GIYBET VE İFTİRA

MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ

Dilin afetlerinden birisi de dedikodu ve iftiradır, demiştik. Şimdi bunların arasındaki farkı da belirtelim ki, konu daha iyi anlaşılsın: Gıybet, bir kimsenin gıyabında yani hazır bulunmadığı zaman arkasından hoşlanmayacağı bir sözü söylemektir. Yani, bir kimsenin halini, fiilini veya kavlini hazır bulunmadığı zaman söylemek ve onu çekiştirmektir. İftira ise, o kimsenin yapmadığı veya söylemediği bir şeyi ona isnat etmektir. Bunların ikisi birbirinden çok farklıdırlar. Onun için, misalleri ile bunları sana anlatayım ki, gıybeti (dedikodu) ve bühtanı (iftirayı) ayırt edip bunlardan sakınabilesin. Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, bir gün Hz. Ömer ve Selmân-ı Fârisi radıyallahu anhüma ile sefere çıkmıştı. Bir konak yerinde çadırlar kuruldu, yemekler hazırlandı. Bu esnada Selmân radıyallahu anh uyuyordu. Bazı kimseler de aralarında konuşuyor ve: “Bir kısım insanlar hep hazıra konmak isterler. Beklerler ki, her şey hazırlansın, düzeltilsin, yemek önlerine gelsin ve yesinler,” diyorlardı. Derken, Selmân radıyallahu anh uyandı. Kendisini Resûl aleyhisselâma gönderdiler ve katık getirmesini istediler. Selmân, huzur-u Resûlullah’a vardı: “Yâ Resûlallah! dedi. Yârenler, ekmeklerine katık istiyorlar.” Efendimiz, büyük bir sükûnetle: “Onlar şimdi katıklandılar,” buyurdu. Selmân radıyallahu anh, geri döndü ve efendimizin sözlerini kendilerine bildirdi. Bir şey anlayamadılar: “Biz henüz katık yemedik ama Resûl aleyhisselâm da yalan söylemez. Gidelim, bize bu sözü neden dolayı buyurduğunu anlayalım,” dediler ve hep birlikte huzur-u saadete gittiler: “Yâ Resûlallah! Bizim için katık yediler buyurmuşsunuz. Oysa, biz katık yemedik. Lütfedin bize bu sözün mânasını açıklayın.” Efendimiz, saadetle buyurdular: “Sizler, uyuyan yoldaşınızın arkasından konuşarak katkılandınız buyurup Hucurat sûresi: 12 âyeti kerimesini okur. “Ey imân edenler! Zannın fazlasından sakının. Zira zannın bazısı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinin arkasından çekiştirmesin, biriniz diğerinin ölmüş etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz, O halde Allâhtan korkun. Şüphesiz Allâh tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.” 

Cabir radıyallahu anh buyurur ki: Resûl aleyhisselâmın yanında olduğum bir vakit iğrenç kokan şiddetli bir rüzgâr esti. “Resûlullah aleyhisselâm, bu koku nedir bilir misiniz?” diye sorduktan sonra, “Bu pis koku müminlerin gıybetini edenlerden geliyor.” diye buyurdu. 

Ey Aziz kardeş: 
O yel, belki şimdi de esiyor. Hem de o zamankinden daha şiddetli ve kuvvetli esiyor. Fakat, bunu avam hissetmez, onu ancak havas duyarlar. Duydukları için de halkın arasından kaçar, tenha köşelerde hakka ibadet ederler.  

Bazı irfan ehline sordular: 
— Dedikodu edenlerin ağızlarından gelen o çirkin kokuyu, avam neden duymaz?  
Şöyle cevap verdiler:  
— Zira, dedikodu halk arasında o kadar çoğalmıştır ki, onların burunları bu kokuya alışmıştır. Deri tabaklayan debbağları ve kirişçileri görmüyor musunuz? Onların, çalıştıkları yerlerdeki kokulara kimse tahammül edemez ama kendileri bunu duymaz ve iğrenmezler. Çünkü, gece gündüz içindedirler. Dedikodu edenler de böyledir. Çok dedikodu ettiklerinden dolayı burunları alışır ve kokusu kendilerine kötü gelmez.  


