Seyyid Sıbgatullah-i Arvasi Hazretleri


Seyyid Sıbgatullah-i Hizani hazretleri, Osmanlı âlim ve velilerinden olup, Seyyid Taha-i Hakkari hazretlerinin talebelerindendir. 1870 yılında vefat etti. Kabri, Hizan'ın Gayda köyündedir.


Küçük yaştan itibaren ilim tahsiline başladı. Babası Seyyid Lütfullah Efendi onun yetişmesi için hususi gayret sarf etti. Çok zeki olan Seyyid Sıbgatullah, kısa zamanda kelâm, tefsir, hadis, fıkıh gibi zahiri ilimleri tahsil etti. Zamanının fen bilgilerinde de mütehassıs oldu. Bid’atten uzak olup, Peygamber efendimizin sünnetine uygun bir hayat yaşamaya çalıştı. Tasavvufa karşı büyük alaka duydu. Birçok âlim ve veli zatın ilim meclislerinde ve sohbetinde bulundu. Van'a giderek Seyyid Muhyiddin Efendinin hizmetine girdi. Seyyid Sıbgatullah, hocasının verdiği vazifeleri yapmak için canla başla çalıştı. Ağır riyazetler ve mücahedeler çekti. Yani nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yaparak nefsini terbiye etti. Uzun yıllar hocasının hizmet ve sohbetiyle şereflendi. Nihayet bir gün hocası ona; "Vefat etmiş velilerden istifade edecek, faydalanacak makama geldin" buyurdu. Seyyid Muhyiddin vefat edince, Şeyh Halid-i Cezri'ye gitti. Bu mübarek zatın vefatına kadar sohbetleriyle şereflendi. Sonra Seyyid Taha'nın, Molla Murad Hurusi'yle gönderdiği; "Kendi yuvana dön!" haberiyle, Taha-i Hakkari'nin şerefli hizmetine koşup, hakiki ve esas yuvaya kavuştu. Onun paha biçilmez sohbetlerini, çölde susuz kalmış kimseler gibi ruhuna hayat verici buldu. Seyyid Taha hazretleri, Resulullah efendimizden mürşidleri vasıtası ile gelen feyz ve bereketleri onun kalbine akıttı. Kalb gözü açılıp yüksek makamlara kavuştu. Mürşidi Seyyid Taha hazretleri vefat edince, onun yerine geçen Seyyid Salih hazretlerinin sohbetine devam etti. Seyyid Taha'nın huzurunda kemal ve ikmal mertebelerine ulaşan Seyyid Sıbgatullah, Hizan ve Gayda'da halkı irşad eyledi ve insanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlattı. Sohbetinde bulunup bir teveccühüne mazhar olanın kalbinde, Allahü teâlânın muhabbeti yerleşirdi. Dinin emirlerine son derece uyar, yasaklarından sakınırdı.


Buyururdu ki:

"Talebe, tavus gibi olmalıdır. Güzel kanatlarına, renk renk tüylerine değil, siyah bacaklarına bakmalıdır. Nefsini son derece kusurlu görmedikçe istikamet ele geçmez. Bu şekilde görmemek büyük günahtır. Muhabbet, ihlaslı amel ve gayret talebeliğin şartıdır. Bunlardan birinin eksik olması manevi felaket alametidir."


Evliyanın hallerini anlatmak ve dinlemek hususunda buyurdu ki:

"Evliyanın menkıbelerini dinlemek, muhabbeti artırır, Eshab-ı kiramın menkıbeleri imanı kuvvetlendirir, günahları mahveder."


Seyyid Taha hazretleri kendisine yazdığı mektupta; "Talebenin hocasına ihlas ve muhabbeti tam, tâbiliği dürüst olup, hâl sahibi olmasa zararı yoktur. Bu üçünden birinde noksanlık olup, hâl var ise Allah korusun istidractır. Şekavet alametidir" diye yazdı. Bu mektuptaki mana o kadar büyüktür ki, bir sene sohbete bu sözlerle başlamıştır.


Vefat etmeden önce buyurdu ki:

"Maksat, İslamiyet'in bildirdiği yönde istikamet üzere olmaktır. Bid’atten ve İslamiyet'e aykırı olarak yapılan amellerden feyz alınmaz. Tasavvuf, İslamiyet’e uymak demektir. İslamiyet’e uymadan vilayete, yani veliliğe kavuşulur diyen sapıktır, zındıktır. Namazlardan hemen sonra istiğfar ediniz. İslamiyet’in bildirdiği hususlara uymayan ve sünneti terk eden mürşid, yol gösterici olamaz."

Sadakada 4 özellik vardır

 Sırrî-yî Sekatî Hz.leri buyuruyor ki ;

 

 Sadakada  4 özellik vardır.


 1.Sadaka senin yanında iken azdır, Verdiğin zaman çok olur.


 2.Seninle beraber olunca, yok olur. Verince baki kalır.


 3. Senin yanında olunca, senin olmaz.

 Verdiğinde senin olur.


 4. Senin olunca, sen onu korursun. Onu verdiğin zaman, o seni korur.

SEYYİD SÂLİH HAZRETLERİ

Osmanlılar zamânında Anadolu'da yetişen evliyânın en büyüklerinden. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâda ve âhirette saâdete, mutluluğa kavuşmalarına vesîle olan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" adı verilen büyük âlim ve evliyâların otuz ikincisidir. İsmi Muhammed Sâlih'tir. Babasının ismi Molla Ahmed'dir. Büyük velî Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin on birinci torunu ve Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin kardeşidir. Seyyiddir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1865 (H.1281) senesinde Nehrî'de vefât etti. Kabri, ağabeyi ve hocası Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin ayak ucundadır.


Seyyid Sâlih, küçük yaşta Kur'ân-ı kerîm okumayı öğrendi. Çok zekîydi. Kısa zamanda Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Medreseye giderek tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimlerle, zamânın fen ve edebiyât bilgilerini öğrenerek büyük bir âlim oldu. Tasavvufta da yetişerek, kalb ilimlerinde mârifet sâhibi olmak için, ağabeyi Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin sohbetiyle şereflendi. Senelerce ona hizmet etti. Mübârek teveccühlerine kavuştu. Vilâyet derecelerinde çok yükseldi. Hocası, ona icâzet vererek, talebe yetiştirmek üzere Berdersûr'a gönderdi. Seyyid Sâlih hazretleri orada talebe yetiştirmeye başladı. Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretleri vefât edeceği zaman ona kendisinden sonra makamlarına kimin oturacağı sorulunca; "Birâderim Sâlih, kâmil ve olgundur. Herkesin başı onun eteği altındadır." buyurarak Seyyid Sâlih'i yerine bıraktı. Hasta kalplere şifâ olan sohbetleri ile, âşıklarının kemâle gelmesine, Hakk'a yaklaşarak velî birer zât olmalarına vesîle oldu.


Seyyid Sâlih hazretleri, muhabbet ve edep sâhibiydi. Verâsı ve takvâsı çoktu. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mübâhların fazlasını terk ederdi. Ekserî günleri oruçlu geçerdi. Gecelerini ibâdetle ihyâ eder, uykusunu öğleye yakın kaylûle yaparak alır, hem de sünnet-i şerîfe uyardı. Çok merhâmetli olup, hiç kimseyi incitmezdi. İnsanların Cehennem'de yanmamaları için elinden gelen gayreti gösterir, Allahü teâlânın emirlerini bildirir, yasaklarından kaçınmalarını sağlardı. Gayr-i müslimlere dahi iyilik yapardı. Bu sebeple herkes tarafından sevilirdi.


Seyyid Sâlih hazretlerinin mübârek alınlarında nûr parlardı. Onu gören, Allahü teâlânın sevgili bir kulu olduğunu hemen anlar, hürmette kusur etmemeye çalışırdı. Bir gece, hırsızın biri Seyyid Sâlih hazretlerinin evini soymaya karar verdi. O gece ay çıkmamıştı, zifiri karanlıktı. Hırsız, bahçe duvarından içeri atladı. Fakat o anda bahçenin birdenbire gündüz gibi aydınlandığını gördü. Hayret etti. Görürler korkusuyla hemen dışarı çıktı. Ortalık yine karanlık oldu. "Herhâlde bu defâ aydınlık olmaz." düşüncesiyle tekrar bahçeye girdi. Ortalık bir anda yine aydınlandı. Yine çıktı, tekrar girdi. Nihâyet evin pençeresine baktığında, Seyyid Sâlih hazretlerini gördü. Seyyid Sâlih, hırsıza; "Buyurun, her ne isterseniz vereyim. Bir şey almaya geldiyseniz söyleyin." buyurdu. Hırsız onun güneş gibi parlayan mübârek yüzünü görüp, o cömertçe tatlı sözünü işitince hayran kaldı. Bahçeye girince meydana gelen aydınlığın Seyyid Sâlih hazretlerinin nûru olduğunu anlayıp, yaptığına pişmân oldu. Huzûruna varıp tövbe etti. Ondan sonraki günlerde onun derslerine giderek, ilim öğrenmeye başladı. Talebelerinden oldu.


Seyyid Tâhâ hazretlerinin oğlu Ubeydullah, babasının yerine geçen amcası Seyyid Sâlih hazretlerine talebe olmayıp diğer halîfesi Seyyid Fehîm hazretlerine tâbi olmak istedi. Fehîm-i Arvâsî ise ona; "Muhterem babanız, yerine Seyyid Sâlih hazretlerini tâyin ettiler. Bu sebeple siz de, biz de onun sohbetine gidip, ona tâbi olmamız lâzımdır." buyurdu. Buna rağmen Ubeydullah, buna îtirâz eyledi. Bunun üzerine Fehîm-i Arvâsî; "Mübârek hocamızın kabr-i şerîfine gidelim ve soralım. Ne buyururlarsa yapacak mısın?" buyurdu. O da; "Yaparım." dedi. Gittiler. Kabristana girişte ayakkabılarını çıkarıp, kabrin yanına vardılar. Daha hiçbir şey söylemeden Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin; "Fehîm! Ubeydullah'ı, kardeşim Sâlih'e götür." buyurduğunu işittiler. Ubeydullah, babasının bu emrine uyarak, süratle amcasının huzûruna koştu. Amcası kendisine sarıldı ve sıktı. O anda Ubeydullah'a o kadar muhabbet geçti ki, Ubeydullah'da meydâna gelen bu muhabbet ateşinden, amcası; "Ubeydullah bu sarılma ile kemiklerimi eritti." buyurdu.


Seyyid Sâlih, 1865 (H.1281) senesinde hastalandı. Talebelerini toplayarak herbiriyle vedâlaştı, helâllaştı. Vasiyetini bildirdi. Kabriyle ilgili olarak da; "Kabrimi ağabeyim Seyyid Tâhâ hazretlerinin kabr-i şerîfinin ayak ucuna kazınız. Edebi gözetip kabirde de mübârek ayakları başamın üstüne gelecek şekilde olmasını sağlayın. Bizden sonra Seyyid Fehîm'e tâbi olun." buyurdu. Sonra talebelerinin Kur'ân-ı kerîm tilâvetleri arasında vefât edip, sevdiklerine kavuştu. Vasiyetini aynen yaptılar. Kabrini hocasının ayak ucuna kazdılar. Şimdi bu iki kabrin üç taşı vardır. Yâni Seyyid Tâhâ hazretlerinin kabrinin ayak ucundaki taş, Seyyid Sâlih hazretlerinin baş taşıdır.


Seyyid Muhammed Sâlih hazretlerinin nesli, Seyyid Nûreddîn ve Seyyid Muhammed Emin isminde iki oğlu vâsıtasıyla devâm etmiştir.


Seyyid Muhammed Sâlih hazretlerinin vefâtından sonra yerine Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretleri geçip vazîfesini devâm ettirdi. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp onların kurtuluşlarına vesîle oldu. Seyyid Muhammed Sâlih hazretlerinin halîfelerinden Şeyh Azrâil, Girit'e oradan da Brezilya'ya hicret edip orada İslâmiyetin yayılması için çalıştı. Şeyh Azrâil'in kızı, Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin zevcesi ve Seyyid Reşîd Efendinin annesiydi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Sünnet* demek, *Yol* demek, yâni *Îtikâd*’da ve *Amel*’de *Ehl-i sünnet* yolu demekdir. Ehl-i sünnet vel cemâatin tutduğu *Yol*. Peki nerden öğreneceğiz bu yolu? 


İşte bizim *Kitap*’larımız, bunu yazıyor, bunu bildiriyor. Kur’ân-ı kerîmin *Mânâ*’sını anlamak istiyen, *Mezheb imâm*’larının kitaplarını okumalıdır kardeşim. 


Başka kitaplardan *Kur’ân-ı kerîm*’in mânâsı anlaşılmaz. Niçin *Mezheb imâm*’larının kitaplarından öğrenmeliyiz? 


Çünkü mezheb imâmları, kitaplarına yazdıklarını, doğrudan *Eshâb-ı kirâm*’dan veyâhut da kendi *Hocalar*’ından yâni hocaları vâsıtasıyla *Eshâb-ı kirâm*’dan almış ve yazmışlardır. 


Eshâb-ı kirâm da, doğrudan *Resûlullah Efendimiz*’den işitip aldılar. Velhâsıl bütün bu yazılanlar, hep Resûlullah Efendimizden öğrenilen *Bilgiler*’dir.


Onun için Kur’ân-ı kerîmin *Mânâ*’sı, bu zamanda ancak *Fıkh kitapları*’nı okuyarak anlaşılır. Yetmiş iki fırka, hep kendi *Kafa*’larına göre *Mânâ* vermiş, Cehenneme gitmişlerdir. 

● ● ● 

Efendimiz aleyhisselâm ekseriyâ elinde *Asâ* taşırdı. bir gün *Kum*’lu bir arâzide, elindeki asâ ile, yere düz bir *Çizgi* çekdi. 


O çizginin sağına ve soluna da, *Balık kılçığı* gibi eğik çizgiler çizdi ve *Ey Eshâbım, yerde çizdiğim şu doğru çizgi, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği yoldur*, buyurdu.


Sonra yanındaki balık kılçığı gibi olan *Eğri* çizgileri gösterip; *Bunlar da bozuk yollardır. Doğru yol, tekdir. Geriye kalan yetmiş iki yol, bozukdur*, buyurdu. 


Eshâb-ı kirâm efendilerimiz; Yâ Resûlallah! Bu doğru yol hangisidir? diye sordular. Peygamber aleyhisselâm cevap olarak; *Mâ ene aleyhi ve eshâbî*, buyurdu. 


Eshâb-ı kirâm efendilerimiz bir gün; *Yâ Resûlallah! Doğru yol hangi yoldur?* diye sordular. Peygamber aleyhisselâm cevap olarak; *Mâ ene aleyhi ve eshâbî*, buyurdu.


Ne demek bu? *Mâ*, o yol, şu yoldur ki: *Ene aleyhi*, ben o yol üzerindeyim. Yâni doğru yol, benim bulunduğum yoldur. *Ve eshâbî* ve eshâbımın bulunduğu *Yol*’dur. 


Benim ve eshâbımın yolunda bulunanlar, *Doğru yolda*’dırlar ve bunlar, *Allah*’ın *Sevgi*’sine kavuşurlar. Diğerleri *Sapık yol*’dur ki, bunlar *Yetmişiki* fırkadır ve hepsi *Cehennemlik*'dir. 


Efendimiz aleyhisselâm buyurdu ki: Benden sonra bir zaman gelecek ki: *Setefteruku ümmetî*, ümmetim fırkalara ayrılacak, bölünecek. 


*Selâsete seb’îne*, yâni yetmişüç fırkaya ayrılacak. Ama *Müslümân*’lar ayrılacak, *Kâfir*’ler değil. Kâfirler hasâba dâhil değil. *Müslümân*’ım diyenler, yâni *Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah* diyenler.


Bunlar, yetmişüç fırkaya ayrılacak. *Küllühüm finnâr*, bu yetmişüç fırkanın yetmişikisi Cehenneme gidecek. *İllâ firkaten vâhideten*, yalnız tek bir fırka müstesnâ. 


Onlar Cehenneme gitmiyecek. O fırkada olanlar *Cennet*’e gidecek. *Kâlû*, Eshâb-ı kirâm, Peygamber aleyhisselâma sordular: 


*Menhüm yâ Resûlallah?* O tek fırka hangi fırkadır yâ Resûlallah? *Kâle*, Efendimiz buyurdu ki: 


*Hüm*, onlar şu yoldadırlar ki: *Mâ ene aleyhi*, ben o yoldayım. Yâni benim bulunduğum yolda olanlardır, *Ve Eshâbî*, ve benim Eshâbımın yolunda bulunanlardır. 


Efendimiz aleyhisselâm buyurdu ki: *Benim ve eshâbımın yolunda olan o tek fırka, Cehennemden kurtulacak, geri kalan yetmişiki fırka ise Cehenneme gidecekdir*. 


Bu yetmişiki fırkada olanlar da *Müslümân*’dır, ama *Îtikad*’ları bozuk olduğu için, onlar muhakkak *Cehennem*’e gidecekler. Fakat müslümân oldukları için Cehennemde *Sonsuz* kalmıyacaklar. Tekrar çıkıp *Cennet*’e gidecekler.

SEYYİD TAHA-Î HAKKARİ HAZRETLERİ

Osmanlılar zamanında Anadolu’da yaşayan evliyânın en büyüklerinden. İnsanları Hakka da’vet eden, onlara doğru yolu gösterip hakîkî saadete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuzbirincisidir. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin onbirinci torunudur. Ya’nî Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) soyundan olup, seyyiddir. Hâlid-i Bağdâdî’nin talebelerinin büyüklerindendir. Rûh bilgilerinin mütehassısı, Rabbanî ilimlerin hazinesidir. Mevlânâ Hâlid’in talebesi olan Seyyid Abdullah’ın kardeşi Molla Ahmed’in oğludur. Lakabı; Şihâbüddîn, İmâdüddîn ve Kutb-ül-irşâd vel-medâr’dır. Hocası tarafından Şemdinân’da Nehri kasabasında ders vermeğe me’mûr edildi. Bütün İslâm âlimleri gibi, gecelerini gündüzlerine katarak İslâmın güzel ahlâkını yaymış, herkesi iyilik yapmağa teşvik eylemiştir. 1269 (m. 1853) senesinde Nehrî’de vefât eyledi.


Seyyid Tâhâ, çocukluğundan itibâren büyük bir istidâd, vekar ve heybet sahibi idi. Onu her gören ilerde pek büyük bir zât olacağını söylerdi. Küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi hatmetti ve ezberledi. Sonra ilim tahsiline başladı. Süleymâniye, Kerkük, Irak, Erbîl, Bağdat gibi ilim merkezlerine giderek şöhretli âlimlerden; tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri, zamanın fen ve edebiyat bilgilerini öğrendi.


Seyyid Tâhâ, daha ilim talebesi iken, birgün Bağdat’a yakın bir yerde, çok küçük bir akarsudan abdest alıyordu. Arkadaşları; “Bu su çok azdır, bununla abdest olmaz” deyince; “Bu, mâ-i câridir, ya’nî akar sudur. Dînimizde bununla abdeste izin vardır. Siz ilim talebesisiniz, bunları bilirsiniz. Sonra bu suda balık bile yaşar” buyurdu ve elini orada biriken su birikintisine sokup çıkardı. Arkadaşlarına uzatarak; “Bakın bu suda kocaman balıklar yaşamaktadır” deyip elindeki balığı gösterdi. Bu büyük kerâmeti gören arkadaşları; “Bundan sonra sen ne yaparsan yap, bir daha sana i’tirâz etmiyeceğiz” dediler.


Onüçüncü asrın kutbu olan Mevlânâ Hâlid, Hindistan’a giderek, Gulâm Ali Abdullah Dehlevî’nin huzûru ile şereflenip, lâyık ve müstehak oldukları fazilet ve kemâlâti aldı. Sonra, Allahü teâlânın kullarına doğru yolu gösterip Hakka kavuşturmak için vatanına döndü. Her taraf, Mevlânâ’nın kalbinden saçılan nûrlar ile aydınlanmağa başladı. Bu sırada arkadaşı olan Seyyid Abdullah da, Süleymâniye’de bulunan Mevlâna’yı ziyârete gitti. Onun da sohbetle bulunarak, kemâle geldi ve halîfe-i ekmeli ya’nî en olgun halîfesi oldu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’ye, biraderi oğlu Seyyid Tâhâ’nın, harikulade ve yüksek istidâdını anlattı. Mevlanâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri de, bir daha gelişinde, onu beraber getirmesini emir buyurdu. Seyyid Abdullah bir dahaki ziyâretlerinde yeğeni Seyyid Tâhâ’yı da götürdü. Mevlânâ hazretleri, Bağdat’ta Seyyid Tâhâ’yı görür görmez, hemen Abdülkâdir-i Geylanî hazretlerinin kabr-i şerîfine gidip istihâre etmesini emr eyledi. Seyyid Tâhâ da kabre gidip istihâre eyledi. Ceddi Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, Allahü teâlânın izniyle kabr-i şerîfinden kalktı ve onu çok iyi karşıladı. Sonra; “Benim yolum büyük ise de, şimdi ehli kalmadı. Mevlânâ Hâlid ise, zamanının âlimi, evliyânın en büyüğüdür. Hemen ona git, teslim ol, onun emrine gir” buyurdu.


Seyyid Tâhâ, büyük dedesi Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin ma’nevî emri ve izni üzerine, Mevlânânın huzûruna geldi. Bu öyle bir gelişdi ki, pek az kimselere nasîb olmuş, nasıl ve neler elde ederek gideceği, bu başlangıç ve gelişden belli oluyordu. Mevlânâ, Seyyid Tâhâ’nın yetişmesine, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, kalblerin düşünemediği manalara erişmesine himmet gösterip yardım etti. İleride zamanın en büyük âlim ve velîsi olacak tarzda, ihtimam ve ciddiyetle onu terbiye etti. Riyâzet ve mücâhedesinde hiç eksiklik etmedi. Nefsin istediklerini yaptırmayıp, istemediklerini yaptırdı.


Mevlânâ Hâlid hazretleri, yetiştirme ve terbiye esnasında, Seyyid Tâhâ’ya dağdan istincâ taşları getirttirdi. Bu hâl, talebeleri arasında, taaccüble karşılanır; “Hocamız Mevlânâ, Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) Ehl-i beytine çok fazla bağlı olduğu hâlde, Seyyid hazretlerini dağa göndermesinden hikmet nedir?” derlerdi. Hazret-i Mevlâna ise, bu husûsda konuşmaz sükût ederdi.


Seyyid Tâhâ hazretleri, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’nin yanında seksen gün kaldıktan sonra, evliyâlıkta pek yüksek derecelere kavuştu. Keşf ve kerâmet sahibi olarak hilâfet-i mutlaka ile şereflendi.


Seyyid Tâhâ hazretleri, hilâfetle müşerref olup Berdesûr’a hareket edeceği zaman, hazret-i Mevlânâ onu büyük bir cemâatle teşyî’ etti, uğurladı. Vedâdan sonra, Seyyid Tâhâ, Mevlânâ’nın ayrılmış olduğunu hissedip, atına binmek istediğinde, üzenginin bir kimse tarafından tutulduğunu anladı. Baktığında, üzengiye yapışan ve onu tutanın hocası Mevlânâ’nın olduğunu gördü. “Estağfirullah” deyip, geri çekildi. Hazret-i Mevlânâ, Seyyid Tâhâ hazretlerine hitaben; “Bir zaman nefsinin terbiyesi için size dağdan taş getirtiyordum. Şimdi Resûl-i ekremin Ehl-i beytine olan bağlılığım hasebiyle, üzengini benden başka kimse tutamaz. Siz de bundan kaçınamazsınız” buyurdu. O da sıkılarak, “Emîr edebden üstündür” sözü gereğince ata bindi. Bir müddet binlerce âlim, sâlih, talebe ve halkın katıldığı uğurlama merasimi ile yürüdü. Sonra, Mevlânâ durdu. Elindeki dizginleri, Seyyid Tâhâ’ya verip; “Bundan sonra dizginlerin senin elindedir. Terbiye ve yetişmende kusur etmedim. Cenâb-ı Hak yardımcın, büyüklerin rûhları sığınağın olsun” buyurdu. Tâhâ-i Hakkâri hazretleri Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin halîfesi olarak Berdesûr’a geldi.


Seyyid Abdullah, Nehrî’de talebe yetiştirmek ile meşgûl iken, oraya çok yakın olan Berdesûr’a Seyyid Tâhâ’nın da gönderilmiş olmasının hikmetini anlayamayan birçokları; “Böyle iki büyük halîfenin bir yere gönderilmesinin sebebi nedir?” dediler. Fakat bunu, kısa bir süre sonra Seyyid Abdullah vefât ettiğinde anladılar. Bunun üzerine, oranın halkı tarafından Seyyid-i Büzürk (Büyük Efendi) diye bilinen Seyyid Tâhâ hazretleri, Nehri kasabasına gelip talebe yetiştirmeğe başladı. Burada kırkiki sene, ilim talebesine, Hak âşıklarına ve Hakkı arayanlara feyz ve nûr saçtı. Âşıklar, uzaktan yakından pervane gibi bu irşâd ve nûr kaynağının etrâfına toplandılar. Nehri, Cennet bahçelerinin gıbta edeceği bir gülistan oldu ki, Allahı arayanların arzusu ve rûhlarının mıknatısı hâline geldi. Şimdi birkaç harab evin bulunduğu Nehri’de, o zaman nüfus onaltıbine yükseldi. Nehri, birkaç câmi, mescid, medreseler, çarşı ve diğer dükkân, han, hamam ve benzeri binalarla o civarın merkezi idi.


Seyyid Tâhâ hazretleri, vefa ve sadâkatte Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk’ı, şecaatte ve adâlette Hazreti İmâm Ömer’i, haya ve hilmde Hazreti Osman’ı, vilâyet-i kübrâda Hazreti İmâm Ali’yi (r.anhüm) temsil ederdi. Tıpkı Resûlullaha yakın Eshâb-ı Kirâmdan birisi gibi idi.


Seyyid Tâhâ hazretlerinin, murâkabe etmesinin çokluğundan, boynundaki kemik, dışarıya doğru eğilmiş gibi görünürdü. Vekâr ve heybetinden mübârek yüzüne bakılmazdı. Yüzündeki heybet şuası, ondördüncü gecedeki ay gibi gözleri kamaştırırdı. Alnı geniş, kaşları kesif (sık), iki kaşları arası açık, mübârek gözleri siyah, yüzleri yuvarlak, sakalı top, orta boylu bir nûr parçası idi. Gönül sahibleri görünce, rûhen âşık olurlardı. Hülâsa, ilâhî nûrun tecellîsi idi. Sohbetlerinin ehli olanlar, aşkla kendilerinden geçerlerdi. Nehri hududuna girildiğinde, feyz ve muhabbet kokuları, akıllı olanları ve gönül sahiplerini istilâ ederdi. Ziyâretçiler, abdestsiz olarak Nehrî’ye giremezdi. En büyük halîfelerinden meşhûr Molla Tâhâ ki, “Halîfe Köse” lakabıyla tanınır, o buyurdu ki: “İki yerinden başka Nehrî’nin bütün taşları, ağaçları, herşeyi nûrdur. Biri, yahudi mahallesi, öbürü Mûsâ Bey ismindeki bir münâfığın kalesidir.”


Seyyid Tâhâ hazretleri, teheccüd namazını ekseriya saâdetli hânesinde, ba’zan kendi mescidlerinde eda ederlerdi. Kuşluk namazını dâima câmide kılardı. Her gün medreseleri kontrol eder, müderris ve talebelerin tahsillerini tedkik buyururdu. Müderrislerin müşkil mes’elelerini hallederdi. Nehri, karınca yuvası gibi, dâima sâlih kişiler ve talebelerle dolu idi. Binlerce gönül sahibleri feyz almak için boyunlarını büküp, o dergâha akın ederlerdi. Gece-gündüz o makamın, zikr, fikr, ibâdet ve tâatsız bir ânı bulunmazdı. Seyyid Tâhâ hazretleri dergâha teşrîflerinde, herkesin gönülleri, inci saçılan dillerinden çıkacak sözlere bağlanırdı. Nehri kasabası binyediyüz hâne iken, hiçbir evde yemek söz konusu değildi. Hepsi tekkeden yer, içerdi. İkindi namazından sonra “Hatm-i hâcegân-ı kebîr”, sonra İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin “Mektûbâtı okunurdu. Seyyid Fehîm hazretleri Nehrî’de ise ona, yok ise, muhterem dâmâdları ve halîfeleri Seyyid Abdülehad hazretlerine okuturlardı. Bu arada ba’zı kelime veya cümle üzerinde geniş bir îzâh, sohbetlerinin mevzû’unun esâsı olurdu. Nehrî’de misâfirlerden, faraza sadrâzam olsa dahî, akşamla yatsı arasında yemek fasılası yoktu. Bu müddet zikr, fikr ve ibâdetle geçirilirdi. Akşam yemeği, akşam üzeri yenirdi. Talebelere teveccüh edip makamlarını yükseltme vakitleri, Seyyid hazretleri tarafından ta’yin buyurulur, gün, saat ve şartlarını îlan ederlerdi. Ba’zan bu teveccühü halîfelerinden birisine yaptırırlardı. Kendisini sevenlerden ve talebelerinden kimseyi unutmazlar, herkesin hâlini genişçe suâl buyururlardı. Kimin bir sıkıntısı olursa, hemen gidermeğe çalışırlardı. Sıla-i rahme ehemmiyet verir, muhtaç olanların ihtiyâçlarını karşılardı. Hocasının tavsiyelerine binâen devlet ricali ile temas buyurmazlar, ancak ba’zı müslümanların zararını önlemek üzere mektûp yazarlardı. Hâlbuki başta Sultan Abdülmecîd Hân olmak üzere, bütün devlet ricali her emirlerine amade idi.


Seyyid Tâhâ hazretleri, bütün cihâna hükmeden bir hükümdâr olsa, dünyâyı en güzel şekilde idâre edebilirdi. Aklı, idrâki, idâre ve intizâmı akıllara hayret verirdi. Dünyâ ve âhırete âid ilimlerdeki maharet ve ihtisası, herkesten üstün idi. Hülâsa, madden ve ma’nen, İslâm âlemine bahşedilen ilâhî lütuflardan bir büyük ni’met idi.


Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin babasının dedesi olan Seyyid Muhammed, o zaman Van’dan gelip, bu kaynakdan feyz aldı. Seyyid Tâhâ, Van’ı şereflendirince, Seyyid Muhammed’in evinde misâfir olurdu. Seyyid Muhammed’in birâderi Molla Lütfî’nin oğlu Seyyid Sıbgatullah Efendi de, Hizân’dan Van’a gelince, Seyyid Tâhâ’ya talebe oldu. Çok feyz ve bereketlere kavuştu. Sonra Hizan’a babasının yanına gitti. Bundan sonra, yüzlerce talebesi ile, her yıl Nehri’ye Seyyid Tâhâ hazretlerini ziyârete giderdi.


Seyyid Tâhâ hazretleri zamanında, İran Şahı, Şemdinan’a yakın 145 pare köyü, her şeyi ile beraber Seyyid Tâhâ’ya bağışladı. Bu haberi kendisine getirdiklerinde, bir an başını eğip kaldırdıktan sonra; “Elhamdülillah” dedi. İran şahı ölünce, oğlu bu köyleri geri aldı. Haberi Seyyid Tâhâ’ya getirdiklerinde, yine başını eğip bir an sonra kaldırdı ve; “Elhamdülillah” buyurdu. Köse Halîfe; “Efendim! Köyleri size hediye ettikleri zaman da hamd ettiniz. Geri aldıklarında da hamd ettiniz. Hikmeti nedir?” diye arzedince; “Hediye ettikleri zaman kalbimi yokladım. Dünyâ malına sevinmediğimi gördüm, bunun için hamd ettim. Şimdi geri aldıklarında, yine kalbime baktım. Hiç üzüntü bulunmadığını gördüm. Yine hamd ettim” buyurdu.


Seyyid Tâhâ hazretlerinin, Köse Halîfe nâmıyla ma’rûf, âlim, âmil ve veliy-yi kâmil bir talebesi var idi. Seyyid Tâhâ’nın halîfelerinden olup ismi Tâhâ idi. Edebinden, “İsmim Tâhâ’dır” demeğe haya ederdi. Üstadından kendisine bir isim vermesini düşünür, fakat arzedemezdi. Sakalı biraz seyrek idi. Birgün, bu düşüncesini ve utancını keşfeden hocası, bir talebesine; “Bizim Köse buraya gelsin” buyurdu. Buna çok sevinip, bu ismi üzerine aldı ve hilâfetle şereflendikten sonra da ismi, “Köse Halîfe” kaldı.


Seyyid Tâhâ-i Hakkâri’nin kerâmetleri pekçoktur. Bunlardan ba’zıları:


Musul taraflarında şeyhlik iddiasında bulunan bir kimse, talebesinden birini Seyyid Tâhâ hazretlerinin yanına gönderdi ve; “Seyyid Tâhâ’ya, sünnete uymayan bir iş işletmeden, buraya dönme” dedi. O da kalkıp Nehrî’ye geldi. Bir ikindi namazından sonra, Seyyid Tâhâ hazretlerinin mescidin kapısında duran ayakkabılarından sol ayağınınkini uzağa koydu. Bununla mescidden sağ ayakla çıkmasını ve sünnete uygun olmayan bir iş yapmasını düşünmüştü. Fakat Seyyid Tâhâ hazretleri, kalabalık içerisinde, o kişiye hitâb edip; “Aldığın ayakkabıyı yerine koy! Senin aradığın şey, bu kapıda yoktur” buyurdu.


Bir gece hırsızın biri, Seyyid Tâhâ hazretlerinin anbarına girip bir çuval un almak istemişti. Çuvalı doldurdu, fakat kaldıramadı. Yarıya kadar boşalttı, yine kaldıramadı. Biraz daha boşalttı. Yine kaldırıp götüremedi. O sırada, Seyyid Tâhâ hazretleri anbara geldi ve; “Ne o, çuvalı kaldıramıyor musun? Yardım edeyim” deyince hırsız, donakalıp birşey diyemedi. Seyyid hazretleri çuvalı kaldırıp, hırsızın sırtına verdikten sonra; “Bunu al git, bizim adamlarımız görmesin, belki canını yakarlar. Bir daha ihtiyâcın olursa, anbara değil, bize gel” buyurduğunda hırsız tövbe edip, sâdık talebelerinden oldu.


Seyyid Tâhâ hazretlerinin kayınpederi, Nehri kadısı idi. Bu mübârek dâmâdını o kadar çok severdi ki, kabrinin, onun kabrine girişte yapılmasını ve; “Seyyid Tâhâ hazretlerinin kabrini ziyâret etmek isteyen Hak âşıkları, benim mezarıma uğrayıp da geçsinler. Belki o mübârek zâtı ziyâret edenlerin hürmetine Allahü teâlâ beni affeder. Yahut onu ziyârete gelenlerin ayaklarına mezarımın toprağı değmekle teberrük ederim” buyurdu. (Gerçekten o mezar, Seyyid Tâhâ hazretlerinin mübârek kabirlerinin tam girişindedir.)


Bir ermeni. Seyyid Tâhâ hazretlerine gelip; “Çocuğum olmuyor, sizin büyük bir zât olduğunuza inanıyorum. Duâ edin de, çocuğum olsun” dedi. Seyyid Tâhâ hazretleri, talebesinden birine; “Git bir beze iki tane koyun kılı koy, sar, getir!” buyurdu. Talebesi emri yerine getirdi. Seyyid Tâhâ, ermeniye; “Bu bezi beline sar, hiç çıkarma” buyurdu. Aynı ermeni beş sene sonra gelip; “Efendim, her bâtında iki çocuk olmak üzere, beş senede on tane çocuğum oldu. Artık yeter” dedi. Seyyid Tâhâ da; “Belindekini artık çıkarabilirsin” buyurdu.


Seyyid Sıbgatullah, Arvas’dan Hizân’a halîfe olarak gönderilmeden önce, Van’a gitmişti. Van vâlisi, Vanlılara nasihat etmek için Van’da kalmasını çok rica etti. O da; “Hocam Seyyid Tâhâ hazretleri müsâade ederlerse kalırım” dedi. Nehrî’ye varınca, vâlinin ricasını ve ilâveten; “Van halkı nasîhata çok muhtaçdır” diyerek arzetti. Seyyid Tâhâ: “Molla Sıbgatullah! Van halkı âsîdir. Ne sen onları ıslah edebilirsin, ne de ben. Ancak bana ma’lûm olduğuna göre, sizin hânedandan büyük âlim ve fâzıl Seyyid Fehîm isminde bir zâtın gizli te’sîrli himmetleri ile Van halkı muvakkaten ıslâh edilecektir. O zâtın şu anda hayatta olup olmadığını bilmiyorum” buyurunca, bu hikmetli beyânlarına karşılık Seyyid Sıbgatullah; “Evet efendim, o zât benim amcazâdemdir. Cezîre’de Şeyh Hâlid Cezîrî’nin yanında, ilim tahsiline devam etmektedir. Gerçekten buyurduğunuz gibi ilim ve fazileti ile meşhûrdur” dedi. Hazret-i Seyyid Tâhâ, bu îzâha çok memnun olup; “İkinci gelişinizde onu mutlaka bana getireceksiniz” buyurdu.


Bir müddet sonra, Seyyid Muhammed, oğlu Seyyid Fehîm’in Seyyid Tâhâ hazretlerinden ilim tahsil etmesi için onunla Nehrî’ye doğru yola çıktılar. Yolda; “Yavrum Fehîm! Huzûruna çıkacağın Seyyid Tâhâ, çok büyük zâtdır. Vilâyet derecelerinin en yükseğindedir. Feyz almadıkça, kemâle ermedikçe, ondan sakın ayrılma” dedi. Nehrî’de Seyyid Tâhâ hazretlerinin elini öptüler. Seyyid Fehîm-i Arvâsî ayakta iken, Tâhâ-i Hakkâri hazretleri bir vazîfe verip, ta’lim buyurdu. Sıcak bir günde anlattıklarını tekrar ettirdi. Seyyid Fehîm, hepsini olduğu gibi söyleyip, yalnız “Hatt-ı tûlânî” yerine “Hatt-ı tûlf” dedi. Seyyid Tâhâ, onu hemen düzeltti. O zaman Seyyid Fehîm pek genç idi. Medrese derslerini henüz bitirmemişti.


Seyyid Tâhâ hazretleri, birgün talebeleriyle birlikte, Ahmed-i Cüzeyri hazretlerinin “Dîvân”ından okuyordu. Bir beytin ma’nâsını talebelerine sordu. Herkes birşeyler söyledi. O zaman, Seyyid Fehîm çok genç idi ve oraya yeni gitmişti. “Sen ne dersin Molla Fehîm?” buyurdu. Seyyid Fehîm hazretleri de, anladığını söyledi. Nihâyet Seyyid Tâhâ; “Söyleyenler içerisinde, Cüzeyrî’nin muradına en yakın olanı Seyyid Fehîm’in söylediğidir. Bununla beraber, onunla, Cüzeyrî’nin muradı arasında yerle gök kadar mesafe vardır” buyurdu. (Cüzeyrî büyük velîlerden ve Hak âşıklarından olup, yaslandığı taş, kalbinin hararetinden, aşkının ateşinden ısınırdı. Oradan ayrılınca, ihtiyâr bir kadın o taşa hamurunu koyar, biraz sonra hamur pişerek ekmek olurdu. Çok garîb kerâmetleri, çok ince ve yanık ma’nâlı şiirleri vardır. “Dîvân”ı, doğu illerimizde asırlardır okunmaktadır.)


Tâhâ-i Hakkâri hazretleri, Seyyid Fehîm’i öyle yetiştirmişti ki, oğlu Habîb vefât edince, Seyyid Fehîm hazretlerine; “Bir bak bakalım, bizim evlâd nasıldır, ne ile meşgûl oluyor?” buyurdu. Seyyid Fehîm hazretleri, kabrinde murâkabe edip geldi ve; “Oğlunuzu, rahat ve dağılmış inci tesbîh tanelerini toplayıp, bir ipliğe dizmeğe uğraşır gördüm” dedi. Bunun üzerine Seyyid Tâhâ; “Ben de öyle gördüm, onları ancak kıyâmete kadar dizer” buyurdu. (Bu oğullarının kabri, kendi kabirlerinin bitişiğindedir.)


Seyyid Tâhâ, birgün, câmi duvarına dayanarak otururken, oraya Seyyid Fehîm geldi. Seyyid Tâhâ hazretleri mübârek eli ile işâret ederek, onu yanına çağırdı ve buyurdu ki; “Sen zekî bir talebesin. Mutavvel’i okumalısın!” O da; “Efendim kitabım yok. Hem de, memleketimizde okunan bir kitap değildir” deyince, Seyyid Tâhâ kendi kitabını verdi. Seyyid Fehîm tahsilini bitirmek için, Muş’un Bulanık kazası, Âbirî köyünde, Molla Resûl-i Sübkî’nin yanına gitti. Mutavvel’i bunun huzûrunda okuyup, bitirdi. Vilâyet derecelerinde yükselmek için de her yıl iki kerre Nehrî’ye ya’nî Şemdinân’a geliyordu. Her gelişinde, Seyyid Tâhâ’nın çeşitli iltifâtlarıyla şerefleniyordu. Meselâ birgün, câmi sofasında “Mektûbât” okunuyordu. Dinleyenler çok kalabalıktı. Seyyid Fehîm ise uzakta ayakta dinliyordu. Seyyid Tâhâ, kitapdan başını kaldırarak; “Molla Fehîm! Acaba şimdi hiç üstâd yok mu?” buyurunca, Seyyid Fehîm cevap vererek; “Şimdi bulunan üstâd gibi, hiç gelmemiştir” deyiverdi.


Seyyid Tâhâ hazretleri, Seyyid Fehîm’in kemâle gelip olgunlaştığını görünce ona, talebe yetiştirmek üzere mutlak icâzet verdi. Seyyid Fehîm ise, bu işi görmeğe lâyık olmadığını bildirdi. Seyyid Tâhâ ise, ısrarla bu vazîfeyi alması için uğraştı ve kabûl ettirdi. Memleketi olan Arvâs’a gitmesini emir buyurdu. Seyyid Fehîm, Nehri’deki dağın tepesine çıkıp giderken, tekrar çağırdı. Kitapların içindeki mektûplarını kendisine göstererek; “Bu ihlâs ve sevgi, sizin değil midir? Niçin bu vazîfeden kaçınıyorsun” buyurdu.


Seyyid Tâhâ hazretleri, bir gece rü’yâsında Resûl-i ekrem efendimizi ( aleyhisselâm ) uçsuz-bucaksız bir sahrada ilerlerken gördü. Önlerinde, yanlarında ve arkalarında, şefaat isteyen pekçok insan vardı. Kimi eteklerine tutunmuş, kimi önlerine geçip dize gelmiş ve başını eğmişti. Seyyid Tâhâ hazretleri bir kenarda bekliyordu. Allahın Resûlü ( aleyhisselâm ) onu görünce, ona doğru yöneldiler. Ona iltifâtlarda bulundular.


Yine bir gece rü’yâsında, dağdan bol bir suyun aktığını ve herkesin ondan içmeğe koştuğunu gördü. Kendisi ise o gün, suyu kaynağından içmek için dağın tepesine tırmanıyordu. Bir de gördü ki, suyun kaynağında Allahın Resûlü ( aleyhisselâm ) var. Ve bütün sahrayı kol kol dolaşan sular, O’nun mukaddes parmaklarından akmaktadır... Seyyid Tâhâ, suyu o mübârek parmaklardan ve fışkırış noktasından içmek saadetine erişmek için yaklaştı ve içti.


Hocası Mevlânâ Hâlid hazretleri, kendisine yazdığı Fârisî mektûplarından birinde şöyle buyurdular: “Kıymetli Seyyid Tâhâ! Allahü teâlânın emânında olunuz! Âfet olan şöhretten dâima çok sakınınız! Kişi için, talebelerin çokluğu büyük belâ olabilir. Allahü teâlâ sizi o âfetten korusun! Âmîn. Kalbin acem beldelerine meylini, öldürücü, rûhu kurutucu zehir biliniz! Nerede kaldı ki, onların yanına gidilsin. Onlara yakın olmaktan, tatlı, idâreli dil kullanmaktan çok uzak olmalıdır. İnşâallah bir araya gelmezsiniz. Eğer şah bile bizzat da’vet ederse, gitmemelidir. Nerede kaldı ki, başkalarının da’vetine gidilsin. Böyle da’vete verilecek cevap şudur: “Biz derviş kimseleriz. Bizim işimiz, dünyâdan kesilmek ve İslâm pâdişâhına duâ etmek, insanların dînine hizmettir. Devlet reîslerinin meclisinin edeblerini bilmeyiz.” Sana emrettiğim üzere ol, muhalefet etme! Molla Mustafa Eşnevî’ye de fakirin selâmını söyle ve bu yazdıklarım aynı zamanda onun içindir. Fitne olan yerden çok uzak olup, dîne hizmet edecek yerde bulunmak ve yerleşmek zarurîdir. Bizden birşey gizli tutulmasın ki, helake sebep olur. Kulların en za’îfi Hâlid-i Nakşibendî Müceddidî.”


Seyyid Tâhâ hazretleri, halîfesi Seyyid Sıbgatullah Arvâsî’ye yazdıkları Fârisî bir mektûpda şöyle buyuruyor: “Adı güzel, feyz ve fâide menbâı Molla Sıbgatullah! Selâm eder, duâlarımı bildiririm. Gönderdiğiniz güzel mektûbunuz geldi. Bizi sevindirdi. Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun ki, dünyâ ve âhıret saadetinin sermâyesi olan fukaraya (evliyâya) muhabbetiniz hiç sönmemiş, kızıl kor gibi durmaktadır ve ayrılık günleri onu hiç etkilememiş. İki şeyi muhafaza etmek lâzımdır: Bu dînin sahibine son derece bağlılık ve hocasına ihlâs ve muhabbet üzere olmak. Bu iki şey olunca, ne verilirse ni’mettir. Bu ikisi kuvvetli olup, başka birşey verilmezse, hiç üzülmemelidir. Sonunda verilecektir. Eğer, Allah korusun, bu iki şeyden birinde halel (ârıza, sakatlık) olursa, bununla birlikte hâller ve zevkler bulunsa da, bunları istidrâc bilmeli, kendinin harablığı görmelidir. Doğru yol budur. Allahü teâlâ muvaffak eylesin!”


İkinci mektûplarında da; “Duâcınızın hâllerini sorarsanız, Allahü teâlâya hamd olsun ki, sevdiklerimizin istediği şekildedir. “Kardeşimin oğlu, birkaç kimse ile birlikte huzûrunuzla şereflenmek isterler, izin var mıdır?” diyorsunuz. Buyursunlar! Fakat kendinizi onlara karşı yetersiz göstermemek şartıyla. Her zaman geliniz. Canınız istediği kadar kalınız. Ne zaman gitmek isterseniz gidersiniz. Vesselâm ved-duâ! Kulların en za’îfi Seyyit Tâhâ Hâlid-i Nakşibendî.”


Birgün Seyyid Tâhâ hazretlerine; “Amcanız Seyyid Abdullah hazretlerinin üzerinde türbe vardır. Başkalarında ise yoktur. Acaba hikmeti nedir?” diye sordular. Seyyid Tâhâ hazretleri de şöyle buyurdu: “Biz Berdesûr’dan Nehrî’ye gelmeden önce, basit bir şekilde örtmüşler. Amcam sağ olsaydı, babasının üstünü dahî örtmezdi. Madem ki, siz örttünüz, biz birşey demiyoruz. Ama bizim üzerimiz örtülmeyecektir.” (Gerçekten bu emir devam etmektedir. Başkale’de, Gayda’da, Arvas’da, Van’da, Ankara’da ve diğer yerlerdeki ona bağlı seyyidlerin hiçbirinin üstü örtülü ya’nî türbe içinde değildir.)


Seyyid Tâhâ hazretleri Şehîdân dağını her yıl iki kere ziyâret ederdi. (Bu dağ, Şemdinli’nin doğusunda, hattâ babalarının medfûn bulunduğu Meleyân köyünün de doğusundadır. İran hududuna yakındır. Hazret-i Ömer ( radıyallahü anh ) zamanında, Eshâb-ı Kirâm, o belde ve ülkeleri feth için buraya gelmişler ve bu dağda şehîd olmuşlardır. O zamandan beri bu dağın ismi Şehîdân (şehîdler) dağıdır.


Irak’ın Revândız havâlisinde, Berzend kabilesi ile Hayderî kabilesi arasında bir husûmet meydana gelip, birbirlerine harb îlân ettiler. Irak’ta, sözleri geçen bütün halk araya girdiği hâlde, bu fitne ve kavgayı önleyemediler. Önemli mes’ele olduğundan, Seyyid Tâhâ hazretlerine; “Bunu siz hâlledersiniz” dediler. Sulh ve barıştırma dînî bir emir olduğundan, hemen Irak’a, ya’nî Revândız’a hareket eyledi. Her iki taraf Seyyid Tâhâ hazretlerini görünce, birlikte karşılayıp ellerini öperek emirlerine uydular. Bunları barıştırıp, Nehrî’ye geldiklerinde, âdetleri olduğu üzere, Nehri yolunda bulunan nehir kenarındaki Zî Tûvâ Çeşmesi başında istirahat ettiler. Beraberlerinde bulunan bin kişiye öyle bir teveccüh ettiler ki, bunlardan beşyüz kişi derhal, o anda hâl ve kerâmet sahibi oldu. (Bu büyük kerâmet, irşâd târihinde ender zevata nasîb olmuştur. Zî Tûvâ Çeşmesi, bugünkü kaza merkezi ile, Nehri arasındaki dere kenârındadır.)


Irak’tan iki seyyid genç, altı katırı hediyelerle yükleyip, Nehrî’ye, Seyyid Tâhâ hazretlerine getirmek için yola çıktılar. Hârûnân köyünden geçerken, Seyyid Tâhâ hazretlerinin büyüklüğünü inkâr eden Mûsâ Bey adındaki bey, katırları yükleri ile birlikte gasbetti. Gençler ağlayarak Nehrî’ye gelip Seyyid Tâhâ hazretlerini haberdâr ettiler. Seyyid Tâhâ, Mûsâ Bey’e haber gönderip; “Bu katırların yükleri bana âit olduğundan, yükler senin olsun. Bu gençler seyyiddirler. Onlara merhamet et, katırlarını teslim et” buyurdu. Mûsâ Bey emirlerini dinlemedi. Katırları vermedi. İkinci defa haber gönderip; “Benim nâmıma ve hatırıma versin” buyurdu. Buna da karşı çıkınca, Seyyid Tâhâ büyük hiddetle; “Cum’a gecesi gelsin de o vermesin görelim” buyurdu. Cum’a gecesi, Nehrî’den, talebeler gidip, neticeyi öğrenmek için nöbet beklediler. Meğer Bey, divanhânesinde kendine inananlarla oturmuş, Seyyid Tâhâ’nın evliyâlığını inkâr husûsunda konuşuyormuş. Bu fısk meclisinin bitişinden sonra, yatak odasına girip yatağına uzanırken, mi’desine bir ağrı girdi. “Karnım!.. karnım!..” diye bağırarak can verdi. Vaziyeti anlayan dokuz oğlu hemen Nehrî’ye gelip, katırları yükleri ile birlikte teslim ederek Seyyid Tâhâ’ya sığındılar. “Lütfen, merhameten babamızın defin merasiminde bulunup, duâ buyurunuz” dediler. Onlara cevaben; “Benim bulunmam, ona bir menfaat sağlamaz buyurdu. Çocukları çok ısrar ettiler. Hazret-i Seyyid nihâyet kalkıp, cenâzeye gitti. Cenâzenin kapkara kömür gibi olduğu görüldü. Definden sonra, Seyyid Tâhâ; “Benim gelişimden zerre kadar menfaatlenmedi” buyurdu. Cenâb-ı Hak, bir seyyide hakaret etmenin onu üzmenin cezasını verdi. Bunu herkes açıkça gördü.


Herkî aşiretinden Molla Abdullah isminde bir müderris, iki talebesi ile birlikte ziyâret için Nehri’ye giderken, çayın başında oturdular. Molla Abdullah, talebelerine; “Herkes abdest alarak Nehri’ye gider. Abdestsiz kimse gitmez. Ben bu âdeti bozup, abdest almadan gideceğim” dedi. Talebeleri; “Hocam, biz bu âdeti bozmayalım, abdest alıp da gidelim” dedilerse de Hoca Efendi: “Sanki bu dînî bir hüküm müdür? Ben yapmam!” dedi. Bu arada elini yüzünü yıkarken, koltuğundan bastonu suya düşdü. Elini uzatıp, bastonu almak isterken, hikmet-i ilâhî baston, onun başına, yüzüne vurarak yüzünü gözünü kan içinde bıraktı. Sonra baston gayb oldu. O da, böyle söylediğine pişman oldu. Yaralarını sarıp, abdest aldı. Nehri’ye gitti. Seyyid hazretlerinin dergâhına girince, bastonu duvarda asılı gördü. Gözleri bastona takılıp kalınca, Seyyid Tâhâ hazretleri; “Herhalde bu bastondan dayak yemişsiniz” buyurdu. Molla Abdullah yaptıklarına pişman olup, tövbe etti, talebelerinden olmakla şereflendi.


Berzencî seyyidlerinden Seyyid Mûsâ, kervanabaşı olarak İran’a gidiyordu. Gayet sarp bir yerde, ayağı kayan katırı uçuruma yuvarlanırken; “İmdâd yâ Seyyid Tâhâ!” diye bağırdı. O anda bir el, hayvanı olduğu yerde durdurdu. Çekip yola çıkardılar. Seyyid Mûsâ, bir müddet sonra ziyâret için Nehri’ye gitti. Seyyid Tâhâ hazretleri; “Yâ Seyyid Mûsâ! Bir katır için bizi İran’a çekiyorsunuz” buyurdu.


Van’ın Gürpınar kazasından bir zât, Nehri’ye gidip, Seyyid Tâhâ’ya talebe olmak istedi. Kabûl edilince de geri dönüp evine geldi. Talebe olduktan birkaç gün sonra, hayvanlarının bir kısmını kurt kaparak telef etti. Şeytan; “Bu hocaya bağlanmak sana yaramadı, uğursuz geldi” diye vesvese verdi. O talebe nihâyet Seyyid Tâhâ hazretlerinin daha önce kendisine hediye ettiği tesbihi iade etti. Maksadı hocasından ayrılmaktı. Tesbih, Seyyid Tâhâ’ya takdim edildiğinde, tebessüm buyurdu. Aradan günler geçmişti. Birgün öğle vakti namaza kalkarken, birden mübârek ellerini uzatıp; “Def ol, yâ la’în” buyurup namaza başladılar. Namazdan sonra Köse Halîfe; “Efendim, mübârek ellerinizi uzatmadaki hikmet ne idi?” diye suâl etti. O da: “Gürpınar’da bir müslüman sekerâtta iken, şeytan aleyhilla’ne imansız gitmesine çalışıyordu. Büyüklerin bereketiyle defedildi. Adam îmânla vefât etti” buyurdu. Köse Halîfe; “Tesbihi iade eden olmasın?” dedi. “Evet, odur” buyurdu. “Efendim, o edebsizlik ve terbiyesizlik etmişti” deyince de; “Bir zaman bize muhabbeti var idi” buyurdular.


