İsm-i Azam Duası Nedir?

İsm-i Azam Duası Nedir?

Hadislerle ilmin kıymeti (Risale-i Münire'den)

Hadislerle ilmin kıymeti (Risale-i Münire'den)

MÜ'MİNİN KALBİNİ KIRMAYI MEN ETMEKTEDİR (2013)

MÜ'MİNİN KALBİNİ KIRMAYI MEN ETMEKTEDİR (2013)

_*İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:_*
Kalb, Allahü teâlânın komşusudur. Allahü teâlâya kalbin yakın olduğu kadar hiçbir şey yakın değildir. Çünkü, asi olan komşuyu da korumak lazımdır. Sakınınız, sakınınız, kalb kırmaktan pek sakınınız! 
_*Allahü teâlâyı en ziyade inciten küfürden sonra, kalb kırmak gibi büyük günah yoktur._*

Kelâm-ı Kibarlar (Risaleyi Münire'den)

Kelâm-ı Kibarlar (Risaleyi Münire'den)

İmam-ı Azam hazretleri hakkındaki söylenen sözler

İmam-ı a’zam hazretlerini tartışma konusu yapanlar, akıllarınca bu büyük imam nezdinde, Ehli sünneti tartışma konusu yaparak, hazreti Peygamberin ve Eshabının inancına zarar vermek yok etmek istiyorlar. Halbuki, İmâm-ı a’zam hazretlerinin üstünlüğü hakkında islâm âlimleri ittifak etmişlerdir. Herkes asırlardır onun ilminin üstünlüğünden, takvâsından bahsetmiştir. Bunlardan ba’zılarının sözleri şunlardır:


Hâfız Abdülazîz ibni Revrad buyurdu ki: “Ebû Hanîfe’yi seven, Ehl-i sünnet vel cemâ’at mezhebindedir. O’na buğzeden, O’nu kötüleyen bid’at sahibidir.  Ebû Hanîfe bizimle insanlar arasında miyardır, ölçüdür. O’nu sevin, O’na yüzünü dönenin Ehl-i sünnet olduğunu; buğzedenin bid’at sahibi olduğunu anlarız.


Sehl bin Abdullah Tüsterî buyurdu ki: “Eğer Mûsâ ve Îsâ aleyhimüsselâmın kavimlerinde Ebû Hanîfe gibi âlimler bulunsaydı, bunlar doğru yoldan ayrılıp, dinlerini bozmazlardı.”


Süfyân-ı Sevrî, İmâm-ı a’zamın yanından gelen bir kimseye, “Yeryüzünün en büyük âliminin yanından geliyorsun” demiştir.


İmam-ı Ahmed ibni Hanbel, “İmâm-ı a’zam vera’ ve zühd, îsâr (cömertlik) sahibi idi. Âhıret isteğinin çokluğunu kimse anlayacak derecede değildi” buyurmuştur.


İmâm-ı Mâlik’e, “İmâm-ı a’zamdan bahsederken onu diğerlerinden daha çok medhediyorsunuz” dediklerinde buyurdu ki: “Evet öyledir. Çünkü, insanlara ilmi ile faydalı olmakta onun derecesi, diğerleri ile mukayese edilemez. Bunun için ismi geçince, insanlar ona duâ etsinler diye hep medhederim.”


İmâm-ı Gazâlî buyurdu ki:  “Ebû Hanîfe çok ibâdet ederdi. Kuvvetli zühd sahibi idi. Ma’rifeti tam bir ârif idi. Takvâ sahibi olup, Allahü teâlâdan çok korkardı. Dâimâ Allahü teâlânın rızâsında bulunmayı isterdi.”


Yahyâ Mu’âz-ı Râzî hazretleri anlatır: Peygamber efendimizi rü’yâda gördüm ve, “Yâ Resûlallah, seni nerede arayayım” dedim. Cevâbında, “Beni, Ebû Hanîfe’nin ilminde ara” buyurdu.


İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurur ki: “İmâm-ı a’zam abdestin edeblerinden bir edebi terkettiği için kırk senelik namazını kazâ etmiştir. Ebû Hanîfe takvâ sahibi, sünnete uymakta, ictihâd ve istinbâtta (şer’î delillerden hüküm çıkarmakta) öyle bir dereceye kavuşmuştur ki, diğerleri bunu anlamaktan âcizdirler. İmâm-ı a’zam, hadîs-i şerîfleri ve Eshâb-ı kirâmın sözünü kendi reyine tercih ederdi. Müctehidlerin en vera’ sahibi idi. En müttekîsi O idi. Şâfiî’den de, Mâlik’den de, İbni Hanbel’den de her bakımdan üstün idi.”


Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri buyurdu ki: “İmâm-ı a’zam, İmâm-ı Yûsüf ve İmâm-ı Muhammed de, Abdülkâdir-i Geylânî gibi büyük evliyâ idiler. Fakat âlimler kendi aralarında taksim-i amel eylemişlerdir. Ya’nî herbiri zamanında neyi bildirmek îcâb ettiyse onu bildirmişlerdir. İmâm-ı a’zam zamanında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf husûsunda pek konuşmadı. Silsile-i zehebin en büyük halkasından olan Ca’fer-i Sâdık’tan tasavvufu alıp, vilâyetin (evliyâlığın) en son makâmına kavuşmuştur. Çünkü Ebû Hanîfe, Peygamber efendimizin vârisidir. Hadîs-i şerîfte: “Âlimler peygamberlerin vârisleridir” buyuruldu. Vâris, her husûsta verâset sahibi olduğundan zâhirî ve bâtınî ilimlerde Peygamber efendimizin vârisi olmuş olur. O hâlde her iki ilimde de kemâlde idi.”


Hazreti Ali şöyle buyurdu: “Size bu Kûfe şehrinde bulunan, Ebû Hanîfe adında birini haber vereyim. Onun kalbi ilim ve hikmet ile dolu olacaktır. Âhir zamanda, birçok kimse, onun kıymetini bilmiyerek helâk olacaktır.”


Abdullah ibni Mübârek anlatır: Hasen bin Ammâre’yi Ebû Hanîfe ile birlikte gördüm. Ebû Hanîfe’ye şöyle diyordu: “Allahü teâlâya yemîn ederim ki, fıkıhda senden iyi konuşanı, senden sabırlısını ve senden hazır cevap olanını görmedim. Elbette sen fıkıhda söz söyleyenlerin efendisi ve reisisin. Senin hakkında kötü söyleyenler sana hased edenler, seni çekemeyenlerdir.”

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben, *Abdülhakîm Efendi* hazretlerinin her zaman tam karşısına otururdum. Hattâ *Eyüp Sultân* Câmii’nde, ilk tanıdığımda da, en önde, burun buruna oturmuşduk. 


Allahü teâlâ; *Her istiyene veririm, bâzan da istemiyenler arasından seçdiğime veririm*, buyuruyor. *İnnâ fetahnâ leke* sûresinin son âyet-i kerîmesidir bu.


Bu âyet-i kerîmede hem adâlet, hem de ihsân var. Her istiyene veririm buyurması, *Adâlet*’dir. İstediğime veririm buyurması da *İhsân*’dır. 


İstiyene nasıl verir? Meselâ bana verdiği gibi. Ben istedim, Allahü teâlâ da verdi. 


Askerî okulda, birinci sınıfa başlamışdım. Ramezân-ı şerîfde oruç tutmak istiyenleri, doktor muâyene edip, tutabilecek ve tutamıyacak olanları ayırdı. 


*Seksen kişi* oruç tutmak istiyen vardı. Bunların içinden güçlü kuvvetli olanlarından *Otuz* kişiyi, oruç tutabilir diye ayırdı. *Elli* kişiyi de, zaîf gördüğü için tutamaz diye ayırdı. 


Ben de ufak tefekdim, zaîfdim. Beni de tutamıyacakların içine ayırdı. Doktora; *Ben tutmak istiyorum*, dedim. Çünkü evimde de öyle terbiye almışdım. Önceden de tutuyordum. 


Ben tutmak istiyorum deyince, doktor bana bir kızdı, bir bağırdı. *Sen oruç tutacak adam mısın? Oruç tutarsan sınıfda kalırsın, hasta olursun, ölürsün!* dedi. Doktor, iriyarı bir yüzbaşıydı. 


Oruç tutacak olan *Otuz kişiye* yemek çıkıyordu. Ben de onlarla berâber gece kalkıyordum. Onların yemeklerinden yiyordum. Ben de o sene orucumu tutdum. 


Daha sonra o doktor yüzbaşı görülmez oldu. Sorup soruşdurduk. Öğrendik ki, ölmüş. O bana; *Sen oruç tutarsan ölürsün!* demişdi. Kendisi öldü. 


Ben seksen senedir oruç tutuyorum. Oruçdan dolayı hasta bile olmadım. Doktor bana; *Oruç tutarsan sınıfda kalırsın!* demişdi. Ben okulun birincisi oldum. 


Bir sonraki sene, oruç tutanların sayısı daha azaldı. Sonra da azala azala, son sınıfda iken oruç tutan bir tek *Ben* kalmışdım.

ŞEFÂ’AT, ÖLÜLERE YARDIM

 Süâl: Zümer sûresinin, otuzuncu âyetiyle sarâhaten, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” öldüğü belli iken, hâlâ kabr ziyâreti ile ölülerden şefâ’at istemek olur mu? (Bütün şefâ’atler Allahın izni iledir) ve (Ona, ancak Onun izn verdiği kimse şefâ’at eder) ve (Şefâ’at edicilerin şefâ’ati onlara fâide vermez) âyetlerini okuduğumuz hâlde (Şefâ’at yâ Resûlallah!) lâfzı, şirkin en çirkini değil midir? 

Cevâb: Yukarıda bildirilen âyet-i kerîmeler, şefâ’at olmadığını göstermek şöyle dursun, şefâ’at yapılacağını göstermekdedir. Arabî bilen bir kimse, Kur’ân-ı kerîmden ma’nâ çıkarmağa kalkışırsa, böyle yanlış ve hattâ ters ma’nâ çıkarıp, doğru yoldan kayar. Dîninin, îmânının sarsıldığını, belki de, küfre bulaşdığını anlamaz da, kendini doğru müslimân sanır ve doğru müslimânlara leke sürmeğe çabalar. Arabî dilini iyi bilmekle, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsı anlaşılabilseydi, Beyrutdaki arab hıristiyanların, Kur’ân-ı kerîmi herkesden dahâ iyi anlamaları îcâb ederdi. Hâlbuki bunlar, Kur’ân-ı kerîmden hiçbirşey anlıyamamış, îmân şerefine bile kavuşamamışlardır. 

Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlıyabilmek için, ilm-i lügat, ilm-i metn-i lügat, ilm-i bedî’, ilm-i beyân, ilm-i me’ânî, ilm-i belâgat, ilm-i üsûl-i tefsîr gibi çeşidli ilmleri iyi öğrenmek, sarf, nahv, mantık gibi âlet olan bilgilerde derinleşmek, âyet-i kerîmelerin ma’nâ-yı zâhirîsi, ma’nâ-yı zımnîsi, ma’nâ-yı murâdîsi, ma’nâ-yı iltizâmîsini ve her âyet-i kerîmenin, ne zemân, ne sebeble ve kimler için nâzil olduğunu, âyet-i kerîmelerin hangi hadîs-i şerîflerle ve nasıl açıklandığını iyi bilmek lâzımdır. Ancak, böyle bir islâm âlimi Kur’ân-ı kerîmi tefsîr edebilir. Ya’nî, kelâm-ı ilâhîden murâd-ı ilâhîyi anlıyabilir. Böyle bilgisi olmıyanların, Kur’ân-ı kerîmden ma’nâ çıkarmağa kalkışması, ilk mekteb talebesinin üniversite kitâbı okumasına, kimyâ deneyleri yapmağa kalkışmasına benzer. Böyle nice zevallının, deneylerde kurban gitdiklerini gazetelerde çok okuduk. Bu ilmleri bilmiyenler, mevcûd ve mu’teber tefsîrlere baş vurmalı, ilm sâhiblerinin anlayıp yazdığı ma’nâları, tefsîrlerden anlamağa çalışmalıdır. Tefsîr okuyabilmek ve anlıyabilmek için de, arabîyi ve âlet ilmlerini iyi bilmek lâzımdır. Bizim gibi, bu ilmleri hiç bilmiyenler, tefsîrden de birşey anlıyamayız. 

Lise ve bir fakülte diploması almış bulunduğumuza güvenerek, câhil olduğumuz tefsîr ilmine dalmağa kalkışırsak, aldanır, helâk oluruz. Yüzme bilmiyen bir diplomalının denizde açılması gibi, câhilce, ahmakca davranmış oluruz. Yukarıda sayılı ilmlerde mütehassıs olan, islâm dünyâsında asrlardan beri parmakla gösterilen büyük tefsîr âlimleri, (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) hadîs-i şerîfi ile medh olunan islâm dîninin yüksek bilginleri, yukarıdaki süâlde bulunan âyet-i kerîmelere, süâl sâhibinin anladığı gibi ma’nâ vermediler. Derin ilmleri ve keskin görüşleri ile, doğru ma’nâlarını anladılar. Murâd-ı ilâhînin hiç de öyle olmadığını bildirdiler. 

Tefsîr âlimlerinin başlarının tâcı, bu ilmin mütehassıslarının üstâdı olan Kâdî Beydâvî hazretleri, dünyâca tanınan ve islâm dîninin temel direklerinden biri olan tefsîrinde, birinci âyet-i kerîmeye şöyle ma’nâ vermekdedir: Zümer sûresi, otuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Sen öleceksin. O kâfirler de ölecekler. Sonra, kıyâmet günü, Rabbinizin huzûrunda hesâblaşacaksınız. Senin haklı olduğun, müşriklerin, bâtıl, bozuk olduğu meydâna çıkacak) buyuruldu. (Tefsîr-i Hüseynî)de ve (Mevâkib) tefsîrinde, (Mekke kâfirleri, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” ölecek, ondan kurtulacağız diyorlardı. Allahü teâlâ da, evet, sen öleceksin. Fekat, o müşrikler de, elbette ölecekler. Kendileri elbet ölecek olan kimselerin, başkasının ölümünü beklemeleri, açık bir câhillikdir) diyor. Bu âyet-i kerîme, kâfirlerin yanlış yolda olduklarını bildirmek için geldi. Yoksa, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” öldükden sonra, duymaz, rûhsuz toprak olur gibi birşey bildirmediği gibi, bununla bir ilgisi bile yokdur. 

Ölmek, dünyâ hayâtından ayrılmak demekdir. Bundan, kabr hayâtının yok olması, rûhun da ölmesi anlaşılmaz. Zümer sûresinin kırkdördüncü âyet-i kerîmesine gelince, (Kureyş kâfirleri, putların kendilerine şefâ’at edeceklerini söylüyor. Onlara söyle ki, Allahü teâlânın izni olmadan, hiç kimse şefâ’at edemez) olarak tefsîr edilmekdedir. Putların, heykellerin şefâ’at edemiyeceklerini bildiren âyet-i kerîmeyi, Resûlullah şefâ’at edemez diye açıklamak çok yanlışdır. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” şefâ’at etmesi için izn verilecek. O da, dilediği mü’minlere şefâ’at edecekdir. Bekara sûresindeki Âyet-el Kürsînin tefsîri de, böyle olduğunu bildirmekdedir. Müddessir sûresinin kırksekizinci âyet-i kerîmesi de, (Şefâ’at etmelerine izn verilenler, kâfirlere şefâ’at ederlerse, şefâ’atleri onlara fâide vermez) demekdedir. Böyle olduğunu bildiren hadîs-i şerîfler, (Tefsîr-i Mazherî)de yazılıdır. 

Görülüyor ki, âyet-i kerîmelerin hepsi, şefâ’at etmek için, mü’minlere yardım etmek için izn verileceğini, kâfirlere şefâ’at edilmiyeceğini bildirmekdedir. Resûlullahın mü’minlere şefâ’at edeceğini bildiren çeşidli hadîs-i şerîfler vardır: Hatîb-i Bağdâdînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Ümmetimden, Ehl-i beytimi sevenlere şefâ’at edeceğim) buyurulmakdadır. Sevmek, yalnız lâfla olmaz! İmâm-ı Ahmedin “rahmetullahi aleyh” (Müsned) kitâbında bildirilen hadîs-i şerîfde, (Ümmetimden, büyük günâh işliyenlere şefâ’at edeceğim) buyurulmakdadır. Deylemî “rahmetullahi aleyh” (Müsned)inde bildirilen hadîs-i şerîfde, (Eshâbıma dil uzatanlardan başka, herkese şefâ’at edebilirim) buyurulmakdadır. Yine Deylemînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Ümmetimden, nefsine zulm edenlere, nefslerine aldananlara şefâ’at edeceğim) buyurulmakdadır. Hatîb-i Bağdâdînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Ümmetimden, günâhları çok olanlara şefâ’at edeceğim) buyurulmakdadır. 

İbni Ebî Şeybenin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Kıyâmet günü, mezârdan önce çıkan ben olacağım ve en önce şefâ’at eden ben olacağım) buyurulmakdadır. İmâm-ı Müslimin “rahmetullahi teâlâ aleyh” bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Kıyâmet günü, en önce ben şefâ’at edeceğim) buyurulmakdadır. (Şir’at-ül-islâm) şerhi, yirmisekizinci sahîfesindeki hadîs-i şerîfde, (Şefâ’atime inanmıyan, ona kavuşamaz) buyuruldu. Ahmed ibni Kemâl efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” kırk hadîsinin sekizinci hadîs-i şerîfinde, (Sünnetimi elinden kaçıran kimseye şefâ’atim harâm oldu) buyurulmakdadır. Ya’nî, doğuşda mâlik olduğu îmânını bırakana, müslimân olmıyana şefâ’at etmem buyuruldu. (Taberânî), (İbni Adî), (Dâre kutnî), (Beyhekî) kitâblarında bildirilen hadîs-i şerîfde, (Kabrimi ziyâret eden kimseye şefâ’at etmek bana vâcib oldu) buyurulmakdadır. Taberânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Kabrimi ziyâret edenin şefâ’atcisiyim) buyuruldu. Bu iki hadîs-i şerîf, Resûlullahın kabr-i şerîfini ziyâret etmenin lâzım olduğunu göstermekdedir. 

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin çeşid çeşid şefâ’at edeceğini bildiren dahâ nice hadîs-i şerîfler vardır. (Milel-nihal) kitâbı, altmışyedinci sahîfesinde diyor ki, (Resûlullahın şefâ’at edeceğine ve kirâmen kâtibîn meleklerine ve Cennetdeki rü’yete inanmıyan kimsenin arkasında nemâz kılınmıyacağı (Hülâsa)da yazılıdır). Bunun için vehhâbî imâm arkasında nemâz kılmamalıdır. Ehl-i sünnet âlimleri bildiriyor ki, kıyâmet günü, her Peygamber şefâ’at edecekdir. Sonra âlimler, sonra şehîdler, sonra sâlihler, sonra Kur’ân-ı kerîmi tecvîd ile,tegannî etmeden ve Allah rızâsı için okuyan hâfızlar, küçük çocuklar şefâ’at edecekdir. Böyle olduğunu bildiren hadîs-i şerîfler (Kurtubî tezkiresi) muhtasarında ve (Birgivî vasıyyetnâmesi)nde yazılıdır. Çocukların cenâze nemâzını kılarken, (Yâ Rabbî! Bu çocuğu şefâ’atci eyle!) diye okunacağı, bütün fıkh kitâblarında yazılıdır. 

Kıyâmet günü, iyilerin, günâhlı olanlara şefâ’at edeceklerini bildiren hadîs-i şerîfler o kadar çokdur ki, bunlar karşısında inanmıyanın, yâ çok câhil veyâ islâmı yıkmak için uğraşan zındıklara aldanmış bir zevallı olduğu düşünülebilir. Bunun için, yukarıdaki süâli soranın, şefâ’ate inanmadığını değil de, kabr ziyâretinin ve ölmüş bir kimseden birşey istemenin câiz olmadığını bildirmek istediğini sanıyoruz. Bugün ba’zı kimseler, Evliyâ ziyâreti ve meyyitden birşey istemek şirkdir diyorlar. Bir Velîyi ziyâret edenlere, Resûlullahdan şefâ’at istiyenlere kâfir, ya’nî müslimân değil diyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri, meyyit ile tevessülün câiz olduğunu, kelâm ve fıkh kitâblarında, çeşidli delîllerle isbât etmekdedirler. (Dürr-ül-muhtâr)da, cenâze nemâzını anlatdıkdan sonra, (Kabrleri ziyâret etmenizi yasak eylemişdim. Bundan sonra, kabrleri ziyâret ediniz!) hadîs-i şerîfini bildirmekdedir. Bu hadîs-i şerîfde, kabr ziyâreti emr edilmekdedir. İbni Âbidîn bunu açıklarken buyuruyor ki, (Mevtâ, Cum’a günü ve bir gün önce ve bir gün sonra kendini ziyâret edenleri tanır. Muhammed Vâsi’ böyle bildirmekde ve Cum’a gününün, başka günlerden üstün olduğu buradan da anlaşılıyor demekdedir. İbni Ebî Şeybe, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin Uhud şehîdlerinin kabrlerini her sene ziyâret etdiğini ve onlara, (Esselâmü aleyküm) dediğini haber verdi. Uzakda durarak da ziyâret mendûbdur.) 

İbni Hacer, fetvâlarında, (Harâm olan şeyler bulunsa da, meselâ erkekler arasına kadınlar karışsa da, Evliyânın mezârlarını ziyâreti terk etmemelidir) diyor. Çünki bir kimse, başkasının yapdığı günâh için ibâdetini terk etmez. Cenâze taşımak da, bu sebeble terk edilmez. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâbının “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” mezârlarını ziyâret için Bakî’ kabristânına gider, ayakda, onlara (Esselâmü aleyküm) derdi. Kabrin ayak ucunda durmak iyidir. Baş tarafında durmak da câizdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir mezârın baş tarafında Bekara sûresinin bir kısmını okuyup, geri kalanını ayak ucunda okudu. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Kabristâna giren kimse, Yasîn sûresini okusa, o gün meyyitlerin azâbları hafîfler. Meyyitlerin sayısı kadar, ona da sevâb verilir). Bir hadîs-i şerîfde de, (Onbir ihlâs okuyup, sevâbı ölülere gönderilirse, mevtâların sayısınca ona da sevâb verilir) buyuruldu. 

(Hidâye) fıkh kitâbında diyor ki, (Bir kimsenin, nemâz, oruc ve sadaka gibi bütün ibâdetlerinin sevâbını başkasına hediyye etmesi câizdir). İbni Âbidîn, cenâze nemâzı sonunda diyor ki, [(Tâtârhâniyye) kitâbında, zekâtı anlatırken diyor ki, (Nâfile sadaka veren kimsenin, sevâbının bütün mü’minlere verilmesi için niyyet etmesi çok iyi olur. Kendi sevâbından hiç azalmadan, bütün mü’minlere de sevâbı erişir. Ehl-i sünnet vel-cemâ’at mezhebi böyledir). Hanefî ve Hanbelî mezheblerine göre, nemâz ve Kur’ân-ı kerîm okumak gibi yalnız beden ile yapılan ibâdetlerin sevâbı da, böyle hediyye edilebilir. Mu’tezile mezhebi, hiçbiri hediyye edilemez dedi. Şâfi’î âlimlerinin sonra gelenleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, Kur’ân-ı kerîmin ve nemâzın da meyyite fâide vereceğini bildirdiler. Çünki, Kur’ân-ı kerîm okunan yere, rahmet ve bereket iner. Bu zemân yapılan düânın kabûl olması çok umulur. Farz ve nâfile ibâdetlerin sevâbı, ölülere ve dirilere gönderilebilir. İbâdeti yaparken, sevâbını başkasına niyyet etmek câiz olduğu gibi, ibâdeti kendi için yapıp, sonra sevâbını başkasına hediyye etmek de câizdir. Sevâb, hediyye edilenlere taksîm edilmeksizin, her birine bütünü kadar erişir. Her çeşid ibâdetin sevâbı, Resûlullahın mubârek rûhuna da gönderilebilir. Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü anhümâ”, Resûlullah için umre yapardı. Hâlbuki, bunu vasıyyet etmemişdi. 

