklerin ilâhî bir sırra dayanmadığını, tesâdüfen bir şey olduğunu zan edenler,ahmaklıklarını ve câhilliklerini ortaya koymuşlardır. İlâclarda onları meydâna getiren bir takım temel maddeler vardır. Bunlar, temel unsûrlar sayılır. Bir de ilâcları hâzırlarken, ba’zı husûslar göz önünde tutulur. Bunlar da ilâcların temel maddelerinin te’sîrini göstermesi için, yardımcı maddelerdir. Bunların da herbirinin ayrı bir yeri vardır. Bunun gibi, sünnetler ve nâfileler asl rüknleri (farzları) temâmlayıcıdır.


Hülâsâ,Peygamberler, kalb hastalıklarının tabîbleridir.Aklın fâidesi ve işi, bize Peygamberleri tasdîk ve şehâdet etdirmekdir. Nübüvvet nûruyla idrâk edilen sırları anlamakdan âciz olduğumuzu i’tirâf etdirmekdir.Bizi elimizden tutup,körleri rehberlerine,şaşırıp kalmış olan hastaları şefkatli tabîbe teslîm eder gibi,nübüvvete teslîm etmesidir. İşte aklın yapacağı iş, bu kadardır. Bundan ötesine geçemez, karışamaz. Ancak tabîbin kendisine söylediğini bize haber verir. Bu mes’eleler; halk arasından uzaklaşıp, yalnız yaşadığım müddet içinde âdetâ gözle görür gibi kesin ve zarûrî bir tarzda anladığım mes’elelerdir.


Diğer tarafdan, nübüvvetin var olup olmadığı ve mâhiyeti husûsunda, Peygamberlerin bildirdiği hükmlerle amel etmekde, insanların i’tikâdının za’îflediğini gördüm. Bu durumun, halk arasında yaygın hâlde olduğuna şâhid oldum. Halkdaki gevşekliğin ve îmân za’îfliğinin sebeblerini araşdırdım ve buldum. Bunlar dört sebebdir:


Birincisi: Felsefe bilgileri ile meşgûl olanlardan kaynaklanan sebebdir.


İkincisi: Tesavvuf yoluna mensûb olanlara dayanan sebebdir.


Üçüncüsü: Ta’lîm iddi’âsına (İsmâ’îliyyeye) mensûb olanlara dayanan sebebdir.


Dördüncüsü: Halk arasında âlim diye tanınmış kimselere dayanan sebebdir.


Bir müddet de halkın durumunu araşdırdım. Dînin emrlerini yerine getirmekde kusûr edenlere, bunun sebeblerini sordum. Niçin şübhe etdiklerini, i’tikâdlarını ve kalblerindeki düşüncelerini araşdırdım.


Böyle kimselere: Niçin dînin emrlerini yapmıyorsun? Eğer âhırete inanıyorsan ve hâzırlanmıyorsan, onu dünyâ karşılığında satıyorsan, bu hâl ahmaklıkdır. Çünki sen, ikiyi bire karşılık değişmezsin. Nasıl oluyor da, ebedî âhıret hayâtını, bu geçici dünyâya karşılık değişiyorsun. Eğer âhırete inanmıyorsan, îmânın yok demekdir. Îmâna kavuşmak için derhâl tedbîr al, nefsine hâkim ol. İçinde saklı olan küfrün sebebini araşdır. Gerçi sen kalbinde saklı olan küfrü açıkca söylemiyorsun.Sâdece,kendini îmân sâhibi ve dîne bağlı gibi göstermekle, küfrünü açığa vurmamak fâidesizdir, diyordum.


Ba’zısı buna şöyle cevâb veriyordu: Dînin emrlerini yerine getirmek husûsunda âlimlerin bizden dahâ çok dikkat etmeleri lâzımdır. Fazîletli diye şöhret bulanlardan falan kimse, nemâz kılmıyor. Falan kimse, şerâb içiyor. Falan, vakf ve yetîm malı yiyor. Falanca da harâmlardan sakınmıyor. Bir diğeri de rüşvet alıyor ve sâire.


Diğer bir şahs da şöyle dedi: Ba’zı kimseler, tesavvuf ilmine ve hâllerine vâkıf olduğunu söyleyerek, tesavvufdan dem vuruyor. İbâdet etmeye hâcet bırakmayan bir makâma yükseldiğini söylüyor!


Üçüncü bir kimse ise, herşeyi mubâh ve halâl gören bir mezhebin, ya’nî ibâhâ ehlinin yoluna sapmışdır. Onların şübhelerinden bir şübheye saplanmış, dînin emrlerini yerine getirmiyor. Bunlar, tesavvuf yolundan uzak sapık kimselerdir.


Dördüncü bir kimsede,ta’lîmiyye ehliyle karşılaşmış,diyor ki: Hakkı bulmak güçdür. Ona varan yol kapalıdır. Bu konuda çok ihtilâf vardır. Mezheblerden biri diğerinden dahâ doğru gözükmüyor. Aklî delîller ise, birbirini çürütüyor. Bu delîlleri ortaya atanların görüşlerine güvenilmez. Ta’lîmiyye mezhebine da’vet edenler de, delîllerinde zorlayıcı olup, ellerinde delîl olmadan hükm veriyorlar. Bu durumda niçin şübheli olan şeyleri yapmakla meşgûl olayım.


Beşinci kimse de diyordu ki: Ben dînin emrlerini başkasını taklîd ederek niçin yapayım. Ben aydın insanım. Felsefe ilmini okudum ve Peygamberliğin hakîkatini idrâk etdim. Onun hakîkati, hikmetlere ve maslahata, fâidelere dayanıyor. İbâdetlerden maksad, halkın câhil kısmını zabtetmek, onları, birbirini öldürmekden, çekişmekden ve nefsânî arzûlardan alıkoymakdır. Ben câhil halkdan biri değilim ki, dînin emrleri altına gireyim. Ben hikmet sâhibiyim ve hikmete uyarım. Hakîkati hikmetle görürüm. Bu husûsda taklîde, Peygambere tâbi’ olmağa ihtiyâcım yokdur. İşte, ilâhiyyûn felsefecilerinin kitâblarını okuyanlar veyâ ibni Sînâ ve Fârâbînin kitâblarından bunları öğrenen kimselerin inancları böyledir. Böyle kimseler, islâmiyyeti kendilerine süs vâsıtası yaparlar. Onları çoğu kerre Kur’ân-ı kerîm okurken, cemâ’ate gidip, nemâz kılarken ve sözde dîni çok medh etdiklerini görürsün.Fekat,şerâb içerler ve dînin harâm dediği şeyleri yapmakdan sakınmazlar. Bunlardan birine, Peygamberliğe inanmıyorsan, niçin nemâz kılıyorsun diye söylenilse, bedenimin idmanı için der ve bu halkın bir âdetidir. Halkın yapdığı gibi yapıyor gözükmek, malımı, çoluk çocuğumu korumaya vesîle oluyor diye cevâb verir.


Bunlardan bir kısmına da, din gerçek, nübüvvet hakdır, denip, o hâlde niçin içki içiyorsun diye sorulunca, şu cevâbı verir. İçki, insanlar arasında kin ve düşmanlığa sebeb olduğu için yasaklanmışdır. Ben ilmim ve hikmetimle, aydın olmam sâyesinde bu tehlîkelerden korunurum. İçki içmekden maksadım, zekâmı keskinleşdirmekdir, cevâbını verir. İbni Sînâ, yazdığı ahdnâmede, Allahü teâlâya ahdlerde bulunmuş, dînin emrlerini yerine getireceğini, ibâdetlerde kusûr etmeyeceğini, şerâbı zevk için değil, tedâvî için içeceğini söylemişdir. İşte felsefecilerden îmân sâhibi olduğunu iddi’â edenin îmânı bu kadardır. Bir kısm insanlar, bu felsefecilere aldanmışdır. Felsefecilere i’tirâz edenlerin i’tirâzlarının za’îfliği, ya’nî bu i’tirâzı yaparken farkında olmadan hendese, mantık ve benzeri gibi kendilerine lâzım olan ilmleri de red etmeleri, i’tirâzlarını za’îfletmişdir. Bu durum ise, halkın felsefecilere aldanmasını artdırmışdır. Bu husûsa dahâ önce işâret etmişdik.