Fahr-i âlem sallallahu aleyhi vesellem efendimiz buyurmuşlardır ki: “Eğer, söylediğin söz veya iş, adı geçen kimsede varsa; dedikodu (gıybet) etmiş oldun. Eğer o söz ve iş, adı geçen kimsede yoksa iftira (Bühtan) ettin.” Sultan-ı Enbiyâ efendimiz: (İftira, yüzüne karşı veya arkasından doğru olmayan yalan bir şeyi söylemektir. Arkasından söylenirse hem iftira hem de dedikodu olur. Dedikodu ise, kişinin söylediği bir söz veya yaptığı işi arkasından konuşmaktır. Kişi kâfir de olsa fâsık ta olsa, bunlar hakkında yalan söylemek ve iftira etmek yasaktır.) Ebû Said-i Hudri radıyallahu anh, Cenab-ı Fahri Risâlet efendimizden rivayet eder ki: “Miraç gecesi, gökte bir topluluk gördüm. Ateşten makaslarla etlerini keser, lokma lokma kendilerine yedirir ve şöyle derlerdi: (Sizler, dünyada hep kardeşlerinizin etlerini yerdiniz. Şimdi de kendi etinizi yiyin bakalım.) Kardeşim Cebrail aleyhisselâma sordum: (Yâ Cebrail! Bunlar kimlerdir?) Cebrail bana dedi ki: (Bunlar, ümmetinden gammazlardır, yani dedikodu edenlerdir.)  


Bir diğer rivayete göre, Resûl aleyhisselâm, hane-i saadetlerinde bulunuyor ve ashab-ı sûffa de mescitte bulunuyorlardı. Zeyd îbn-i Sabit radıyallahu anh, Resûl-ü Zişan’dan öğrendiği Hadis-i şerifleri bunlara söylüyordu. Efendimize dışarıdan et getirdiler ve bunlar da gördüler ve dediler ki: (Yâ Zeyd! Git, Resûl aleyhisselâma çoktan beri yemek yemediğimizi söyle ve bizim için et iste.) dediler. Zeyd, huzur-u Resûlullah’a gitti. Bunlar da kendi aralarında: (Zeyd şimdi et getirir ve bize hadis öğretmeye devam eder.) diye konuştular. Zeyd radıyallahu anh huzura vardı ve ashabı suffenin istediklerini arz etti. Efendimiz: (Onlar daha şimdi et yediler.) buyurdu. Zeyd, döndü geldi ve efendimizin buyurduğu nu kendilerine bildirdi. Bu sözün mânasını anlayamadılar ve (Bunda bir hikmet var. Biz hayli zamandır et yemedik. Gidelim bizzat kendisinden soralım.) diyerek huzur-u Resûlullah’a gittiler ve: (Yâ Resûlallah! Biz, hayli zamandır et yemedik. Halbuki, siz şimdi et yediler buyurmuşsunuz. Bunun hikmeti nedir?) dediler. Efendimiz: (Sizler, demin kardeşinizin etini yediniz. Eseri, henüz dişlerinizin arasındadır. Tükürün görürsünüz.) buyurdular. Bunlar, tükürdüler ve gördüler ki, ağızlarından çıkan tükürük kıpkırmızı kan olmuş, hemen tövbe ettiler, Hazret-i Zeyd’ den helâllik dilediler.  


Aziz: Dedikodu ne imiş anladın mı? Sana, dedikodu hakkında bir başka haber daha vereyim:  
Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, sefere çıktıkları zaman, bir fakiri iki zengine emanet ederdi. Bu fakir, seferden dönünceye kadar o iki zenginin yemeklerinden yerdi. Amma, bu fakirler zenginlerden önce konak yerine giderler ve tedarik görürlerdi. Selmân radıyallahu anh da fakirdi. O da, bir sefer esnasında böyle iki zengine emanet edilmişti. Bir gün, Selmân bunlardan evvel bir konak yerine vardı, fakat hiçbir şey hazırlamadı. Kafile geldi, Selmân'a sordular:  
— Yenecek bir şeyler var mı? Selmân cevap verdi:  
— Yalnız ekmek var, dedi ve kuru ekmeği bunların önlerine koydu.  
— Yâ Selmân! Git, bize Resûl aleyhisselâmdan katık iste, dediler. Selmân, isteklerini yerine getirmek için huzura gitti. O yokken, berikiler aralarında:  
— Şu Selmân filân kuyuya gitse, su tükenir, dediler ve başka bir şey söylemediler. Bu esnada, Selmân radıyallahu anh huzur-u Resûlullah’a gitti ve:  
— Yâ Resûlallah! Yol arkadaşlarım katık istiyorlar, dedi. Efendimiz:  
— Onlar şimdi katıklandılar, buyurdu ve Selmân eli boş yol arkadaşlarının yanına dönerek, duyduklarını bildirdi. Bu sözün mâna ve hikmetini anlamayarak, hep birlikte huzura vardılar: “Yâ Resûlallah! Bizler katık yemedik ama sız yemişler buyurmuşsunuz.” Efendimiz: “Evet yediniz, buyurdular. Hatta, artıkları hâlâ ağzınızdadır. Sizler, Selmân yanınızdan ayrılınca onun arkasından konuştunuz. Murdar olmuş bir eti yemeyi sever misiniz?  
— Hayır yâ Resûlallah, sevmeyiz ve istemeyiz.  
— Meclisinizde, hazır bulunmayan bir kardeşinizin arkasından konuşmak onun etini yemek gibidir, buyurdular ve bu âyet-i kerimeyi okudular: “Bir kısmınız, bir kısmınızı gıybet de etmesin, biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte bak tiksindiniz.” (Hucurat sûresi: 12)  
Ey aziz: Bu kadarcık bir söze, Habib-i Kibriyâ efendimiz GIYBET buyurdu. Sen ise, gıybet ile bütün ömrünü harcadın. (Gıybet etme!) deyince: (Bu gıybet değil!) dersen kâfir olursun.  