İbnis-Serrâc, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” için onbinden fazla hatm okumuşdu. Mubârek rûhu için kurban kesmişdi. Bu hediyyelerle derecesi ve şerefi artar denildi]. Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, fârisî (Medâric-ün-nübüvve) kitâbında, ikinci cild, yüzotuzikinci sahîfede diyor ki: (Bedr gazâsında, dokuzyüzü aşan kâfir ordusundan, yetmişi öldürülmüşdü. Bunlardan yirmidördü, bir leş çukuruna atıldı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” üç gün sonra çukur başına geldi. Birkaçının ismini sayarak, (Rabbinizin ve Onun Resûlünün bildirdikleri azâblara kavuşdunuz mu? Ben, Rabbimin va’d etdiği zafere kavuşdum) buyurdu. Ömer “radıyallahü anh” bunu işitince: (Yâ Resûlallah! Cansız ölülere neden söylüyorsun?) dedi. (Sözlerimi siz onlardan dahâ iyi işitici değilsiniz! Fekat onlar cevâb veremez) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, hadîs âlimlerinin sözbirliği ile bildirilmekdedir. Bu hadîs-i şerîf, ölülerin diriler gibi işitdiğini, fekat cevâb veremediklerini gösteriyor. 

(Müslim-i şerîf)de bildirilen bir hadîs-i şerîfde de: (Defnden sonra cemâ’at dağılırken, ölü, bunların ayak sesini işitir) buyuruldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Bakî’ kabristânını ziyâret ederken, oradaki meyyitlere selâm verir, onlara söylerdi. İşitmiyen, anlamıyan kimseye birşey söylenir mi? Hattâ saçma söz olur. Süâl: Meyyitin, ayak seslerini işitmesi, süâl meleklerine cevâb verinciye kadar işiteceğini gösteriyor. Bundan her zemân işiteceği anlaşılır mı? Cevâb: Hadîs-i şerîfde, süâllere cevâb verinciye kadar işitir denilmiyor. Süâli işitmesi ve cevâb vermesi için, meyyit sonra ayrıca diriltilecekdir. 

Süâl: Meyyit, yalnız Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sözlerini işitir. Bu ise, bir mu’cizedir. Herkesin sözünü işitir demek nasıl doğru olur? 

Cevâb: Hadîs-i şerîfde açıkca bildirilen birşeyi sınırlamak için veyâ başka dürlü anlatmak için, bu şeyin, açıkca bildirildiği gibi olamıyacağını isbât etmek lâzımdır. Allahü teâlâ, ölüye, kulaksız, sinirsiz, bizim bilmediğimiz bir sûretle işitdirebilir. 

Süâl: Fâtır sûresinin yirmiikinci âyetinde meâlen, (Sen ölüye işitdiremezsin. Sen kabrde olana duyurucu değilsin!) buyuruluyor. Bu âyet-i kerîme karşısında, o hadîs-i şerîf nasıl doğru olabilir? Hazret-i Ömere “radıyallahü teâlâ anh” verilen cevâbda, (Dahâ iyi bilici) denilmiş, bizlere ise, yanlışlıkla (Dahâ iyi işitici) şeklinde gelmiş olabilir. Çünki, ölüler, âhıret işlerini, dirilerden elbette dahâ iyi bilirler. 

Cevâb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” gibi çok sağlam bir zâtın bildirdiği bir hadîs-i şerîfde yanlışlık olabileceğini, hiçbir müslimân düşünemez. Bu âyet-i kerîmede meâlen, (Ölülere sen işitdiremezsin. Senin sesini, Allahü teâlâ işitdirir) buyuruldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Mekke kâfirlerinin îmân etmeleri için uğraşıyordu. İnanmadıkları için üzülüyordu. Bu âyet-i kerîme o zemân gelmişdi. Ölülere işitdiremezsin demek, ölü kalbleri, ya’nî kâfirleri îmâna kavuşduramazsın demekdir. Kâfirlerin bedenleri kabre, kalbleri de ölüye benzetilmekdedir. Hadîs-i şerîfler ve din büyüklerinin kitâbları, ölülerin işitdiklerini ve anladıklarını gösteriyor. Bu haberleri bozan başka bir haber bildirilmedi.) 

(Kıyâmet ve Âhıret) kitâbının (Müslimâna Nasîhat) kısmını okuyunuz! Enfâl sûresinin onyedinci âyetinde meâlen, (Kâfirlere atdığını sen atmadın, onları Allahü teâlâ atdı) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmeyi yanlış anlıyarak, insanın yapdığı şeyleri, insan yapmıyor demek, insandan birşey istemenin câiz olmıyacağını sanmak yanlışdır. Böyle olsaydı, ağaç meyve verdi, yemek beni doyurdu, ilâc ağrıyı durdurdu, taş camı kırdı gibi söz yanlış ve günâh olurdu. Hâlbuki, böyle sözleri kendileri de söylemekdedir. Bu sözler (Bu şey, bu işin yapılmasına sebeb oldu, vâsıta oldu) demekdir. Meselâ, taş camı kırmağa sebeb oldu demekdir. Herşeyi yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Allahü teâlâdan başka yaratıcı yokdur. İnsan birşeyi yaratdı demek şirk olur. Çok çirkin söz olur. Fekat Allahü teâlâ, çok şeyleri yaratmasına, insanları ve mahlûkları sebeb kılmışdır. Âdeti böyledir. 

Bu âyet-i kerîmeyi Kâdî Beydâvî “rahmetullahi teâlâ aleyh” şöyle tefsîr ediyor: (Yâ Muhammed “aleyhisselâm”! Kâfirlere atdığın o bir avuç toprağı, onların gözlerine sen götürmedin. Allahü teâlâ gözlerine götürdü. Yâhud Uhud gazâsında, Übeyy ibni Halefe atdığın süngüyü o kâfire sen atmadın. Allahü teâlâ atdı). (Hüseynî) ve (Mazherî) tefsîrlerinde diyor ki, (Kesb etmeleri, istemeleri ve sebeb olmaları bakımından, işleri insan yapdı denir. Yaratması bakımından da, Allah yapdı denir. Allahü teâlâ, (Dâvüd, Câlûtu öldürdü) buyuruyor. Hâlbuki, Muhammed aleyhisselâma, (Sen atmadın, ben atdım) buyuruyor. Böylece, Muhammed aleyhisselâmın derecesinin yüksek olduğunu bildiriyor). Nisâ sûresinin yetmişsekizinci âyetinde meâlen, (Ey insan! Sana gelen her iyilik, Allahü teâlânın ihsânı olarak, ni’meti olarak gelmekdedir. Her derd ve belâ da, kötülüklerine karşılık olarak gelmekdedir. Hepsini yaratan, gönderen Allahü teâlâdır) buyuruldu. [Allahü teâlâ, derdleri, belâları, günâhlara cezâ olarak, azâb olarak göndermiyor. Günâhların afv edilmeleri için, ihsân olarak gönderiyor. İkinci kısm, 25. ci maddeye bakınız!] 

Görülüyor ki, Allahü teâlâ, çok şeyi sebeblerle yaratmakdadır. Sebeblere yapışmak, sebeblerden beklemek, istemek, Onun âdetine uymak, Ondan beklemek, Ondan istemek olur. Peygamberden “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” şefâ’at istemek de, tabîbden ilâc istemek, bulutdan yağmur beklemek gibidir. Böyle sebeblere yapışmak, Allahü teâlâya şirk olmaz. Onun âdetine uymak, Ona itâ’at etmek olur. (Bana itâ’at etmek isteyen, Resûlüme itâ’at etsin!) meâlindeki âyet-i kerîme meşhûrdur. Mu’tezile fırkası, şefâ’at edileceğine inanmadı. (Emâlî) kasîdesinin (Dağlar gibi günâhları olanlara, iyiler şefâ’at edecekdir) beyti, şefâ’at olacağını bildirmekdedir. Bu kasîdenin (Nuhbet-ül-leâlî) ismindeki şerhi İstanbulda neşr edilmişdir. Şarta bağlı olarak Evliyâya adak yapmak da, kendini, günâhı çok, düâ etmeğe yüzü yok bilerek, mubârek birini vesîle edip, Allahü teâlâya yalvarmak demekdir. 

Meselâ (Hastam iyi olursa veyâ şu işim hâsıl olursa, sevâbı (Seyyidet Nefîse) hazretlerine olmak üzere, Allah için, üç Yasîn okumak veyâ bir koyun kesmek nezrim olsun) deyince, bu dileğin kabûl olduğu çok tecribe edilmişdir. Burada, Allahü teâlâ için Kur’ân-ı kerîm okunup veyâ koyun kesip, sevâbı seyyidet Nefîse hazretlerine bağışlanmakda, onun şefâ’ati ile, Allahü teâlâ, hastaya şifâ vermekde, kazâyı, belâyı gidermekdedir. Koyunu mezâr başında kesmek harâmdır. Hiçbir mezârın yanında kesmemelidir. Puta tapanların put yanında kesmelerine benzememelidir. İbni Âbidîn, nâfile nemâzları adak yaparak kılmağı anlatırken bildirdiği hadîs-i şerîfe göre, bir dilek için adak edilen bir ibâdet, o dileği hâsıl etmez. Bu ibâdet, o dileğin hâsıl olması için yapılmaz. Allahü teâlâ, o ibâdetden dolayı veyâ sevdiği bir kuluna yapılan bir iyilikden dolayı, merhamet ederek, o dileği kabûl ve ihsân etmekdedir.

 (Şerh-ı mekâsıd)da diyor ki: (Eski yunan felsefecilerine göre, eşyâyı tanımak için, bunların görüntülerinin, his organları üzerinde hâsıl olması lâzımdır. İnsan ölüp, rûh bedenden ayrılınca, his organları çalışmıyor ve çürüyüp yok oluyor. Eşyâyı tanımak imkânsız oluyor. Birşeyin hâsıl olması için lâzım olan şart yok olunca, o şey de hâsıl olmaz diyorlar. Onlara deriz ki, eşyâyı tanımak için, his organları şart değildir. Çünki, eşyânın tanınmaları, hisde de, rûhda da, onların sûretlerinin, görüntülerinin hâsıl olması ile değildir. Bundan başka, görüntü, his organlarında hâsıl olmaksızın, doğruca rûhda hâsıl olamaz demek, mesnedsiz, kuru bir iddi’â olur. İslâm inancına göre, rûhda, bedenden ayrıldıkdan sonra, yeni bir anlayış, dirilerin hâllerini ve bilhâssa dünyâda iken tanımış oldukları kimselerin hâllerini anlamak kuvveti hâsıl olmakdadır. Bundan dolayı Velîlerin “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” kabrlerini ziyâret etmek ve onların mubârek rûhlarından istigâse et­mek,­ya’nî­yar­dım­ di­le­mek ­ile,­iyi­lik­le­re­ ka­vu­şul­mak­da ­ve ­za­râr­lar­dan ­kur­tul­mak­ na­sîb ­ol­mak­da­dır. Rû­hun,­be­den­den­ ay­rıl­dık­dan ­son­ra,­be­den­le­ ve ­be­de­nin ­bu­lun­du­ğu ­top­rak­la alâ­ka­sı,­il­gi­si­var­dır.­Bir ­kim­se,­bu ­top­ra­ğı­zi­yâ­ret­ eder ­ve­Ve­lî­nin ­rû­hu­na­ te­vec­cüh­ eder­se,­iki­si­nin­ rûh­la­rı ­bu­lu­şur­lar­ ve­ bir­bir­le­rin­den­ fâ­ide­le­nir­ler). (Tef sîr-i ke bîr)de ­di­yor­ki:­(İn­sa­nın ­rû­hu,­be­den­den ­ay­rı­lıp,­dün­yâ ­il­gi­sin­den­ kur­tu­lun­ca,­me­lek­ler­ âle­mi­ne,­kud­sî­ ma­kâm­la­ra­ gi­der.­ O­ âle­me­ mah­sûs­ kuv­vet­ler­ ken­din­de­ hâ­sıl­olur.­Bir­ çok ­şey­ler ­ya­pa­bi­lir­ler.­İn­san ­ho­ca­sı­nı ­rü’yâ­da­ gö­rüp,­bil­me­dik­le­ri­ni­ so­rup ­öğ­re­ni­yor).­

Fah­rüd­dîn-i­Râ­zî­ (El-metâlib-ül-âliyye) ki­tâ­bı­nın­ on­se­ki­zin­ci ­fas­lın­da­ da ­bu­yu­ru­yor­ki: ­(Rû­hu ­ol­gun,­nef­si ­pâk ­ve­ te’sî­ri ­kuv­vet­li ­bir ­Ve­lî­nin ­kab­ri ­ya­nı­na­ gi­dip,­bir­ ze­mân­ du­ru­lur ­ve ­o ­top­rak­da­ki ­Ve­lî­ dü­şü­nü­lür­ ise,­rû­hu­ o ­top­ra­ğa­ bağ­la­nır.­Mey­yi­tin­ rû­hu­da,­bu ­top­ra­ğa ­bağ­lı ­ol­du­ğu ­için ­ge­len ­in­sa­nın ­rû­hu­ ile­ Ve­lî­nin ­rû­hu ­bu­luş­muş­ olur­lar.­ Bu ­iki ­rûh,­kar­şı­lık­lı­ iki­ ay­na ­gi­bi ­olur. Her­bi­rin­de ­olan ­me’ârif,­ke­mâ­lât,­öte­ki­ne ­aks­eder,­yan­sır.­İki­si­ de ­çok ­fâ­ide­le­nir). Alâ­üd­dîn-i­At­târ­“rah­me­tul­la­hi ­te­âlâ­ aleyh”­ haz­ret­le­ri­ bu­yur­du­ki:­(Me­şâ­yı­hın kabr­le­ri­ni ­zi­yâ­ret ­ede­ne,­on­la­rı­ an­la­dı­ğı­ ve ­bağ­lan­dı­ğı­ mik­dâr­ca­ fâ­ide ­hâ­sıl ­olur. On­la­rın­ kabr­le­rin­den,­çok ­fâ­ide­ alı­nır.­Fe­kat,­rûh­la­rı­na­ bağ­lan­mak,­[ya’nî­râ­bı­ta yap­mak]­ da­hâ­ fâ­idelidir.­Çün­ki,­uzak­ ve­ ya­kın ­ol­ma­nın ­bun­da ­bir ­te’sî­ri ­yok­dur). Üçün­cü ­kısm,­alt­mı­şın­cı ­mad­de­yi­ oku­yu­nuz!


(Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sf: 475-...480)

VEHHÂBÎLİK NEDİR?

 Vehhâbîliği kuran, Mehmed bin Abdülvehhâbdır. Binyüzonbir 1111 [m. 1699] de, Necdde, Hureymile kasabasında dünyâya gelmiş, 1206 [m. 1791] de, Der’iyyede ölmüşdür. Önceleri, seyâhat ve ticâret için, Basra, Bağdâd, Îrân, Hind ve Şâm taraflarına gitmiş, 1125 [m. 1713] de Basrada, ingiliz câsûslarından, Hempherin tuzağına düşerek, ingilizlerin (İslâmiyyeti imhâ) etmek çalışmalarına âlet olmuşdur. (İngiliz Câsûsunun İ’tirâfları) kitâbımızda, Vehhâbîliğin kuruluşu uzun anlatılmakdadır. Eline geçirdiği, Ahmed ibni Teymiyyenin, Ehl-i sünnete uymıyan kitâblarını okumuş, (Şeyh-i Necdî) diye meşhûr olmuşdur. Düşünceleri, ingiliz paraları ve ingiliz silâhları karşılığında, köylüler ve Der’iyye ehâlîsi ile reîsleri Muhammed bin Sü’ûd tarafından desteklendi. Sapık din adamı Ahmed ibni Teymiyyenin fikrleri ile Hempherin yalanlarının karışımına (Vehhâbîlik) denir. (Mir’ât-ül-Haremeyn) kitâbının basıldığı 1306 [m. 1888] senesinde Necd emîri, Abdüllah bin Faysal idi. Aşağıdaki bilgilerin çoğu (Mir’ât-ül-Haremeyn)den alınmışdır: Mehmedin babası Abdülvehhâb, iyi bir müslimân idi. Bu ve Medînedeki âlimler, Abdülvehhâb oğlunun sözlerinden, yeni bir yol tutacağını anlamış, herkese, bununla konuşmamasını nasîhat etmişlerdi. Fekat, 1150 [m. 1737] de, Vehhâbîliği i’lân etdi. Yazdığı kitâblarda ve hele bunların en meşhûru olan (Kitâb-üt-tevhîd)de ve torunu Abdürrahmân bin Hasenin buna yapdığı (Feth-ul-mecîd) adındaki şerhde, ikiyüzelliden fazla, bozuk inanışları vardır. Bunlardan ba’zısı (Üsûlül-erbe’a) ikinci sahîfesinde yazılıdır. 

Bozuk inanışlarının temeli, üç mes’eledir: 

1 — Amel, ibâdet, îmânın parçasıdır diyor. Bir farzı yapmıyan, meselâ farz olduğuna inandığı hâlde, bir nemâz kılmıyan kâfir olur diyor. Bunu öldürmeli, mallarını taksîm etmelidir diyorlar. Bunlar (Feth-ul-mecîd)in 17, 48, 93, 111, 273, 337 ve 348. ci sahîfelerinde yazılıdır. 

2 — Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ve Evliyânın “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” rûhlarından şefâ’at istiyen, bunların mezârını ziyâret edip, bunları vesîle ederek düâ eden kâfir olur diyorlar. (Feth-ul-mecîd) kitâbının beşyüzüçüncü sahîfesinde diyor ki, (Resûlullah hayâtda iken, düâ etmesini istemek câizdir. Hattâ, diri olan her sâlih kimseden, düâ etmesi istenir. Nitekim, hazret-i Ömer, Mekkeye umre yapmağa gideceği zemân, Resûlullah, (Yâ Ömer, bizi düândan unutma!) dedi. Dirilerin, cenâzeye ve kabrde olanlara da düâ etmeleri câizdir. Fekat, kabrde olandan düâ istemek câiz değildir. Allahü teâlâ, işitmiyenlerden düâ istemenin şirk olduğunu bildirdi. Ölüler ve gâib olan, uzakda olan diriler, işitmez ve cevâb vermezler. Bunların fâide ve zarârları olmaz. Eshâbdan ve onlardan sonra gelenlerden hiçbiri, Resûlullahın kabrinden birşey istemedi. Peygamber öldükden sonra, ondan birşey istemek câiz olsaydı, Ömer “radıyallahü anh” yağmur yağmasını Ondan isterdi. Hâlbuki, kabrine gelip, Ondan düâ, yardım istemedi. Diri ve hâzır olan hazret-i Abbâsdan düâ istedi). Yetmişinci [70] sahîfesinde diyor ki, (Ölüden ve yanında bulunmıyanlardan birşey istemek, onu Allaha şerîk yapmak olur). Vehhâbîlerin bu sözlerini, yine kendi kitâbları yalanlıyor. (Feth-ul-mecîd)in ikiyüzbirinci sahîfesinde, (Buhârîde, Abdüllah ibni Mes’ûd diyor ki, yidiğimiz ta’âmın tesbîh sesini işitirdik. Ebû Zer diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, avucuna taş parçaları aldı. Bunların tesbîh sesleri işitildi. Resûlullahın hutbe okurken dayandığı odunun inlemesi haberi sahîhdir) diyor. Demek ki, Resûlullahdan başka mü’minler de, herkesin işitemiyeceği sesleri işitirmiş. Bu taşlar hazret-i Ebû Bekrin elinde iken de tesbîhlerinin işitildiği, aynı haberin sonunda bildirilmekdedir. Hazret-i Ömerin, Medînede hutbe okurken, Îrânda harb eden ordu kumandanı Sâriyeyi görerek, (Sâriye, dağdaki düşmandan korun!) dediğini ve Sâriyenin işiterek, dağı ele geçirdiğini bütün kitâblar bildirmekdedir. Puta tapanlar için gelmiş olan âyet-i kerîmelerle, bu sözlerini isbâta kalkışıyorlar. Hâlbuki, mü’minler [ya’nî Ehl-i sünnet], Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve Evliyâya “aleyhirrahme” ibâdet etmez. Allahü teâlânın sevgili kulları olduğuna ve Allahü teâlânın, bunların hâtırı ve hurmeti ile, kullarına merhamet edeceğine inanır. Zararı, fâideyi yaratan, ancak Odur. Ondan başka ibâdete kimsenin hakkı yokdur, der. Kabr ziyâretine gidip, kabrdeki zât vâsıtası ile Allahü teâlâya düâ eder. (İbni Âbidîn) nikâh sözleşmesinin son sahîfesinde diyor ki, (Allah ve Resûlullah şâhid olsunlar diyerek evlenmek câiz değildir. Hattâ böyle söylemek küfr olur diyenler vardır. Resûlullah gaybı bilir demek olur. Allahdan başkası için gaybı bilir diyen kâfir olur dediler. Hâlbuki, (Tâtârhâniyye)de, (Hucce)de ve (Multekıt)de küfr olmaz diyor. Çünki, Allahü teâlâ herşeyi Resûlünün rûhuna bildirir. Peygamberler, başkaları için gayb olan birçok şeyi bilirler. Cin sûresinin yirmialtıncı âyetinin meâli, (Allahü teâlâ, gaybdan bildiği şeylerden ba’zılarını yalnız Peygamberlerden dilediğine bildirir) ise de, akâid kitâblarında, Evliyânın kerâmetlerinden biri, gaybların çoğunu bilmeleri olduğu yazılıdır. 

Mu’tezile fırkası [ve onların izinde olanlar], bu âyet-i kerîmeye dayanarak, Evliyâ gaybı bilemez diyorlar. Bunlara cevâb olarak deriz ki, bu âyet-i kerîme, gaybın vâsıtasız olarak ve yalnız vahy getiren meleğe bildirilmesini haber veriyor. Peygamberlere ve Evliyâya diğer melekler vâsıtası ile veyâ başka vâsıta ile bildirilmekdedir. (Sell-ül-hisâmil-Hindî li-nusrat-i seyyidinâ Hâlid-in-nakşibendî) ismindeki kitâbımda Evliyânın kerâmetleri uzun yazılıdır. Lutfen oradan okuyunuz!) (Tefsîr-i Mazherî)de bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyuruyor ki, (Allahü teâlâ, Evliyâsına vâsıtasız da bildirir. Hazret-i Ömere Sâriyeyi gösterdi “radıyallahü teâlâ anhümâ”. Mûsâ aleyhisselâmın annesine, oğlunu denize koymasını, yine geriye göndereceğini ve Peygamber yapacağını bildirdiğini haber veriyor. Havârîlere vahy gibi bildirdiğini ve hazret-i Meryeme, (Hurma kütüğünü salla; tâze hurma olacak. Onları yi!) dediğini haber veriyor. Bunlar Peygamber değildi. Velî idiler). Fârisî (Usûl-ül-erbe’a fî-terdîd-il vehhâbiyye) kitâbında geniş bildirilmişdir. Bu kitâb 1395 [m. 1975] de, İstanbulda tekrâr basdırılmışdır. Bu kitâbdan bir kısmı terceme edilerek, (Kıyâmet ve Âhıret) ve (Fâideli Bilgiler) kitâblarına ilâve edilmişdir. (Hadîka) ikinci cild, yüzyirmialtıncı sahîfede diyor ki: Resûlullah ile ve Eshâb-ı kirâm ile ve Tâbi’în ile, bunlar öldükden sonra da, Allahü teâlâya tevessül etmek, ya’nî bunların hurmeti için, dilekde bulunmak câizdir ve meşrû’dur. 

Tevessül etmek, şefâ’atini istemek demekdir. Ehl-i sünnet âlimleri, bunun câiz olduğunu bildirdi. Mu’tezile fırkası ise inanmadı. Tevessül edenin düâsının kabûl olması, tevessül olunanın kerâmeti olur. Ya’nî, öldükden sonra kerâmet göstermesi olur. Bid’at sâhibi, sapık olanlar buna inanmadı. İmâm-ı Münâvî (Câmi’us-sagîr) şerhinde, bu câhillere cevâb vermekdedir. İmâm-ı Sübkî buyuruyor ki, (Resûlullah ile tevessül etmek, ya’nî istigâse etmek, ondan şefâ’at istemekdir. Bu ise güzel bir şeydir. Önceki ve sonraki islâm âlimlerinden hiçbiri buna karşı birşey dememişdir. Yalnız İbni Teymiyye bunu inkâr etdi. Böylece doğru yoldan ayrıldı. Kendinden önce gelen âlimlerden hiçbirinin söylemediği bir bid’at çıkardı. Bu bid’ati ile müslimânların diline düşdü). Resûlullahın ismi ile kasem ederek, ya’nî Resûlullah hakkı için diyerek, Allahü teâlâdan birşey istemenin câiz olduğunu, İbni Abdüsselâm uzun bildirmekdedir. Resûlullahın vârisi olan Evliyâ ile de kasem câiz olduğunu, Ma’rûf-i Kerhî bildirmekde ve (Kuşeyrî) risâlesi yazmakdadır. Yüzellibirinci [151] sahîfesinde diyor ki, herhangi bir müctehidin câiz olur dediği birşeyi yapana mâni’ olmamalıdır. Çünki, dört mezhebden birini taklîd etmek câizdir. Bunun için, kabr ziyâret edenlere, Evliyânın mezârları ile teberrük edenlere, hastası iyi olmak için veyâ gâibi bulunmak için bunlara nezr yapanlara mâni’ olmamalıdır. Adak yaparken, Evliyâya adak demek mecâz olup, türbeye hizmet edenlere adak demekdir. Fakîre zekât verirken ödünc verdiğini söylemek gibidir ki, böyle söylemenin câiz olduğu bildirilmişdir. Burada söze değil, ma’nâya bakılır. Bunun gibi, fakîre verilen hediyye, sadaka olur. Zengine verilen sadaka da hediyye olur. [(VEKÂLET)e bakınız!].

 İbni Hacer-i Hiytemî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Evliyânın kabrlerine nezr yapılırken, onun çocuklarına veyâ talebesine yâhud orada bulunan fakîrlere sadaka olması gibi başka bir (Kurbet), ya’nî, başka bir hayr niyyet edilirse, bu nezrin sahîh olacağına fetvâ vermişdir. Böyle nezrlerin, niyyet edilen kimselere verilmesi lâzımdır. Şimdi türbelere yapılan nezrlerin hepsinde böyle niyyet edilmekdedir. Velîye nezr sözünden bunu anlamak lâzımdır. Geçmiş Evliyâya dil uzatmak, onlara câhil demek, sözlerinden islâmiyyete uymıyan ma’nâlar çıkarmak, öldükden sonra da kerâmet gösterdiklerine inanmamak ve ölünce velîlikleri biter sanmak ve onların kabrleri ile bereketlenenlere mâni’ olmak, müslimânlara sû’i zan, zulm etmek, mallarını gasb etmek gibi ve hased, iftirâ ve yalan söylemek ve gıybet etmek gibi harâmdır. (Hadîka)dan terceme temâm oldu. (Hadîka)da, yüzseksenikinci sahîfede diyor ki, (Buhârînin, Ebû Hüreyreden “radıyallahü anh” haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, kulum farzları yapmakla bana yaklaşdığı gibi başka şeyle yaklaşamaz. Kulum nâfile ibâdetleri yapınca, onu çok severim. Öyle olur ki, benimle işitir. Benimle görür. Benimle herşeyi tutar. Benimle yürür. Benden her ne isterse veririm. Bana sığınınca, onu korurum buyurdu) denilmekdedir. Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, farzlarla birlikde nâfile ibâdetleri yapan, Allahü teâlânın sevgisini kazanır. Bunların düâları kabûl olur. Sa’îd bin İsmâ’îl Ebû Osmân Hayrî Nîşâpûrî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, bu hadîs-i şerîf, onun görmek, işitmek, gitmek, tutmak gibi her çeşid istediklerini, hemen ihsân ederim demekdir). Üçüncü kısmda sonsöz sonuna bakınız! 

(İşlerinizde sıkışdığınız zemân, kabrde olanlardan yardım isteyiniz!) hadîs-i şerîfi de, Allahü teâlânın, sevdiği kullarına, ölü iken de bu kuvveti vermiş olduğunu göstermekdedir. İmâm-ı Birgivî, (Etfâl-ül-müslimîn) risâlesinde, (Bir mü’minin kabrini ziyâret ederken, yâ Rabbî! Muhammed aleyhisselâm hurmetine, buna azâb yapma denirse, Allahü teâlâ, kıyâmete kadar azâbını durdurur) hadîs-i şerîfini yazmakdadır. Kabrdeki meyyitde his bulunduğunu bildiren çok hadîs-i şerîf vardır. Eshâb-ı kirâm ve Tâbi’în-i ızâm (Kabr-i se’âdet)i ziyâret ve istigâse ederdi. Bunun için çok kitâb yazılmışdır. (Hısn-ül-hasîn)de düâ âdâbını anlatırken (Düânın kabûl olması için, Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve sâlih kulları vesîle etmelidir. (Buhârî)deki hadîs-i şerîfde böyle bildirildi) buyurmakdadır. Alî Râmîtenî hazretleri buyurdu ki, (Günâh işlememiş bir dil ile düâ ediniz ki, kabûl olsun!). Ya’nî, Hudâ dostlarının huzûrunda tevâzu’ eyleyiniz, yalvarınız da, sizin için düâ etsinler. İstigâse, ya’nî bir Velîye tevessül de, bu demekdir. 

Abdülvehhâb oğlunun, Ehl-i sünneti, puta ve mezâra tapan kâfirler gibi bilmesi ve Ehl-i sünneti öldürmeğe ve mallarını almağa halâl demesi, nasslara [ya’nî âyetlere, hadîslere] yanlış ma’nâ verdiği içindir. (Buhârî)deki hadîs-i şerîfde Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Kâfirler, kâfirler için gelmiş olan âyet-i kerîmeleri, müslimânlara yükletirler) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Müslimân ismini taşıyanlardan en çok korkduğum kimse, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, yerinden değişdirenlerdir) buyurdu. Bu hadîs-i şerîfler, böyle zındıkların meydâna çıkacağını ve bunların dalâletde olduklarını haber vermekdedir. Mezârları ziyâret ile tevessül eden kâfir olsaydı, Peygamberimiz ile de tevessül edilmezdi. Hâlbuki, O, dünyâya gelmeden önce ve dünyâda diri iken ve vefâtından sonra, hep tevessül edilmişdir. (Şevâhid-ül-hak) yüzelliüçüncü [153] sahîfede yazılı, İbni Mâce hadîsinde, Peygamberimiz (Allahümme innî es’elüke bihakkıssâ’ilîne aleyke), ya’nî (Yâ Rabbî! Senden isteyip de, verdiğin kimselerin hâtırı için, senden istiyorum!) derdi ve böyle düâ ediniz buyururdu. Hazret-i Alînin “radıyallahü anh” annesi Fâtımayı “radıyallahü anhâ” kendi mubârek elleri ile mezâra koyunca, (İgfir li ümmî Fâtımate binti Esed ve vessi’aleyhâ medhaleha bi-hakkı Nebiyyike vel Enbiyâ-illezîne min kablî inneke erhamürrâhimîn) buyurduğunu, Taberânî ve İbni Hibbân ve Hâkim ve Süyûtî bildirmekdedir.

 Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Osmân bin Huneyf bildiriyor ki, iyi olması için düâ istiyen bir a’mâya, abdest alıp, iki rek’at nemâz kılmasını, sonra (Allahümme innî es’elüke ve eteveccehü ileyke bi-Nebiyyike Muhammedin Nebiyyirrahme, yâ Muhammed innî eteveccehü bike ilâ Rabbî fî hâcetî-hâzihî, li tukdâ-li, Allahümme şeffi’hü fiyye) okumasını emr etmişdir. Bu düâ, (Merâkıl-felâh) ve bunun Tahtâvî hâşiyesi ve türkçe tercemesi olan (Ni’met-i islâm) kitâblarında, (Hâcet nemâzı) sonunda ve (Şifâ üs-sikâm) ve (Nûr-ül-islâm)da ve (Dürerüsseniyye)de de yazılıdır. Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, bu düâyı hep okurdu. Hâkimin bildirdiği sahîh hadîsde buyuruldu ki, Âdem “alâ Nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” Cennetden çıkarılınca, çok düâ etdi. Tevbesi kabûl olmadı. Nihâyet (Yâ Rabbî! Oğlum Muhammed hurmeti için, bu babaya merhamet et) deyince, düâsı kabûl oldu ve (Yâ Âdem! Muhammed aleyhisselâmın ismi ile, her ne isteseydin kabûl ederdim, Muhammed olmasaydı, seni yaratmazdım) buyuruldu. Bu hadîs-i kudsî, (Mevâhib) ve (Envâr)ın başında da yazılıdır. Böyle olduğunu, Âlûsînin (Gâliyye) kitâbı da, yüzdokuzuncu sahîfesinde uzun bildirmekdedir. Bu düâlarda bulunan (hak) kelimesi, hurmet, kıymet demekdir. Sevdiklerine verdiği kıymetli dereceler hâtırı için istemekdir. Çünki, hiçbir mahlûkun, hiçbir bakımdan, Allahü teâlâda hakkı yokdur. 

Süâl: O zemân, Muhammed “aleyhisselâm” dünyâda yokdu. Üçyüzonüçbin sene sonra dünyâyı teşrîf edecekdi. Âdem “aleyhisselâm”, Onu nereden bildi? 

Cevâb: Âdem “aleyhisselâm”, Cennetde iken, Cennetin her yerinde ve Arş üzerinde (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) yazılı gördü. Onun, Allahü teâlânın en sevgili kulu olduğunu, bundan anlamışdı. Bunlar, oralarda islâm harfleri ile yazılı idi. Demek ki, o harfler, insan yapısı değildir. Dünyâ ve Âdem yokken, o harfler vardı. Bütün kitâblar ve sahîfeler, islâm harfleri ile gönderilmişdir. Bu düâlar gösteriyor ki, Allahü teâlânın sevdikleri ile tevessül etmek, ya’nî onları araya koyarak, onların hâtırı ve hurmeti ile Ondan istemek câizdir. İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, beşinci cild, beşyüzyirmidördüncü sahîfede buyuruyor ki, (Resûlullahı vesîle kılarak Allahü teâlâya düâ etmek güzel olur. Önce ve sonra gelen âlimlerden hiçbiri buna karşı birşey demedi. Yalnız İbni Teymiyye bunu kabûl etmedi. Hiç kimsenin söylemediğini söyliyerek ortaya bir bid’at çıkarmış oldu. Böyle olduğunu, İmâm-ı Sübkî güzel açıklamakdadır). 

Ahmed bin Seyyid Zeynî Dahlân “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Mekkenin müftîsi ve reîs-ül-ulemâsı ve Şâfi’î şeyh-ul-hutebâsı idi. Birçok eserleri olup, (Hülâsatül-kelâm fî beyân-i umerâ-il beled-il-harâm), (Firredd-i alel-vehhâbiyyet-i-etbâ-ı mezheb-i İbni Teymiyye) ve (Ed-Dürer-üs-seniyye) kitâblarında bunların içyüzlerini açıklamakda, yanlış yolda, sapık olduklarını âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerle göstermekdedir. (Hülâsat-ül-kelâm)da, şöyle demekdedir: Resûlullahı hayâtda iken de, vefâtından sonra da, vesîle ederek düâ etmek sahîhdir ve câizdir. 

Bunun gibi, Evliyâyı ve Sâlihleri vesîle ederek düâ etmek câiz olduğunu hadîs-i şerîfler göstermekdedir. [(Feth-ul-mecîd) kitâbının 167, 170, 191, 208, 248, 353, 414, 416, 482, 486 ve 504. cü sahîfelerindeki yazılar müslimânlara iftirâdır.] Hazret-i Ömerin yağmur düâsına çıkarken hazret-i Abbâsı götürmesi, Resûlullahdan başkası ile de tevessül olunabileceğini göstermek için idi. [Yağmur düâsının nasıl yapılacağı (İslâm ahlâkı) kitâbımızda yazılıdır.] Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyorlar ki: Te’sîri veren, yaratan, îcâd eden, fâide ve zarâr veren, yok eden ancak Allahü teâlâdır. Onun şerîki yokdur. Peygamberler ve bütün diriler ve ölüler, te’sîr, fâide ve zarâr yaratamazlar. Hiçbir şeye te’sîr yapamazlar. Yalnız, Allahü teâlânın sevgili kulları oldukları için, onlarla bereketleniriz. Onlar da, dirilerin te’sîr etdiğine, ölülerin te’sîr etmediğine inanıyorlar. (Feth-ul-mecîd) kitâbının 70, 77, 98, 104, 239, 248, 323, 503 ve 504. cü sahîfelerinde, (Meyyitden ve gâib olan diriden birşey istiyen müşrik olur. İnsandan kudreti yetişen şeyler istenir. Yalnız Allahın kudretinde olan şeyleri insandan istemek câiz değildir) diyor. Yetmişinci [70] sahîfesinde, (Diri, kendinden istenilen şey için düâ eder. Allah da kabûl edip, o şeyi yaratır. Ölüden ve gâib olandan istemek, kudreti içinde olmıyanı istemekdir. Bu ise, şirk olur) diyor. Yüzotuzaltıncı [136] sahîfesinde, (Sâlih kimselerin kabrleri ile teberrük etmek, Lât, Menât putlarına tapınmak gibi şirkdir) diyor. İkiyüzsekizinci [208] sahîfede, (İhtiyâcını ölüden istemek, ölüden istigâse etmek şirkdir. Ölüden kendisine şefâ’at etmesini istemek câhillikdir. O, Allahın izni olmadan kimseye şefâ’at edemez. Ondan istigâse etmek, şefâ’at etmesini istemek, şefâ’at etmesine izn verilmesi için sebeb yapılmamışdır. Şefâ’ate sebeb îmândır. İstigâse eden ise müşrikdir. İzn verilmesine mâni’ olmakdadır) diyor. Hâlbuki bu kitâb, kendi kendini yalanlamakdadır. Çünki, ikiyüzüncü [200] sahîfesinde, (Gökler Allahdan korkar, Allah göklerde his yaratır. Anlarlar, Kur’ânda, yerlerin ve göklerin tesbîh etdikleri bildirildi. 

Resûlullahın avucuna aldığı taş parçalarının tesbîh etdiklerini ve mesciddeki Hannâne denilen direğin inlediğini ve yemeğin tesbîh etdiğini Eshâb işitdiler) diyor. [Dağlarda, taşlarda, direkde his ve idrak olduğunu söyleyip de, Peygamberlerde ve Evliyâda his olmaz demeleri, şaşılacak şeydir. Dirilere tevessül olunur, ölülere tevessül olunmaz demekle kendileri müşrik oluyorlar. Çünki bu söz, diriler duyar ve te’sîr eder, ölüler duymaz ve te’sîr etmez demekdir. Allahdan başkasının te’sîr etdiğine inanmak olur. Böyle inananlara kendileri müşrik diyor. Hâlbuki, ölü de, diri de birer sebebdir. Te’sîr eden, yaratan yalnız Allahü teâlâdır.] (Âlûsî tefsîri)nde yazılı olan, İmâm-ı a’zamın, Resûlullahı vesîle yaparak düâ etmeği yasak etdiği doğru değildir. Çünki, İmâm-ı a’zamdan böyle bir haberi hiçbir âlim bildirmemişdir. Vesîle edileceğini bildirmişlerdir. Tevessül, teşeffü’, istigâse ve teveccüh, hep aynı şey demekdir. Hepsi câizdir. (Buhârî) hadîsinde, (Kıyâmet günü insanlar, önce Âdem aleyhisselâma istigâse edeceklerdir) buyuruldu. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Bilâl bin Hâris “radıyallahü anh” Resûlullahın kabri yanına gelip, (Yâ Resûlallah! Ümmetin için yağmur düâsı yap) dedi. Yağmur yağdı. Putlar, bize şefâ’at edecekdir diyen kâfirler, putlara tapınıyorlardı. Şefâ’at istiyen mü’minler ise, Peygamberlere ve Evliyâya tapınmaz. (Feth-ul-mecîd) kitâbının ikiyüzdokuzuncu [209] sahîfesinde diyor ki, (Kur’ân-ı kerîmde, (Ancak Onun izn vermesi ile şefâ’at olunur) ve (Ancak râzı olunan kimselere şefâ’at olunur) buyuruldu. Şefâ’at istiyen kimse, kendine şefâ’at etmesi için Peygambere izn verileceğini nereden biliyor? Sonra râzı olunmuşlardan olduğunu nerden anlıyor da şefâ’at istiyor?). Bu sözleri, hem hadîs-i şerîflere uygun değildir. Hem de kendisini yalanlamakdadır. Çünki, aynı kitâbın ikiyüzsekizinci sahîfesinde, (Şefâ’at olunmağa sebeb îmândır) demekdedir. 

Ezândan sonra okunması emr olunan düâda, Allahü teâlânın, Peygamber efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem” fazîle ve vesîle derecelerini va’d etdiği bildirilmekdedir. Bu düâyı okuyanlara ve salevât getirenlere ve kabrini ziyâret edenlere şefâ’at edeceğini bildirdi. Bunlar gibi, dahâ nice hadîs-i şerîfler, dilediğine şefâ’at etmek için kendisine izn verilmiş olduğunu göstermekdedir. (Büyük günâhı olanlara şefâ’at edeceğim) hadîs-i şerîfi, îmânı olan herkese şefâ’at etmesine izn verileceğini bildiriyor. (Şevâhid-ül-hak) yüzotuzuncu [130] sahîfesindeki kırk hadîsden onüçüncüsünde, (Kıyâmet günü şefâ’at edeceğim. Yâ Rabbî! Kalbinde hardal zerresi kadar îmân olanları Cennete koy diyeceğim. Bunlar Cennete girecekler. Sonra, kalbinde az birşey olanlara, Cennete giriniz diyeceğim) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfi (Buhârî) bildiriyor. (İstigâse) tevessül demekdir. Ya’nî vesîle etmek, yardımını, düâsını istemek demekdir. Ondan şefâ’at istemek, Onu vesîle ederek, Allahü teâlâdan son nefesde îmânla gitmeği düâ etmek demekdir. (Feth-ul-mecîd) kitâbının birçok yerinde, meselâ üçyüzyirmiüçüncü [323] sahîfesinde, (Gâib kimseden ve ölülerden istigâse etmek, fâide istemek şirkdir. Allah, müşriklerle harb etmeği emr ediyor) diyor. Hâlbuki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Yâ Muhammed, seni vesîle ederek Rabbine teveccüh ediyorum) derdi. Vefâtından sonra, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” bu düâyı okurlardı. 

Taberânînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Çölde yalnız kalan kimse, birşey gayb ederse, ey Allahın kulları, bana yardım ediniz desin! Çünki, Allahü teâlânın, sizin göremediğiniz kulları vardır) buyuruldu. İbni Hacer-i Mekkî, (Îzâh-ul-menâsik) hâşiyesinde, bu düâ çok tecribe edilmişdir buyurdu. Ebû Dâvüdün ve başkalarının bildirdikleri hadîs-i şerîfde, Resûlullah, seferde iken akşam olunca, (Ey Rabbimin yeri! Senin şerrinden Allaha sığınırım) buyurdu. İhvân-ül-müslimîn denilen mezhebsizlerin reîslerinden Seyyid Kutb da, Zümer sûresinin üçüncü âyetini tefsîr ederken, (Tevhîd ve ihlâs sâhibi, Allahdan başka kimseden birşey istemez. Hiçbir mahlûka i’timâd etmez. İnsanlar, islâmiyyetin bildirdiği tevhîdden ayrıldı. Bugün bütün memleketlerde Evliyâya ibâdet ediliyor. İslâmiyyetden evvelki arabların meleklere, heykellere tapındıkları gibi, onlardan şefâ’at istiyorlar. Allahın bildirdiği tevhîdde, ihlâsda, Allah ile kul arasında vâsıta ve şefâ’at etmek yokdur) diyor. Bu yazıları ile vehhâbî olduğunu i’lân ediyor. [Allahü teâlâya mahsûs olan sıfatlara, (Sıfât-i zâtiyye)ye ve (Sıfât-i sübûtiyye)ye (Ülûhiyyet sıfatları) denir. Bir mahlûka ibâdet etmek, taş, ağaç, güneş, yıldız, inek, insan, heykel, resm gibi bir mahlûkda, (Ülûhiyyet sıfatı) bulunduğuna inanarak, ona itâ’at etmek, yalvarmak demekdir. Böyle inanmağa (Şirk) ve inanan kimseye (Müşrik) denir. Bu şeylere (Şerîk), (Ma’bûd), (Put) denir. Şimdi hıristiyânların çoğu, Budistler, Berehmenler ve mecûsîler müşrîkdir. Müslimânlar hiçbir Velîde ülûhiyyet sıfatı bulunduğuna inanmaz. Peygamberlerin, Velîlerin, Allahın sevgili kulları olduklarını bilirler. Ziyâret edenleri, düâ istiyenleri, Allahü teâlânın, kendilerine haber verdiğine inanırlar. Şefâ’at etmeleri için, bunlara yalvarırlar.] 

3 — Mezârlar üzerine türbe yapmak ve türbelerde nemâz kılmak ve orada hizmet ve ibâdet edenlere kandil yakmak ve ölülerin rûhlarına sadaka adamak, câiz değil imiş!... Haremeyn ehâlîsi şimdiye kadar kubbelere, dıvarlara tapınıyor imiş. (Ehl-i sünnet) olan ve (Şî’î) olan müslimânlar bunun için müşrik oluyormuş. Bunları öldürmek, mallarını yağma etmek halâl imiş. Kesdikleri leş olurmuş. Türbelerde nemâz kılmanın câiz olduğu, (Kıyâmet ve âhıret) kitâbımızın üçüncü kısmı olan (Müslimâna nasîhat)ın ondördüncü maddesinde uzun yazılıdır. Türbe, oda demekdir. Türbe yasak olsaydı, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, Resûlullah efendimizi ve hazret-i Ebû Bekri ve hazret-i Ömeri oda içine defn etmezlerdi. Türbe, ölüye tapınmak için yapılmaz. Ona sevgi ve saygı göstermek ve okumağa, düâ etmeğe gelenleri yağmurdan, güneşden korumak için yapılmakdadır. 

(Mecma’ul-enhür), ikinci cildin beşyüzelliikinci sahîfesinde diyor ki, (Muhammed bin Hanefiyye, Abdüllah bin Abbâsı defn edince, kabri üzerine çadır kurdu. Ziyâretciler, üç gün bu çadırda okudular). Eshâb-ı kirâmın yolunda olan, türbe yıkmaz, türbe yapar. (Keşf-ün-nûr)da diyor ki, (Âlimlerin, Velîlerin kabrleri üzerine türbe yapmak, onları câhillerin hakâretlerinden korumak içindir. (Câmi’ul-fetâvâ)da ve (Tenvîr)de, kabr üzerine kubbe yapmak mekrûh değildir diyor. Câhillerin Evliyâyı yaratıcı sanmalarından korkduğumuz için, türbeleri yıkıyoruz sözü küfrdür. Fir’avn da böyle söylemişdi. Fesâd çıkarıyor diyerek, Mûsâ aleyhisselâmı öldürmeğe kalkmışdı. Allahü teâlâ Evliyâsını seviyor. Onların istediklerini yaratıyor. Onlar ise, Allahü teâlâya ve Evliyâ ve bütün müslimânlara sû’i zan ediyorlar. Müslimânlara sû’i zan etmek harâmdır. Velî, diri iken de, ölü iken de birşey yaratmaz. Allahü teâlânın yaratmasına sebeb olur. 

Evliyânın rûhları, kabrdeki bedenleri ile alâkalıdır. (Künûz)da yazılı, Deylemînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Öldükden sonra da, hayâtda olduğum gibi bilirim), anlarım buyuruldu). Diri veyâ ölü olan bir Velîden feyz almak, fâidelenmek için, onu sevmek ve hurmet etmek lâzımdır. Câhil halk, ölüyü toprak altında, hareketsiz görünce, onu kendinden aşağı sanır. Türbeyi, Sandukayı da herkesin saygı ile ziyâret etdiğini görünce, o da saygılı olur. Ya’nî türbe ölü için değil, dirilerin, saygılı olup, Velîden istifâde edebilmeleri için yapılmakdadır. Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki, kabr üzerine, süs için, övünmek için türbe yapmak harâmdır. Unutulmamak için olursa mekrûhdur. Meyyiti hırsızdan, hayvandan korumak için ise, mekrûh olmaz. Önceden yapılmış türbeye defn etmek câizdir. 

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” oğlu İbrâhîmin kabrini bir karış yüksek yapdı ve sıvatdı. Bir gün İbrâhîmin kabri yanından geçerken, bir yerini açılmış görünce, burasını kapatdığı (Hülâsa)da yazılıdır. İslâm âlimlerinin hiçbiri, türbeleri puta benzetmemiş, en aşırı yazanı, harâm olacağını bildirmişdir. Türbe ziyâret ederek, Evliyâya tevessül eden müslimânlara, hiçbir âlim sû’i zan etmemiş, kötülememişdir. (Feth-ulmecîd) kitâbının ikiyüzkırkikinci sahîfesinde, (İbni Hacer-i Mekkî, (Zevâcir) kitâbında, kabrler üzerine kubbeler yapmak büyük günâhdır. Müslimân meliklerinin, vâlîlerinin, bu kubbeleri yıkmaları vâcibdir. Önce imâm-ı Şâfi’înin kubbesini yıkmalıdır diyor) yazmakdadır. Hâlbuki, İbni Hacer-i Mekkî “rahmetullahi aleyh” (Zevâcir) kitâbında, (Kabrler üzerine kubbe yapmak büyük günâhdır) demiyor. (Umûmî, ya’nî herkesin gömüldüğü ve vakf kabristânlardaki türbeleri yıkmalıdır. Çünki, yer kaplıyarak, müslimânların gömülmelerine mâni’ olurlar) buyuruyor. Yoksa, türbe yapmağa, türbe ziyâretine harâmdır, küfrdür demiyor. 

Âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin ma’nâlarını değişdirmekden hayâ etmiyenlerin, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kitâblarındaki bilgileri de, değişdirerek, yazarak müslimânları aldatmağa kalkışdıklarının açık bir vesîkası da, İbni Hacer-i Mekkî hazretlerine yapdıkları bu iftirâdır. İbni Hacer-i Mekkî “rahmetullahi aleyh” hazretleri (Fetâvâ-i fıkhiyye)nin yüzyirmibeşinci sahîfesinde buyuruyor ki, (Peygamberlerin türbelerinde nemâz kılmak sahîhdir. Mekrûh dahî değildir. Peygamberler, mezârlarında diridirler. Fekat, onların hayâtları, her bakımdan bizim hayâtımız gibi değildir. Yimeleri, içmeleri, ibâdet yapmaları lâzım değildir. Meleklerin hayâtına benzer. Lezzet almak için ibâdet yaparlar. Çünki, kabr hayâtında cenâb-ı Hakkı müşâhedeleri, dünyâdakinden dahâ mükemmeldir). Sudândaki islâm âlimlerinden Tâhir Muhammed Süleymân Mâlikî (Zahîretül-fıkhil-kübrâ) kitâbında diyor ki, (Şeyh Advî, kabrler üzerine türbe yapmak, dört şart ile câiz olur dedi. Kabr yeri, meyyitin mülkü olmalıdır. Türbede fesâd, bid’at yapılmamalıdır. Türbeler, zevk ve tefâhur vâsıtası olmamalıdır. Kabrdeki Velîye alâmet niyyeti ile yapılmalıdır. İbni Teymiyyenin sapık sözlerinin kıymeti yokdur.). 

Ehl-i sünnet âlimleri, Vehhâbîleri red için, çok kitâb yazdı. Bunlardan kırk adedinin ismleri aşağıdadır: 

1 — Medîne-i münevverenin Şâfi’î ulemâsından Muhammed ibni Süleymânın “rahmetullahi aleyh” çok kıymetli (Fetvâ) kitâbıdır. 

2 — Mekke-i mükerreme Reîs-ül-ulemâsı Ahmed Zeynî Dahlân-ı Şâfi’înin (Eddürerüsseniyye) kitâbı, İstanbulda Belediyye kütübhânesinde, [1079] numarada mevcûddur. İstanbulda, ofset yolu ile tekrâr basdırılmışdır. 

3 — Mustafâ Kırîmînin “rahmetullahi aleyh” (Risâlet-üs-sünniyyîn firreddi alel-mübtedi’în) kitâbı, Belediyye kütübhânesinde, [992] numarada mevcûddur. 

4 — (Müncid) kitâbında, (Hâlidî) kelimesinde yazılı olan Dâvüd bin Süleymân Bağdâdînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Minhat-ül-vehbiyye) kitâbı, Belediyye kütübhânesinde, [292] numarada mevcûddur. İstanbulda tekrâr basdırılmışdır. 

5 — Muhammed Ebû Zühre, (Târîh-ul-mezâhib-il-islâmiyye)de, vehhâbîleri ve bunların bid’at ehli olduklarını uzun bildirmekdedir. 

6 — Allâme İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Dürr-ül-muhtâr) hâşiyesinde, üçüncü cild, üçyüzdokuzuncu sahîfede buyuruyor ki: (Zemânımızdaki mezhebsizler kendilerine müslimân deyip, kendi i’tikâdlarına inanmıyanlara müşrik,ya’nî kâfir diyor. Bunun için, Ehl-i sünneti ve âlimlerini öldürmek sevâbdır diyorlar. 1233 [m. 1818] de, Ehl-i sünnet bunlara zafer bulup, kahr ve perîşân oldular). Yukarıdaki yazının foto-kopisi, (Kitâb-ül-eymân) kitâbı ile İstanbulda neşr olunmuşdur. 

7 — Zebid müftîsi, Seyyid Abdürrahmân “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki: Ehl-i sünnetden ayrılanları red ve bozuk olduklarını bildirmek için, şu hadîs-i şerîfi okumak yetişir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Arabistânın şark tarafından bir kimseler çıkar. Kur’ân-ı kerîmi okurlar. Fekat, Kur’ân-ı kerîm, bunların buğazlarından aşağıya gitmez. Ok yaydan çıkar gibi islâmiyyetden çıkarlar. Yüzleri de hep traşlıdır). Çoğunun en mühim vazîfelerinden biri, başı traş etmekdir. Yanaklarını traş edip, yalnız çeneleri üzerinde sivri sakal bırakırlar. Bu hadîs-i şerîf, doğru yoldan çıkdıklarını göstermekdedir. 

8 — Zâhid-ül-Kevserînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Esseyf-üs-sakîl) tekmilesinde ve (Makâlât)ında, İbni Teymiyyenin ve İbni Kayyımın fikrleri îzâh ve red edilmekdedir. 

9 — Doksanaltıncı şeyh-ul-islâm seyyid Muhammed Atâullah efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Vehhâbîlere reddiyye) kitâbı meşhûrdur. 

10 — (Müslimâna nasîhat) kitâbı türkcedir. (Feth-ul-mecîd) kitâbından parçalar alınarak, herbirine, islâm âlimlerinin kitâblarından cevâblar verilmişdir. İlk baskısı, [m. 1970] de İstanbulda yapılmışdır. İngilizce tercemesi de basdırılmışdır. 

11 — Yûsüf-i Nebhânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Şevâhid-ül-hak) kitâbı, İbni Teymiyyeyi kuvvetli vesîkalarla çürütmekdedir. Bu kitâbdaki kıymetli yazılardan bir kısmı [m. 1972] de basılan (Eshâb-ı kirâm) kitâbının sonunda, (Yûsüf-i Nebhânî) maddesinde yazılmışdır. 

12 — Yûsüf-i Nebhânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Es-sihâm-üs-sâibe) kitâbı da, mezhebsizleri, âyet-i kerîmelerle isbât ederek red etmekdedir. 

13 — Ahmed Dahlân (Hulâsat-ül-kelâm) ve (El-fütûhât-ül-islâmiyye) kitâblarında, mezhebsizlerin iftirâlarına vesîkalarla cevâb vermişdir. Birinci kitâbın ikinci kısmı Hakîkat Kitâbevi tarafından ofset yolu ile basdırılmışdır. 

14 — İmâm-ı Sübkî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Şifâ-üs-sikâm) kitâbında, Resûlullahı ve Evliyâyı ziyâretin ve rûhlarından istigâse etmenin câiz olduğunu isbât etmekdedir. Mısrda Bulak Matba’asında, 1318 [m. 1900] de basılmışdır. İstanbulda, ofset yolu ile çeşidli baskıları yapılmışdır. 

15 — Abdülvehhâb oğlu Mehmedin kardeşi şeyh Süleymân, Ehl-i sünnet âlimlerinden idi. Kardeşi Mehmedin yeni bir çığır açdığını anlayınca, onun kitâblarına reddiyyeler yazdı. Bunlardan (Savâik-ul ilâhiyye fir-redd-i alel-vehhâbiyye) kitâbı 1306 da basılmış ve 1395 [m. 1975] de İstanbulda ofset ile tekrâr basdırılmışdır. 

16 — Haleb kâdîsı, Şâfi’î âlimlerinden Muhammed bin Alî Zemlikânî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Dürret-ül-madıyye firreddi-alâ-ibni Teymiyye) kitâbında, Peygamberlerin kabrlerinden istigâse etmenin câiz olduğunu isbât etmekdedir. 

17 — Rumeli Kâdî-askeri Ehî-zâde Abdülhalîm bin Muhammed “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Riyâdüssâdâd fî-isbât-il-kerâmât lil-Evliyâ-i hâlel-hayât ve ba’delmemât) kitâbında, Evliyânın öldükden sonra da kerâmet sâhibi olduklarını isbât etmekdedir. Kendisi, binonüç 1013 [m. 1604] senesinde vefât etmişdir. 

18 — Hasen Cân Fârûkînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (El-akâidüssahîha fî terdîd-il-vehhâbiyye) kitâbı, arabî olarak, Hindistândaki vehhâbîlerin islâmiyyeti içerden yıkdıklarını isbât etmekdedir. İstanbulda Hakîkat Kitâbevi tarafından m. 1994 de ofset baskısı yapılmışdır. 

19 — Büyük âlim ve Veliyyi kâmil seyyid Abdülhakîm efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh, (Keşkül) kitâbındaki yazısını şöyle bitirmekdedir: Keşf ve şühûd sâhibi olan milyonlarca âşık, Fahr-i âlemi “sallallahü aleyhi ve sellem” ziyâret ederek, Allahü teâlânın sonsuz ni’metlerine kavuşmuşlardır. İmâm-ül-eimme ve sirâc-ül-ümme Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbit hazretleri ziyâret ederken, (Ey Seyyidler seyyidi! Senin için geldim. Benden râzı olmanı ricâ ediyorum. Sana sığınarak korunuyorum!) diyerek başladığı kasîdesi meşhûrdur. 

20 — (Sebîl-ün-necât) kitâbı arabî olarak Hindistândaki vehhâbîlerin bozuk ve sapık inanışlarını bildirmekde, bunlara vesîkalarla cevâb vermekdedir. İlk olarak 1394 [m. 1974] de Hindistânda basılmış, İstanbulda ofset yolu ile neşr olunmuşdur. 

21 — (El-mesâil-ül-müntehabe) kitâbı arabî olup, Hindistândaki vehhâbîlerin gençler arasına yaymağa çalışdıkları inanışları yazmakda, bunları vesîkalarla çürütmekdedir. İlk olarak 1391 [m. 1971] senesinde Pâkistânda basılmış, sonra İstanbulda (Hakîkat Kitâbevi) tarafından ofset yolu ile neşr olunmuşdur. 

22 — (El-habl-ül-metîn) arabî olup, dört mezhebden birini taklîd etmek lâzım olduğunu ve kerâmeti ve Evliyânın “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” rûhlarından istifâde etmeği bildirmekdedir. İlk olarak Pâkistânda basılmış, İstanbulda ofset baskısı yapılmışdır. 

23 — (Fetâvâ-yül-haremeyn) kitâbını Hindistânın büyük âlimlerinden Ahmed Rızâ hân Berîlevî “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazmışdır. Hindistândaki vehhâbîlere ve bütün mezhebsizlere vesîkalarla cevâb vermekdedir. Hindistânda Lüknov şehrinde bulunan (Nudvet-ül’ulemâ) ismindeki teşkilâtın da islâmiyyete zararlı bir kuruluş olduğunu uzun yazmakdadır. Kitâb arabî olup, 1317 [m. 1898] senesinde yazılmış, sonra Pâkistânda basılmış, İstanbulda 1397 [m. 1977] de ofset baskısı yapılmışdır. 

24 — (El-medâric-üs-seniyye firreddi alel-vehhâbiyye-yi Hindiyye) kitâbı, arabî ve urdu dilleri ile Karaşide yazılmışdır. Hindistândaki vehhâbîlere cevâb vermekdedir. İstanbulda Hakîkat Kitâbevi tarafından m. 1994 de basdırılmışdır. 

25 — (Tarîk-un-necât) kitâbını Muhammed Hasen Cân Fârûkî yazmış, m. 1931 de Sind Haydarâbâd şehrinde basılmış, İstanbulda Hakîkat Kitâbevi tarafından m. 1994 de ofset baskısı yapılmışdır. Arabî ve urdu dillerindedir. 

26 — Mekke-i mükerreme âlimlerinden Sun’ullah-i Halebî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Seyfullah alâ men kezzebe alâ Evliyâillah) kitâbında, Evliyânın “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” öldükden sonra da kerâmetlere mazhar olduklarını isbât etmekdedir. Bu kitâbını, hicretin binyüzonyedi [1117] senesinde yazmışdır. Kerâmetin ve tevessülün câiz olduğu (Fetâvâyı Hayriyye)de Kerâhet kısmında da yazılıdır. 

27 — Şâh Ahmed Sa’îd-i Dehlevî hazretleri (Tahkîk-ul-hakkıl-mübîn) kitâbında, Hindistândaki vehhâbîlerin kırk bozuk sözüne vesîkalarla cevâb vermekdedir. Kırkıncı cevâbında buyuruyor ki, Abdül’Azîz-i Dehlevî, Fâtiha tefsîrinde: (Birisinden yardım istenirken, yalnız ona güvenilirse, onun, Allahü teâlânın yardımına mazhar olduğu düşünülmezse, harâmdır. Eğer yalnız, Allahü teâlâya güvenilip, o kulun Allahın yardımına mazhar olduğu, Allahü teâlânın herşeyi sebeb ile yaratdığı, o kulun da bir sebeb olduğu düşünülürse, câiz olur. Peygamberler ve Evliyâ da, böyle düşünerek başkasından yardım istemişlerdir. Böyle düşünerek birisinden yardım istemek, Allahü teâlâdan istemek olur) diyor. (Abese) sûresinin tefsîrinde, (Ölüyü yakmak, rûhu yersiz bırakmak olur. Ölüyü toprağa gömmek ise, rûh için bir yer belli etmek olur. Bunun içindir ki, gömülmüş olan Velîlerden ve başka Sâlihlerden fâidelenilmekdedir. Ölülere yardım etmek de mümkin olmakdadır. Yakılan ölüler için bunlar düşünülemez) diyor. Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri de (Mişkât) tercemesinde buyuruyor ki, (Peygamberler ve Evliyâ öldükden sonra, bunlardan yardım istemeğe, meşâyıh-ı ızâm ve fıkh âlimlerinin çoğu câizdir dedi. Keşf ve kemâl sâhibleri, bunun doğru olduğunu bildirdi. Bunlardan çoğu rûhlardan feyz alarak yükseldiler. Böyle yükselenlere (Üveysî) dediler. 

İmâm-ı Şâfi’î buyuruyor ki, imâm-ı Mûsâ Kâzımın kabri, düâmın kabûl olması için bana tiryâk gibidir. Bunu çok tecribe etdim. İmâm-ı Gazâlî buyurdu ki, diri iken tevessül olunan, feyz alınan kimseye, öldükden sonra da tevessül olunarak feyz alınır. Meşâyıh-ı kirâmın büyüklerinden biri diyor ki, diri iken tesarruf yapdıkları gibi, öldükden sonra da tesarruf, yardım yapan dört büyük Velî gördüm. Bunlardan ikisi, Ma’rûf-i Kerhî ve Abdülkâdir-i Geylânî hazretleridir. Batı âlimlerinin ve Evliyânın büyüklerinden olan Ahmed bin Zerrûk diyor ki, Ebül’Abbâs-ı Hadremî hazretleri bana sordu ki, diri olan Velî mi, yoksa ölü olan mı dahâ çok yardım eder? Herkes, diri olan diyor. Ben ise, ölü olan dahâ çok yardım eder diyorum dedim. Doğru söyliyorsun. Çünki, diri iken, kullar arasındadır. Öldükden sonra ise, Hakkın huzûrundadır buyurdu. Ahmed bin Ukbe Ebül’Abbâs Hadremî, Evliyânın büyüklerindendir. (Câmi’u kerâmât-il-Evliyâ)da Demirdaş isminde hâl tercemesi yazılıdır. 

İnsan ölürken rûhunun ölmediğini âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler açıkca bildiriyor. Rûhun şu’ûr sâhibi olduğu, ziyâret edenleri ve onların yapdıklarını anladıkları da bildiriliyor. Kâmillerin, Velîlerin “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” rûhları, diri iken olduğu gibi, öldükden sonra da, yüksek mertebededirler. Allahü teâlâya ma’nevî olarak yakındırlar. Evliyâda, dünyâda da, öldükden sonra da kerâmet vardır. Kerâmet sâhibi olan, rûhlardır. Rûh ise, insanın ölmesi ile ölmez. Kerâmeti yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Herşey Onun kudreti ile olmakdadır. Her insan, Allahü teâlânın kudreti karşısında, diri iken de, ölü iken de hiçdir. Bunun için, Allahü teâlânın, dostlarından biri vâsıtası ile, bir kuluna ihsânda bulunması şaşılacak birşey değildir. Diri olanlar vâsıtası ile çok şey yaratıp verdiğini, herkes, her zemân görmekdedir. İnsan diri iken de, ölü iken de birşey yaratamaz. Ancak Allahü teâlânın yaratmasına vâsıta, sebeb olmakdadır). 

Mevlâna Abdülhakîm-i Siyalkûtî hazretleri, (Zâd-ül-lebîb) kitâbında, Abdülhak-ı Dehlevînin (Eşi’at-ül-leme’ât)ından alarak buyuruyor ki: (Çok kimse, kabr ehlinden istifâde edildiğine inanmıyor. Kabr ziyâreti, ölülere okumak, onlara düâ etmek için yapılır diyorlar. Tesavvuf büyükleri ve fıkh âlimlerinden çoğu ise, kabrdekilerden yardım görüldüğünü bildirdiler. Keşf sâhibi olan Evliyâ da, bunu sözbirliği ile bildirdiler. Hattâ, bunlardan çoğu, rûhlardan feyz alarak olgunlaşdıklarını haber vermişlerdir. Bunlara (Üveysî) demişlerdir). Siyalkûtî hazretleri, bundan sonra buyuruyor ki: (Ölü yardım yapamaz diyenlerin, ne demek istediklerini anlıyamıyorum. Düâ eden, Allahü teâlâdan istemekdedir. Düâsının kabûl olması için, Allahü teâlânın sevdiği bir kulunu vâsıta yapmakdadır. Yâ Rabbî! Kendisine bol bol ihsânda bulunduğun bu sevgili kulunun hâtırı ve hürmeti için bana da ver demekdedir. Yâhud, Allahü teâlânın çok sevdiğine inandığı bir kuluna seslenerek, (Ey Allahın Velîsi, bana şefâ’at et! Benim için düâ et! Allahü teâlânın dileğimi ihsân etmesi için vâsıta ol!) demekdedir. Dileği veren ve kendisinden istenilen, yalnız Allahü teâlâdır. Velî, yalnız vesîledir, sebebdir. O da fânîdir. Yok olacakdır. Hiçbirşey yapamaz. Tesarrufa, gücü, kuvveti yokdur. Böyle söylemek, böyle inanmak şirk olsaydı, Allahdan başkasına güvenmek olsaydı, diriden de düâ istemek, birşey istemek yasak olurdu. Diriden düâ istemek, birşey istemek, dînimizde yasak edilmemişdir. Hattâ müstehab olduğu bildirilmişdir. Her zemân yapılmışdır. Buna inanmıyanlar, öldükden sonra kerâmet kalmaz diyorlarsa, bu sözlerini isbât etmeleri lâzımdır. 

Evet, Evliyânın bir kısmı öldükden sonra, âlem-i kudse yükseltilir. Huzûr-i ilâhîde herşeyi unuturlar. Dünyâdan ve dünyâda olanlardan haberleri olmaz. Düâları duymazlar. Birşeye vâsıta, sebeb olmazlar. Dünyâda olan, diri olan Evliyâ arasında da böyle meczûblar bulunur. Bir kimse, kerâmete hiç inanmıyor ise, hiç ehemmiyyeti yokdur. Sözlerini isbât edemez. Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve asrlarca görülen, bilinen olaylar, onu haksız çıkarmakdadır. Bir câhil, bir ahmak, dileğini Allahü teâlânın kudretinden beklemeyip, Velî yaratır, yapar derse, bu düşünce ile ondan isterse, bunu elbet yasak etmeli, cezâ da yapmalıdır. Bunu ileri sürerek, islâm âlimlerine, âriflere dil uzatılamaz. Çünki Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, kabr ziyâret ederken, mevtâya selâm verirdi. Mevtâdan birşey istemeği yasak etmedi. Ziyâret edenin ve ziyâret olunanın hâllerine göre, kimine düâ edilir, kiminden yardım istenir. 

Peygamberlerin “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kabrde diri olduklarını her müslimân biliyor. Buna karşı kimse birşey diyemiyor. Fekat, Evliyânın kabrde yardım yapacaklarına, onlardan yardım istenmesine inanmıyanları işitiyoruz). Abdülhak-ı Dehlevî, (Cezb-ül-kulûb) kitâbında buyuruyor ki: (İbni Ebî Şeybe haber verdi: Hazret-i Ömer zemânında Medînede kaht oldu. Bir kimse, Kabr-i Nebevîye gelip, yâ Resûlallah! Ümmetin için yağmur düâsı yap! Helâk olacağız dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” rü’yâsında görünüp, Ömere git! Yağmur geleceğini müjdele buyurdu. İbni Cevzî diyor ki, Medînede kaht oldu. Hazret-i Âişeye gelip, yalvardılar. Resûlullahın türbesinin tavanını deliniz buyurdu. Öyle yapdılar. Çok yağmur yağdı. Kabr-i şerîf ıslandı). 

Bu iki haber, Eshâb-ı kirâm zemânında kabrden yardım istenildiğini gösteriyor. Hattâ, müctehid olan hazret-i Âişe “radıyallahü anhâ” kabrden yardım istenilmesini emr buyurmuşdur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” de, kabrinden yardım istiyene yağmur yağacağını müjdelemişdir. Bunun için, Resûlullahın kabrinden yardım istemeğe inanmamak, Eshâb-ı kirâmın icmâ’ını inkâr etmek olur. (Hısn-ül-hasîn)de bildirildiği gibi, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Hayvanı kaçan kimse: Ey Allahın kulları! Bana yardım ediniz! Allahü teâlâ da, size merhamet eylesin desin!) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Korkulu olan yerde, üç kerre: Ey Allahın kulları! Bana yardım ediniz demeli) buyuruldu. Bu düâ çok tecribe edilmişdir. 

Bir hadîs-i şerîfde, (Birşeyden zarâr gören, abdest alıp iki rek’at nemâz kılsın! Sonra; Yâ Rabbî! Senden istiyorum. Senin âlemlere rahmet olan Peygamberin Muhammed aleyhisselâmı vesîle kılarak sana yalvarıyorum. Yâ Muhammed! Dileğimi kabûl etmesi için Rabbime seni vesîle ediyorum. Yâ Rabbî! Onu bana şefâ’atcı et desin) buyuruldu. Her müslimân nemâz kılarken, (Esselâmü aleyke eyyühen-Nebiyyü!) diyerek Resûlullaha seslenmekdedir. İnanmıyanlara cevâb olarak yalnız bu yetişir. Hem de, (Râbıta) yapmanın câiz olduğunu isbât etmekdedir. Evliyâya “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” râbıta yapmak, iyi göremiyen yaşlı kimsenin gözlük kullanmasına benzer. (Vesîle arayınız!) âyet-i kerîmesi, Allahü teâlâdan feyz alabilmek için büyük âlim aramak lâzım olduğunu göstermekdedir. (Tavâli’ul-envâr) kitâbında diyor ki, (Resûlullahı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ziyâret ederken, dünyâ düşüncelerini kalbinden çıkarmalı. Yalnız Resûlullahdan yardım beklemeli. Dünyâ düşünceleri yardım gelmesine mâni’ olur. Kabrde diri olduğunu, ziyâret edenleri tanıdığını, dilenilenleri vermeğe Allahü teâlâdan izn verilmiş olduğunu, Allahü teâlâya ancak Onun vâsıtası ile kavuşulacağını düşünmelidir). 

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, (Müsned) kitâbında, Abdüllah ibni Ömerden haber veriyor ki, (Kabr-i se’âdeti ziyâret eden, kıble tarafından yaklaşır. Kıbleye arkasını döner. Yüzünü kabre döner. Sonra, (Esselâmü aleyke eyyühen-Nebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtüh) der). Ayakda ziyâret etmenin, oturarak ziyâretden efdal olduğunu, İbni Hacer-i Mekkî bildiriyor. Hanefî fıkh âlimlerinden, Rüknüddîn Ebû Bekr Muhammed Kirmânî buyuruyor ki, (Ziyâret ederken, nemâzda olduğu gibi, sağ el sol elin üstüne konur). Şebekeden dört zrâ’ [iki metre] kadar uzakda durmak müstehabdır. (Tahkîk-ul-hakkıl mübîn) kitâbından terceme temâm oldu. Şemsüddîn Muhammed Kirmânî başka olup, 786 [m. 1384] de vefât etmişdir. 

28 — (Feth-ul-mecîd) kitâbının, 66, 107 ve 386. cı sahîfelerinde, her zemân ictihâd yapılmalıdır diyor. 387 ve 390. cı sahîfelerinde, mezheb taklîd edenlerin, mezheblerinin delîllerini bilmeleri lâzımdır. Bilmezlerse, müşrik olurlar diyor. 432. ci sahîfesinde, câhiller ictihâd yapamaz diyerek, kendi kendini yalanlıyor. 78, 167, 183, 503 ve 504. cü sahîfelerinde, meyyitden şefâ’at istiyen müşrik olur diyor. Ölüden kerâmet olarak fâide beklemek şirkdir diyor. 115, 140, 173, 179 ve 220. ci sahîfelerinde, müslimânlar Evliyâya tapınıyorlar diyor. 133, 134, 136, 139, 140, 484 ve 485. ci sahîfelerinde, kabrden bereket, fâide beklemek şirkdir diyor. 143, 146, 191 ve 503. cü sahîfelerde, meyyitden düâ istemek şirkdir diyor. 169, 179, 416 ve 503. cü sahîfelerde meyyitde his yokdur, birşey duymaz diyor. 222, 223, 234, 247, 274 ve 486. cı sahîfelerde, Evliyâ kabrini ziyâret edip, fâidelenmek şirk olur diyor. 181 ve 211. ci sahîfelerinde, şefâ’at istemek, Allaha şerîk yapmakdır diyor. 258, 259 ve 260. cı sahîfelerde, selâm vermek için Resûlullahın (Hucre-i se’âdet)i yanına gelmek yasakdır diyor. 486. cı sahîfede, Eshâb “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, Resûlullahın kabrine arka çevirip düâ ederdi diyor. Bu iftirâlara, Ehl-i sünnet âlimleri, onlardan yüzlerce sene önce cevâblar vermişlerdir. 

Bu cevâblar arasında, Kâdî Iyâd hazretlerinin (Şifâ)sı, hadîs âlimi Abdül’azîm-i Münzirînin (Ettergîb vet-terhîb)i, Veliyyüddîn-i Tebrîzînin (Mişkat-ülMesâbîh)i, imâm-ı Kastalânînin (Mevâhib-ül-ledünniyye)si, imâm-ı Süyûtînin (Câmi’us-sagîr)i, Abdül-Vehhâb-i Şa’rânînin (Elyevâkît-vel-cevâhir)i, imâm-ı Semhûdînin (Hulâsat-ül-vefâ)sı, Abdülganî Nablüsînin (Cem’ul-esrâr)ı, seyyid Ahmed Dahlânın (Takrîb-ül-üsûl)i, Fahrüddîn-i Râzînin (Metâlib)i, İbni Hacer-i Mekkînin (Tuhfet-üz-züvvâr)ı, İbni Hacer-i Askalânînin (Feth-ul-bârî)si, Şihâbüddîn Haffâcînin (Şerh-ı şifâ)sı, Allâme Halîl Mâlikînin (Mensek)i, Muhammed Zerkânî Mâlikînin (Şerh-ul-mevâhib)i, imâm-ı Münâvînin (Şerh-i şemâil)i, Mustafâ Şattî Hanbelînin (Nükûl-üş-şer’ıyye firreddi alelvehhâbiyye)si, Abdüllah Yâfi’înin (Neşr-ul-mehâsin)i, seyyid Mürtedâ Hanefînin (Şerh-ul-ihyâ)sı, Yûsüf Nebhânînin (Se’âdet-i dâreyn)i, imâm-ı Kastalânînin (Mesâlik-ül-hunefâ)sı, imâm-ı Ahmedin (Kitâb-üzzühd)ü, Ebû Muhammed Halîlin (Hilye-tül-Evliyâ)sı, İbni Cevzînin (Safvet-üs-safve)si, Lâlkâinin (Kerâmet-ül Evliyâ)sı, İbni Hacer-i Mekkînin (Fetâvâ-i hadîsiyye)si, yine onun (El-cevher-ülmünzam)ı, allâme Ebû Abdüllah Mâlikînin ve Kilâ’înin (Misbâh-uz-zulâm) kitâbları, Nûreddîn Alî Şâfi’înin (Bugyet-ül-ahkâm)ı, Yûsüf Nebhânînin (Huccet-ullahi alel-âlemîn)i, Tâhir Sünbül efendinin (El-intisâr lil-Evliyâ-il-ebrâr)ı, Nûreddîn Alî Semhûdînin (Cevâhir-ül-akdeyn)i, Hasen Advî Mısrînin (Nefehât-i Şâziliyye)si, Abdülvehhâb-i Şa’rânînin (Ecvibet-ül-merdıyye)si, yine onun (Bahr-ül-mevrûd)u, Mustafâ Bekrînin (Ber’ül-eskâm)ı, yine onun (Lem’uberk-ıl-makâmât)ı, Abdülganî Nablüsînin (Keşf-ün-nûr)u, Ahmed Zerrûk Mâlikînin (Şerh-i Hızb-il bahr)i, allâme seyyid Alevînin (Cilâ-üz-zulâm firreddi alen Necdillezîedallel-avâm)ı ve Fadl-ı Resûl Bedâyînin (Seyf-ül-Cebbâr)ı ve Eyyûb Sabri pâşanın 1296 [m. 1878] İstanbul baskılı türkçe (Târîh-i Vehhâbiyyân) kitâbı ilm adamları arasında şöhret bulmuşlardır . 

Bir mezâr ziyâret edilince, kabrdekinin rûhu, gelenin rûhuna, ayna gibi aks eder. Gelenin rûhu, dahâ üstün ise, kalbi sıkılır, râhatsız olur, zarar eder. Bunun için, islâmiyyetin başlangıcında, kabr ziyâreti yasak edilmişdi. Sonradan, müslimânlar da ölünce, bunları ziyârete müsâ’ade olundu. (Kabrimi ziyâret eden, beni diri iken ziyâret etmiş gibi olur) hadîsi, Hucre-i se’âdeti ziyâret ederek fâidelenmeği emr buyurmakdadır. Onu diri iken ziyâret eden, çok fâidelenerek ayrılırdı. Mubârek kabrini ziyâret edenlerin de, böyle ayrılacaklarını, bu hadîs-i şerîf bildiriyor. İslâm âlimlerinin büyüklerinden Abdülkâdir-i Geylânî, Muhyiddîn-i Arabî, Takıyyüddîn-i Alî Sübkî, Ahmed ibni Hacer-i Mekkî ve Abdülganî Nablüsî “rahimehümullah”, Evliyânın kabrlerini ziyâret edip, onlara tevessül ederek, Allahü teâlâdan afv ve merhamet istemek câiz olduğunu vesîkalarla isbât etmişlerdir. Yûsüf Nebhânî hazretleri (Şevâhid-ül-hak) kitâbında, o yüksek âlimlerin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kitâblarından uzun yazılar ve vesîkalar alarak Hindistândaki vehhâbîleri rezîl etmekdedir. Bu arabî kitâbdan elli sahîfesi, (Ulemâ-ül-müslimîn) kitâbında 1393 [m. 1972] de basdırılmışdır. Bir kısmının türkceye tercemesi de (Fâideli Bilgiler) kitâbının (Doğru Söze İnan, Bölücüye Aldanma) kısmına eklenmişdir. Okuyan akllı gençler, kimlerin dalâlet yolunda olduklarını anlarlar. (Reşehât) kitâbında Alâüddîn-i Attâr “kuddise sirruh” hazretleri buyuruyor ki, (Evliyânın “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” mezârlarını ziyâret eden, kabrdeki zâtın büyüklüğünü ne kadar anlamış ise ve o Velîye ne düşünce ile teveccüh etmiş, ya’nî kalbini Ona bağlamış ise, Ondan o kadar feyz alabilir. 

Kabr ziyâretinin fâidesi çok olmakla berâber, Evliyânın rûhlarına teveccüh edebilen kimse için, uzaklık zarâr vermez. Behâüddîn-i Buhârî, Hak teâlâya [teveccüh edebilenlerin doğruca Ona] teveccüh etmelerini emr buyururdu. Evliyânın kabrlerini ziyâret, Hak teâlâya teveccüh için olmalıdır. O Velînin rûhunu, Hakka tam teveccüh edebilmek için vesîle yapmalıdır. İnsanlara tevâdu’ ederken, Hakka teveccüh etmek lâzımdır. Çünki, insanlara tevâzu’, Allah için olursa, makbûl olur). Doğrudan doğruya Allahü teâlâya teveccüh ederek, her ân nâzil olan feyz-i ilâhîden nasîb alabilmek için, kalbin gafletden uyanık, dünyâ düşüncelerinden ârî olması lâzımdır. Böyle olmıyan ve küfr, bid’at ve günâh zulmetleri ile kararmış olan kalbler, Allahü teâlâya teveccüh edemez. Feyz-i ilâhîye kavuşamaz. Bunların, (Lâyese’unî...) hadîs-i şerîfine uyarak, Allahü teâlânın feyzlerine kavuşmuş olan kâmil ve mükemmil, ya’nî Resûlullahın vârisi olan hakîkî rehber bularak, yanında edeble oturmaları, onun kalbine gelen ilâhî feyzlerden almağa çalışmaları lâzımdır. Hakîkî rehber bulunmadığı zemânda, kendinden haberi olmıyan ve îmân ve küfrü birbirinden ayıramıyan tarîkatcılara, taklîdci şeyhlere aldanmamalıdır. Abdüllah-ı Dehlevî hazretleri sekizinci mektûbunda, (Bu fakîrin rûhâniyyetine teveccüh ediniz! Yâhud, mirzâ Mazher-i Cân-ı Cânânın mezârına gidip, onun rûhâniyyetine teveccüh ediniz! Ona teveccüh edince, Allahü teâlânın feyzlerine kavuşulur. O, zemânımızdaki binlerce diriden dahâ fâidelidir) buyurmakdadır. 

(Makâmât-i Mazheriyye) 58. sahîfesinde buyuruyor ki, (Evliyâ mezârlarını ziyâret ederek, feyz vermeleri için yalvar! Fâtiha ve Salevât okuyup, sevâblarını mubârek rûhlarına göndererek, onları Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için vesîle yap ki, zâhir ve bâtın se’âdetlerine bu vesîle ile kavuşulur. Fekat, kalbi tasfiye etmeden, Evliyâ kalblerinden feyz almak güçdür. Bunun için, hâce Behâüddîn “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” evvelâ, Evliyânın kalblerinden feyz almağı nasîb etmesini Allahü teâlâdan istemek, dahâ iyidir, demişdir). Vehhâbîler ve bunların aldatdıkları ba’zı din adamları, mevlid okumağa günâh diyor. Böyle inanmaları ve söylemeleri ile, kendileri büyük günâha giriyorlar. Ahmed Sa’îd-i Fârûkî hazretleri, bunlara vesîkalarla cevâb olarak bir kitâb yazdığı gibi, (Mektûbât-i Ahmediyye)sinin otuzyedinci mektûbunda ve Yûsüf-i Nebhânî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”, (Huccet-ullahi alel’âlemîn fî mu’cizât’i Seyyid-il-Mürselîn) kitâbının ikiyüzotuzüçüncü sahîfesinden başlıyarak ve (El-besâir li-münkirit-tevessül-i bi’ehl-il-mekâbir) kitâbının sonunda ve (En-ni’met-ül kübrâ alel-âlem fî-mevlid-i seyyid-i veled-i Âdem) kitâbında mevlid okumanın meşrû ve çok sevâb olduğunu isbât etmekdedirler. Bu üç kitâb ve aşağıdaki dört kitâb, İstanbulda basdırılmışdır. Mevlid okutmağa mâni’ olmamalı, tegannî ile okumağa ve kadınların erkeklere görünerek dinlemelerine mâni’ olmalıdır. 

29 — Şâm âlimlerinden Ebû Hâmid bin Merzûkun “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” (Ette’akkub-ül-müfîd) kitâbında ve iki cild (El-berâet-ül-eş’ariyyîn) kitâbından özetlenen (Et-Tevessülü bin Nebî ve bis-Sâlihîn) kitâbında İbni Teymiyyeye ve İbni Kayyıma ve Abdülvehhâb oğluna cevâb verilmekdedir.

 30 — Bağdâd âlimlerinden Cemîl Sıdkî efendinin (El-fecr-üs-sâdık fir-redd-i alelmünkiri-t-tevessül-i vel-havârik) kitâbı vehhâbîleri rezîl etmekdedir. 

31 — Tayland âlimlerinden Mustafâ bin İbrâhîm Siyâmî hazretlerinin (Nûrulyakîn) kitâbı, 1345 de basılmış, 1396 [m. 1976] da İstanbulda ofset yolu ile tekrâr basdırılmışdır. Taylanddaki vehhâbîlere vesîkalarla cevâb vermekdedir. 

32 — Hindistân âlimlerinden Muhammed Abdürrahmân Silhetî (Seyf-ül ebrâril-meslûl...) kitâbında Hindistândaki vehhâbîlerin sapık olduklarını bildiriyor. 

33 — Hindistân âlimlerinden müftî Mahmûd Sâhib (Reddi vehhâbî-yi Hindî) kitâbında vehhâbîlere cevâb vermekde, Ehl-i sünnet yolunu bildirmekdedir.

34 — Hindistânın Kerala eyâletinde Calicut şehrinde (Fârûk Collège) profesörlerinden mevlânâ Muhammed Kutty “rahmetullahi teâlâ aleyh” Maleyalam dilindeki üç cild, (Kitâb-üs-sünnî) kitâbında vehhâbîlere cevâb vermişdir. 

35 — Dârendeli Muhammed Hilmi Efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Mîzânüş-şerî’a Burhân-üt-tarîka) kitâbında, ba’zı kimselerin tesavvuf âlimlerine yapdıkları hücûmları yazmakda, çok kıymetli cevâblar vermekdedir. Kitâb türkçe ve yazmadır. İstanbulda Gümüşhâneli Ziyâüddîn efendiden, sonra Sivâsda Hâcı Ahmed efendiden feyz almışdır. Ahmed efendi, küçük Âşık efendinin, bu da Hâlid-i Bağdâdînin halîfesidir. 1334 [m. 1916] de, Mer’aşda vefât etmişdir. Halîfeleri, bilhâssa oğulları Bahrî ve Abdürrahmân ve dâmâdı Vehbî ve bu kitâbın kâtibi Berberzâde Muhammed Nef’î efendiler, milleti irşâda devâm etmişlerdir. 

36 — Afrikadaki Mali hükûmetinin Koutiala şehrindeki (Medreset-ül-irfân) kolejinin müdîri Mâlik Beh, (El-hakâik-ul-islâmiyye) kitâbında, vehhâbîlerin, çok zarârlı bölücülük yapdıklarını bildirmekde, bunlara nasîhat vermekdedir. 

37 — Suriyede Hamâda Sultân Câmi’i hatîb ve müderrisi allâme Muhammed Hâmid, (Lüzûm-ü ittibâ’ı mezâhib-il-eimme) kitâbında, hanefî mezhebini uzun anlatmakda ve dört mezhebden birine tâbi’ olmanın vâcib olduğunu isbât etmekdedir. Kitâb 1388 [m. 1968] de yazılmış, m. 1984 de, İstanbulda (Miftâh-ul-felâh) kitâbının sonunda ofset baskısı yapılmışdır. 

38 — Ahmed Hamevî hanefînin (Nefehât-ül-kurb vel-ittisâl bi-isbât-it-tesarrufi li-Evliyâ-illâhi teâlâ vel-kerâmeti ba’del-intikal) kitâbı meşhûrdur. 

39 — Afrikada Gana devleti âlimlerinden Medrese-i vataniyye müdîri Ahmed Bâbe, (Seyf-ül-Hak) kitâbında, vehhâbîlere, vesîkalarla cevâb vermekdedir. 

40 — İngilizler, islâmiyyeti imhâ etmek, içerden yıkmak için, misyoner teşkilâtı kurdular. Bu misyonerler, kitâblar yazarak, islâmiyyete ve islâm âlimlerine âdî, alçak yazılarla saldırdılar. Kitâblarının üzerine, satın aldıkları din adamlarının ismlerini koyarak, islâm memleketlerine, parasız yaydılar. Ehl-i sünnet âlimleri, bu alçak iftirâlara cevâblar yazarak, ingiliz siyâsetini hezîmete uğratdılar. Bu cevâblardan, (Misbâh-ul-enâm ve cilâ-ül-zulâm) kitâbını Habîb Alevî bin Alevî Haddâd yazmışdır. 1216 [m. 1800] da yazılmış, 1325 [m. 1906] de İstanbulda basılmışdır. Kenârında Ahmed bin Zeynî Dahlânın (Cevâzüt-tevessül) kitâbı vardır. 1416 [m. 1995] de, Hakîkat kitâbevi tarafından ikinci baskısı yapılarak, bütün dünyâya gönderilmekdedir. [1381 [m. 1961] de İstanbuldan hacca giden bir müslimân, Hucre-i se’âdet önünde (Yâ Resûlallah, günâhım çok. Bana şefâ’at eyle!) diye düâ ederken, Afrikalı bir vehhâbî gelip, (O ölüdür, birşey duymaz) gibi şeyler söyler, yakasından çeker. Bu sünnî müslimân da, Bekara sûresinde, (Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyiniz! Onlar diridir. Fekat, siz bunu anlamıyorsunuz) meâlindeki, yüzellidördüncü âyet-i kerîmeyi okur. İnsanların en üstününe sen nasıl ölüdür diyorsun der.] İlk olarak 1205 [m. 1791] de, Vehhâbîler ile Mekkeliler arasında ihtilâf oldu. Bu senelerde, Osmânlı devleti, hâricî düşmanlarla muhârebede idi. Dâhilde de karışıklık vardı. [Şöyle ki, Fransa ile senelerden beri dost iken, Napolyon Bonapart, 1213 [m. 1799] de Mısra ellibin askerle saldırdı. Denizden ve karadan muhârebelerle [1216] da, Mısr düşmandan temizlendi. 

[1221] de, Rusya, hudûdumuza saldırıp, harb i’lân edildi. İngiliz donanması Çanakkaleden girip, Yedikuleye kadar geldi. Başda pâdişâh üçüncü Selîm hân olmak üzere, bütün me’mûr, asker ve halk, büyük gayretle üç günde, sâhillere binden fazla top yerleşdirip, donanmayı, harb olmadan, kaçırdı. Rusya sulh istedi ise de, [1224] de tekrâr hücûm ederek Tunayı geçdi. Uzun muhârebelerden sonra, [1227] de Bükreş Muahedesi yapıldı. Dâhilde ise, yeryer dinsizler türeyip, halka zulm ediyor ve devleti dinlemiyorlardı. O zemân, halîfe olan üçüncü Selîm hân, bir yandan ta’lîmli asker yetişdiriyor, bir yandan da, top fabrikası yapdırıp çalışdırıyordu. Ta’lîmli yeni askeri gören yeni-çerilerden, Karadeniz buğazı tabyalarında bulunanlar, Kabakcı Mustafâ kumandasında ısyân etdi. Pâdişâh, müslimân kanı dökülmesini istemedi. Bütün ilerlemeler durdu. Selîm hânı şehîd etdiler. İkinci Mahmûd hân-ı Adlî, evvelâ dinsizleri terbiye ve itâ’ate getirdi. [1227] de Rusya ile sulh yapdı.] [1226] da Mısr vâlîsine fermân buyurularak, Mehmed Alî pâşa, müslimânlar arasındaki bölücülüğü önlemek için, oğlu Tosun pâşayı Hicâza gönderdi ise de, sulh ve sükûnu temîn edemedi. 

Madde başından buraya kadar yazılanların çoğunu (Hülâsat-ül-Kelâm) ve (Mir’ât-ül-Haremeyn) kitâblarından aldım. Kendimin bir fikri katılmamışdır. Bu yazıların vesîkalarını arzû eden, mezkûr iki kitâbı ve (Kıyâmet ve Âhıret) kitâbının (Müslimâna nasîhat) kısmını mütâle’a buyursun! Mekke-i mükerreme ile Medîne-i münevvere, Osmânlılar tarafından adâlet ve hurmet ile idâre edilip, milyonlar sarf edilerek, mukaddes makâmlar ta’mîr ve tezyîn edildi. Haremeynin mubârek ehâlîsi, râhat ve refâh içinde yaşadı. Bu se’âdet zemânı, birinci cihân harbine kadar devâm etdi. Birinci cihân harbi [1332 (m. 1914)-1336 (m. 1918)] sonunda, islâm ittihâdını parçalamak arzûsuna kavuşan düşmanlar, Mekke emîri olan şerîf Hüseyn bin Alîyi ve ileri gelenleri, Hicâzdan çıkardılar. Bütün dünyâya da, kaçdı diye bildirdiler. Necdde yaşıyan Abdül’azîz bin Sü’ûd, 1344 [m. 1926] senesinde Mekkeye gelerek yeni bir hükûmet kurdu. Osmânlılar devrinde, vehhâbîlik ingiliz câsûsları ve paraları vâsıtası ile, Hindistâna ve Afrikaya yayıldı. Bağdâdda, şî’îlik yerleşdiği gibi, Mısr din adamları da vehhâbîliğe kaymağa başladı. Çok okumuş, çok kitâblar yazmış olan Mısrlı Muhammed Abdüh, masonların, islâmiyyeti yok etmek için girişdikleri savaşda, en te’sîrli silâhları olan (İslâm memleketlerine asrîlik, modern ismi altında, dinsizlik sokmak) propagandalarına aldanarak, Ehl-i sünnet vel-cemâ’ati temâmen bırakdı. Âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere kendi aklı ile, garblılaşmağa uyacak ma’nâlar vererek, Selef-i sâlihînin yolundan ayrıldı. Kitâblarının bir kısmı, o yolda olanlar tarafından türkçeye çevrilmiş, büyük islâm âlimi(!) Abdühün eserleri diye, gençliğin önüne sürülmüşdür.

 Abdühün ve Cemâleddîn-i Efgânînin mason oldukları, kitâbımızın sonundaki, Abdüh kelimesinde yazılıdır. Muhammed Arabînin Mekkede basılan (İfâdet-ül-ahyâr) kitâbında ve şeyh-ul-islâm Mustafâ Sabri efendinin (Mevkıf-ül-akl vel-ilm vel-âlem) kitâbında ve Câmi’ul-ezher medresesi yüksek ilm kurulu üyesi Yûsüf-i Decvînin [1966] da Mısrda çıkan (Câmi’ul-ezher Mecellesi)ndeki yazılarında, bunların islâmiyyete uymıyan fikrleri, kuvvetli delîllerle red edilmekdedir. Vaktiyle ibni Teymiyye de, ilminin çokluğuna aldanarak, dalâlete düşmüşdü. Fekat bu kadar taşkınlık yapmamışdı. Hakîkî din adamının, Ehl-i sünnet âlimlerinin ve mezheb imâmlarımızın verdikleri ma’nâları ve çıkardıkları hükmleri yazması ve onları değişdirmeden söylemesi, milletin ve gençliğin kafasında, Ehl-i sünnet âlimlerinin ismlerini ve büyüklüklerini yerleşdirmesi lâzımdır. 

Seyyid Kutb denilen kimse de, eğer islâm âlimlerinin tefsîrlerini, meselâ, tefsîrde ve fıkhda ihtisâs kazanmış ve tesavvufda (Ma’rifet-ullah) ile şereflenmiş olan, Ehl-i sünnetin gözbebeği Senâullah-i Dehlevî hazretlerinin (Tefsîr-i Mazherî)sini okumuş olsaydı, islâm âlimlerinin yüceliğini anlar, haddini bilerek, derme çatma yazılarını tefsîr diye ortaya koymağa belki sıkılırdı. (Berîka)da, dil âfetlerinin ellincisinde, (Tefsîr yazanın onbeş ilmde mâhir olması lâzımdır) diyor. Bunları bilmiyenlerin hadîs ve tefsîr okumağa kalkışması, mi’de hastasının, kuvvetlenmek için, baklava, börek yimesine benzer. Hâlbuki, bu hastanın, önce perhîz yapması, sonra, kuvvetli yimeğe başlaması lâzımdır. İşte, bizim gibi, ana ilmleri okumayanlar, din öğrenmek için, Kur’ân tercemesi, tefsîr, hadîs okumağa kalkışırsak, bunları kavrayamayız. Yanlış anlıyarak, dînimizi, îmânımızı da gayb ederiz. Ana yuvasından almış olduğu ve senelerce, titizlikle sakladığı kıymetli îmânını gayb eden birkaç ilerici kimse ile karşılaşdım. Bunların irtidâdına sebeb olan, zihnlerindeki şübhenin nasıl meydâna geldiğini sordum. Elmalı tefsîrini okuyunca, böyle olduğunu anladım dediler. 