Bu gibi sebeblerle halkın îmânının bu derece za’îflediğini görünce, bu şübheleri ortadan kaldırmak için, kendimi hâzırlanmış bir hâlde buldum. Bu adamları rezîl etmek, benim için bir yudum su içmekden dahâ kolay oldu. Çünki, felsefecilerin, ta’lîmiyyenin, âlim geçinenlerin ve tesavvuf ehlinin ilmlerini tam ma’nâsıyla öğrenmişdim.Kalbime doğduki, böyle bir zemânda bunu yapmak, benim için kaçınılmaz, ihmâle gelmez zarûrî bir işdir. Kendi kendime; yalnız yaşamak, halk arasına karışmamak ne işe yarar? Hâlbuki hastalık, salgın hâlini almış, bunu tedâvî edecek tabîbler de hastalanmış, halk sapıklıkdan helâk olmak üzeredir diyordum.


Yine bu belâyı gidermek, bu karanlığı ortadan kaldırmak için, başka ne zemân imkân bulabilirsin?Zemân,fetret zemânı,devr,bâtıl devridir. Halkı sapdığı bâtıl yoldan doğru yola çağırsan, bu devrdeki insanların hepsi sana düşman kesilir. Onlara nasıl karşı koyabilirsin ve onlarla nasıl baş edebilirsin? Bu ancak dînine bağlı ve güçlü bir hükmdârın yardımı ile olabilir diyordum. Bir ara hakkı delîl ile açıklamakdan âciz olduğumu rûhsat kabûl ederek, uzlete, insanlardan uzak kalmağa devâm etmeğe karâr verdim. Allahü teâlâ takdîriyle, zemânın sultânının kalbinde bir arzû uyandırdı.Onun bu arzûsunda dışardan başka bir te’sîr yokdu.Halkın içine düşdüğü bu fetret devrini kaldırmam için, Nişâbura gitmememi kesin bir emrle bildirdi. Emr o derece kesin idi ki, muhâlefetde ısrâr etseydim, sultânın kalbini kırmış olurdum.Bu hizmeti yapmakdan kendimi ma’zûr görmemin za’îf bir sebebe dayandığının farkına vardım. Tenbellik, istirâhat, nefsi azîz tutmak, halkdan gelecek olan sıkıntılardan korunmak gibi sebeblerle, halkdan uzak yaşamak lâyık değildi. İnsanların cefâsının güçlüğü, nefse rûhsat vesîlesi olamazdı. Allahü teâlâ, [Kur’ân-ı kerîmde, Ankebût sûresinin, bir, iki ve üçüncü âyet-i kerîmelerinde] meâlen, (Elîf, lâm, mîm. İnsanlar, imtihândan geçirilmeden, sâdece, îmân etdik, demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Biz onlardan öncekileri de imtihândan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacakdır) buyurdu.


Allahü teâlâ yine Resûlüne “sallallahü aleyhi ve sellem” [Kur’ân-ı kerîmde,En’am sûresi otuzdördüncü âyetinde] meâlen,(Muhakkak ki, senden önceki Peygamberleri de yalanladılar. Onlar yalanlamalara karşı sabretdiler ve yardımımız, kendilerine yetişinceye kadar sıkıntılara katlandılar. Allahın hükmlerini hiçbir güç değişdiremez. Muhakkak ki, Peygamberlerin haberlerinden ba’zısı sana geldi) buyurdu. Allahü teâlâ yine [Kur’ân-ı kerîmde, Yasîn sûresinin ilk onbir âyet-i kerîme-sinde] meâlen,(Yasîn. Hikmetlerle dolu Kur’âna yemîn ederimki, sen Peygamberlerdensin. Dosdoğru yoldasın. Kur’ân, Azîz ve Rahîm olanAllah tarafından indirilmişdir.Onunla ataları uyarılmış azgın bir kavmi uyarasın diye gönderildin. Onlardan çoğu, azâbımıza müstehak oldu. Onlar îmân etmezler. Biz onların boyunlarına çene kemiklerine dayanacak şeklde birer demir halka geçirdik. Başları kalkık duruyor, aşağı bakamıyorlar. Önlerinde bir set, arkalarında bir set yaratdık. Onları her tarafdan çevirdik. Önlerini, arkalarını göremiyorlar. Onları uyarsan da, uyarmasan da birdir. Îmân etmezler. Sen ancak, Kur’âna uyan ve görmediği hâlde Allahdan korkan kimseleri uyarabilirsin. Onları ma’rifet ve Cennetle müjdele) buyurdu.


Halkın arasına dönme husûsunda kalb gözü açık ve müşâhede erbâbından, ya’nî tesavvuf ehli büyüklerden birçok kimse ile istişârede bulundum. Hepsi artık uzleti terk edip, insanların arasına dönmek îcâb etdiğini sözbirliği ile söylediler. Tesavvuf ehlinden ba’zı sâlih kimseler tarafından görülen ve dilden dile dolaşan rü’yâlar da insanların arasına dönmemi,halkı şaşkına çeviren sapıklıklara cevâb vermek için harekete geçmemi işâret ediyor ve kuvvetlendiriyordu. Bu rü’yâlar, Allahü teâlânın bu asrın ya’nî hicrî beşinci asrın başında, takdîr buyurduğu bir hayrın doğru i’tikâda, ya’nî Ehl-i sünnete dönmenin başlangıcı olduğunu gösteriyordu. Allahü teâlâ, her asrın başında dîni yeniden dirilteceğini va’d buyurdu. Bütün bu şehâdetlerden dolayı kalbimde ümîdim kuvvetlendi. Hüsn-i zannım gâlib geldi.


Hicrî dörtyüzdoksandokuz senesi Zilkâde ayında bu mühim vazîfeyi, ya’nî tecdîd işini yerine getirmek için Nişâbûra hareket etmem nasîb oldu. Bağdâddan ayrılışım dörtyüzseksensekiz senesinin Zilkâde ayında idi.Demekki,insanlardan ayrı,uzlet hâlinde yaşamam,onbir seneyi doldurmuşdu. Nişâbûra gitmek üzere yola çıkmam Allahü teâlânın takdîr buyurduğu bir hareket idi. Bu, Allahü teâlânın öyle hikmetler dolu takdîrlerindendir ki,insanlardan uzak yaşadığım esnâda kalbimden hiç geçmemiş idi. Nitekim Bağdâddan ayrılmak ve içinde bulunduğum makâmı, mevki’i, malı, mülkü ve evlâdlarımı terk etmek de aslâ hâtırımdan geçmemişdi. Kalbleri ve hâlleri değişdiren Allahü teâlâdır. Bir hadîs-i şerîfde: (Mü’minin kalbi, Rahmânın kudret elinin iki parmağı arasındadır) buyuruldu.


İyi biliyorum ki, ilmi yaymaya, talebelere ders vermeye döndüm. Fekat bu dönüş, göründüğü gibi değil, başka, çok başka bir dönüşdür. Eski hâlime dönmedim. Çünki dönmek eski hâle girmekdir. Ben eskiden insana mevki’ kazandıran ilmi yayıyordum. Sözlerimle ve hâllerimle o ilme da’vet ediyordum. Şimdi ise, insana makâm ve mevki’i terk etdiren, rütbeden uzaklaşmayı öğreten ilme da’vet ediyorum. Niyyetim ve arzûm budur. Bu hâlimi Allahü teâlâ biliyor. Ben kendi nefsimi ve başkalarını ıslâh etmek istiyorum. Murâdıma erecekmiyim yoksa, mahrûm mu kalacağım, bilemiyorum. Fekat, kesin ve görmüş gibi bir inanış ile inanıyorum ki, bir hâlin değişmesi, bir işi yapmak kuvveti, ancak Allahü teâlânın yardımı ile ve muvaffak etmesiyledir.Yine inanıyorum ki,ben birşey yapmadım. Allahü teâlâ bana bu işi yapmayı ihsân etdi. Allahü teâlâdan dileğim, önce beni, sonra da benim vâsıtamla başkalarını ıslâh eylesin. Hak olan şeyin hak olduğunu göstersin ve ona uymayı nasîb eylesin. Bâtıl olan şeyin de bâtıl olduğunu göstersin ve ondan sakınmayı nasîb eylesin!