Ashab-ı kiramdan birisi buyurmuştur: Bir gün mescitte oturuyordum. Bazı kimseler, birisi hakkında dedikodu yapmaya başladılar. Müdahale edip bunu yasakladım, başka bir söz açtılar ve konuşa konuşa ilk defa yaptıkları dedikoduya döndüler. Bende, bazılarına söylendim ve sonra istiğfar ederek çıktım evime gittim. O gece, rüyamda uzun boylu, kara yüzlü birisi bir tabak içinde domuz eti getirdi ve bir parçasını bana vererek: “Haydi ye bunu!” dedi. Ben, yemek istemedim. Zorla ağzıma soktu, uyandım o etin kokusunu ağzımda 
buldum. 30- 40 gün kadar o etin kokusu damağımdan gitmedi ve her defasında beni tiksindirdi.  

Sultan-ül-meşâyih Bayezid-i Bestamî rahmetullâhi aleyh buyurur ki: “Bir gün, bir cenaze namazına gittim. Biraz bekledim, bir derviş geldi ve halktan para toplayarak dilendi. Kendi kendime: 
— Ne olurdu dilenmeseydi ne hoş derviş olurdu diye hatırımdan geçirdim. Bu mesele üzerinde fazla bir şey düşünmedim ve zikrimle meşgul oldum. Namaz kıldım ve halvetime gidip oturdum. Murakabeye vardım, birisi üzerinde bir adam ölüsü bulunan birisini getirdi, önüme koydu:  
— Şunu ye! dedi, örtüsünü kaldırdım ve cenaze namazı kılmak için beklerken dilendiğini gördüğüm ve içimden kınadığım derviş idi.  
— Ben insan eti yiyici değilim, diyecek oldum.  
— Cenazede bunun etini yemiştin. Şimdi neden yemiyorsun, dedi.  
— Ben onu dilimle söylemedim, gönlümden geçirdim, deyince:  
— Dervişlerin gönlüne gelen de gıybettir, cevabını verdi.  
Hemen kalktım, gittim o dervişi buldum, helâlleştim ve bir daha gönlümden dahi gıybet etmeyeceğime, tövbe ettim ve gıybetin ne olduğunu anladım.  


Hasan Basri rahmetullahi aleyhe geldiler ve dediler ki: “Filân kişi seni zemmetti.” Hasan Basri hazretleri, hemen o adama hediyeler gönderdi ve: “Şunları lütfen kabul etsin, sevabını bize vermiş. Gerçi bu hediye bu sevabın karşılığı değil amma mazur görsün,” diye haber gönderdi.

Ey kardeş: Yarın, kıyamet gününde herkese beratları verilirken, bazı kimseler defterlerinde işlemediği bazı güzel amellerin de bulunduğunu görür ve niyazda bulunur: “Yâ Rab! Ben, bu amelleri, bu oruçları, bu namazları, bu iyilikleri dünyada iken işlemedim. Acaba, bu berat bana yanlış mı verildi?” Hak teâlâ buyurur: “Ey kulum! Bazı kullarım senin için dedikodu ettiklerinden, o günahları işleyenlerin sevaplarının da senin defterine yazılmasını irade buyurdum. Onların bütün güzel amelleri, oruçları, namazları, iyilikleri hep senin defterine yazıldı. 

Şimdi ey kardeş: Gördün mü, bu dil kişiyi nasıl zararlara uğratır ve bütün amellerini sevmediklerine verdirtir. İnsanın sevmedikleri aleyhinde konuşması, amâl-i hasenesini götürüp ona vermesi demektir. Göz göre göre kendisini zarara uğratmak tır. Kaldı ki, artık dilin afetlerini de duymuş ve öğrenmiş bulunuyorsun.  