Mazher-i Cân-ı Cânân “kuddise sirruh”, (Makâmât)ın yüzüncü sahîfesinde, bir halîfesinin tefsîr yazmasına mâni’ olduğunu yazmakdadır. Görülüyor ki, uydurma, anlamadan yazılan tefsîrleri ve tercemeleri bir yana bırakalım, meşhûr tefsîrler bile, ehlinden başkasına zararlı oluyor. Kur’ân-ı kerîmin tefsîrini anlıyabilmek için, seksen din bilgisini iyi öğrenmek lâzımdır. Bu ilmleri bilmeden tefsîr, hadîs okumağa kalkışan, îmânını gayb edebilir. (Berîka) kitâbının binikiyüzdoksanyedinci sahîfesinde, (Tefsîr kitâblarına tâbi’ olmamız emr olunmadı. Fıkh âlimlerine tâbi’ olmamız emr olundu) buyurmakdadır. İkinci kısmda, 46. cı ve üçüncü kısmda, 22. ci maddelere bakınız!

 (Birgivî vasıyyetnâmesi) şerhinde diyor ki, (Kelâm ve fıkh âlimlerimiz, tefsîrden, hadîsden anladıklarını, bizim gibi din câhillerine, açık, kolay öğretmek için, binlerce (Fıkh) ve (İlm-i hâl) kitâbı yazmışlardır. İslâmiyyeti doğru öğrenmek için, o fıkh ve ilm-i hâl kitâblarını okumakdan başka çâre yokdur). Dört mezhebin inceliklerine vâkıf, derin âlim, veliy-yi-kâmil, seyyid Abdülhakîm efendi “kuddise sirruh” buyurdu ki, (Hanefî mezhebinde en mükemmel ve en kıymetli fıkh kitâbı, İbni Âbidînin (Dürr-ül-muhtâr hâşiyesi)dir. Şâfi’îde (Tuhfetül-muhtâc) kitâbıdır. En mükemmel, en kıymetli tesavvuf kitâbı, İmâm-ı Rabbânînin (Mektûbât)ı ve en kıymetli ilmihâl de, Kâdî-zâdenin (Birgivî vasıyyetnâmesi) şerhidir. (Dürr-ül-muhtâr) kitâbı, Şemsüddîn Timûrtâşînin (Tenvîr-ül-ebsâr) kitâbının şerhidir.) Pâkistândaki vehhâbîlerden bir kısmı, müslimânları aldatmak için (Biz Ehl-i sünnetiz. Hanbelî mezhebindeniz) diyorlar. Hâlbuki, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından işlerine gelenleri alıyorlar, işlerine gelmiyenleri, inanışlarına uymıyanları örtbas ediyorlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin âyet-i kerîmelere vermiş oldukları doğru ma’nâları değişdiriyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri, âyet-i kerîmelere, kendi anlayışlarına, düşünüşlerine göre ma’nâ vermedi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” âyetlerden anlayıp bildirdiklerini, Eshâb-ı kirâmdan öğrendiler. Bu öğrendikleri ma’nâları kitâblarına yazdılar. Bunlar ise, Resûlullahdan gelen bu ma’nâları beğenmiyorlar. Kendi kafaları ile, âyet-i kerîmelere ma’nâlar veriyorlar. Bu yazılarını, Ehl-i sünnet bilgisi olarak tanıtıyorlar. Din bilgilerinden, fen ve ahlâk bilgilerinden ve mantık kurallarından haberleri olmadığı için, Kur’ân-ı kerîmin ulvî ve kudsî inceliklerini anlıyamıyorlar. Bunları anlayıp haber veren hadîs-i şerîflere, mevdû’dur, uydurmadır diyorlar. Hadîs-i şerîfleri, kendi anladıklarından üstün tutan Ehl-i sünnet âlimlerini beğenmiyor, müslimânları bunlardan uzaklaşdırıp, dinde reform dedikleri, uydurma yola sokmağa uğraşıyorlar.

 İslâm âlimleri, vehhâbî imâmların arkasında nemâz kılınmıyacağını bildiren fetvâlar verdiler. Bu fetvâlardan biri, (Hulâsat-ül-kelâm) kitâbının sonunda mevcûddur. Muhammed Zihnî efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Ni’met-i islâm) kitâbı, nikâh kısmı, otuzdokuzuncu sahîfesinde diyor ki: (Nikâh ile alması harâm olan yirmibeş kadından birisi de (Veseniyye), ya’nî puta tapan kadınlardır. Güneşe ve yıldızlara ve resmlere, heykellere tapınanlar ve (Mu’attala) ve (Bâtıniyye) ve (İbâhiyye)den olanlar ve (Zındık)lar, ya’nî koyu müslimân görünüp, küfre sebeb olan şeyleri îmânın şartı diyenler, hep puta tapanlardandır (Fetâvâ-i Hindiyye). Bâtıniyye ki, bunlara (İsmâ’îliyye) ve (İbâhiyye) de denir. Bunlar, son zemânlarda, (Vehhâbî) ismini almışlardır ve din ismi altında müslimânlara hıyânet, düşmanlık eden dinsizlerdir). (Vesen), kendisinde (Ülûhiyyet sıfatı) bulunduğuna inanılan, bunun için ta’zîm edilen resm veyâ heykeldir. Bu yazı, vehhâbîler arasına zındıkların karışmış olduğunu, bunların ise kâfir olduklarını gösteriyor. 

Memleketimizde din bilgisi az olan kimseler, İbni Teymiyyenin, Mehmed Abdühün, Mevdûdînin, Seyyid Kutbun, Nobel mükâfâtı almış olan Abdüsselâmın, Ahmed Didadın ve Hamîdullahın kitâblarından yapılan tercemeleri okuyarak zehrleniyorlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri anlıyamadıklarını sanıyorlar. Bu kitâblardaki yaldızlı, nefs-i emmâreyi harekete getiren taşkın yazıların sâhiblerini, Ehl-i sünnet âlimlerinden, hattâ Eshâb-ı kirâmdan “aleyhimürrıdvân” dahâ yüksek görüyorlar. İslâmiyyetde, bu büyük yarayı açan, bilhâssa İbni Hazm, İbni Kayyım-i Cevziyye ve felesof İbnür-Rüşddür. Her üçü de, İbni Teymiyye gibi âlimdir ve yüzlerle kitâbları vardır. Ehl-i sünnet âlimleri, bunlara değerli cevâblar yazmış, yanlışlarını ortaya koymuşlardır. Fekat ilmi az olanlar ve Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklüğünü anlayamamış olanlar, onların kitâblarına aldanmakda, doğru yoldan çıkmakdadır. 

Bunlara aldananlar, kendilerini haklı göstermek ve başkalarını da aldatabilmek için, (Osmânlı âlimleri, siyâsî düşmanlığı, dinde ayrılığa çevirdiler) diyorlar. Bu sözleri iki yönden bozukdur: Adı geçen mezhebsizler vehhâbî değildir. Vehhâbîlik ortaya çıkar çıkmaz, Ehl-i sünnet âlimleri, emr-i ma’rûfa başladı. Bunların yanlış yolda olduğunu yazdılar. Doğru yola çağırdılar. Bunların yaldızlı kitâblarına aldanan câhiller barbarlığa başladı. İslâm şehrlerine saldırdı. Osmânlı devleti, bundan sonra işe karışdı. Ehl-i sünnet âlimleri, kitâblarını yazarken vehhâbîlik yokdu ki, âlimler için, dîni siyâsete karışdırdılar denilebilsin. Ehl-i sünnet âlimleri, vehhâbîlik ortaya çıkmasından yüzlerce sene önce, müslimânlar arasında bir fitne zuhûr edeceğini firâset ile anlamış gibi, sapık fikrleri yazmışlar ve âyet-i kerîmelerle çürütmüşlerdi. Sayıları pekçok olan bu kıymetli kitâblardan, büyük âlim Celâleddîn-i Süyûtînin (Tenvîr-ül-halek fî imkân-ı rü’yetin-Nebî cihâren vel-melek) ve (Tenbîh-ulgabî bitebriet-i İbni-il-Arabî) kitâbları ile Abdülganî Nablüsînin (Keşf-ün-nûr an eshâb-il-kubûr) kitâbları meşhûrdur. Bu üç arabî kitâb, (El-minha-tül-vehbiyye) kitâbının ikinci baskısına eklenerek Hakîkat Kitâbevi tarafından neşr edilmişdir. Bunları okuyanlar, sapıkların, islâmiyyeti yıkmak yolunda olduklarını iyi anlarlar. 

(Redd-ül-muhtâr), üçüncü cild, ikiyüzdoksanaltıncı ve üçyüzdokuzuncu sahîfelerinde diyor ki, (Ma’nâları açık ve kat’î olan âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere, te’vîl etse dahî, yanlış ma’nâ vererek ve ma’nâları açıkca anlaşılmıyanları te’vîl etmeden yanlış ma’nâ vererek dinden çıkana, ya’nî îmânı bozuk olana (Mülhid) denir. Mülhid, kendini müslimân sanır. Hiçbir dinde olmayıp da, dinsiz düşüncelerini müslimânlık imiş gibi, fâsid, bozuk delîller ile isbâta kalkışarak, müslimânların îmânlarını bozmak istiyene (Zındık) denir). Mülhid ve zındık, müslimân görünerek, islâmiyyeti yıkmağa çalışmakdadır. Vehhâbîler gibi, açıkca anlaşılamıyan delîlleri te’vîl ederek Ehl-i sünnetden ayrılan da, mülhid veyâ bid’at sâhibi olur. 

Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” için, devlet düşmanlığını din düşmanlığı şekline sokdular demek, islâm âlimlerini tanımamak, hattâ müslimânlığı lekelemek olur. Dîni dünyâya âlet etmek, islâmiyyetin en çok kötülediği bir suçdur. Her memleketdeki islâm âlimlerini böyle ağır suçlamak, islâmiyyeti kötülemeğe, yıkmağa kalkışmak olur. Ehl-i sünnet âlimleri, hiçbir zemân siyâsete karışmamış, hiçbir müslimânı kötülememişdir. Mülhidlere, zındıklara aldananlardan, Anadoluda hatîb hoca denilen biri, kitâbında, (Kur’ân-ı kerîm ile hadîs-i şerîfler sayılıdır. İnsanların önüne çıkan hâdiseler ise sonsuzdur denilerek, kıyâs ile birçok şey ilâve edilmişdir. Bu yanlışdır. Kıyâs ve ictihâd yokdur) diyor. Böylece, yüzbinlerle Ehl-i sünnet âlimine iftirâ ediyor. Çünki, kıyâs ve ictihâd, bu hocanın sandığı gibi, kitâba, hadîs-i şerîflere birşey eklemek değil, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin, derin örtülü ma’nâlarını meydâna çıkarmakdır. Eshâb-ı kirâmın da kıyâs yapdıkları, onların da ayrı mezhebleri bulunduğu aşağıda bildirilmekdedir. 

(Beydâvî) tefsîrinde kıyâs ve icmâ’ın, Âl-i İmrân sûresinin 108. ci âyetinde emr edildiği yazılıdır. Başka bir sahîfede, (Dinde gizli birşey yokdur, herşey söylenmişdir) diyor. Bir sahîfe sonra da, (Kitâb ile sünnetin bildirmediği herşey mubâhdır) diyerek herşeyin bildirilmediğini söylüyor. Yazıları birbirini tutmuyor. Diğer bir sahîfede, (Kıyâs ile, din artdırılıyor, şiddetlendiriliyor. Birçok mubâhlar harâm ediliyor) diyerek iftirâ ediyor. Bunun cevâbı, birinci kısm, yirmialtıncı maddede yazılıdır. Bu din adamı, yine, (Kıyâs yüzünden, islâm dîninde hiçbir mes’elede ittifâk kalmamış, ihtilâflar çoğalmış) diyor. Hâlbuki, zarûrî olarak ve icmâ’ ile bilinen inanılacak şeylerde, i’tikâd mes’elelerinde kıyâs yokdur. Böyle bilgilerde ictihâd edip yanılan kâfir olur. Zarûrî olarak ve icmâ’ ile bildirilmemiş olan îmân bilgilerinde ictihâd edip de yanılan, kâfir olmaz ise de, bid’at sâhibi olur. Sapık müslimân olur. Yapılacak işlerin, Kitâb ve sünnetde açık bildirilenlerinde de kıyâs olmaz. Buralarda ayrılık yapan, bu hoca gibi Ehl-i sünnetden ayrılanlardır. 

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında insanlar üçe ayrıldı: İnanmayıp Resûlullaha karşı gelenler (Kâfir) oldu. İnanmayıp inanmış gibi görünenlere (Münâfık) denildi. İnananlara (Eshâb) denildi. Eshâb-ı kirâmın inanışları hep aynı idi. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmiş işleri yapmakda da, birbirlerine uygun idiler. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmemiş birşeye inanmağı dînimiz emr etmemişdir. Fen bilgilerinin çoğu böyledir. Bunlardan akla uygun olanlara inanılır. Açıkca emr veyâ yasak edilmemiş işler ise, böyle değildir. Böyle işleri yapıp yapmamakda, açıkca bildirilenlere benzetilmelerini, Allahü teâlâ, derin âlimlere emr etmekdedir. Bu benzetmeyi yapabilecek derin âlimlere (Müctehid) denir. Bu benzetmek işine, (İctihâd) denir. Bir müctehidin ictihâd ederek elde etdiği bilgilerin hepsine, o müctehidin (Mezheb)i denir. Eshâb-ı kirâmın hepsi derin âlim, birer müctehid idiler. İslâmiyyet bilgilerinde, siyâset, idârecilik ve zemânlarının fen bilgilerinde ve tesavvuf ma’rifetlerinde birer deryâ idiler. Bu bilgilerinin hepsini, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek cemâlini görmekle ve kalblere işliyen, rûhları çeken sözlerini işitmekle, az zemânda edindiler. Herbirinin mezhebi vardı. Mezhebleri az veyâ çok farklı idi. Tâbi’înin ve Tebe’i tâbi’înin arasında da müctehidler vardı. Bu müctehidlerin ve Eshâb-ı kirâmın mezheblerinden yalnız dördü kitâblara geçip, dünyânın her yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhebleri unutuldu. Bu dört mezhebin îmânları, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ortak olan îmânıdır. Bunun için, dördüne de (Ehl-i sünnet) denir. Îmânları arasında esâsda ayrılık yokdur. Birbirlerini din kardeşi bilirler. Birbirlerini severler. Birbirlerine uymıyan işlerini de, zarûret olunca, birbirlerini taklîd ederek yaparlar.

 Allahü teâlâ, mezheblerin böyle ayrı olmalarını istemişdir. Bu ayrılığın, Allahü teâlâ tarafından müslimânlara rahmet olduğunu, Peygamberimiz haber vermişdir. Çünki, dört mezheb arasındaki ufak tefek başkalıklar, müslimânların işlerini kolaylaşdırmakdadır. Her müslimân, vücûd yapısına, yaşadığı iklim şartlarına ve iş hayâtına göre, kendisine dahâ kolay gelen mezhebi seçer. İbâdetlerini ve her işini, bu mezhebin bildirdiğine göre yapar. Allahü teâlâ dileseydi, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde, herşey açıkca bildirilirdi. Böylece, mezhebler hâsıl olmazdı. Kıyâmete kadar, dünyânın her yerinde, her müslimânın tek bir nizâm, tek bir emr altında yaşamaları lâzım olurdu. Müslimânların hâlleri, yaşamaları güç olurdu. 

Eshâb-ı kirâmın hepsi öldükden sonra, yeni müslimân olanlardan bir kısmının îmânları bozuldu. Eshâb-ı kirâmın doğru îmânından ayrıldılar. (Dalâlet fırkaları) meydâna geldi. Bu bozuk fırkalara, (Bid’at fırkaları) veyâ (Mezhebsiz) denir. Bunlar, ma’nâları açıkca anlaşılamıyan nassları te’vîl ederek yanıldıkları için kâfir değildirler. Fekat, islâmiyyete zararları, kâfirlerin zararlarından çok oldu. Birbirleri ile ve Ehl-i sünnet ile çekişdiler. Harb etdiler. Çok müslimân kanı döküldü. Müslimânların yükselmelerini, ilerlemelerini baltaladılar. Mezhebsiz bid’at fırkalarını, Ehl-i sünnetin dört doğru mezhebi ile karışdırmamalıdır. Dört mezheb, birbirlerinin doğru yolda olduklarını söyler ve birbirlerini severler. Mezhebsiz fırkalar ise, müslimânları parçalamakdadırlar. Bugün, dört mezhebden başka Ehl-i sünnet yokdur. Bu dört mezhebin birleşdirilemiyeceğini, bir mezheb hâline getirilemiyeceğini, islâm âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Allahü teâlâ, mezheblerin birleşdirilmesini değil, ayrı olmalarını istiyor. Böylece, islâm dînini kolaylaşdırıyor. Âl-i İmrân sûresinde, yüzüncü âyetinde meâlen, (Ey îmân edenler! Allahın dînine sarılınız. Birbirinizden ayrılmayınız!) buyurulmuşdur. 

Tefsîr sâhibleri, meselâ Ebüssü’ûd efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, burada, (Ehl-i kitâbın yapdıkları gibi, parçalanıp doğru îmândan ayrılmayın! Câhiliyye zemânında birbirleriniz ile döğüşdüğünüz gibi bölünmeyiniz!) dediler. Doğru îmânda birleşmemiz, fırkalara bölünmememiz emr olundu. Doğru yolun, (Ehl-i sünnet) âlimlerinin bildirdiği îmân olduğunu, Peygamberimiz haber verdi. O hâlde, bütün müslimânların, ehl-i sünnet olmaları, ehl-i sünnet mezhebinde birleşerek, kardeş olmaları, sevişmeleri lâzımdır. Müslimânların bu birliğinden ayrılan, bu âyet-i kerîmeye uymamış olur. Bu yolda birleşir, kardeşler olduğumuzu bilip sevişirsek, dünyânın en büyük, en kuvvetli milleti olur, dünyâda râhata, huzûra, âhıretde de sonsuz se’âdete kavuşuruz. Düşmanlarımızın ve câhillerin ve sömürücülerin, kendi alçak çıkarları için söyledikleri yalanlara aldanıp, bölünmemeğe çok dikkat etmeliyiz! Bu husûsda fazla bilgi almak için fârisî (Redd-i vehhâbî) kitâbını okuyunuz. Bir sahîfesinde, (Eshâbım gökdeki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidâyet bulursunuz!) sözü hadîs değildir, sakat bir sözdür diyor. Hâlbuki, imâm-ı Münâvî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Künûz-üd-dekâık) kitâbı ve İmdâdın (Tahtâvî) hâşiyesi, otuzaltıncı sahîfesinde bu hadîs-i şerîfi de yazmakda ve imâm-ı Beyhekî rivâyeti olduğunu bildirmekdedirler. Bunun sahîh olduğunu ve Dârimî, İbni Adî ve başkalarının haber verdiklerini (Savâ’ık-ul-muhrika) da bildiriyor. Üç sahîfe sonra da, bu konuda bilgi verilmişdir. 

Bu adam, Eshâb-ı kirâmın büyüklüğünü anlıyamadığından, bu hadîs-i şerîfe, uydurmadır diyor. (Ümmetimin ihtilâfı rahmetdir) sözü de hadîs değildir diyor. Hâlbuki, imâm-ı Münâvî bu hadîs-i şerîfi de yazıyor ve İbni Nasr ve Deylemî rivâyeti olduğunu bildiriyor. İbni Âbidîn önsözde buyuruyor ki: (Ümmetimin ihtilâfı rahmetdir) hadîsi meşhûrdur. Bunu, Beyhekînin rivâyet etdiği (Mekâsıd-ı hasene)de yazılıdır. İbni Hâcib de (Muhtasar)da sahîh olduğunu yazmakdadır. Nasr-ul-mukaddesînin (Hucce) kitâbında ve Beyhekînin (Risâlet-ül-eş’ariyye)sinde sahîh hadîs olarak bildirildiğini, imâm-ı Süyûtî yazmakdadır. Halîmî ve kâdî Hüseyn ve İmâm-ül-Haremeyn de sahîh olarak bildirmişlerdir “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. (Mevâhib-i ledünniyye) birinci cild, dördüncü kısmda da uzun yazılıdır. Halîfe Ömer bin Abdül’Azîz, (Eshâb-ı kirâm ihtilâf etmeselerdi, dinde ruhsat, kolaylık olmazdı) buyurdu. Halîfe Hârûn-ür-Reşîd, İmâm-ı Mâlike, (Senin kitâblarını çoğaltıp, her yere göndereceğim ve herkesin bunlara uymasını emr edeceğim) deyince: (Yâ Halîfe! Böyle yapma! Âlimlerin ihtilâfı Allahü teâlânın rahmetidir. Hepsi hidâyet üzeredir. Her müslimân, dilediği âlime uyar) buyurdu. (Berîka) yüzonuncu sahîfede, bu hadîsin (Câmi’us-sagîr)de bulunduğunu bildirmekdedir. (Hadîka) birinci cild, ikiyüzkırkdördüncü [244] ve ikinci cild, yüzdördüncü [104] sahîfelerinde, bu hadîs-i şerîfi açıklamakda ve Nasr-ul-mukaddesî ve Halîmî ve Beyhekî ve İmâm-ül-Haremeynin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” haber verdiklerini bildirmekdedir. 

(Mîzân)ın 45. ci sahîfesinde de yazılıdır. Zevallı hoca, îmân için olan hadîs-i şerîfleri, mezhebler için zan etmiş. (Fetâvâ-i Hindiyye)de diyor ki: (Nevâzil) kitâbında, (Yalnız hadîs-i şerîf okuyup, fıkh öğrenmiyen kimse, dinde müfsiddir) buyuruldu. Ebû Âsım “rahmetullahi aleyh” de, böyle buyurmuşdur. (Tâtârhâniyye) fetvâsında da yazılıdır. Kitâbın bir yerinde, (Eshâb-ı kirâmın, Kitâb ve sünnete uymıyan sözleri alınmaz, red olunur) diyor. Eshâb-ı kirâmı, Kitâb ve sünnete uymıyan şeyler söyliyecek sanıyor. O din büyüklerini, kendi gibi zan ediyor. Bilmiyor ki, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, Kitâb ve sünnete uymıyan birşey söylememişdir. Zâten, Kitâbı ve sünneti, ya’nî Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri toplıyan, sonra gelenlere ulaşdıran, Eshâb-ı kirâmdır. Üsûl âlimlerinden, ya’nî en büyük islâm âlimlerinden ba’zısı buyuruyor ki, (Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Peygamber olduğunu isbât edecek hiçbir şâhidi bulunmasaydı, yalnız Eshâbını görmek, Peygamber olduğunu bildirmeğe yetişirdi. Çünki, Eshâbının herbiri, her ilmde, islâmiyyet bilgilerinde, siyâsî, aklî ilmlerde [ya’nî, lise ve üniversitelerde okutulan bilgilerde], zâhirî ve bâtınî ilmlerin hepsinde birer deryâ idi. Hâlbuki, hiçbiri bir kitâb okumamış, bir mu’allim görmemişdi. Bütün bu bilgileri, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile birkaç def’a berâber bulunmakla şereflenerek edinmişlerdi). Onların birbirine uymıyan sözleri, Kitâb ve sünnetde açıkca bildirilmiyen işlerdedir. 

Bir sahîfede (Müctehidlerin ve kıyâscıların, sahîh hadîslerin hepsine vukûfsuzluk yüzünden, yapdıkları ictihâd ve kıyâs...) diyerek büsbütün câhil olduğunu ortaya koyuyor. Müctehidin ne demek olduğunu bilmediği, buradan da anlaşılıyor. Bir sahîfede (Müctehidlerin, kitâb ve sünnete muhâlif ictihâdlarına uyulmaz) diyerek, Kitâb ve sünnete muhâlif ictihâd var sanıyor. Bu yalan sözlerle, kendinin Ehl-i sünnet âlimlerini beğenmediğini, mezhebsiz olduğunu i’lân ediyor. Hindistânda, vehhâbîlere satılmış olanlardan, Ebülkâsım Benârisî, dahâ çok para almak için (El-cerhu alâ Ebî Hanîfe) kitâbını yazarak, bu yüce imâma saldırıyor. Ehl-i sünnet âlimleri, buna cevâblar yazarak rezîl ediyorlar. Bu alçak iftirâ ve hücûmlardan ba’zısı ve verilen cevâblar, (Üsûlül-erbe’a) yüzonüçüncü sahîfesinde yazılıdır. Kitâbının bir yerinde, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin ve imâm-ı Mâlikin “radıyallahü anhümâ” sözlerini de yanlış yazıyor. Bu iki din imâmına iftirâ ediyor. Bunların, hadîs-i şerîflere uymıyan söz söylemiyeceklerini bilmiyor. Derin din âlimi, yüzlerce Evliyâ yetişdiren, büyük tesavvuf rehberi, Abdüllah-i Dehlevî “kuddise sirruh” yazmış olduğu (Makâmât-ı Mazheriyye) risâlesinde tesavvuf yolunu anlatdıkdan sonra, üstâdı olan Mazher-i Cân-ı Cânânın “kuddise sirruh” hayâtından, kerâmetlerinden ve mektûblarından ba’zılarını bildirmekdedir. Fârisî olup, İstanbulda da basılmışdır. Onsekiz fasldır.

 Onsekizinci faslda, yirmialtı mektûb vardır. Onaltıncı mektûbda, Mazher-i Cân-ı Cânân “kuddise sirruh” buyuruyor ki: Yavrum! Hadîs-i şerîflere nasıl uyulur? Bunu bildirmek için, Muhammed Hayât “rahmetullahi aleyh” bir kitâb yazmışdır. Bu kitâbda diyor ki: Hüseyn bin Yahyâ Buhârî Zendevistî, (Ravdat-ül-ulemâ) kitâbında buyuruyor ki, İmâm-ı a’zam, talebesine (Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîfini ve Eshâb-ı kirâmın sözünü görünce, benim ictihâdımı bırakınız, onlara uyunuz!) buyurdu. Bir kerre de (Sahîh hadîsler benim mezhebimdir) buyurdu. Hadîs ilminde âlim, mütehassıs olan, nâsih ve mensûh hadîsleri ayırabilen, kuvvetli ve za’îf hadîsleri anlayabilen bir kimse, sahîh hadîslere uyarsa, Hanefî mezhebinden çıkmaz. Mezheb reîsinin sözünü yapmış olur. Hattâ, böyle bir âlim, sahîh hadîslere uymazsa, İmâm-ı a’zamın sözünü dinlememiş olur. Herkes bilir ki, hadîs-i şerîflerin hepsini birlikde bilen, işiten, hiçbir âlim yokdur. Nitekim, İmâm-ı a’zam (Hadîs-i şerîfi görünce, benim sözümü bırakınız!) buyurdu. Hattâ, bu ümmetin en âlimleri olan ve ömrlerini, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hizmetinde geçirmiş olan Eshâb-ı kirâmdan “aleyhimürrıdvân” hiçbiri de, bütün hadîs-i şerîfleri işitmiş değildi. Hadîs-i şerîfe uymak, her mü’mine vâcibdir. Mezheb imâmlarından, belirli birine uymak vâcib değildir. Her müslimân, [dört mezhebden] dilediği mezhebe uymakda serbestdir. Ehl-i sünnet âlimlerinin, mezheb imâmlarımızın bildirdiği hadîs-i şerîflere ve bunlardan anladıkları ma’nâlara uymamız lâzımdır. 

(Fetâvâ-yı Hindiyye), beşinci cild, 377. ci sahîfede diyor ki, (Fıkh öğrenmeyip, hadîs öğrenen, dinde iflâs eder [ya’nî dîni gider]. İlmi, emîn olan, sâlih kimselerden öğrenmelidir). Bunların kitâblarını okumalıdır. Bu mezhebsiz din adamı, kitâbının bir sahîfesinde, (Cenâb-ı Hak ve Resûlü, hiç kimseye, ümmetden birinin mezhebi ile mezheblenmeği ve dinde onu taklîd etmeği emr etmemişdir) diyerek, Kur’ân-ı kerîme de iftirâ ediyor. Çünki, Mâide sûresi, otuzbeşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya yaklaşmak için, vesîle arayınız!) buyuruldu. Enbiyâ sûresinde, (Bilmediklerinizi, bilenlerden sorup öğreniniz!) meâlinde âyet-i kerîme vardır. Dört mezheb imâmları hakkındaki hadîs-i şerîfler, (Fâideli Bilgiler) adındaki kitâbımızda uzun bildirilmişdir. Mezheb imâmlarımız “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, en büyük din âlimleridir. (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) hadîs-i şerîfi, (Buhârî)de yazılıdır. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” yolu, akl ile, hayâl ile, rü’yâ ile anlaşılmaz. Din âlimlerinden öğrenilir. Din imâmlarından herhangi birine uymak, Peygamberimize uymak olur. 

Ehî Çelebî (Hediyye) kitâbında diyor ki, (Ebû Hanîfenin kıyâsı doğru değildir diyen kâfir olur). Bu kitâbı, (Hakîkat Kitâbevi) basdırmışdır. İbni Teymiyye ile İbni Kayyımı çok öven Âlûsî bile, (Gâliyye) kitâbında bakınız ne diyor: (İlm öğrenmek ve öğretmek, ibâdetlerin en üstünlerindendir. Abdüllah ibni Abbâs; âlimlerin, âlim olmıyan mü’minlerden yediyüz derece dahâ üstün olduğunu bildirdi. Hadîs-i şerîfde, (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) buyuruldu. Peygamberlik rütbesinin üstünde hiçbir rütbe olmadığına göre, bu rütbeye vâris olmanın şerefinden dahâ üstün bir şeref olamaz. İslâm âlimlerinin çoğu, bu yüksek rütbeye kavuşdu. Fıkh ve hadîs âlimleri ve en başda müctehidlerin dört imâmı, bunların en üstünleridir. Bunlar, ahkâm-ı islâmiyyenin kapalı emrlerini, yasaklarını açığa çıkardı. İlmin temelini kurdular. Din bilgilerini, kısmlara, sınıflara ayırdılar. Onların yüce kıymetlerinden birkaçını bilmekle şerefleniyoruz. 

Bunların en önde olanı, büyük imâm, Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbitdir. Onun yüksekliğini bildiren hadîs-i şerîfler elimizde mevcûddur. Buhârî ve Müslimde yazılıdır. Kırkbeş sene, beş vakt nemâzı bir abdestle kıldığını, Abdüllah ibni Mubârek “rahmetullahi teâlâ aleyh” bildirmekdedir. Hasen bin Ammâre, yüce İmâmı gasl ederken: (Otuz sene hep oruc tutdun. Allahü teâlâ sana rahmet eylesin!) demişdir. İlmi ile tam amel eden, onun gibi bir âlim görülmedi. Ondan dahâ üstün âlim bulunmadı. Allahü teâlâ, bizleri, bu yüce âlimlere uymakla şereflendirsin! Resûlullahın sözlerini bizlere ulaşdıran, bu müctehidlerdir. Bugün de, Onların dört mezhebinden birine muhtâc olmıyan, onlardan birine uymakdan kurtulabilecek kimse yokdur. İbni Mâcenin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacak, bunlardan yalnız biri Cennete gidecekdir. Bunlar, benim ve Eshâbımın yolunda olanlardır) buyuruldu. Bu ayrılık, üsûlde, îmânda olan ayrılıkdır. Dört mezhebin ayrılığı değildir. Çünki, hadîs-i şerîfde, (Ümmetimin ayrılması rahmetdir) buyuruldu. 

Bir hadîs-i şerîfde de, (Kitâbullahda ve benim sünnetimde bulamadıklarınızı, Eshâbımın sözlerinden alınız! Eshâbım, gökdeki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidâyete kavuşursunuz. Eshâbımın birbirlerinden ayrılıkları rahmetdir) buyuruldu). Şâh Veliyyullah-i Dehlevînin (El-insâf) ve (İkd-ül-ceyyid) kitâbları, 1327 [m. 1908] senesinde, Mısrda ve sonra (Hakîkat Kitâbevi) tarafından İstanbulda basdırılmışdır. İstanbulda Süleymâniyye kütübhânesinde, İzmirli kısmında mevcûddurlar. Birincisinde diyor ki, (Eshâb-ı kirâm zemânında da mezhebler vardı. Herbirinin mezhebi başka idi. Tâbi’în, Eshâb-ı kirâmın mezheblerini aldılar. Hârûn-ür-Reşîd, imâm-ı Mâlike dedi ki, (Senin (Muvattâ) kitâbını Kâ’beye asacağım. Bütün müslimânların bu kitâba uymalarını emr edeceğim. Her yerde tek bir mezheb olsun). İmâm-ı Mâlik de, (Böyle yapma! Eshâb-ı kirâm, fıkh bilgilerinde mezheblere ayrıldılar) dedi. Bunu, imâm-ı Süyûtî haber vermekdedir). 

İkinci kitâbında diyor ki, (Dört mezhebden birine uymakda büyük fâideler vardır. Bunlardan ayrılmanın zararları çokdur. Bunu çeşidli yollarla isbât ederim. Bugün dört mezhebden başka doğru mezheb yokdur. İmâmiyye ve Zeydiyye fırkaları bid’at üzeredirler. Dört mezhebden ayrılmak, Sivâd-i a’zamdan ayrılmakdır. İbni Hazmın, taklîd harâmdır, Resûlullahdan başkasına uymak halâl değildir sözü, müctehidlerin birbirlerine uymamaları içindir. Hadîs-i şerîfleri ayıramıyanların, bunları mezheb imâmlarından sorup, onlara uymaları lâzımdır. Resûlullahın zemânından beri, bilmiyenler, hep bilenlere sormuşlardır). Başka bir sahîfede, büsbütün sapıtarak (Mezheb imâmlarına uymak, onu Peygamber menziline çıkarmak olur. Bu ise küfrdür) diyor. Bütün mü’minleri ve hocalarına uyanları kâfir yapıyor. (Mezhebler, ikinci asr sonlarında meydâna çıkdı. Eshâb ve Tâbi’în hangi mezhebde idiler?) diyor. Fârisî (Redd-i vehhâbî) kitâbında ve arabî (Hadîka) kitâbı altıyüzdoksanaltıncı sahîfesinde diyor ki, (Dört mezhebden başkasına uymak câiz değildir. Bu sözümüz, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’înin mezheblerini küçümsemek değildir. Çünki, Eshâb-ı kirâmın ve başkalarının mezheblerini tam olarak bilmiyoruz. O mezhebleri de bilseydik, onlara uymamız da câiz olurdu. Çünki, hepsinin mezhebleri doğru idi. Dört mezheb, tam bilindiği ve kitâbları her yere yayılmış olduğu için, her müslimânın yalnız bunlardan birine uyması lâzımdır. 

Dört mezhebin kolaylıklarını araşdırıp, bunları bir araya toplayarak, yeni bir kolaylıklar mezhebi uydurmağa (Telfîk-ı mezâhib) denir. Câiz değildir). Mezheb imâmı demek, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Kur’ân-ı kerîmden çıkardığı ma’nâları, bilgileri, Eshâb-ı kirâmdan işiterek toplayan, kitâba geçiren büyük âlim demekdir. Resûlullahın, Kur’ân-ı kerîmin hepsini Eshâbına tefsîr etdiğini, (Hadîka), dil âfetlerini anlatırken yazmakdadır. Resûlullahın Kur’ân-ı kerîme verdiği ma’nâları, açıklamalarını anlamak istiyen, bir mezheb imâmının kitâblarını okur, bunlara uyar. Bu kitâbları okuyup, bunlara uyan kimse, o mezhebden olur. Bu ise, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Kur’ân-ı kerîme uymak demekdir. 

Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” işitdiklerine uyardı. Kendi talebelerinden birine uymağa, ya’nî dört mezhebden birinde olmalarına lüzûm yokdu. Onların herbiri bütün bilgileri asl kaynağından alıyordu. Birbirlerine sorarak da öğreniyorlardı. Hepsi, mezheb imâmlarından dahâ çok âlim ve dahâ yüksek müctehid idiler. Mezheb sâhibi idiler. Bir sahîfede, (İctihâdlar fikr ve kanâ’atdır. Elimizdeki kitâblar, mezheb kitâblarıdır, din kitâbı değildir. Türkiyede, türkce din kitâbı olmadığından, bu kitâbı yazdım) diyor. Kendini müctehid sanıyor. Ömer Rıza Doğrulun, bu kitâba bir önsöz yazarak, ballandıra ballandıra medh etdiğini gördük. Bu önsözde diyor ki: (Asrın ihtiyâclarını, kıyâs yolu ile dinden değil, medeniyyetin terakkî hamlelerinden beklemek gerekdir. Kıyâs, Kitâb ve sünnet ile alâkası olmıyan, dînin asl kaynaklarına dayanmıyan, fekat herşeyi dîne dayamak istiyen müctehidlerin îcâdıdır...) Bu sözleri, kendisinin de, ehl-i sünnet olmadığını, dîni, kıyâsı ve ictihâdı anlamamış olduğunu göstermekdedir. 

Din âlimlerine dil uzatanlar, bunların bilgilerine erişemiyenlerdir. (Redd-ül-muhtâr) birinci cild, üçyüzdoksanaltıncı sahîfede, (Dörtyüz [400] hicrî senesinden sonra kıyâs yapacak âlim yetişmedi) diyor. (Mîzân-ülkübrâ)nın birinci cüz’, kırkikinci sahîfesinde, (Dört mezheb imâmından sonra, hiçbir âlim, mutlak müctehid olduğunu söylemedi. Mezhebde müctehidler yetişdi. Evet, Kur’ân-ı kerîmdeki bilgiler, hükmler sonsuzdur. Fekat, kıyâmete kadar, bütün insanlara lâzım olacak ahkâmı, dört imâm anlamış, kitâblara yazılmışdır. Şimdi, bir kimse, Kitâbdan ve sünnetden ahkâm çıkarabilirim derse, dört mezhebden birinde bulunmıyan yeni bir hükm çıkarmasını isteriz. Bunu yapamaz!) diyor. Bunlar (El-Besâir li-münkir-it-tevessül-i bi-ehl-il-mekâbir) ve (Et-Tevessülü bin Nebî ve bis-Sâlihîn) ve (Üsûl-ül-erbe’a) kitâblarında dahâ uzun yazılıdır. Bu üç kitâbı, (Hakîkat Kitâbevi) ofset yolu ile basdırmışdır. Birinci kitâbda, Muhammed bin Abdülvehhâbın (Keşf-üş-şübühât) kitâbından parçalar yazılarak, hepsine cevâblar verilmişdir. Bu kitâb arabîdir. (Et-Tevessülü bin Nebî) kitâbı, Ebû Hâmid bin Merzûkînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” Şâmda basılmış olan (Berâet-ül-eş’ariyyîn) kitâbının kısaltılmışıdır.

Seyyid Ahmed Tahtâvînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Dürr-ül-muhtâr) hâşiyesinin Zebâyıh kısmında diyor ki, (Bugün her müslimânın dört mezhebden birinde bulunması vâcibdir. Dört mezhebden birinde bulunmıyan kimse, (Ehl-i sünnet)den ayrılmış olur. Ehl-i sünnet olmıyan da sapık veyâ kâfir olur). Vehhâbîliği temelinden çürüten (El-Besâir) ve (El-müstened) ve (Seyfül-ebrâr) kitâbları da böyle yazıyor ve bunu (İhyâ-ül-ulûm)dan aldıklarını bildiriyor. Son iki kitâb da, Hindistânda yazılmış, (Hakîkat Kitâbevi) tarafından ikinci baskıları yapılmışdır. Biz, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri anlayacak kadar bilgili değiliz. Biz, Kur’ân-ı kerîmi, anlamak ve anladığımıza göre amel etmek için değil, kelâm-ı ilâhîden bereketlenmek, fâidelenmek için okuyoruz. Biz mukallidler, tefsîr ilmini bilmediğimiz için, ahkâm-ı islâmiyyeyi, din imâmlarımızın kitâblarından öğreniyoruz. Mezheb imâmlarımız, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, Tâbi’înden ve Eshâb-ı kirâmdan öğrenerek, bizim kolay anlıyabileceğimiz şeklde, kitâblarına yazmışlardır. (Nahl) ve (Enbiyâ) sûrelerinde, meâl-i şerîfleri, (Âlimlerden sorup öğreniniz!) olan âyet-i kerîmeler vardır. Hadîs-i şerîfde, (Her asr, önceki asrdan dahâ bozuk olur. Böylece kıyâmete kadar hep bozulur) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, (Hadîka)da, dil âfetlerinde yazılıdır. 

İnsanların en iyilerinin yazdıkları kitâbları beğenmeyip, bozuk asrların bozuk adamlarına aldanmakdan Allahü teâlâya sığınırız! Yûsüf-i Nebhânî, hicrî ondördüncü asrın büyük âlimlerindendir. Uzun seneler Medînede kalıp vehhâbîliği yakından incelemek imkânını buldu. Topladığı bilgileri yaymak için, çok kıymetli kırkyedi kitâb yazdı. (El-Feth-ul-kebîr) kitâbında ondörtbindörtyüzelli hadîs harf sırasına göre dizilmişdir. Üç cild hâlinde basılmışdır. (Câmi’u kerâmât-il-Evliyâ) kitâbı iki cild olup, kerâmetin hak olduğunu isbât etmekdedir. 1329 [m. 1911] de Mısrda basılmışdır. Kırkyedi kitâbının hepsi basılmışdır. Çok mühim olan (Şevâhid-ül-hak) kitâbı Mısrda üçüncü def’a olarak, binüçyüzseksenbeş [1385] hicrî ve [1965] mîlâdî senesinde basılmışdır. Kitâb beşyüzyetmiş sahîfe olup, dörtyüzelli sahîfesi İbni Teymiyyeyi red etmekde, geri kalan yüzyirmi sahîfesi de, Eshâb-ı kirâmın üstünlüklerini, hazret-i Mu’âviye ile Amr ibni Âs “radıyallahü teâlâ anhüm”ın yüksekliklerini ve islâmiyyete hizmetlerini bildirmekdedir. (Câmi’ulezher) profesörlerinden, allâme şeyh Alî Muhammed Beblâvî Mâlikî ve allâme şeyh Abdürrahmân Şerbînî ve şeyh Ahmed Hüseyn Şâfi’î ve şeyh Ahmed Besyânî Hanbelî ve ârif allâme Süleymân Şübrâvî Şâfi’î ve şeyh Abdülkerîm Râfi’î ve ayrıca Mısr Başmüftîsi allâme Bekrî Muhammed Sadefî Hanefî ve müderris allâme Muhammed Abdülhayy Ketânî İdrîsî Fâsî ve allâme seyyid Ahmed beğ Şâfi’î ve fâdıl allâme şeyh Sa’îd-i Mûcî Şâfi’î ve allâme şeyh Muhammed Halebî Şâfi’î ve dahâ birçok Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” (Şevâhid-ül-hak) kitâbını beğenmişler, uzun yazıları ile övmüşlerdir. 

(Şevâhid-ül-hak) kitâbında, Ebul’ Abbâs Ahmed ibni Teymiyyenin bid’atlerini savunan üç kitâbdan parçalar almakda, bunları, âyet-i kerîmelerle ve hadîs-i şerîflerle çürütmekdedir. Bu üç bozuk kitâb, İbni Kayyım-ı Cevziyyenin (İgâset-üllehfân) ve İbni Abdil-Hâdînin (Firreddi ales-Sübkî) ve Nu’mân Âlûsî Bağdâdînin (Cilâ-ül-ayneyn fî muhâkemet-il-Ahmedeyn) ismi ile İbni Hacer-i Mekkîye “rahmetullahi teâlâ aleyh” karşı yazdığı kitâblardır. (Şevâhid-ül-hak)da, Ehl-i sünnet âlimlerinden alarak diyor ki, (İslâm âlimleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki, hicretin dördüncü asrından sonra, dünyâda, ictihâd edebilecek âlim hiç kalmadı. Şimdi bütün müslimânların, bilinen dört mezhebden birine uymaları lâzımdır. Çünki, şimdi, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfi anlayıp bunlardan ahkâm çıkaracak ilm sâhibi hiç yokdur. Mezheb imâmını taklîd ederek, Kur’ân-ı kerîme ve Resûlullahın sünnetine “sallallahü aleyhi ve sellem” uyulmuş olur.

İmâm-ı Münâvî, İbni Hacer-i Hiytemîden nakl ederek buyuruyor ki, Celâleddîn-i Süyûtî “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” gibi bir âlim müctehid olduğunu söyleyince, zemânındaki âlimler, buna yazılı birşey sordular: Önceki âlimler buna iki ayrı cevâb vermişlerdir. İctihâdın en aşağı derecesinde olan, bunlardan birini seçebilir. Sen de seçip bize yaz dediler. İşim çok, bunu yapacak vaktim yok diyerek, birini seçmeğe cesâret edemedi. İbni Hacer buyuruyor ki, en aşağı derecedeki ictihâd işi böyle güç olunca, mutlak müctehid olmanın imkânsızlığını anlamalıdır. Şimdi ba’zı câhiller, kendilerini âlim sanıyorlar. Bid’at sâhibi olan kimseleri âlim sanıp, taklîd ederek, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hükm çıkarmağa kalkışıyorlar. Mezheb imâmlarından birini taklîd etmeğe ihtiyâcımız yok diyorlar. Hattâ mezheb imâmlarının ictihâd buyurdukları, anladıkları bilgileri beğenmiyor bunlar zemânımıza uymaz diyorlar. Bunlar, kendilerini beğenmiş câhillerdir. Kur’ân-ı kerîme uyduklarını sanıyorlar. Hâlbuki, nefslerine ve şeytâna uymakdadırlar. Herkesi de Kur’ândan ve (Buhârî)den ma’nâ çıkarmağa kışkırtıyorlar. Bu ahmaklara aldanmamalıdır. 

Her müslimân, (Ehl-i sünnet) i’tikâdında olmalı ve dört mezhebden birine uymalıdır. Dört mezhebin kolay taraflarını araşdırıp, birbirine karışdırmağa (Telfîk) denir. Nefse ve şeytâna uyarak, telfîk yapmak yasakdır. [İhtiyâc olduğu zemân, bir iş için câiz olur.] Din adamı geçinen câhil kimse ile müctehid olan âlimler arasındaki fark, yer ile gök arası gibidir. Hattâ şeytân ile melek arasındaki fark gibidir. Fekat, gâfil, ahmak ve nefslerine bağlı olduklarından, kendilerini âlim, kâmil sanıyorlar. Böyle kimselere zındık denir. Bu zındıkları şeytân aldatmış olduğundan, müctehidleri taklîd etmek istemiyorlar. Anlıyamıyor ki, Nass ile açık bildirilmiş şeylerde ictihâd yapılmaz. Bu söz, hiçbir şeyde ictihâd yapılmaz demek değildir. İctihâdda en ileri giden Ebû Hanîfe hazretleri, za’îf hadîs ile bildirilen şey üzerinde bile ictihâd yapmazdı. Mezheb imâmlarının hepsi, bir soru ile karşılaşdıkları zemân, bunun cevâbını, önce Kur’ân-ı kerîmde ararlardı. Kur’ân-ı kerîmde açıkca bulamazlarsa, hadîs-i şerîflerde ararlardı. Hadîs-i şerîflerde bulamazlarsa, (İcmâ’-ı ümmet)de ararlardı. İcmâ’da da bulamayınca, bu soruya benzeyen başka sorunun, Kitâb, sünnet ve icmâ’da bulunan cevâbına (Kıyâs) ederek, benzeterek, ictihâd edip cevâbını bulurlardı. 

Bin seneden beri bütün müslimânlar, âlimler, sâlihler, Velîler, hep bu dört mezhebden birine uydular. Hiçbiri, kendinin müctehid olduğunu iddi’â etmedi. Yeni türeyen mezhebsiz bir zındıkın sözüne aldanıp da, mezhebden ayrılmamalıdır. Dört mezhebin hiçbiri, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden kıl kadar ayrılmamışdır. Hepsi, müslimânlara, Kitâb ile sünneti açıklamışlardır. İslâm âlimleri, müslimânların dört mezhebden birini taklîd etmelerini emr ediyor. Böylece, kâfir olmak veyâ bid’at sâhibi olmak gibi, iki tehlükeden kurtulmalarını istiyorlar. Çünki, bir câhil, bir mezheb imâmını “rahmetullahi teâlâ aleyh” taklîd etmezse, delîlsiz kalarak yoldan çıkar. Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri, (Tuhfet-üs-sâlikîn) kitâbında, İmâm-ı Gazâlîden alarak buyuruyor ki, (Üç kimse, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlıyamaz: Birincisi, arabîyi iyi bilmiyen ve tefsîr okumamış olan câhil. İkincisi, büyük bir günâha devâm eden fâsık. Üçüncüsü, i’tikâd bilgilerinden birini yanlış anlayıp, anladığına uymadığı için, hak sözü kabûl etmiyen bid’at sâhibi. 

[Ehl-i sünnet i’tikâdından ayrılmak büyük günâhdır. Bunun için bid’at sâhibi olan Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlıyamaz. Çünki bid’atin zulmeti kalbi karartır.]) Görülüyor ki, Ehl-i sünnet mezhebinde olmıyan, arabîyi çok bilse de, Kur’ân-ı kerîmi doğru anlıyamaz. Yanlış anladıklarını yazarak, herkesi felâkete sürükler. Zemânımıza, asrımıza uygun tefsîr lâzımdır sözü de doğru değildir. Tefsîr âlimleri, Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâbından gelen haberleri yazarak tefsîr yapdılar. Bunların tefsîrleri her asra uygundur ve kâfîdir. Kur’ân-ı kerîmin emrleri, her asrdaki her insan için aynıdır. Önceki asrlar için başka, sonraki asrlar için başka ma’nâsı yokdur. Kur’ân-ı kerîme inanan ve uymak istiyen bir müslimân, her aradığını, mevcûd tefsîrlerde bulur. İslâmiyyete uymıyan bir zındık, bozuk isteklerini, bu tefsîrlerde elbet bulamaz. Aklımıza ve asrın isteklerine uygun tefsîr yapmak câiz değildir. Câhil, ahmak kimseler, kısa aklları ile yeni tefsîr yaparız diyorlar. Tefsîr yapabilmek için çok şart vardır. Bu şartların başında, (Zemânların en iyisi, benim zemânımdır. Ondan sonra hayrlısı, benim asrımdan sonra gelen asrdır. Sonra da, ondan sonra gelen asrdır) hadîs-i şerîfi ile medh olunan asrlarda bulunmak lâzımdır. [Tefsîr âliminin, nâsih ve mensûh olan âyet-i kerîmeleri de bilmesi lâzımdır.

 Kur’ân-ı kerîmde yüzdokuz adet nesh edici âyet bulunduğu, (Hadîka)nın üçyüzellibeşinci sahîfesinde yazılıdır.] Şimdi, kendi görüşleri ile tefsîr kitâbı yapanlarda bu şartların hiçbiri yokdur. Fikrleri bozuyor, Ehl-i sünnet âlimlerine karşı geliyorlar. Ehl-i sünnet olduklarını bildirerek, bozuk inanışlarını her yere yayıyorlar. Ehl-i sünnet olan din adamları bunları okuyunca, bozuk olduklarını hemen anlıyor. Zındık olduklarını, ehl-i sünnet olmadıklarını müslimânlara anlatıyorlar. Fekat câhiller, iğriyi doğrudan ayıramayıp aldanmakdadırlar). (Şevâhid-ül-hak)dan terceme temâm oldu. 

(Hadîka)da, el âfetlerini anlatırken bildirilen (Ümmetim, kötü din adamlarından çok zarâr görecekdir) hadîs-i şerîfi, Vehhâbîleri haber vermekdedir. (Mîzân-ül-kübrâ), sahîfe ellibir başında ve altmış sonunda buyuruyor ki, sünnet, ya’nî hadîs-i şerîfler, Kur’ân-ı kerîmi açıklamakdadır. Mezheb imâmları, sünneti açıklamışlardır. Din âlimleri de, mezheb imâmlarının sözlerini açıkladılar. Kıyâmete kadar da böyle olacakdır. Sünnet, ya’nî hadîs-i şerîfler olmasaydı, sular, tahâret, nemâzların kaç rek’at oldukları, rükü’ ve secdede okunacak tesbîhleri, bayram ve cenâze nemâzlarının nasıl kılınacağını, zekât nisâbını, orucun, haccın farzlarını ve nikâh, hukûk bilgilerini, hiçbir âlim, Kur’ân-ı kerîmde bulamaz ve öğrenemezdi. İmrân bin Husayna birisi, (Bize yalnız Kur’ândan söyle!) deyince: Ey ahmak! Kur’ân-ı kerîmde, nemâzların kaç rek’at olduğunu bulabilir misin dedi. Hazret-i Ömere, farzların seferde kaç rek’at kılınacağını Kur’ân-ı kerîmde bulamadık dediklerinde, (Allahü teâlâ, bize, Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Biz, Kur’ân-ı kerîmde bulamadıklarımızı, Resûlullahdan gördüğümüz gibi yapıyoruz. O, seferde, dört rek’at farzları iki rek’at kılardı. Biz de, öyle yaparız) buyurdu. Kırkyedinci [47] sahîfesinde diyor ki, (Din imâmlarının hiçbir sözü, islâmiyyetin dışında değildir. Çünki herbiri, hem hakîkatde, hem de ahkâm-ı islâmiyyede âlimdirler). İbni Âbidîn, (Fetâvâ-ı Hâmidiyye)yi kısaltarak, (Ukûd-üd-dürriyye) ismini vermiş, bunun sonunda, bir mezhebe tâbi’ olmanın lâzım olduğunu uzun yazmışdır. 

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, abdestin farzlarını anlatırken buyuruyor ki, (Bir kişinin haber verdiği hadîsleri veyâ kıyâs ile anlaşılan bilgileri kabûl etmiyen, beğenmiyen kâfir olmaz ise de, doğru yoldan sapmış olur. Bid’at ehli olur. Cehenneme girmesi muhakkak olur. Kıyâs ile zâhir olan hükmü kabûl edip de yapmıyan, fâsık olur. Vâcibi terk etmiş olur. Te’vîl etdiği için, ya’nî zannî delîlden bir başka ma’nâ çıkardığı için o hükmü yapmıyan fâsık da olmaz). (Vehhâbîler şimdi yumuşadılar. Eskiden müslimânların mallarına, canlarına saldırıyorlardı. Şimdi böyle vahşet yapmıyorlar. Hattâ, Ehl-i sünnet olduklarını söylüyorlar) diyenler işitiliyor. Evet, açık Nassları değişdirmiyenleri için bu söz doğrudur. Bunlar her müslimân ile kardeşdirler. Fekat, şimdi bütün dünyâdaki müslimânların dinlerine, îmânlarına saldırıyorlar. Eskiden müslimânların dünyâlarını yok ediyorlardı. Şimdi, âhıretlerine, ebedî hayâtlarına saldırıyorlar. Müslimânları ebedî felâkete sürüklemek için bütün kuvvetleri ile çalışıyorlar. Medîne-i münevveredeki medresenin müdîri, Abdül’Azîz Bâzın (Tahkîk ve îzâh) bozuk kitâbının türkçesini hâcılara dağıtarak, Ehl-i sünnet i’tikâdını yok etmeğe çalışıyorlar. 5.8.1990 târîhli Türkiye gazetesi, bu bozuk kitâba vesîkalarla cevâb vermiş, müslimânları büyük tehlükeden kurtarmışdır. 

(Râbitatül’âlemil-islâmî) isminde bir merkez kurdular. Her islâm memleketinde bunun şu’belerini açdılar. Dinleri ve ilmleri çürük olan din adamlarını bol para ile satın alarak, bunları mezhebsizliği yaymak için kullanıyorlar. Her memleketdeki din adamlarına ve din talebesine onların dillerinde bozuk kitâbları parasız olarak dağıtıyorlar. Bu yolda her sene, milyonlarla altın sarf ediyorlar. İngiliz siyâseti ile elli seneden beri kitâbsız, câhil bırakılmış olan dünyâ müslimânları, bunlara aldanıyorlar. Hak olan ve hadîs-i şerîfler ile medh ve senâ edilmiş olan Ehl-i sünnet mezhebi böylece unutuluyor, yok oluyor. Hak gidip, her yere bâtıl yerleşiyor. Müslimânlar için, hattâ bütün insanlar için bundan dahâ kötü, bundan dahâ zarârlı bir felâket, bir musîbet olamaz. 

Ba’zı kimseler, vehhâbîler için (Bunların birkaç yanlış inanışları varsa da, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden böyle anlıyorlar. Belki bid’at ehli oluyorlar ise de, bid’at ehlinin bu ümmetden oldukları hadîs-i şerîflerde bildirildi. Bunlar da müslimândır. Ehl-i kıbledir. Müslimânları sevmemiz, vehhâbîleri de kardeş bilmemiz lâzım değil mi?) diyorlar. Böyle düşünmek elbet doğrudur. Fekat bid’at sâhiblerini sevmek, onlara nasîhat vermekle olur. Yukarıda ismlerini bildirdiğimiz kırk kitâbı insâf ile okuyan ve anlıyan kimsenin bu sözümüzde hiç tereddüdü ve şübhesi kalmaz. Meselâ Hindistânın büyük âlimlerinden Ahmed Rızâ hân Berîlevî (Fetâvel-Haremeyn) kitâbında diyor ki, (Taberânînin ve başkalarının bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Bid’at sâhibine hurmet eden kimse, islâmiyyeti yıkmağa yardım etmiş olur) buyuruldu). Dînimiz bid’at sâhiblerini sevmemeği, onları aşağılamağı emr etmekdedir. Onlara saygı göstermek harâmdır. İslâm âlimleri kitâblarında, meselâ (Şerh-i mekâsıd) kitâbında (Bid’at sâhiblerini sevmemek, onları aşağı tutmak, onları red etmek lâzımdır) demişlerdir. 

Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî, (Mektûbât-i Ma’sûmiyye) kitâbının ikinci cildi, yüzonuncu mektûbunda, (Bid’at sâhibinin meclisinde bulunma! Gâfil din adamlarından, yaltakcı hâfızlardan ve câhil tekke şeyhlerinden kendini koru! İslâmiyyete uymakda gevşek davranan [meselâ, Ehl-i sünnet i’tikâdında olmıyan, karısını, kızını açık gezdiren, çalgı, içki kullanan mezhebsiz, sapık olan] din adamlarına yaklaşma! Onların sözlerini işitme! Hattâ onların bulunduğu şehrden uzak ol ki, zemânla kalbin onlara kaymasın! Onlara uymamalıdır. Onlar din adamı değil, din hırsızlarıdır. Şeytânın tuzaklarıdır. Onların yaldızlı, acıklı sözlerine aldanmamalı, arslandan kaçar gibi, yanlarından kaçmalıdır) buyurmakdadır. Bid’at yayıldığı ve zarârının çoğaldığı zemân, bunu red etmek, bunun kötülüğünü müslimânlara duyurmak farzdır. Hattâ, farzların mühimlerinden olduğunda icmâ’-i ümmet vardır. 

Selef-i sâlihîn ve bunların halefleri hep böyle yapdılar. Bu farzı terk eden, icmâ’dan ayrılmış olur. Hadîs-i şerîfde, (Fitne veyâ bid’at yayıldığı ve Eshâbım kötülendiği zemânda, hakkı bilen, bilgisini müslimânlara duyursun! Hakkı, ya’nî doğru yolu bildiği hâlde, müslimânlara duyurmayanlara, Allahü teâlâ ve melekler ve bütün insanlar la’net eylesin! Allahü teâlâ, bu kimsenin farzlarını ve nâfile ibâdetlerini kabûl etmez) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, (Es-savâ’ik-ul-muhrika) kitâbının başında yazılıdır ve Hatîb-i Bağdâdînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (El-Câmi’)inde bulunduğu bildirilmekdedir. [Bid’at ehli, bid’at sâhibi demek, bid’atini yaymak için, ya’nî müslimânların îmânlarını, ibâdetlerini bozmak için uğraşan bid’at sâhibi demekdir. Bunlara aldanarak bid’at işliyeni sevmemek değil, ona acımak, nasîhat vermek lâzımdır. 

Bugün, bütün dünyâdaki müslimânlar, üç fırkaya ayrılmışdır. Birinci fırka, Eshâb-ı kirâmın yolunda olan hakîkî müslimânlardır. Bunlara (Ehl-i sünnet) ve (Sünnî) ve (Fırka-i nâciyye) Cehennemden kurtulan fırka denir. İkinci fırka, Eshâb-ı kirâma düşman olanlardır. Bunlara (Şî’î) ve (Fırka-i dâlle) sapık fırka denir. Üçüncüsü, sünnîlere ve şî’îlere düşman olan bid’at sâhibleridir. Bunlara (Vehhâbî) ve (Necdî) denir. Çünki bunlar, ilk olarak Arabistânın Necd şehrinde meydâna çıkmışdır. Bunlara (Fırka-i mel’ûne) de denilmekdedir. Çünki, müslimânlara kâfir demekdedirler. Böyle diyene, Resûlullah, la’net etmişdir. Müslimânları bu üç fırkaya parçalayan, yehûdîlerle ingilizlerdir.] 

(Edille-i şer’ıyye) dörtdür. Birincisi, Kur’ân-ı kerîmdir. İkincisi, hadîs-i şerîflerdir. Bu iki delîlin herbiri (Kat’î) veyâ (Zannî) olur. İbni Âbidîn, bâgîleri anlatırken diyor ki, (Hâricî denilen kimseler, zannî ya’nî şübheli olan [birkaç ma’nâ çıkarılabilen] delîlleri [ya’nî âyetleri ve hadîsleri] yanlış (te’vîl) ediyorlar. Ya’nî ma’nâsı açıkca anlaşılamıyan âyet-i kerîmelere ve mütevâtir olan hadîs-i şerîflere, açık ve meşhûr olmıyan yanlış ma’nâlarını veriyorlar. Hazret-i Alînin askerinden ayrılarak, ona karşı harb edenler böyle idi. (Hâkim ancak Allahdır. Hazret-i Alî, iki hakemin hükmüne uyarak, [hilâfeti Mu’âviyeye bırakmakla] büyük günâh işledi. Büyük günâh işleyen kâfir olur) dediler. Onunla harb etmelerine bu yanlış te’vîlleri sebeb oldu. Kendileri gibi inanmıyanlara kâfir dediler. Bunlara (Hâricî) denir. 1150 [m. 1737] senesinde Necdde ortaya çıkan Abdülvehhâb oğlu Muhammede tâbi’ olanlar da, yalnız kendilerinin müslimân olduklarını söylüyorlar. Kendileri gibi inanmıyanlara müşrik diyorlar. Onları öldürmek, mallarını, kadınlarını ganîmet almak halâldir diyorlar. Bunlara (Vehhâbî) ve (Necdî) denilmekdedir.

Vehhâbîliği ingilizler hâzırladığı ve yaydığı gibi, Hicâzı Osmânlılardan alarak Süûdî devletini kuran da, ingilizlerdir. (Müncid)de diyor ki, (İngiliz câsûsu Lawrence, 1914 de emîr Faysala yardım ederek, Osmânlı devletinden ayrılmasına sebeb oldu). Şübheli [ya’nî açıkca anlaşılamıyan] delîlleri yanlış te’vîl ederek, Ehl-i sünnet i’tikâdından ayrılanlara, fıkh âlimleri kâfir demediler. (Bâgî), (âsî), (bid’at ehli) olduklarını söylediler. Türkçede sapık denilmekdedir. Kat’î, [açık olarak] anlaşılan tek bir ma’nâsı olan delîllere inanmıyan ise kâfir olur. Âlemin yok olacağına, ölülerin tekrâr dirileceklerine inanmamak böyledir. Alî ilâhdır, Cebrâîl vahy getirirken yanıldı diyen de kâfir olur. Çünki bu sözler, ma’nâsı açıkca anlaşılamıyan delîlleri yanlış te’vîl ederek, ictihâd ile anlaşılan ma’nâlar değildir. Hazret-i Âişeyi kazf eden ve babası hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü anh” sahâbî olduğuna inanmıyan da kâfir olur. Çünki ikisi de, Kur’ân-ı kerîmde açık olarak bildirilen delîli inkârdır. Hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömeri seb eden ve halîfeliklerine inanmıyanın te’vîli varsa, kâfir olmaz. Müslimânların mallarına, canlarına saldırmak gibi, kat’î açık olan harâmlara, te’vîl yaparak, halâl diyen kâfir olur. [Vehhâbîler böyledir.]

 Kitâbdan ve sünnetden, ma’nâsı açıkca anlaşılamıyan bir delîli te’vîl ederek söyleseydi, kendince islâmiyyete uymuş olup, kâfir olmazdı). İbni Âbidînin kelâmı temâm oldu. Görülüyor ki, müslimân olduğunu söyleyip, ibâdetlerini yapan, ya’nî (Ehl-i kıble) denilen bir kimsenin, Ehl-i sünnete uymıyan bir inanışı, ma’nâsı açık olan kat-î bir delîli inkâr olursa, te’vîl ile olsa da, olmasa da küfr olur. Buna (Mülhid) denir. Bu inanışı, açık olmayıp, şübheli olan bir delîlin muhtelif ma’nâlarından açık ve meşhûr olanını inkâr olursa ve te’vîli varsa, küfr olmaz. Bid’at olur. Te’vîlden haberi olmayıp, bid’at sâhibi olan âlimleri taklîd ile veyâ nefsine uyarak, dünyâ çıkarları için ise, yine küfr olur. İster Ehl-i sünnet olsun, ister bid’at sâhibi olsun, dînini dünyâ çıkarlarına âlet eden, ya’nî dünyâlığa kavuşmak için dîninden veren câhillere (Yobaz) denir. Hiçbir dîne inanmadığı hâlde, müslimânları aldatarak îmânlarını yok etmek, islâmiyyeti içerden yıkmak için, müslimân görünüp küfre sebeb olan şeyleri isbât etmek için delîlleri yanlış te’vîl edene (Zındık) ve (Fen yobazı) denir. 

Bid’at sâhiblerine ve mülhidlere ve bunların yolunda olan câhil taklîdcilere (Mezhebsiz) denir. Mezhebsizler ve îmân hırsızları olan zındıklar, (Dinde reformcu) olarak ortaya çıkmakdadırlar. İcmâ’ delîl değildir diyen kâfir olmaz. Bid’at sâhibi olur. Hâricîler, şî’îler, vehhâbîler böyledir. Bunların icmâ’a muhâlif sözleri küfr olmaz. Fekat, küfre sebeb olan diğer inanışlarından dolayı kâfir olurlar. İbnî Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” vitr nemâzını anlatırken diyor ki, (Vitr nemâzının aslını, ya’nî ibâdet olduğunu inkâr eden kâfir olur. Eğer delîlini te’vîl ederek veyâ delîlinde şübhe ederek inkâr ederse, kâfir olmaz. [Bid’at ehlinden olur.] Bütün vâcibler ve sünnetler de böyledir. Çünki, vitr nemâzı dinde zarûrî olarak bilinen bir ibâdetdir ve böyle olduğu (İcmâ’-ı ümmet) ile sâbitdir. İcmâ’-ı ümmet ile bildirilmiş olan zarûrî ibâdete te’vîlsiz olarak inanmamak, hanefî âlimlerine göre, küfr olur. 

Dinden olduğu zarûrî olarak bilinmek demek, dinden olduğunu câhillerin de bildiği din bilgileri demekdir. Beş vakt nemâzın farz olduğuna inanmak böyledir. Yalnız âlimlerin bildiği din bilgilerini inkâr eden, kâfir olmaz. Ceddenin [büyük annenin] mîrâsın altıda birini alacağını inkâr etmek böyledir). İbni Melek, (Menâr) şerhinde diyor ki, (İcmâ’) birleşmek demekdir. Bir asrda bulunan müctehidlerin bir işin hükmünde birleşmeleridir. Bu iş, söz veyâ fi’l olabilir. İctihâd lâzım olmıyan şeylerde, bir asrda bulunan müslimânların hepsinin birleşmeleri lâzım olur. Birleşmek, aynı sözü söylemek veyâ aynı işi yapmakdır. Bir asrda bulunan müctehidlerin bir kısmı söyler veyâ yapar, diğerleri işitince susarlar, red etmezlerse, hanefî mezhebinde, yine icmâ’ olur. Şâfi’îde, buna icmâ’ denmez. İctihâd işlerinde icmâ’ sâhibi olmak için, müctehid olmak lâzımdır. Kur’ân-ı kerîmin ve nemâz rek’atlarının ve zekât mikdârının ve ekmeği ödünc almanın ve hamâma gitmenin bizlere nakl edilmesi gibi, ictihâda lüzûm olmıyan şeylerin icmâ’ında müctehid olmak lâzım değildir. Bu gibi şeylerde, müctehid olmıyanların icmâ’ları da mu’teberdir. Fekat, bid’at sâhibi ve fâsık olmamaları lâzımdır. [Bunun için, şî’îlerin ve vehhâbîlerin kitâblarında yazılı bozuk şeyler icmâ’ olamaz. Halâl, harâm ve farzlar için delîl olamaz.]

 Eshâb-ı kirâmdan ve Ehl-i beyt evlâdlarından olmaları da şart değildir. Medîne ehâlisinden olmaları da şart değildir. Âlimlerin çoğuna göre, selefin ihtilâf etdiği bir mes’elede, sonra gelen âlimlerin icmâ’ yapmaları câizdir. Bir müctehid hilâf ederse, icmâ’ hâsıl olmaz. Haber-i vâhid ile bildirilmiş olan hadîs-i şerîfde ve müctehidin kıyâs etmesi ile bulunan hükmde icmâ’ olur. Âyet-i kerîmeden ve meşhûr olan hadîsden açıkca anlaşılan hükmde icmâ’ olmaz. Bunların kendileri zâten delîldir. Selef-i sâlihînin, ya’nî Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, bizlere, her asrın icmâ’ı ile gelmiş olan icmâ’ları mütevâtir hadîs gibidir. Ya’nî, Eshâb-ı kirâmın böyle icmâ’larını öğrenmemiz ve amel etmemiz lâzımdır. Kur’ân-ı kerîmin Allah kelâmı olduğu, nemâzın ve orucun, zekâtın farz oldukları böyledir. Bir sâlih kimsenin bildirdiği icmâ’ları ise, haber-i vâhid ile bildirilmiş olan hadîs-i şerîfler gibidir. Bunlar ile yalnız amel etmek vâcib olup, ilm [ve îmân] vâcib değildir. Öğle nemâzından evvel dört rek’at sünnet kılmak böyledir. İcmâ’ın dereceleri vardır. Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, açıkca ve her asrın icmâ’ı ile haber verilmiş olan icmâ’ları, âyet-i kerîme ve mütevâtir olan hadîs-i şerîf gibi kuvvetlidir. İnkâr eden kâfir olur. Eshâb-ı kirâmdan ba’zısının icmâ’ edip, diğerlerinin sükût etdikleri icmâ’ da, kat’î delîl ise de, inkâr eden kâfir olmaz. İcmâ’ın üçüncü derecesi, Eshâb-ı kirâmın ihtilâf etmedikleri bir hükmde, sonraki asrların icmâ’larıdır. Bunlar, meşhûr olan haber gibidir. Bundan sonra, Eshâb-ı kirâmın ihtilâf etdikleri bir hükmde, sonra gelenlerde hâsıl olan icmâ’ olup, haber-i vâhid ile bildirilen hadîs-i şerîf gibidir. Bununla amel vâcib olup, îmân vâcib değildir. 

Bir asrda bulunan müslimânlar, bir mes’elede ihtilâf edince, sonra gelenlerin, bu ihtilâflı sözlerden birine uymayan hükmleri bâtıl olur. Bu sözlerden başka bir söz söylemeleri câiz olmaz. (Kıyâs), birşeyi başka şeye benzetmek demekdir. Fıkhda, hükmü nassdan anlaşılamıyan birşeyin hükmünü, bu şeye benziyen başka şeyin hükmünden anlamak demekdir. Kıyâsın delîl olduğu aklen ve naklen bilinmekdedir. (Ey ilm sâhibleri! İ’tibâr ediniz!) âyet-i kerîmesi, (Bilmediklerinizi, bildiklerinize kıyâs ediniz!) demekdir. Çünki, i’tibâr, benzetmek demekdir. Mu’âz “radıyallahü teâlâ anh”, Yemene gidince, ictihâd edeceğini bildirdiği zemân, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” râzı olup hamd etmesi, kıyâsın huccet olduğunu göstermekdedir. Kıyâsın şartları, rüknü, hükmü ve def’i vardır. Müctehidin bunları hâiz olması lâzımdır. (Menâr) şerhinden terceme temâm oldu. 

Se’âdet istersen eğer, ey civân, 

sarıl islâmiyyete, yavrum her zemân. 

Farz ve vâcib, sünnetü mendûbunu, 

emr-i bilma’rûfunu, mecmû’unu. 

Dâimâ icrâ edip, terk eyleme, 

bu küçükdür, bu büyükdür söyleme. 

Hem mekrûh ve harâmdan kaçınmak gerek, 

hele kul hakkına çok dikkat gerek. 

Ehl-i sünnet olandan öğren hemân, 

âmil ol ilminle, fevt etme zemân.


(Tam İlmihâl Se`âdet-i Ebediyye,sf:446-...-474)