Şimdi, yukarıda bahsetdiğimiz, îmânın za’îflemesine sebeb olan şeyleri anlatacağım. Se’âdete kavuşduran ve helâke sebeb olan hâllerden kurtaran yolu göstereceğim. Ehl-i ta’lîmden (Şî’ânın bir kolu olan ismâ’îlîlerden) işitdikleri sözler sebebiyle ne yapacaklarını şaşıranların çâresini (El-Kıstas-ül-müstakîm) adındaki kitâbımızda anlatdık. Burada tekrâr ederek sözü uzatmaya lüzûm yokdur.


İbâhâ ehlinin, ya’nî herşeyi mubâh ve serbest görenlerin ortaya atdığı yanlış düşünceleri ve onların şübhelerini yedi kısma ayırdık ve onları da (Kimyâ-i se’âdet) kitâbımızda açıkladık. Felsefe yolunu benimseyip, i’tikâdlarını bozanlar ve Peygamberliği inkâr edenler için, nübüvvetin hakîkatini ve varlığının zarûrî olduğunu îzâh etdik. İlâcların, yıldızların ve bunlar gibi şeylerin özelliklerini bildiren ilmlerin varlığı dolayısıyla, Peygamberliğin hak olduğuna delîl getirmemizin sebebi, bu ilm dallarının felsefecilerin bahsetdiği ilmlerden olmasıdır.


Biz, astronomi, tıp, tabî’at, sihr, tılsım gibi ilm dallarında âlim olana nübüvvet hakkında delîl gösterirken, herkesin kendi ilmini alâkadar eden delîller gösteririz. Fekat, nübüvveti dili ile kabûl etdim deyip, dînin bildirdiği mes’eleleri hikmetle îzâha çalışan kimse,muhakkakki nübüvvete inanmayan bir kâfirdir. O sâdece başkalarının kendisini ta’kîb etdiği bir hâkime inanmışdır.Bu durumun nübüvvete inanmakla hiçbir alâkası yokdur. Nübüvvete inanmak, aklın ötesinde bir âlemin varlığını kabûl etmekdir ki, orada aklın idrâk edemeyeceği ba’zı şeyleri idrâk eden bir göz açılır. Kulak, renkleri, göz, sesleri idrâk edemediği gibi, bütün duyu organları da, aklın kavradığı şeyleri idrâk edemez. Akl da, kendi ötesinde ma’nevî gözün (kalb gözünün) idrâk etdiği şeyleri anlıyamaz. Felsefeciler böyle bir şeyi kabûl etmiyorsa da, biz bunun mümkin olduğunu ve var olduğunu yukarıda kesin delîller ile açıkladık. Eğer bunu kabûl ederse, o zemân akl tarafından anlama ihtimâli bulunmayan ve yalanlanan, imkânsız olduğuna hükmedilen bir takım husûsî hakîkatlerin bulunduğunu isbât etmiş olur.


Meselâ bir dank,ya’nî yarım gram afyon,öldürücü bir zehrdir. Çünki aşırı derecede soğutucu özelliği olduğundan, damarda kanı dondurur. Tabî’at ilmine sâhib olduğunu iddi’â eden birisi, birleşik cismler, soğukluğu, su ve toprak unsûruyla kazanır zan eder. Çünki dört unsûrdan soğuk olanı, su ve toprakdır. Ama şu bir gerçekdir ki, yüzlerce litre toprak ve su bir araya gelse insan vücûdunu soğutmada yarım gram afyonun soğutduğu derecede soğutmaz. Bu husûsda tecribesi bulunmayan bir tabî’atcıya bahsedilse, imkânsız olduğunu söyler. Delîl olarak da afyon bitkisinde havâ ve ateş unsûrlarının da bulunduğunu, bu unsûrların onun soğutucu özelliğini artdırmayacağını söyler. Eğer afyonun sâdece su ve toprakdan meydâna geldiğini kabûl etsek, bu derece aşırı soğukluk ortaya çıkmaz. Hâlbuki hava ve ateş gibi iki sıcak unsûrun eklenmesiyle, kesinlikle bu kadar soğukluk olmaması îcâb eder der. Bu aklî bir delîldir. Felsefecilerin tabî’at ve ilâhiyât konularında kesin delîl olarak kabûl etdikleri şeylerin çoğu bu türdendir. Çünki onlar, varlıkları gördükleri ve anladıklarına göre değerlendirirler. Gördüklerine ve anladıklarına uymayan hâdiselerin imkânsız olduğuna hükmederler. Sâdık rü’yâlar herkesce kabûl edilmemiş olsaydı, bir kimse çıkıp, duyu organlarım sâkinleşdiği, durgun olduğu zemân (uykuda, rü’yâda) gaybdan haberdâr olurum, diye söylese, hakîkatleri akllarıyla ölçmeye alışmış olanlar, o kimsenin sözlerini inkâr ederlerdi.


Felsefecilerden birine şöyle söylenilse: Küçük bir dâne bir şehre atılınca, şehrin temâmını yok etsin. Sonra da kendi kendini yok etsin. Böyle bir şey mümkin mi? Felsefeci, böyle bir şey imkânsızdır, bu gibi şeyler hurâfedir, der.Hâlbuki söylediğimiz şey ateşin durumudur.Ateş, hem başka şeyleri,hemde kendini yakar yok eder.Ateşi görmeyen kimse, bunu inkâr eder. Âhırete âid şeylerin çoğu, buna benzer. O tabî’atcıya deriz ki, afyonda soğutma bakımından öyle bir özellik vardır ki, o özellik tabî’at ilmiyle ölçülmez. Akla uygun hâllere kıyâs olunamıyor demek mecbûriyyetinde kaldın. O hâlde dînin koymuş olduğu hükmlerde de, kalbleri tedâvî ve tasfiye etmek husûsunda akl yoluyla anlaşılamıyan, ancak nübüvvet gözü ile görülebilen ba’zı özelliklerin bulunabileceğini neden mümkin görmüyorsun?


Felsefeciler bundan dahâ acâib birtakım özellikleri kabûl edip, kendi kitâblarına yazmışlardır. O özelliklerden biri de doğum sırasında zorluk çeken bir kadına, kolay doğum yapması için tavsiye edilen aşağıdaki şekldir.

4 9 2

3 5 7

8 1 6

Dal Tı Be

Cim He Ze

Ha Elif Vav

Bu şekller, su değmemiş iki bez parçasına çizilip, yazılır. Doğum yapacak kadın bunlara bakar ve ayaklarının altına kor. O zemân çocuk derhâl doğar. Felsefeciler bunun mümkin olduğunu kabûl etmişler ve “Acâib-ül-havâs” kitâbında yazmışlardır. Bu şekl, dokuz hâneli bir şekldir. O hânelere belli rakamlar yazılır. Her sırada bulunan rakamlar enine, boyuna ve çapraz olarak toplanırsa toplam hep onbeş çıkar.


Bunu kabûl eden kimsenin aklı, sabâh nemâzının farzının iki, öğlenin dört, akşamın üç rek’at olmasının, felsefe gözüyle, aklla anlaşılamıyacak birtakım özelliklerden dolayı olduğunu neden kabûl etmiyor? Bunun hikmeti, bu vaktlerin ayrı ayrı olmasındadır. Bu özellikler, ancak nübüvvet nûruyla idrâk olunur. Ne garîbdir ki, bu vaktlerin birbirinden ayrı olmasının astronomi ilmine göre,müneccimlerin ifâdesiyle söylesek, vaktler arasındaki farklılığı anlayacaklardır. Meselâ, güneşin göğün ortasında veyâhud doğuş sırasında veyâ batış durumunda olmasına göre tâlih hakkında hükm değişik olmuyor mu? Hattâ müneccimler, yıldızların hareketine bakarak, ömrlerin kısa ve uzun olmasını, ecelin nasıl vâki’ olacağını tesbît etmiyorlar mı? Hâlbuki, güneşin göğün ortasında olmasıyla, doğmakda veyâ batmakda olması arasında fark yokdur. Bunu tasdîk etmesi, yalancılığını belki yüz def’a tecribe etdiği müneccimin ağzından duymuş olmasından dolayıdır. O müneccimi dâimâ tasdikden geri dönmez. Hattâ müneccim dese ki: Güneş, göğün ortasında iken falan yıldız onun hizâsına gelse, tâlih de falan burcda olsa, o sırada yeni bir elbise giysen,elbise içinde öldürülürsün.Buna inanır ve şiddetli soğukdan eziyyet çekse, müneccimin yalanını da birçok def’alar görmüş olsa bile, o denilen zemânda yeni elbise giymez. Aklı böyle şeyleri kabûl eden, bunların, ba’zı Peygamberlerin mu’cizesi olarak öğrenilmiş özellikler olduğunu i’tirâf etmeye mecbûr kalan bir kimse, nasıl olur da mu’cizeleri apaçık ve yalan söylediği aslâ işitilmemiş olan sâdık bir Peygamberin sözlerinde,bunlara benzer şeyleri inkâr edebiliyor? Bir felsefeci,nemâz rek’atlerinin sayısında, hacda şeytân taşlamakda çakıl taşlarını atmakda, hac rüknlerinin sayısında ve dinde emredilen ibâdetlerde bu gibi özelliklerin bulunabileceğini inkâr ediyorsa, biz bu özelliklerle, ilâcların ve yıldızların özellikleri arasında aslâ fark göremiyoruz.


Felsefeci, ben yıldızlara ve tıbba âid söylenen özelliklerden bir kısmını tecribe etdim. Ba’zılarını hakîkate uygun buldum ve tasdîk etdim. O özelliklere olmayacak bir şey gözüyle bakmak ve onları red etmek hissi içimden kalkdı. Fekat senin dediklerini tecribe etmedim. Mümkindir desem bile, hakîkat olduğunu nereden bileyim derse, şöyle cevâb veririm: Sâdece kendi tecribe etdiklerinle kalma. Tecribe edenlerin anlatdıklarını işitdin, onlara uy. Evliyânın sözlerini dinle. Onlar tecribe etdiler. Dînin bildirdiği her şeyde hakkı müşâhede etdiler. Onların yolundan yürü. Sen de onların gördüklerinin ba’zısını açıkca görerek, idrâk edersin.


Şunu da ilâve edeyim ki, her ne kadar bu husûsda tecriben yoksa da, tasdîk etmek ve uymak lâzım olduğunu aklın kabûl etmelidir. Farzedelim ki, bir adam ergenlik çağına ulaşmış, aklı başında, fekat henüz tecribe sâhibi değil. Bu adam, hastalandı. Tıp ilminde mâhir, çok şefkatli bir babası var. Onun tıpdaki şöhretini aklı erdiğinden beri işitiyor. Babası ona bir ilâc hâzırlayıp, bu senin hastalığına iyi gelir, seni bu hastalıkdan kurtarır, demiş. O hastanın aklı neye hükm etmelidir? İlâc, acı ve fenâ kokulu olsa bile, içmeli mi? Yoksa babasını yalanlayıp, tecribe etmediğim bu ilâcın hastalığımı iyileşdireceğini aklım kabûl etmiyor mu demelidir? Böyle yaparsa, ona ahmak diyeceğine şübhem yokdur. İşte bunun gibi, ibâdetlerin özelliklerini kabûlde tereddüt edersen, basîret sâhibleri seni de ahmak sayarlar.


Eğer, Peygamberin “aleyhisselâm” şefkatini ve ma’nevî tedâvî sayılan ibâdetlerin özelliklerine vâkıf olduğunu nasıl bileyim der isen, derim ki: Babanın şefkatini nasıl bildin? Bu maddî olarak hissedilen bir şey değildir. Fekat babanın hâllerini ve sana karşı davranışlarını görerek bildin. Bu hâl ve hareketler, sende zarûrî bir bilgi meydâna getirdi. Bunda aslâ şübhem yokdur.Bir kimse,Resûlullahın”sallallahüaleyhivesellem” sözlerine, kitâblarda bildirildiği üzere, insanlara doğru yolu nasıl gösterdiğine, gâyet yumuşaklıkla, nezâket ve iyilikle onların ahlâkını güzelleşdirmeye, dargın kimselerin aralarını bulmağa, dünyâ ve âhıret se’âdetine kavuşduracak şeylere da’vet etmek husûsundaki yüksek gayretine bakarsa, o yüce Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” ümmetine karşı şefkatinin, bir babanın çocuğuna olan şefkatinden kat kat fazla olduğunu kesin bir şeklde görüp ve anlar. Yine Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” açıkca görülen nâdir hâllerine ve Kur’ân-ı kerîmde Onun lisanıyla haber verilen ve hadîs-i şerîflerinde âhır zemânda zuhûr edeceği bildirilen gayba âid şeylerin bildirdiği gibi çıkdığına bakarsa, kesin olarak anlarki,O,aklın ötesinde bulunan bir duruma ulaşmışdır.Onda ma’nevî bir göz açılmışdır ki, onunla ancak Allahü teâlâya kavuşmuş kimselerin idrâk edebileceği gaybı ve aklın eremeyeceği şeyleri görüyor.


İşte Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” doğruluğunu tasdîk eden zarûrî ilme kavuşmanın yolu budur. Tecribe et, Kur’ân-ı kerîmin âyetlerini iyi düşün. Hadîs-i şerîfleri iyi mütâlaa et, incele, bunu açık olarak anlarsın, görmüş gibi inanırsın. Bu kadar söz, felsefecileri yola getirmek için kâfîdir. Bu zemânda buna çok ihtiyâc olduğu için anlatdık.


Îmânı za’îfleten dördüncü sebebe gelince, bu âlimlerin ilmleriyle amel etmemeleri, kötü hâlleri sebebiyle halkın te’sîr altında kalıp, îmânlarına za’âf gelmiş olmasıdır. Bu hastalık ise üç dürlü tedâvî edilir.


Birinci tedâvî şekli: Halka şöyle demelisin. Harâm yidiğini iddi’â etdiğin âlimin, harâmın harâm olduğunu bilmesi, senin, içkinin, fâizin hattâ gîbetin, yalanın, kovuculuğun harâm kılınışını bilmen gibidir. Sen bunların harâm olduğunu bildiğin hâlde işlersin. Bunları yapman harâm olduğuna inanmamandan dolayı değil, nefsinin hevâsına, arzûlarına uyduğundan dolayıdır. İşte âlimin nefsinin arzûları da senin arzûların gibidir. Onu da nefsi mağlûb etmişdir. Onun senden farkı, birçok mes’eleyi bilmesi, ilm sâhibi olmasıdır. Onu, işlediği günâhlardan dolayı, dahâ fazla tenkid etmek uygun düşmez. Tıbba inanan pekçok kimse vardır ki, tabîb kendisine yasakladığı hâlde, meyve yimekden ve soğuk su içmekden kendisini alamaz. O kimsenin bu davranışı, tıp ilmine inanmadığından değildir. İşte, âlimlerin hatâları da böyle telakkî edilmelidir.


İkinci tedâvî şekli: Câhil kimselere şöyle demelidir: Âlim, ilminin âhıretde kendisine şefâ’atci olacağını kabûl ediyor. Zan ediyor ki, ilmi onu kurtaracakdır. Bu sebeble ilmine güvenip, amellerde gevşek davranıyor. Belki de ilmi aleyhine bir delîl olacakdır. Fekat o lehine olacağına güveniyor. Bu da mümkindir. O, ilmine güveniyor, ameli terk ediyor. Ya sen ey câhil,ona bakıp,ameli terkedersen,ilminde olmadığına göre,kötü amelin sebebiyle helâk olursun. Sana şefâ’at edecek bir şeyin de yokdur.


Üçüncü tedâvî şekli: En doğru tedâvî şekli budur. Hakîkî âlim ancak yanılarak günâh işler. Günâh işlemekde aslâ ısrâr etmez. Hakîkî ilm, günâhın öldürücü zehr olduğunu, âhıretin dünyâdan iyi olduğunu bildirir. Bunu bilen bir kimse, iyiliği bırakıp, kötülüğe yönelmez. İlmin bu meziyyeti insanların çoğunun meşgûl olduğu çeşidli ilmlerle elde edilmez. Bunun için, o tip ilmler, sâhibini günâh işlemekde cüretkâr olmaya sürekler. Fekat hakîkî ilm ise, sâhibinde Allah korkusunu uyandırır ve artdırır. Bu korku onunla günâh arasında perde olur. Ancak, yanılarak günâh olan ba’zı hareketlerde bulunabilir. İnsanlar bu gibi hatâlardan kurtulamaz. Bu hâl, îmânın za’îfliğini göstermez. Mü’min böyle hatâlara düşebilir. Fekat tevbe eder ve günâh işlemekde ısrâr etmez.