74 - DEDİKODU DÖRT TÜRLÜDÜR 
Gıybet, yani dedikodu dört kısımdır, dört mertebe üzerinedir:  
1) Az veya çok küfürdür.  
2) Nifaktır. (Nifakla söylemektir.)  
3) Günahtır.  
4) Mübahtır.  
Şimdi bunları sana birer birer anlatayım:  

KÜFÜR OLAN DEDİKODU
Gıybet eden birisine: “Dedikodu etme!” denilince: “Ben dedikodu etmiyorum, gerçeği söylüyorum,” diyenlerin yaptıkları gıybettir. Bunlar bilmezler ki, gıybet sevmediği kimseler hakkında gerçekten vâki olmuş bir söz ve işi söylemektir. Vâki olmamış bir iş veya sözü söylemek İFTİRA (Bühtan) dır. Şu hâlde, bu gibi kimseler (Dedikodu değildir. Olanı söylüyorum,) demekle, Allahu teâlânın gıybettir buyurduğuna gıybet değildir demiş ve gıybeti helâl görmüş olurlar ki, bu suretle Ne’ûzü bıllâh kâfir olurlar.  

NİFAK OLAN DEDİKODU
Aleyhinde dedikodu yapılan kimsenin adını ulu orta söylemeyen, fakat onu kendisi bilen ve gönlünden geçiren kişilerin yaptıkları gıybettir. Zira, adını söyleyerek anlatmış olsa, ona gıybet denilecekti. Oysa, böyleleri hem zâhit ve salih geçinirler hem de kalplerinden şunun bunun sözlerini ve işlerini geçirerek kendi kendilerine gıybet ederler, ki bunlar nifakla gıybet ettiklerinden dolayı Hak teâlâ katında münafıktırlar.  

GÜNAH OLAN DEDİKODU
Bir kişinin veya bir cemaatin yukarıda anlatıldığı şekilde dedikodusunu yapar, adını veya adlarını açıkça söyler, kim olduklarını gizlemez ve gıybet ettiğini de saklamaz, işte buna da günah olan dedikodu denir.  

MÜBAH OLAN DEDİKODU
Fâsıkları gıybet etmektir. Açıkça fısk ve fücur edenlerin kim oldukları açıklanmış, kim oldukları bilinmiş ve herkese de bildirilmiş olur. Bid'at ehli için de durum aynıdır.  


Ey kardeş: Bu dedikodu bahsinde de söz çoktur. Hepsini söylemeye kalkarsak söz uzar, maksat burada talipleri uyandırmak ve onları ikaz ve irşât etmektir, ki dillerine sahip olsunlar, kimseyi yermesinler, kimse aleyhinde dedikodu ve iftira yapmasınlar, amellerini heba edip mensûr etmesinler, ömürlerini zikrullah, ibadet ve tâ’ate harcasınlar. Zira, kişinin amelini zayi edip, Hak Teâlâ’dan perdeleyen çok zaman bu dildir:  

Sumt (susmak) ile ağzını bağla, göresin Hakkı ayan;  
Gözü bağı bu cihan halkının ağzıdır neman.  

Şeyh Muhyiddin-i Arabi rahmetullahi aleyh buyurur ki:  
“Susan, mârifetullah'a (Allâhı bilme tanımaya) vâris olur.” 

Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz de buyurmuştur:  
“Susan, Allahu teâlâyı bilmemekten kurtulur.”  

Sultan-ül-ârifiyn Bayezid-i Bestâmi rahmetullahi aleyh buyurmuştur:  
"İbadet on kısımdır. Dokuzu susmak ve diline sahip olmaktır."  

Şimdi aziz kardeş:  
Kişinin dilini tutmasının faydaları çoktur. Kapıp salıvermenin ve ağzına geleni söylemenin de zararları çoktur. Bu kadar söz, anlayana kâfi ve vâfidir. (bol bol yeter)


(EŞREFOĞLU HAZRETLERİNDEN BEYİTLER)

Ârif i gör değme sözü söylemez,  
Değme bir söze cevabı eylemez,  
Ger ittrüye, ger yata, ger uyuya;  
Bir nefes hâşâ ki beyhude vere,  
Uykusundan uyanır Allah der,  
Her nefes kim vere ya Rabbâh der,  
Gecelerin ekserini uyumaz,  
Gâh-ü tesbih, gâh-ü namaz, geh niyaz.  
Kimseyi ya medh veya zemmeylemez.  
Ya bu yavuz ya iyi olsa demez.  
Tınmayıp tutar Hakkın fermanını,  
Hak yoluna teslim eyler canını.  
Zayi etmez bir demi, bir saati;  
Zikr-ü teşbihtir dilinde âdeti.  
Çim(kim) dilin tuttu, bular söylemedi;  
Âlem içre söylenir kaldı adı.  
Bunda işlerin bitirip gittiler,  
Vardılar ol ulu şaha yettiler.  
İşte nefs elinde biz kaldık zebun,  
Canlarımıza bu nefs vurdu düğün.  
Yâ ilâhi! Sen medet kıl bize.  
Sen sabırlık ver bizim dilimize.  
Eşref oğlu Rûmi sen tut dilini,  
Hazrete arzeyle her dem özünü.  
Alim-üs-sırn vel-hafiyyât öldürür,  
Kullarına kadıyyel-hâcât odur.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi Hazretleri)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder