Fazlullah Hurûfî
TRT1’de “Fetihler Sultanı Mehmed” dizisinin son bölümlerinde Hurûfilik konusu işlenmeye devam ediyor. Hurûfîler de Şiiler gibi takıyye yapmayı çok iyi beceren bir grup olduğundan Osmanlı sarayına sızmayı başarmışlardı. Dizide şimdilik bu sızma girişimleri ve Fatih’i elde etme çabaları anlatılıyor. Biz Fatih dönemine geçmeden önce Hurûfîlik ile kurucusu olan Fazlullah Hurûfî ve akıbeti hakkında bilgi verelim.
“Hurûfî” kavramı, 'harf'in çoğulu olan 'hurûf’tan türetilmiştir. Sözlükteki anlamı harflere tâbi olan, harflerle uğraşan demektir. Hurûfîliğin temeli, eski çağlardan gelen ve harflerle sayıların kutsallığını kabul edip bunlara çeşitli sembolik anlamlar yükleyen anlayışa dayanır. Bazı Şiî âlimler bu konuda ilk iddiaları ortaya atmışlardır. Meselâ hicri II. (VIII.) yüzyılda aşırı Şiîlerden Mugire bin Saîd el-İclî, Allah’ı harflere benzetmişti. Fakat İslâm dünyasında Bâtınî düşüncelerin ışığında Hurûfîliği bir sistem şekline sokan ve bir fırka hâlinde yayan kişi Fazlullah Hurûfî olmuştur.
Fikirleriyle Ehli-sünnet İslam dünyasını karıştıran Fazlullah Hurûfî, 1340 senesinde İran’ın kuzeyindeki Esterâbâd şehrinde doğdu. Nesli hakkında kaynaklarda çok farklı görüşler mevcuttur. Asıl adı Abdurrahman’dır. Babasının adı Bahaüddin Hasan’dır. Ailenin, aslen bir Acem Yahudisi olduğunu yazan eserler de bulunmaktadır. Abdurrahman Fazlullah daha çok Hurûfî lakabı ve Tebrizî ismiyle de meşhur olmuştur.
Fazlullah Hurûfî’nin ilk eğitimine dair bilgi yoktur. 18-19 yaşlarında tasavvufa ilgi duymuş, zamanının çoğunu ibadetle geçirmeye başlamıştır. Bu yıllarda hac maksadıyla çıktığı yolculuk münasebetiyle sırasıyla Mekke, Harizm ve Horasan’a uğramış ve nihayet İsfahan’da Tohçi denen yere yerleşmiştir. Gençliğinde Batınî dâîlerinden Şeyh Hasan’ın yanında yetişti. Hasan Sabbah’ın kurduğu İsmâiliye Devleti 1256 senesinde Moğollar tarafından yıkılınca, Bâtınîler çeşitli yerlere dağılarak el altından fikirlerini yaymaya başladılar.
Şeyh Hasan’ın talebesi olan Fazlullah Hurûfî de bu fikirlerin etkisi altına girdi. İran’ın Esterabad şehrinde gizlice faaliyete başladı. Kendisine dokuz yardımcı bulup nokta ilmi diye bir şey ihdas etti. “Nokta çift geldi, bu iş mubahtır”. “Nokta tek geldi, falan şey haramdır” gibi sözlerle insanları etkilemeye başladı. Harflere bazı manalar vererek birtakım işaretlerle, anlaşılmaz bir şekilde olan “Câvidân-nâme” adındaki kitabını yazdı.
Hurûfîliğin ana kaynağı Fazlullah’ın bu eseri olacaktır. Hurûfîliğe dair daha sonraki dönemlerde yazılan eserlerde ve ortaya konan prensiplerde hep Câvidân-nâme esas alınmıştır. Câvidân-nâme, Hurûfîlerce Kur’ân’ın bir çeşit tefsiri sayılmaktadır.
Fazlullah, Kur’ân’ın gerçek manasının ancak kendisi tarafından anlaşıldığına inandığı için; Neml suresi 40. âyetinde geçen “nezdinde kitabdan bir ilim bulunan zat” ifadesiyle bahsedilen kişinin kendisi olduğunu iddia etmiştir. Yine o, Kur’ân’da geçen bütün “fazl” kelimelerinden kendisinin kastedildiğini, insanın yüzünde de “fazl” isminin okunduğunu ileri sürmüştür.
Emîr Timur’dan darbe!
Fazlullah Hurûfî, yolunu ve fikirlerini yaymak için pek çok yer gezdi. Sonra Tebriz’i kendine merkez edindi. İran ve Azerbaycan bölgelerinde fikirlerini yaymaya başlayan Fazlullah, ilk müritlerini etkileyici rüya yorumlarıyla kazandı. Şöhreti Tebriz ve Isfahan civarında yayılmaya başlamış ve kısa zamanda İran’ın her tarafına ulaşmıştır. Âlimler, vezirler, kadılar ve idareciler dâhil olmak üzere bütün halk rüyalarını tabir ettirmek için ona gelmeye başlamıştır.
Fazlullah için vahiyden sonra en önemli bilgi kaynağı rüya idi. Müritlerini bu yolla avlıyordu. Ona göre hiçbir peygambere vahiy ve ilham yoluyla aşikâr olmayan hakikat ve sırlar, rüya yoluyla kendisine aşikâr oluyordu.
Kırklı yaşlarına gelince Tebriz’de güya yeni bir rüya görmüş, kendisine harflerin gizli anlamlarının ve nübüvvetin mahiyetinin izhar edildiğini öne sürmüştür. Buna göre Hazreti Âdem, Hazreti İsa ve Hazreti Muhammed Allah’ın halifeleri, kendisi ise Mehdi ve Mesih’tir. Peygamberlerin ve velilerin sonuncusudur. Görmüş olduğunu iddia ettiği bu rüyayı açıkladıktan sonra Tebriz uleması kendisini küfürle itham etmiştir.
Öte yandan Emîr Timur’un saltanatı döneminde (1370-1405) İran, Harizm, Azerbeycan ve Irak bölgeleri çeşitli tarikatlar ve şeyhlerin yaygın şekilde faaliyet gösterdiği muhitlerin başında geliyordu. Ayrıca ilim ve tarikat ehline değer veren Timur’un hoşgörüsü de bu tür faaliyetlerin yayılmasını kolaylaştırmaktaydı. Fazlullah Hurûfî işte böyle bir kültür ortamında sistemini kurmuş ve düşüncelerini yaymıştır.
Söylediği sözler ve yaymaya çalıştığı fikirler Müslümanların itikadını bozup, fitnelere sebep oluyordu. Fakat siyasi bakımdan dağınık olan bölge ona büyük hareket serbestisi tanıyordu. Oysa Timur’un orduları İran bölgesini etkisi altına aldığı zaman Müslümanlar bunun fitnesinden kurtarması için Emîr Timur’a müracaat ettiler.
Bunun üzerine Fazlullah Hurûfî, Timur’un oğlu Miranşah tarafından yakalatıldı. Fikir ve düşünceleri İslâm Dini’ne aykırı bulunduğundan, Şeyh İbrahim’in fetvâsı üzerine, Timur’un emriyle 1394 senesinde Esterabad’da idam edilerek öldürüldü. Bir rivayete göre ise Alıncak Kalesi’nde idam edildi. Tekkeleri dağıtıldı. Böylece İslâmiyet, bu bozuk fikir sahiplerinin tasallutundan kurtarıldı. Gittikçe büyümekte olan bir fitne belki de tam zamanında söndürüldü.