Felsefecilerin ve ta’lîmiyyecilerin yollarının kötülüğü ve zararları ve onlara karşı çıkarken usûlsüzlük yapanların zararları hakkında bildirmek istediklerim bu kadardır.


Allahü teâlâdan dileğimiz, bizi seçdiği hakka ve hidâyete erdirdiği kullarından eylesin. Hiç unutmamak üzere zikrini kalbimize yerleşdirsin. Nefsinin şerrinden koruduğu, yalnız kendisine ibâdet eden, hâs ve ihlâslı kullarından eylesin!


İmâm-ı Muhammed Gazâlî “rahmetullahi aleyh”


Bu (El-münkız) kitâbını İmâm-ıMuhammed Gazâlî “rahmetullahi aleyh” yazmışdır. İslâmın en büyük âlimlerindendir. 450 [m. 1058] senesinde tevellüd, 505 [m. 1111] senesinde vefât etmişdir. Şâfi’î mezhebinde müctehîd idi. O kadar çok kitâb yazmışdır ki, ömrüne bölünce, bir güne onsekiz sahîfe düşmekdedir. Kitâbları çok kıymetlidir. İslâm felesofu olmayıp, büyük bir Ehl-i sünnet âlimidir. İslâmiyyetde felsefe olmadığı gibi, İslâm felesofu da yokdur.


İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin mürşidi, silsile-i aliyyenin büyüklerinden Ebû Alî Fârmidî hazretleridir. Evliyâlık mertebelerine onun sohbetleri ile kavuşmuşdur. İmâm-ıGazâlînin yaşadığı devr,islâm âleminde,siyâsî ve fikrî karışıklıkların hükm sürdüğü bir devr idi. Bağdâddaki Abbâsî halîfesinin hâkimiyyeti za’îflemeğe yüz tutmuşdu. Büyük Selçukî Devletinin sınırları ise genişliyor, nüfûzu artıyordu. İmâm-ı Gazâlî, bu devletin hükümdârları, Alparslan, Melikşâh ve Sultân Sencer zemânında yaşadı. Hassan Sabbâh ve adamları, sapık yolları olan ismâ’îliyye fırkasının fikrlerini yaymaya çalışıyorlardı. Mısrda da şî’î Fâtimî devleti çökmeğe başlamış, Endülüs İslâm Devleti gerilemeğe yüz tutmuş idi. Müslimânları mukaddes topraklardan atmak için hâzırlanan Haçlı seferleri, bu zemân [m. 1096] başlamışdı. Bu siyâsî karışıklıkların yanında, fikr ve düşüncelerdede karışıklıklar başlamışdı.İç ve dış düşmanlar, her zemân olduğu gibi, müslimânların i’tikâdını bozmağa çalışmış, bir yandan Yunan feylesoflarının bozuk fikrleri terceme edilip, islâm inançlarına karışdırılmağa uğraşılmış, bir yandan da Bâtınî ve Mu’tezîli i’tikâdları yayılmaya çalışılmışdır.


İşte bu sırada Ehl-i Sünnet i’tikâdını müdâfea eden İslâm âlimlerinin başında, İmâm-ı Gazâlî hazretleri geliyordu. O, bir yandan talebeler yetişdirmeğe çalışırken, bir yandan da, Ehl-i sünnet dışı fırkalara ve felsefecilere cevâblar yazmışdır.(El-münkız) kitâbında,kendilerini akllı,ilm adamı, hiç yanılmaz zan eden dinsizlere cevâb vermekdedir. (İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm) kitâbında da, Ehl-i sünnet i’tikâdına göre inanmanın ehemiyyetini,müteşâbîhatdan ma’nâ çıkarmanın tehlükelerini, kelâm ilmi ile uğraşmanın zararlarını açıklamakdadır.


Eserlerinin sayısı (1000)e ulaşdığı (Mevdû’at-ül ulûm) kitâbında yazılıdır. İhyâ-ül-ulûm,Kimyâ-i Se’âdet kitâbları ile Cevâhir-ül Kur’ân tefsîri meşhûrdur.

Eser: El-münkızü mined-dalâl

Müellif: İmâm-ı Gazâlî 

Terceme: Hüseyn Hilmi IŞIK

TESAVVUF EHLİNİN YOLU

 Yukarıda bahsi geçen ilmleri inceledikden sonra, bütün dikkat ve gayretimle tesavvuf yolunu incelemeye başladım. Şunu anladım ki, tesavvuf yolu, ilm ve amel ile temâmlanıyor. Tesavvuf ehlinin ilminin özü nefse âid olan mâni’leri geçmek, nefsi kötü huylardan ve fenâ vasflardan temizlemekdir. Kalbden Allahü teâlâdan başka herşeyin düşüncesini atmak ve kalbi Allahü teâlânın zikriyle süslemekdir.


Tesavvufun bu ilm yönü, bana amel yönünden dahâ kolay geldi. Bu sebeble önce tesavvuf ehlinden Ebû Tâlib Mekkînin (Küt-ül-kulûb) adlı kitâbını, Hâris-i Muhâsibînin kitâblarını,Cüneyd-i Bağdâdînin,İmâm-ı Şiblînin,Bâyezîd-i Bistâmînin “radıyallahü anhüm” ve diğer büyük sôfîlerden nakl edilen sözlerin bulunduğu kitâbları okuyup, incelemek sûretiyle, bu ilmi tahsîle başladım. Bu zâtların ilmle anlatdıkları maksadlarının özüne vâkıf oldum. Tesavvuf yolunun işitmekle ve öğrenmekle elde edilebilecek yönünü tahsîl etdim.


Anladım ki, tesavvuf ehlinin bu büyüklerinin kavuşmak istedikleri gâye, öğrenmekle değil, tadmak, yaşamak, sıfatları ve hâli değişdirmekle ele geçer. Sıhhatin, tokluğun sebeblerini, şartlarını öğrenmek ayrı, sıhhatli ve tok olmak ayrı şeydir. Aralarında çok büyük fark vardır. Bunun gibi, serhoşluk mi’deden dimâga yükselen buhârın, dimâgı sarmasından ortaya çıkan bir hâldir şeklindeki ta’rîfini bilmekle, serhoş olmak arasında da büyük fark vardır. Fekat, serhoş olan serhoşluğu ta’rîf edemez. Serhoşluğun ne olduğunu bilmez. Aklı başında olan bir kimse ise, serhoşluğu ta’rîf eder, alâkalı şeylerini bilir. Hâlbuki, kendisinde serhoşluk hâli yokdur, serhoş değildir. Hasta olan doktor, sıhhatin ta’rîfini, şartlarını ve ilâclarını bilir. Hâlbuki, o ânda sıhhatini kaybetmişdir.


İşte bunun gibi, zühdün, dünyâdan yüz çevirmenin hakîkatini, şartlarını, sebeblerini bilmekle, zâhid olarak yaşamak arasında fark vardır. İyice anladım ki, tesavvuf ehli güzel hâllere sâhib ve kuru sözlerden uzakdırlar. Tesavvufda ilm yoluyla öğrenilmesi mümkin olan şeyleri tahsîl etdim. Benim için, işitmekle ve öğrenmekle elde edilemeyen ancak, tatmakla, yaşamakla, o yolun ehli olmakla kavuşulandan başka bir şey kalmamışdı. Dînî ve aklî ilmleri iyice kavramak için, lâyıkıyla öğrendiğim ilm dalları ve yükseldiğim meslekler, bana, Allahü teâlâya, Peygamberliğe ve âhıret gününe, şübhe götürmez, sağlam bir îmân kazandırmışdı.