Seyyid Tâhâ hazretleri, birgün câmide büyük bir cemâate namaz kıldırmak için ayağa kalkmıştı. Niyetten önce, mübârek sağ elini birden ileri uzattı. Geri çektiğinde bir miktar su, mübârek cübbelerinin kolundan döküldü. Canlı bir balık da yere düştü ve çırpınmağa başladı. Cemâat hayrette kaldı. Namaz kılındıktan sonra Köse Halîfe cesâret edip; “Efendim, bu su ve balık nereden geldi?” diye arz etti. Seyyid Tâhâ hazretleri cevaben; “Kızıldeniz’de bir gemi batıyordu. Talebelerimizden birinin “İmdât yâ mübârek hocam” diye çağırması üzerine, yardım edip, gemiyi düzelttik. Büyük âlimlerimizin himmeti, bereketiyle kurtuldular. Bu su ve balık oradandır” buyurdu.


Sultan Abdülmecîd Hân zamanında, Müks kaymakamı Derviş Bey, yaptığı bir hatâ sebebiyle kaymakamlıktan çıkarılmış, ayrıca yakalandığında hapse atılması için emir verilmişti. Bu sebeple Derviş Bey, gece gündüz saklanıyor dışarı çıkamıyordu. Kaymakam Derviş Bey’in hatırına, Arvas’ta Seyyid Fehîm hazretleri geldi. Hemen huzûruna gidip, tövbe ettiğini vazîfesine yeniden iade edilmesini, kendisinin affedilmesi için Şark bölgesinin askerî idâre âmiri olan Erzincan müşîrine şefaatçi olmasını yalvardı. Seyyid Fehîm hazretleri kendisine sığınan kaymakama; “Allahü teâlâya hamd ve şükür olsun ki, seyyidimiz ve mürşidimiz hayattadır. Böyle mühim mes’elelere karışmam doğru olmaz. Seni bir mektûpla ona göndereyim. İnşâallah te’sîrini muhakkak görürsünüz” diye müjde verdi. Kaymakam Derviş Bey, Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna varınca, takdim olunan mektûbu okudu. Sonra, Seyyid Tâhâ, hemen Erzincan müşîrine şu meâlde bir emirname yazdı: “Derviş Bey’i sana gönderiyorum, işini mutlaka yap. Senin de bana bir işin düşerse yaparım, vesselâm.” Mektûbu Derviş Bey’e verdi. Derviş Bey mektûbu okudu, tatmin olmadı. Fakat; “Bundan başka çâre yoktur” deyip, Erzincan’a yollandı. Bir gece yarısı Erzincan’a ulaştı; “Şimdi bir otele ineyim, yarın müşirle görüşürüm” deyip, bir otele gitti. Hemen karşısında polisleri gördü. Meğer bütün otellerin kapısındaki polisler, Derviş Bey’i bekliyormuş. İsmini sordular. Derviş olduğunu anlayınca, hürmet gösterip; “Hemen müşîr Bey’e gidelim” dediler. Derviş Bey; “Gecedir, yatıyor, rahatsız etmiyelim” dediyse de, polisler; “Bize verilen emir ve talimat şudur: “Müks’lü Derviş Bey hangi saatte gelirse, derhal bana getirin, uykuda isem uyandırın.” Derviş Bey’i hemen götürüp, müşîre haber verdiler. Müşîr derhal kalkıp, Derviş Bey’in boynuna sarıldı ve; “Bu sekizinci gecedir, hazret-i Seyyid Tâhâ bir an bile uyku ve istirahatime müsâade buyurmadılar; “Derviş Bey’i gönderiyorum, işini mutlaka yap, serbest olsun, aksi takdîrde helak olursun” buyuruyor” dedi. Hemen telgrafla Derviş Bey’in tahliye edilmesini, affedildiğini, vazîfesine iade edildiğini bildirdi. Serbest olarak eski yerine gönderdi. Derviş Bey, dönüşünde teşekkür için Nehri’ye Seyyid Tâhâ hazretlerine gidip, elini öptü; “Sizin yolunuza girip talebeniz olmak istiyorum” deyince, Seyyid hazretleri; “Arvas’a git, Seyyid Fehîm Efendi, yapacağın vazîfeyi söylesin” buyurdu.


Misâfirlerin hizmetlerine me’mûr levazım âmiri, bir akşam üzeri Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna gelerek; “Efendim! Bu fakîr, bu akşam üzeri, bin erkek ve beşyüz kadın misâfirlerin yemeklerini çıkartıp yedirdim. Şu anda beşyüz kişi Nehrî’ye girmektedir. Anbarlarda un kalmadı, ne yapayım?” diye arzedince, Seyyid Tâhâ; “Anbarlarda olması lâzım” buyurdu. “Efendim, süpürdüm, birşey kalmadı” deyince; “Bir daha bak” diye emretti. Bunun üzerine âmir gidip baktığında, anbarların unla dolu olduğunu hayretle gördü.


Seyyid Tâhâ, Nehrî’nin alt tarafında bir değirmen yapmayı düşündü. Bu değirmenin plânı ve projesini bizzat kendisi hazırlayıp, yapılışı esnasında talebeleriyle beraber sırtında taş taşıdı. Günlerce çalıştıktan sonra nihâyet değirmenin inşâsı tamamlandı. Değirmen öyle san’atlı, öyle muntazam yapılmıştı ki, hazne kısmına buğday konulduğunda kendiliğinden çalışmaya başlar, haznede buğday bittiğinde de dururdu. Bunu görenler, Seyyid Tâhâ hazretlerinin aklının çokluğuna hayran kalırlardı. Nitekim halîfelerinden Seyyid Sıbgatullah şu beyti söylemiştir:


“Gözümüz revak gibi sizin eşiğinizdedir,

Kerem et, kalbime gir; evim sizin evinizdir.”


Seyyid hazretleri beyti işitip, iltifâtla yanlarına teşrîf buyurdu.


Bir kimse şehîd olmuş ve büyük bir velînin yanına defnedilmişti. Seyyid Tâhâ onun şehîdlik mertebesini görüp; “Bu kimsenin, şu büyük velîden aşağı olduğu söylenemez” buyurdu.


Seyyid Tâhâ hazretleri, kendisini Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’ye götüren velîni’meti amcası Seyyid Abdullah hazretlerine, bu büyük ni’metin şükrü olarak, hep hürmet ve hizmet etti. Onu hep iyilikle andı ve rûhuna pekçok sevâblar hediye etti. Ayrıca buyurdu ki: “Vefât ettiğimde benim kabrimi kabristanın en üst tarafına yapınız ki, sırf beni ziyârete gelenler, amcam Abdullah hazretlerinin kabrine uğramak mecbûriyetinde kalsınlar.


Onu da ziyâret ederek mübârek rûhuna sevâblar hediye etsinler.” (O kabristanın bir yolu vardı. Seyyid Abdullah’ın kabri girişte idi. Seyyid Tâhâ hazretlerinin kabrine gitmek isteyen Seyyid Abdullah’ın kabrinin yanından geçmesi lâzımdı.)


Seyyid Tâhâ hazretleri, öyle yüksek dereceli bir âlim idi ki, onu gören müslim veya gayr-i müslim, o anda Allahü teâlâyı hatırlarlardı.


Mevlânâ Hâlid hazretleri; “Beni, Seyyid Abdullah ve Seyyid Tâhâ’dan üstün zannetmeyin” buyurunca, meclisinde olanlar; “Efendim! Siz ikisinin de hocasısınız” dediler. “Benim onlar yanındaki yerim, bir sultanın çocuklarını yetiştiren bir hoca gibidir. Onlar sultanın çocukları olduğu için, bu hocadan üstündürler” buyurdu.


Seyyid Tâhâ hazretleri Seyyid Sıbgatullah’a buyurdular ki: “Molla Sıbgatullah! Üstadına muhabbet ve onunla sohbet, her şeyden üstündür. Çünkü üstâd, kemâl mertebelerinin en yükseğine kavuşturmak ve ona ma’rifetleri vermekle, talebesinin hastalıklarını izâle eder, giderir” buyurdu.


Yine şöyle buyurdu:


“Şâh-ı Nakşibend hazretleri, yolunun esâsını Eshâb-ı Kirâmın (aleyhimürrıdvân) yolu üzere kurdu. Onlar Resûlullahın ( aleyhisselâm ) muhabbeti ile yetindikleri gibi, bize de üstada muhabbet yeter.”


“Bana Cennet ve Cehennemden bahsetmek işi verilmedi. Bu kapıda olanlara bu ikisi te’sîr etmez.” Bu sözü açıklarken halîfesi Seyyid Sıbgatullah Arvâsî şöyle buyurdu: “Ebrâr, ya’nî iyi mü’minler âhıretleri için amel ederler, mukarrebler, ya’nî Allahü teâlâya yakın olan ve hep O’nunla bulunmaktan zevk alan seçkinler, sâdece Allahü teâlâ için amel ederler.”


“Zikr yapılmaksızın yalnız rabıta ile Hakka kavuşmak mümkündür. Zikr ise, rabıtasız kavuşturucu değildir.”


Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretleri, Seyyid Tâhâ hazretlerine; “Nefehât gibi ba’zı kitaplarda, ba’zı evliyâ için (kuddise sirruh) ba’zıları için (r.aleyh) deniyor; hikmeti nedir?” diye suâl edince, şöyle buyurdu: “Birincisi, nefsinden tamamen kurtulanlar, ikincisi kendinde, nefsinden birşeyler kalanlar içindir. Nefsden tamamen kurtulmak, irşâdın şartı değildir. (R.aleyh) denenlerden de bir çoğu, irşâd makamına oturmuşlar, büyüklerin yolunda olup, fâideli olmuşlardır.”


Halîfesine şöyle buyurdu: “Halka önce işâretle muâmele et. Bu fâide vermezse ibâre ile (söz ile) söyle. Bu da fâide vermezse, ondan yüz çevir. Sen birinden yüzünü çevirirsen, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) kadar bütün “Silsile-i aliyye” büyükleri ondan yüz çevirir.”


“Münkirden (inkarcıdan) aslandan kaçar gibi kaçın! Münkirin ekmeğini yiyenin kalbi, zikre karşı kırk gün ölür. Bu münkirler, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) zamanında olsaydı, ona îmân etmezlerdi.”


Seyyid Tâhâ hazretleri ba’zan; “Misvakla kılınan bir rek’at namaz, misvaksız kılınan yetmiş rek’attan hayırlıdır” hadîs-i şerîfini okurdu. “Hadîsdeki sivâk, “misvâklamak” ma’nâsına geldiği gibi “sensiz” ma’nâsına da gelir. O zaman hadîs-i şerîfin ma’nâsı; “Sensiz, ya’nî kendini düşünmeden Rabbinle olduğun bir rekat, kendinle olduğun yetmiş rek’attan fâidelidir” buyururdu.


Birgün, kendilerine; “Nehrî’de sâdık talebeniz kimdir?” dediler. “Molla Muhammed Münhanî’dir” buyurdu. “O, katı tabiatlıdır” dediler. Bunun üzerine Mevlânâ Ahmed Cüzeyrî’nin Dîvân’ındaki şu beyti okudu:


“Ehl-i tarik, makamları seyr ederken renk renktir,

Bir kısmı ilâhi cemâl, bir kısmı celâldedir.”


“Amellerinizi ucb (kendini beğenmek, ibâdeti kendinden bilmek) ile örtmeyiniz, yok etmeyiniz.”


“Bizim yolumuzda ucb ve riya yoktur. Riya ve ucba helâl diyen, yolumuzda değildir.”