Bozuk fikirleri
Hurûfîlik yolunun mensupları Fazlullah Hurûfî’ye ilâh, tanrı demektedirler. Cavidan adlı kitaplarında; “Tanrılık, ezelde görünmez bir kuvvet idi. Önce harfler, sonra peygamberler şeklinde göründü. Melekler bunun için Âdem’e secde etti. Dört kitabının manasını Cavidan da bildirdi” diye yazılıdır.
Onlara göre bütün dinler birdir. Hepsi on altı kemer içinde toplanmıştır. On altı kemerden her biri bir peygamberin dînidir. O kemeri kullanan, o peygamberin şerîatine uymuş olacaktır. Bunun için ibadet yoktur. “Ömrü boyunca namazı bir kerre kılmak, orucu bir gün tutmak yeterlidir. Gusül de ömürlerinde bir kere farzdır. Gusledip de, vücudunuzu hırpalamayınız” demektedirler.
Bütün haramlara ve yalan söylemeğe caizdir demektedirler. Baba denilen uluları vardır. Herkese mal, rütbe, evlât verilmesi, insanların ölmesi, hastaların iyileşmesi, babaların elindedir.
Hurûfîler harflerle sırlarla çok meşgul olduklarından ilgilendikleri kimselere İslamiyet’ten çıktığı takdirde bu sırları açıklayacaklarını ifade ederler. Böylece bilgisiz kimseleri meraklandırarak yollarına katmaya çalışırlardı. Fikirlerini kabul edene her kötülük ve fuhuş sana mubah oldu, diyerek haram yollara sevk ederlerdi.
Hurûfîlerin babaları papazlar gibi günâh çıkarırlardı. Günâh sanılan bir şeyi yapan kimse Baba'nın önüne gelir ve boyun bükerdi. Baba da onun kulağını çekerek affederdi. Günâhı büyük ise; “Al malını, gör yolunu” der veya yalvarırdı. Baba da; “Kırklar kurbanı kes yahut üç yüzler nezri ver” dedikten sonra kendisinden bir miktar para alıp; “haydi affettim” derdi.
Netice olarak Hurûfîler, insanları; Allahü teâlayı inkâra ve İslâm dînini ortadan kaldırmaya, Fazlullah’a tapınmaya sürüklemekteydiler. Uygulamaları ile İslâm ahlâkını temelinden yıkmakta, İslâmiyet’i hiçe saymakta, sefâheti, içkiyi ibâdet yerine koymakta idiler.
İşte Emîr Timur böyle bozuk itikatlı birisinin faaliyetlerini durdurmuş ve kendisine hak ettiği cezayı kesmiş bulunuyordu. Bu sebeple Hurûfî tarîkatinin mürîdleri, Emîr Timur’u her vesile ile karalamayı iftiralar atmayı dinî bir vecibe gibi saymışlardır. Aksak Timur, Topal Timur, Zalim Timur diyerek ve daha nice sıfatlarla karalayarak bu büyük Türk cihangirini aşağılamaya çalışmışlar ve bunda da ne yazık ki başarılı olmuşlardır.
Fazlullah Hurûfî’yi yakalatıp öldürten Miranşah ise bazı Hurûfî kaynaklarında “Mâr Şah” veya “Mârân Şâh-ı Pelîd” diye isimlendirilmiştir. Bu ifade “Yılanların alçak şâhı” anlamına gelmektedir
Fazlullah Hurûfî’nin eserleri ve fikirleri, halifeleri aracılığıyla İran ve Azerbaycan’ı aşmış, Anadolu ve Balkanlara kadar yayılmıştır. Hurûfîliğin Anadolu’da yayılmasına ve Fatih Sultan Mehmed dönemindeki hadiselere inşallah haftaya değineceğiz...
TEFEKKÜR
Hûy-i bed âdet-i bed meşreb-i bed
Eder erbâbını merdûd-i ebed
Nâbî
(Kötü huy, kötü gelenek, bozuk itikat
Sahibini sonsuza dek kovulmuş eder.)
Prof.Dr. Ahmet Şimşirgil