Îmânın esâsları belli bir delîl ile değil, bilâkis sayısız sebeblerle, karînelerle ve tecribelerle kalbime iyice yerleşmişdi. Şunu iyice anladım ki, âhıretde se’âdete kavuşmak için, takvâ üzere yaşamak, harâmlardan sakınmak, nefsi hevâ ve hevesinden men’ etmek tek çâredir. Bu işin başı da, bir gurûr ve aldanış yeri olan dünyâdan uzaklaşıp, âhırete bağlanmak, bütün varlığı ile temâmen Allahü teâlâya yönelmek, kalbin dünyâdan alâkasını kesmedir. Bu ise, ancak,maldan, makâmdan, yüksek gâyelere ulaşmaya engel olan şeylerden uzak durmakla mümkin olur.


Sonra, kendi vaziyyetimi tedkîk etdim. Gördüm ki, dünyâ meşgâlelerine dalmışım. Bu meşgâleler beni temâmen sarmış hâldedir. Yapdığım işleri düşündüm. En güzel işim, ders vermek ve talebe yetişdirmekdi. Bu işde de âhırete pek fâidesi olmayan, mühim olmıyan bir takım ilmlerle meşgûl olduğumu gördüm. Ders vermekdeki niyyetimi araşdırdım. Onun da Allah rızâsı için olmadığını, şân ve şöhret kazanmak, makâm ve mevki’ sâhibi olmak arzûsundan ileri geldiğini anladım. Uçurumun kenârında olduğumu, hâlimi düzeltmezsem ateşe yuvarlanacağıma kanâ’at getirdim. Bir müddet devâmlı bunu düşündüm. Henüz irâdeme hâkim durumda idim. Birgün Bağdâddan ayrılıp gitmeğe ve o hâllerden kurtulmağa kesin karâr verirdim. Ertesi gün bu kararımdan vazgeçerdim. Karârsız bir hâlde idim. Bir sabâh âhıret arzûsu kuvvet bulsa, akşam dünyâ arzûları bir ordu gibi üzerime saldırıp, o arzûyu mutlaka dağıtıyordu. Dünyâ arzûları bir zincir gibi, beni makâm ve mevki’ye doğru sürüklüyordu.


Îmân münâdîsi de şöyle sesleniyordu: (Göç zemânı geldi. Ömrün bitmek üzeredir. Önünde uzun âhıret yolculuğu vardır. Şimdiye kadar öğrendiğin ilm ve yapdığın amel hep riyâdır, gösterişdir. Şimdi âhırete hâzırlanmazsan, ne zemân hâzırlanacaksın. Dünyâ alâkalarını şimdi kesmezsen, ne zemân keseceksin.) O zemân içimdeki önceki arzû yeniden uyanırdı. Bağdâddan ayrılıp gitmek karârım kuvvetlenirdi.


Bu sefer şeytân şöyle vesvese verirdi: Bu hâlin bir hastalıkdır. Sakın i’tibâr etme. Çünki, çabuk geçecek bir hâldir. Eğer ona uyarak şu ânda bulunduğun mevki’yi ve kimsenin bozamayacağı muntazam hayâtı terk edersen, bir gün nefsin terâr dönmek ister. Fekat bir dahâ ele geçmez.


Hicrî dörtyüzseksensekiz senesi Receb ayından i’tibâren, altı ay kadar dünyâ arzûları ile âhıret arzûları arasında karârsız kaldım. Sonra, artık iş ihtiyârî olmakdan çıkıp, zarûrî bir hâle döndü. Çünki, Allahü teâlâ dilime bir kilit vurdu.Ders veremeyecek sûretde bağlandı.Talebelerimi memnûn etmek için, birgün olsun ders vermeye kendimi zorladım. Fekat dilim bir kelime dahî söyleyemedi. Buna gücüm yetmiyordu. Sonra dilimdeki tutukluk kalbime bir hüzün verdi. Bu üzüntü sebebiyle mi’demde hazm kuvveti kalmadı. Yimekden, içmekden kesildim. Boğazımdan su geçmiyordu. Bir lokmayı hazm edemiyordum. Bu yüzden bedenim za’îfledi. Doktorlar bana ilâcın fâide vereceğinden ümîdi kesdiler. Bu durum, kalbe âid bir hâldir. Ondan da mîzâca, ya’nî tabî’atına sirâyet etmişdir. Kalbde meydâna gelen bu büyük üzüntü gitmedikce, ilâcla iyileşdirmeye imkân yokdur, dediler.


Âciz kaldığımı, irâdemin temâmen elden çıkdığını görünce, çâresiz kalan kimsenin yalvarması gibi, Allahü teâlâya sığındım. Çâresiz kalanların düâsını geri çevirmeyen Allahü teâlâ düâmı kabûl buyurdu. Bana makâm, mevki’, mal, âile, evlâd ve dost gibi şeylere gönül bağlamakdan kurtulmayı ihsân etdi. Şâmda ikâmet etmeye karâr verdim. Halîfenin ve beni sevenlerin bu arzûmu öğrenmelerini istemiyordum. Mekkeye gidecek gibi göründüm. Bir dahâ dönmemek üzere Bağdâddan ayrılacağımı latîf, uygun hîlelerle belli etmemeye çalışdım. Bütün Irâk âlimleri gitmemem için, tenkîdde bulundular. Onların arasında, herşeyden yüz çevirmemin dînî bir sebebden olduğunu kabûl edecek bir kimse yokdu. Onlar benim bulunduğum mevki’nin, dînin en yüksek mevki’i olduğunu zan ediyorlardı. Bilgileri ancak bu kadarına yetiyordu. Sonra halk, gitmemin sebebi hakkında bir takım tahmînler arasında şaşırdı kaldı. Irâkdan uzak olanlar ise, bu gidişimin memleketi idâre eden devlet adamlarının arzûlarından ileri geldiğini zan ediyorlardı. Devlet adamlarına yakın olanlar da, onların beni bırakmamak için ne kadar uğraşdıklarını, yapdığımı kınadıklarını, benim de onlardan yüz çevirdiğimi, sözlerine kulak asmadığımı görüyorlardı. Bu, Allahdan gelmiş bir işdir. Âlimlere ve ehl-i islâma nazar değdi. Bunun başka bir sebebi olamaz diyorlardı.


Malımdan, bana ve çocuklarımın nafakasına yetecek kadarını ayırdım. Geri kalanını temâmen dağıtdım. Irâk malı müslimânlara vakf olduğu için, böyle işlere ayrılması câizdir. Dünyâda, bir âlimin çocukları için ayıracağı bu maldan dahâ iyi bir mal görmedim. Nihâyet, Bağdâddan ayrılıp,Şâma gitdim.Şâmda iki seneye yakın ikâmet etdim.Bu zemân içinde, tesavvuf kitâblarından öğrendiğim gibi, nefsimi fenâ hâllerden temizlemek, ahlâkımı güzelleşdirmek, Allahü teâlâyı zikr etmek, kalbimi tasfiye etmekle meşgûl oldum. İnsanlardan uzak durup, zemânımı riyâzetle ve ibâdetle geçirdim. Şâmdaki Emevî câmi’nde bir müddet i’tikâfa girdim. Câmi’nin minâresine çıkar, kapıyı kilitlerdim ve bütün gün orada kalırdım. Sonra Kudüse gitdim. Beyt-i mukaddese girdim. Her gün Sahrâtullaha (Peygamberlerin ve Evliyânın ibâdet mahalli olmakla meşhûr yer) girer, kapıları üzerime kilitlerdim.


Kudüsü ve Hazret-i İbrâhîm Halîlullahı “aleyhisselâm” ziyâretden sonra, hac farizâsını yerine getirmek, Mekke-i mükerremenin ve Medîne-i münevverenin bereketlerine kavuşmak, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kabr-i şerîfini ziyâretle şereflenmek arzûsu kalbime düşdü. Hicâza gidip, bu arzûma kavuşdum.


Dahâ sonra, çocuklarımın da’veti ve içimdeki arzû, beni vatanıma çekdi.Hiç dönme düşüncesinde olmadığım hâlde,döndüm.Yine insanlardan uzak yaşamayı tercîh etdim. Yalnız kalmağa, Allahü teâlâyı zikr etmeğe ve ondan başka herşeyi kalbimden çıkarmağa çok hırslı idim. Zemânın hâdiseleri, çoluk-çocuk derdi, geçim sıkıntısı, huzûrumu bozuyor,yalnızlıkdan duyduğum tadı bozuyordu. Bu tadı ancak arasıra duyuyordum.Bununla berâber,o hâle kavuşmaktan ümîdimi kesmedim.On sene kadar böyle devâm etdim. Yalnızlıklarım sırasında bana o kadar şey ma’lûm oldu ki, onları temâmen anlatmak mümkin değildir. Fâidelenmek için birazından bahsedeyim.


Kesin bir şeklde anladım ki, tesavvuf ehli, Allahü teâlânın yolunda olan kimselerdir. Onların hâlleri, hâllerin en iyisidir. Yolları, yolların en doğrusudur. Ahlâkları ahlâkların en temizidir. Dînin esâsına vâkıf olan âlimlerin ilmi, hükemânın hikmeti, onların hâllerinden ve ahlâklarından bir kısmını değişdirmek, dahâ iyi bir hâle getirmek için bir araya gelse, buna imkân bulamazlar. Dahâ iyisini ortaya koyamazlar. Onların zâhiren ve bâtınen bütün hâl ve hareketleri, nübüvvet kandilinin ışığından alınmışdır. Yeryüzünde ise,nübüvvet ışığından başka aydınlanacak bir nûr yokdur.


Hâsılı bir tarîkat, bir yol ki, ilk şartı olan temizlik, kalbden mâsivâyı,ya’nî Allahü teâlâdan başka herşeyi çıkarmakdır.Bunun anahtarı, kalbin dâimâ Allahü teâlâyı anmakla meşgûl olmasıdır. Bu hâl, nemâzdaki iftitâh tekbîri mesâbesindedir. Netîcesi, temâmen Allahü teâlânın varlığında yok olmakdır. Böyle bir yol hakkında başka ne söylenebilir.


Allahü teâlânın varlığında yok olmanın son mertebe sayılması, başlangıçda istek ve irâde ile yapılabilen hâllere göredir. Yoksa aslında o fenâ makâmı, tarîkatın başlangıcıdır. Ondan önceki hâller, bu yolun yolcuları için, sokak kapısı ile evin asl kapısı arasındaki avlu durumundadır. Tarîkatın başlangıcından i’tibâren keşfler, müşâhedeler başlar. Hattâ öyle olurki,sâlikler (tarîkat yolcuları) uyanıkken melekleri, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” rûhâniyyetlerini görürler. Sözlerini işitirler ve onlardan pek çok fâideler elde ederler. Dahâ sonra onların rûhâniyyetlerini ve sîretlerini görmekden öyle yüksek derecelere yükselme hâli hâsıl olur ki, bunu sözle anlatmak mümkin değildir. Kim o hâli anlatmak isterse, sözünde sakınılması imkânsız açık hatâlar olur. Hülâsâ iş, Allahü teâlâya o kadar yaklaşmak derecesine varır ki, bir zümre Allah ile birleşdiğini, bir zümre Allaha vâsıl olduğunu tehayyül eder.Bunun temâmı hatâdır.Niçin hatâ olduğunu (El-Maksad-ül-aksâ) kitâbımızda açıkladık. Kendisinde bu hâl meydâna gelen kimse:

Aklıma getirmediğim şey oldu,

Aslını sorma, iyi zanda bulun.

Ma’nâsında olan beyte uyarak, fazla bir şey söylememelidir. Netîce olarak, tesavvuf ehlinin yolunda ilerleyip, bu yola zevk ile vâkıf olmayanlar, nübüvvetin hakîkatini anlayamazlar. Sâdece ismini bilirler. Evliyâdan hâsıl olan kerâmetler, Peygamberlerden ilk zemânlarda hâsıl olan hâllerdir. Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Peygamberliği bildirilmeden önce, Hîra dağına çekilip, insanlardan uzak kalarak, Allahü teâlâya ibâdet etdiği sıradaki hâli böyle idi. Hattâ arablar, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”, Rabbine âşık oldu, dediler.


Bu öyle bir hâldir ki, ne olduğunu o yolda ilerlemiş olanlar, onu zevk ile, tadarak anlarlar. Bu zevki tatmayanlar, tesavvuf ehlinin sohbetinde bulunarak, tecribe ede ede ve işite, işite hâllerin alâmeti ve delâleti ile anlarlar. İşte tesavvuf ehli ile birlikde bulunanlar, onlardan bu yakîni istifâde ederler. Onlar öyle kimselerdir ki, sohbetlerinde bulunanlar,dalâletde kalmaz. Sohbetlerinde bulunma şerefinden mahrûm kalanlar, (İhyâ-ü ulûmid-dîn) kitâbımızın “Acâib-ül-kalb” kısmında bahsetdiğimiz gibi, aklî delîllerle bunun mümkin olduğunu yakînen anlarlar. Bu hâlleri, aklî delîllerle incelemek ilmdir. O hâller ile hâllenmek ise zevkdir, tatmakdır. Hüsn-i zan ve tecribe ile kabûl etmek îmândır. İşte bu, ilm,hâl (zevk) ve inanmak olmak üzere üç derecedir.Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Mücâdele sûresi 11.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Allah sizden îmân edenleri ve kendilerine ilm verilenleri derecelere yükseltir…) buyurdu. Bu üç dereceye kavuşanların dışında kalan bir takım câhil kimseler vardır ki, bu hâlleri inkâr ederler. Böyle sözlere şaşarlar ve alay ederler. Bunlar ne hezeyânlar yapıyorlar derler. Bunlar hakkında Allahü teâlâ,Peygamber efendimize “sallallahü aleyhi vesellem” meâlen şöyle buyurdu: (O münâfıklardan seni dinlemeye gelen de var. Hattâ Senin yanından çıkdıkları zemân, (Eshâb-ı kirâmdan) kendilerine ilm verilmiş olanlara şöyle derler: O biraz önce ne söyledi? (Böylece alay ederler). Bunlar öyle kimselerdir ki, Allah kalblerini mühürlemişdir de, hep hevâlarına uymuşlardır.) (Muhammed sûresi: 16.ci âyet-i kerîmesi.)


Tesavvuf ehlinin yolunda ilerlemem sâyesinde muttali’ olduğum husûslardan biri de, nübüvvetin hakîkati ve husûsiyyeti bana âşikâr oldu. Nübüvvetin esâsına dâir burada ma’lûmât vermek lâzımdır. Buna çok ihtiyâc vardır.

Nübüvvetin Hakikati ve Bütün İnsanların Ona Muhtac Olması

Şu bilinmelidir ki,insan dünyâya ilk geldiğinde,bilgisiz,Allahü teâlânın yaratdığı bütün âlemlerden habersiz olarak yaratılmışdır. Âlemler çokdur.Sayılarını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez.Nitekim, Kur’ân-ı kerîmde [Müddesir sûresi 31.ci âyetinde] meâlen: “Allahın ordularının sayısını Ondan başka kimse bilmez) buyurdu. İnsan, idrâki sâyesinde âlemden haberdâr olur. İdrâklerden herbiri de, insan onunla bir âlemi anlasın diye yaratılmışdır. Âlemlerden maksadımız, varlıkların çeşidleridir. İnsanda en önce dokunma duyusu yaratılır. Bu duyu ile soğuğu, sıcağı, nemi, kuruyu,yumuşağı,katıyı ve benzerlerini idrâk eder. Bu duyu, renkleri ve sesleri kat’iyyen anlayamaz. Bunlar, dokunma duyusuna göre yok demekdir. Sonra insanda görme duyusu yaratılır. Bununla da renkleri, şeklleri anlar. Görme duyusuna âid âlem, duyu ile anlaşılabilen âlemlerin en genişidir. Dahâ sonra insanda, işitme duyusu yaratılır. Bununla sesleri, na’meleri işitir. Nihâyet insanda zevk, tatma duyusu yaratılır. Böylece duyu âleminin idrâk vâsıtaları olan duyu organları temâmlanır.


Yedi yaşına yaklaşdığı zemân, temyîz gücü, ya’nî nesneleri birbirinden ayırma gücü yaratılır. Bu çağ, insan varlığının başka bir duruma girdiği çağdır. İnsan bu çağda, duyu organlarıyla anlaşılamayan şeyleri de anlar. İnsan, dahâ sonra başka bir duruma yükselir. Kendisinde akl yaratılır. İnsan akl ile, lüzûmlu, mümkin ve imkânsız olanları ayırır. Akl,temyîz ve his kuvvetlerinin,duyu organlarının anlayamadığı şeyleri anlar.


Allahü teâlâ ba’zı seçdiği kullarında, akldan sonra, başka bir kuvvet dahâ yaratır. Bununla, aklın bilemediği, bulamadığı şeyler ve ilerde olacak şeyler anlaşılır. Buna nübüvvet ya’nî Peygamberlik kuvveti denir. Temyiz kuvveti, akl ile anlaşılan şeyleri anlayamadığı için, bunlara inanmıyor. Akl da, Peygamberlik kuvveti ile anlaşılan şeyleri anlayamadığı için, bunların var olduklarına inanmıyor, inkâr ediyor. Anlamadığını inkâr etmek, anlamamanın, bilmemenin ifâdesi oluyor. Bunun gibi kör olarak dünyâya gelen kimse, renkleri, şeklleri hiç işitmese bunları bilmez. Varlıklarına inanmaz. Allahü teâlâ, nübüvvet kuvvetinin de bulunduğunu kullarına bildirmek için, bu kuvvetin benzeri olarak, insanlarda rü’yâyı yaratdı. İnsan ilerde olacak şeyi, açıkca veyâ âlem-i misâldeki şekli ile ba’zı rü’yâda görmekdedir. Rü’yâyı bilmeyen birine, insan ölü gibi baygın hâle gelip, düşünce ve bütün hisleri gidince, aklın ermediği gayba âid şeyleri görüyor denilse inanmaz. Böyle şeyin olamayacağını isbâta kalkışarak, insan etrafını his kuvvetleri ile anlıyor. Bu kuvvetler bozulursa, birşey idrâk edemiyor. Hele hiç işlemedikleri, fe’al olmadıkları zemân hiçbir şeyi anlıyamaz der. Böyle bozuk mantık yürütür. Akl ile bilinen şeyleri his kuvvetleri anlıyamadıkları gibi, nübüvvet kuvveti ile bilinen şeyleri akl anlıyamıyor.


Peygamberlik kuvvetinin bulunduğunda şübhesi olanlar,bunun mümkin olmasında veyâ mümkin ise de, vâki’ olmasında şübhe ediyorlar. Bunun mevcûd ve vâki’ olması, mümkin olduğunu göstermekdedir.


Bunun mevcûd olduğunu da, Peygamberlerin aklın ermediği bilgileri haber vermeleri göstermekdedir. Akl ile, hesâb ile, tecribe ile anlaşılamıyan bu bilgiler, ancak Allahü teâlânın ilhâm etmesi ile, ya’nî Peygamberlik kuvveti ile anlaşılmışdır. Peygamberlik kuvvetinin bundan başka özellikleri de vardır. Bir özelliğin benzeri olan rü’yâ, insanlarda bulunduğu için, biz de, misâl olarak bunu bildirdik. Başka özellikleri, tesavvuf yolunda çalışanlarda zevk yolu ile hâsıl olur.


Peygamberde bulunup, sende bulunmıyan bir özelliği aslâ anlıyamazsın. Anlıyamayınca, onu nasıl tasdîk edebilirsin? Çünki tasdîk, anladıkdan sonra mümkindir. O özellik sende tesavvuf yolunun başlangıcında hâsıl olur. Hâsıl olan bu özelliğin mikdârı nisbetinde bir çeşid zevke kavuşursun. Bu zevke kıyâs ederek, benzeri sende hâsıl olmamış hâlleri tasdîk edersin. İşte tek başına bu özellik, nübüvvete îmân etmen için sana kâfîdir.


Bir şahsın Peygamber olup olmadığında şübhesi olan kimse, onun yaşayışını görmeli veyâ yaşayışını bildiren haberleri, insâfla incelemelidir. Tıb veyâ fıkh ilmini iyi bilen kimse, tıp veyâ fıkh âliminin hayâtını bildiren haberleri incelemekle onun hakkında ma’lûmât sâhibi olur. Meselâ, imâm-ı Şâfi’înin fıkh âlimi veyâ Calinosun tabîb olup olmadığını anlamak için, bu ilmleri iyi öğrenmek, sonra bunların bu ilmler üzerindeki kitâblarını incelemek lâzımdır. Bunun gibi, Peygamberlik üzerinde ma’lûmât edinen ve sonra Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri inceleyen kimse, Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu ve Peygamberlik derecelerinin en üstünde bulunduğunu iyi anlar. Hele Onun sözlerinin kalbi temizlemekde olan te’sîrlerini öğrenince ve hele Onun bildirdiklerini yaparak kendi kalb gözü açılınca, Onun Peygamber olduğuna îmânı, yakîn hâlini alır. Onun, (Bildiklerine uygun hareket edene, Allahü teâlâ bilmediklerini bildirir.) ve (Zâlime yardım eden, ondan zarar görür.) ve (Sabâhları, yalnız Allahü teâlânın rızâsını kazanmağı düşünen kimseyi, Allahü teâlâ,dünyâ ve âhıret arzûlarına kavuşdurur) hadîs-i şerîflerinin doğru olduğunu bin, iki bin, hattâ binlerce def’a tecribe edersen, sende kesin bir ilm hâsıl olur. Böylece ilmin ve îmânın kuvvetlenir. Nübüvvet hakkında yakîn elde etmek ve îmânın zevkî, ya’nî görmüş gibi olması, tesavvuf yolunda çalışmakla olur. Bu yolda ilerlemeğe gayret et. Yoksa değneğin ejderhâ olması, ayın ikiye bölünmesi mu’cizelerine bakmak kâfî gelmez. Sâdece bu mu’cizelere bakıp da, sayılamıyacak kadar çok olan alâmetleri göz önünde tutmazsan, bu mu’cizeleri sihr ve hayâl sayarsın.


Ba’zı kimseleri dalâlete, ba’zı kimseleri de hidâyete kavuş duran Allahü teâlâ tarafından bir nev’î ibtilâ, dalâlete düşürme zan edersin. Çünki,Allahü teâlâ [Kur’ân-ı kerîmde,Fâtır sûresi,8.ci âyetinde] meâlen, (Allah, dilediği kimseyi dalâlete, dilediğini de hidâyete erdirir) buyurdu.


Mu’cizelerle alâkalı olarak sana ba’zı süâller sorulabilir. O zemân, mu’cizenin nübüvvete işâret etdiği husûsundaki inancının dayanağı sâdece çok düzgün ve te’sîrli sözlerden ibâret kalırsa, bunun tersini iddi’â eden birisinin,dahâ te’sîrli sözleri ile şübheye düşebilirsin.Böylece, îmânın sarsılır. Mu’cizeler, senin nazarında Peygamberliği bildiren birçok delîllerden biri olsun. Böylece, sende, Peygamberlik hakkında sâdece bir delîle değil,pekçok delîle dayanan ve reddi mümkin olmayan kesin ilm, îmân hâsıl olur. Meselâ, bir kimseye yalan söylemeleri mümkin olmayan bir cemâ’at, bir şey söylediğinde, o kimsede kesin bir ilm hâsıl olur. Fekat o kimse, sâdece belli bir şahsın bildirmesiyle kesin ilmi, bilgiyi elde edemez. Gerçi ona hâsıl olan bu yakîn, ya’nî kesin inanma, bunu haber veren cemâ’atin dışında olamayacağı gibi, ayrı ayrı ferdleri de belli değildir. işte, kuvvetli ve ilme dayanan îmân budur.


Zevkle, tadarak elde edilen îmân ise, gözle görmek, elle tutmak gibidir. Bu ise, sâdece tesavvuf yolunda ele geçer. Nübüvvetin hakîkatine dâir verdiğimiz bu ma’lûmât, maksadımızı anlatmağa kâfîdir. Bu mes’eleleri açıklamaya neden ihtiyâc olduğunu ileride beyân edeceğim.

Eser: El-münkızü mined-dalâl

Müellif: İmâm-ı Gazâlî 

Terceme: Hüseyn Hilmi IŞIK