“Bizim yolumuzun yolcularının fâideleri, ana ve babalarına dahî ulaşır.”


Evliyânın vefâtından sonra istifâde hakkında; “Kılıç kınından çıkmadıkça, (ruh, bedenden çıkmadıkça) kesmez” buyurdu.


Seyyid Tâhâ hazretleri, 1269 (m. 1852) senesinde bir ikindi vakti, Haram Çeşmesi denilen ağaçlık bir mevkide talebeleri ile sohbet ediyordu. Sohbet ânında kendisine iki mektûp arzedildi. Bunları kıymetli dâmâdı Abdülehad Efendi’ye okuttuktan sonra; “Abdülehad! Şöhret âfettir. Artık bizim dünyâdan gitmemizin zamanı geldi” buyurdu. Abdülehad da; “Aman Efendim, Şam’dan gelen bu iki mektûp nedir ki?” dedi. O gün sohbetten sonra hâne-i saadetlerine gitti ve orada hastalandı. Onbir gün hasta yattı. Hastalığının ağır olmasına rağmen namazlarını mümkün olduğu kadar ayakta kılmağa çalıştı. Hastalığının onikinci, Cumartesi günü talebeleri ve yakınları ile helâllaştı, vedâlaştı, vasıyyetini bildirdi. Kardeşi Seyyid Sâlih hazretlerini çağırttı. Onun için; “Birâderim Sâlih, kâmil, olgun bir velîdir. Herkesin başı onun eteği altındadır” buyurdu. Yerine kardeşi Sâlih hazretlerini halîfe bıraktı. İkindi vaktinde, talebelerinin Yâsîn-i şerîf tilâvetleri arasında, mübârek rûhunu Kelime-i tevhîd getirerek teslim eyledi.


Mübârek mezârı Nehrî’dedir. Onu seven âşıkları, uzak yerlerden gelerek, mübârek kabrinden fışkıran nûrlardan, feyzlerden istifâde etmekte, bereketlenmektedirler.


Seyyid Tâhâ hazretlerinin iki oğlu vardı. Biri genç yaşta vefât etti. İsmi Habîbullah idi. Bu oğlunu çok severdi. Diğer oğlu Seyyid Ubeydullah hazretleri olup, babasından istifâde ettikten sonra, amcası Seyyid Muhammed Sâlih hazretlerinden hilâfet aldı. Amcasından sonra, büyük bir metanet ve adâletle Nehri makamını, irşâd ve hükümdârlıkla idâre etmişti. Daha sonra Mekke-i mükerremeye gönderilmiş, Tâifde kendisine konak verilmişti. Mekke-i mükerreme’de hazret-i İbrâhim aleyhisselâmın makamında, tavaf sünnetinin son secdesinde, büyüklere yakışan bir tarzda vefât edip, Cennet-i Mu’allâ kabristanında defnedilmiştir.

Ebû İshâk Şîrâzî

Ebû İshâk Şîrâzî, Bağdad’ın meşhûr âlimlerindendir. 1003 (H.393) senesinde, İran’ın Şiraz şehrinin köylerinden biri olan Fîrûzâbâd’da doğdu. İlim öğrenmek için önce Şîrâz’a gitti. 22 yaşında iken Bağdât’a gelip ilim öğrenmeye başladı. Nihâyet, ilmi ve âlimleri çok seven ve Ebû İshâk’a ayrı bir sevgisi olan Selçuklu Devletinin büyük veziri Nizâm-ül-mülk, onun ders okutması için Bağdât’ta bir medrese inşâ ettirdi ve 1067 (H.459) senesinde tedrisâta açıldı... 

İLME ÇOK HİZMET ETTİ...

Nizâmiye Medresesini ilk defâ tedrisâta açmak için ilk müderris olarak onun tâyini yapılan Ebû İshâk Şîrâzî, vefâtına kadar ders verip, ilme çok hizmet etti ve çok talebe yetiştirdi. 1083 (H.476) senesinde Bağdât’ta vefât etti. Hikmetli sözleri meşhur olmuştur. Ebû İshâk Şîrâzî buyurdu ki: 

“İlim ganîmettir. Sükût kurtuluştur. Halktan bir şey ummamak rahatlıktır. Zühd, dünyâya düşkün olmamak âfiyettir. Bir göz açıp kapayacak kadar Allahü teâlâyı unutmak, O’nun verdiği emânete hıyânettir.”

“Fakirliğin kendine has bir nûru vardır ve onu gizlediği müddetçe durur. Açığa vurunca, kaybolup gider.”

“Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından sakınmakla huzur bulmak, Cennet’tir. Bu halden yüz çevirmek ateştir. Allahü teâlâya yakınlık, lezzettir. O’ndan ayrılmak, O’na karşı yabancılık, ölümdür.”

“Kalp, birçok tarafa yönelebilir. Onu hangi tarafa yönlendirirsen, diğer tarafları kapalı kalır. Bir kimse dünyâ ve âhiretin ikisine birden yönelemez. Bunlardan biri diğerine mâni olur.”


GÜZEL AHLÂK NEDİR?..

“İnsanlarla birlikte bulunmakta güzel ahlâk, onlarla iyi geçinmektir. Âlimler ile berâber olmakta güzel ahlâk, onlara ihtiyâcı olduğunu bilmek ve onları edebe uygun olarak dinlemekle olur. Mârifet ehli ile bulunmakta güzel ahlâk, sükûn üzere, ümitli ve sabırlı olarak beklemekle olur. Yüksek velî ile berâber olmakta güzel ahlâk, kırıklık hâlinde bulunmakla olur.”

“İhlâsın alâmeti, her an Allahü teâlâyı müşâhede etmek, O’ndan başkasını hiç hatırına getirmemektir.”

“Kalbinde, kendisini kötülükten koruyan bir kuvvet bulunmayan kimse, harâb olmuştur.”

Ebû İshâk Şîrâzî hazretleri, vefatına yakın talebelerine buyurdu ki: 

“Allahü teâlâ, vicdanlardaki gizli sırlara, insanın her nefeste ve her hâldeki hâline muttalîdir, hepsini bilir. Hangi kalbi kendisine yönelmiş görürse, onu felâketlerden, sıkıntılardan, sapıklıklardan ve fitnelerden muhâfaza eder.”

Seyyid Abdullah Şemdini Hazretleri

Seyyid Abdullah Şemdini hazretleri, Anadolu'da yetişen büyük velilerdendir. Silsile-i aliyyenin otuzuncusudur. Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin onuncu torunu ve Seyyid Taha-yı Hakkâri'nin amcasıdır.


Şemdinli'de dünyaya gelen asil, temiz ve şerefli bir aileye mensup olan Seyyid Abdullah Şemdini, küçük yaşta ilim tahsiline yöneldi. Zamanının usulüne göre ilk tahsilini gördükten sonra, Irak'ın Süleymaniye beldesine giderek oradaki medresede ilim öğrenmeye devam etti. Akli ve nakli ilimleri tahsil edip büyük âlim oldu. Bu medresede ilim öğrenmekle meşgul iken medrese arkadaşı Mevlana Halid-i Bağdadi ile bir kardeş gibi yaşadılar. Yüksek yaratılışı olan bu iki gönül dostu zahiri ilimleri tahsil ettikleri sırada kalb ve gönül ilmi olan tasavvufa karşı alaka duymaya başladılar. Bu alaka, muhabbet ve aşk derecesine ulaşıp, kendilerini manevi olarak terbiye edip, batıni ilimleri öğreterek yetiştirecek bir rehber, yol gösterici aradılar.


Sonunda aradıkları rehberi hangisi daha evvel bulursa, o büyük zattan alacağı manevi feyz ve bereketin aralarında müşterek olmasını kararlaştırdılar. Bu hususta birbirlerine söz verdiler. Yani aradıkları o büyük veliyi hangisi daha evvel bulur ve tanırsa hemen diğerinin de o zatı tanımasına, ona bağlanıp feyz almasına vasıta olacaktı.


Kendilerine yol gösterecek manevi bir rehberi aradıkları sırada Mevlana Halid-i Bağdadi aldığı bazı manevi işaretler üzerine Hindistan'a gitmeye karar verdi. Zahiri ilimlerde yüksek bir âlim olan Abdullah-ı Şemdini de onunla gitmek istedi. Fakat Mevlana Halid-i Bağdadi ona; "Ben gideyim, oradan alıp getirdiklerime ortağız" dedi. Nihayet Hindistan'a gitmek üzere Süleymaniye'den yola çıktı. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Hindistan'a ulaştı. Sonunda Nakşibendiye manevi yolunun mürşid-i kâmili Şah Gulam-ı Ali Abdullah-ı Dehlevi hazretlerinin huzur ve sohbetleriyle şereflendi. Kısa zamanda layık ve müstahak olduğu fazilet ve olgunluğa ulaştı. Tasavvuf yolunda ilerleyip evliyalık derecesine yükseldi. Hocası ona, İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlatmak suretiyle, insanların dünya ve ahiret saadetine kavuşmalarına vesile olabilmek ve talebe yetiştirmek hususunda tam bir icazet, diploma ve hilafet verdi. Hocasının tam ve mutlak vekili olarak aldığı yüksek feyz ve kemalatı, ilim ve edep aşıklarına sunmak ve onları yetiştirmekle vazifeli olarak Bağdat’a gönderildi.


Bundan sonra bütün âlem, vasıtalı vasıtasız irşad ve feyz kaynağı olan Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin manevi nuru ile nurlanmaya başladı. Böylece Bağdat’ta feyz ve nur saçan rahmet güneşi doğdu.


Seyyid Abdullah-ı Şemdini, daha önceki anlaşmalarının gereği bir müddet Bağdat’ta kaldıktan sonra Süleymaniye'ye dönen Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin ziyaretine gitti. Mevlana'nın Hindistan'da elde ettiği marifet ve kemalatı, olgunluğu görünce ona olan muhabbeti daha da arttı. Medrese talebeliğinde arkadaşı olduğunu düşünmeyip o evliyalık güneşinin sohbetlerine devam etmeye başladı. Onun önde gelen talebelerinden oldu. Bazı hasetçi ve inkârcı kimselerin, Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin karşısına çıkıp, söz ve yazı ile onu kötülemeye, türlü türlü iftiralarla ve düzme yalanlarla, ona gönül verenlerin yolunu kesmeye çalıştıkları sırada, o hep onun yanında bulundu. Kendisinde bulunan asalet ve yüksek kabiliyet ile Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin talebe yetiştirmek hususundaki maharetinin birleşmesiyle kısa zamanda bütün ilimlerde ve tasavvuf hallerinde yetişerek olgunlaştı. Mevlana hazretlerinin binlerce talebesi arasında en yükseklerinden oldu. Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri ona talebe yetiştirmek üzere icazet, diploma verdi. Mevlana hazretlerinden icazet ve hilafet alanların baştan üçüncüsü olan Seyyid Abdullah-ı Şemdini, kardeşi Seyyid Ahmed Geylani hazretlerinin oğlu Seyyid Taha-i Hakkari'yi de, Mevlana Halid-i Bağdadi'nin sohbetlerine götürerek, onun da bu yolda yetişmesine vesile oldu.


Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri bir ara, Bağdat’a gitti. Bu sırada Abdullah-ı Şemdini talebelerin başına geçip onları yetiştirmekle meşgul oldu. Daha sonra tekrar Süleymaniye'ye dönen Mevlana hazretleri, insanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlatmak üzere çeşitli beldelere yetiştirip gönderdiği talebeleriyle birlikte, Seyyid Abdullah-ı Şemdini'yi de Şemdinli'ye gönderdi. Seyyid Abdullah-ı Şemdini, Şemdinli civarındaki Nehri kasabasına yerleşti. Nehri'de medrese, tekke ve zaviyeler yaptırarak talebe yetiştirmeye başladı. Türkiye, İran ve Irak'ın çeşitli yerlerinden ilim meclisine ve sohbetlerine koşan pek çok kimseyi zahiri ve batıni ilimlerde yetiştirdi. Peygamber efendimizden bu yana, evliyanın ve İslam âlimlerinin anlattığı ve yaşadığı İslamiyet’i, güzel ahlakı insanlara anlattı. Bilhassa edep ve ahlaktan mahrum aşiretler üzerinde çok tesirli olup, onların düzelmesine vesile oldu. Kabile ve aşiretlere, anlayacakları şekilde güzel nasihatler vermek suretiyle onların doğru yola kavuşmalarına vesile oldu.


Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri onun hakkında Seyyid Taha-yı Hakkâri'ye; "Seyyid Abdullah ne güzel bir şeyhdir. Onda hiç kusur yoktur. Yalnız kusuru, onun münkiri yani karşısına çıkıp onun büyüklüğünü inkâr eden kimseler bulunmamasıdır" buyurdu.


Yine buyurdu ki:

"Beni, Seyyid Abdullah ve Seyyid Taha'dan üstün tutmayınız." Eshabı; "Onlar sizin talebenizdir, nasıl böyle dersiniz?" diye arz ettiklerinde; "Onlar şehzadelerdir. Padişah olacaklardır. Biz ise, bir müddet onların terbiyesi ile meşgul olan ve böyle yüksek bir vazifenin kendisine verildiği bir mürebbiyeyiz. Mürebbi, şah olacak şehzadeden üstün olabilir mi?" buyurdular.


Ömrünü ilim tahsil etmeye, İslamiyet’i öğrenmeye ve öğretmeye vakfetmiş olan ve pek çok kerametleri görülen Seyyid Abdullah-ı Şemdini hazretleri 1813 yılında Şemdinli'nin Nehri kasabasında vefat etti. Nehri kabristanının girişinde defnedildi. Kabrinin üzerinde sade bir türbe vardır. Mübarek kabri sevenleri tarafından ziyaret edilmekte, aşıkları dua edip mübarek ruhundan feyz almaktadır. Onu vesile ederek dua edenlerin maddi ve manevi dertlerine derman buldukları dilden dile anlatılmaktadır.


Şemdinli'nin Nehri kasabasında ilk defa irşad ve feyz kaynağı olan Seyyid Abdullah-ı Şemdini, Şafii mezhebi fıkhında ve diğer ilimlerde derin âlim olup, ilmiyle amil, büyük veli, peygamberlik sırlarına vakıf ve hazret-i Osman'ın güzel ahlakını hatırlatan güzel ahlak sahibi olup, haya ve edebin kaynağı idi. Her hali istikamet ve doğruluk üzere idi. Sohbetleri hasta ruhlara gıda, bakışları kararmış kalblere şifa idi. İnsanların dünyada ve ahirette kurtuluşa ermelerinin, saadet kapısının anahtarı idi.

Rumeli velîlerinden Sofyalı Bâlî Efendi

Bâlî Efendi, Rumeli’de yetişen büyük velîlerdendir. Bugünkü Arnavutluk sınırları içinde kalan Ustrumça’da doğdu. 1553 (H.961) senesinde, bugün Bulgaristan’ın başşehri olan Sofya’da vefât etti... ON BİN TALEBE YETİŞTİRDİ

Küçük yaştan îtibâren ilim öğrenmeye başlayan Bâlî Efendi, Sofya ve İstanbul’da ilim tahsil etti. İstanbul’da Kâsım Çelebi’nin hizmetine girdi. Kısa zamanda kemâle gelip olgunlaşan Bâlî Efendi, ahlâkta güzel, amelde gayretli, ilimde üstün oldu. On binden fazla talebesi arasında, en meşhûr ikisi; Kurd Efendi ve Nûreddînzâde Muslihuddîn Efendilerdi. Yavuz Sultan Selîm Hanın kâdıaskerlerinden Sarıgürz Nûreddîn Hamzâ Efendiye de mektuplar yazıp nasîhat ederdi. Bir nasihatinde şöyle buyurdu:

Ey oğul! Devamlı cömert ol. Allahü teâlânın sana rızık olarak verdiği şeylerde cömert ol. Cimrilikten, hasedden, kin ve hîleden sakın. Çünkü, cimri ve hasedci kimsenin yeri Cehennem’dir. Hiçbir zaman hâlini insanlara açma. Zâhirini süsleme. Çünkü zâhirini süslemek, bâtının harâb olmasındandır. Rızık konusunda Allahü teâlânın vaatlerine güven. Çünkü Allahü teâlâ, her canlının rızkını vereceğine dâir kefil oldu. İnsanlardan hiçbir şey bekleme. Hakkı söyle. Mahlûkâttan hiçbirisine meyletme. Mâlâyânîyi terk et...” 

Hayâtını İslâm dîninin emir ve yasaklarını öğrenmek ve insanlara anlatmakla geçiren Sofyalı Bâlî Efendi, Sofya yakınındaki Salâhiyye’de vefât etti ve orada defnedildi. Vefat ederken şu beyti söylemiştir:

“Hûr-ı în’in düşme dâm-ı zülfüne zâhid gibi/Geç hevâsından behiştin maksad-ı Aksayı gör!” Yâni: “Cennet hûrilerinin zülfünün tuzağına düşme. Cennet’in nîmetlerine de bakma, asıl maksadı gör. Allahü teâlânın rızâsını gözet!” 


ALTINLAR KADIYA TESLİM EDİLDİ

Bu mübarek zatın kabri kazılırken, bir küp altın çıkarıldı. Hepsi de kâdıya teslim edildi. Uçlardaki derviş gâzilerin her halleriyle yakînen ilgilenen zamanın pâdişahı Kânûnî Sultan Süleymân Hana durum arz edildi. Mezarından çıkan altınlarla kabri üzerinde bir dergâh ve câmi yapılmasını emretti. Bu işle Fâtih Sultan Mehmed Han devri âlimlerinden Ali Kuşçu’nun torunu Sofya kâdısı Abdurrahmân bin Abdülazîz Efendi’yi vazîfelendirdi. Sonunda güzel bir dergâh ile zarîf bir câmi inşâ edildi.

NEDENDİR BU?

Yavuz Sultan Selim Han mübârek, bir gün nasıl olduysa gönül ehli olan Şâir Hikmet'i yanlışlıkla üzüp, yanından uzaklaştırmış. Şâir Hikmet de, diyâr diyâr dolaşıp yerleşecek yer aradıktan sonra, nihâyet Van Müftüsü'nün yanında kâtip olarak çalışmaya başlamış. Aradan zaman geçtikten sonra, Sultan Selim Han şâiri tekrar bulmak istemiş. Fakat ara ki bulasın... Şâir sanki yer yarılmış da içine girmiş. Düşünmüş, taşınmış ve aklına bir fikir gelmiş. Demiş ki, 'Ben bir mısrâ yazayım ve bir yarışma düzenlensin. Benim mısrâmı beyte tamamlayan en güzel mısrâyı yazana mükâfât vereceğimi îlân edeyim. Şüphesiz ki Şâir Hikmet de dayanamayıp, katılacaktır. O vakit, onu üslûbundan tanırım.' Ardından şu mısrâyı yazmış:


'Bütün dünya benim olsa gamım gitmez nedendir bu?'


Hemen münâdîler çıkartılmış ve Devlet-i Âl-i Osmân'ın her köşesinde Sultan'ın başlattığı yarışma îlân edilmiş. Tabiî katılan çok olmuş. Her eli kalem tutan, Sultan'ın mısrâsına bir mısrâ katıp, saraya göndermiş. Fakat pâdişah hiçbirisini kabul etmiyormuş. Her gelene 'Hayır' diyormuş, 'aradığım bu değil.'Van Müftüsü bu hâli işitince, 'Şansımı bir de ben deneyeyim, nasipse olur' deyip, koyulmuş bir mısrâ yazmaya. Kendince bir şeyler yazdıktan sonra, bir de kâtibine göstermiş, 'Nasıl olmuş?' diye. Şâir Hikmet de, 'Şurası şöyle olsa nasıl olur?', 'Şurasını da şöyle değiştirseniz güzel olmaz mı?' derken ortaya aşağıdaki mısrâ çıkmış:


'Ezelden gam turâbıyla yoğrulmuş bir bedendir bu.'


Pâdişah Van Müftüsü'nden gelen beyti okuyunca birden durmuş. 'Tamam' demiş, 'işte aradığımı buldum. Hemen haber salın bu mısrânın şâirine, saraya gelsin.' Müftü büyük bir heyecanla gelmiş saraya. Pâdişahla bizzat görüşmek üzere huzûra alınmış. Pâdişah aradığını bulmuş olmanın rahatlığıyla sormuş : 'Bak a müftü efendi. Bu mısrâ ile mükâfâtı hakettin. Lâkin... lâkin eğer ben üslûptan şu kadar anlıyorsam, bu mısrâın şâiri sen değilsin.' Müftü efendi hiç uzun etmemiş. 'Doğrudur hünkârım' demiş.  'Kimdir o halde?' Söylemiş müftü, 'Kâtibimdir' demiş. 'İsmi nedir kâtibinin?' 'Hikmet...' 'Doğru, Hikmet'dir. Elhamdülillâh, çağırın öyleyse gelsin.' Çağırmışlar tabiî. Târihin kahramanlıkları ile yâd ettiği Yavuz'u şiirden, edebiyattan da böylesi anlarmış işte...Bize de aşağıdaki beyit, yâdigâr kalmış:


'Bütün dünya benim olsa gamım gitmez nedendir bu?        

Ezelden gam turâbıyla yoğrulmuş bir bedendir bu.'

Sultan Mahmûd Gaznevî

Hindistana 18 sefer yapan ömrü brehmen, rafizi, ve batinilerle mücadele ile geçti. Milyonlarca hindlinin müslüman olmasına vesile oldu.

Sultan Mahmûd Gaznevî, gittiği yerlerde Allahü teâlânın dostlarını arar bulur; ziyaret ve hizmet etmekle şereflenirdi. Bir sefer esnasında Harkân şehri civarına varmıştı. Zamanın büyük evliyasından Ebü’l-Hasen-i Harkânî (rahmetullahi aleyh) de talihlerine feyzler saçıyordu. Onu tanımayan Gazneli Mahmûd, adam gönderip huzuruna davet edince, Ebü’l-Hasen-i Harkânî, elçiye özür beyân edip sultanın huzuruna gitmek istemedi. Durum sultana arz edildi. Afganistan ve Hindistan pâdişâhı Gazneli Mahmûd; “Haydi kalkın! Zira bu zât, bizim tanıdığımız kimselerden değildir. Ona biz gidelim” dedi. Sonra kendi elbisesini Kadı Iyâd’a giydirdi. Kendisi de silahdâr kıyafeti ile Kadı Iyâd’ın yanında yer aldı. Ebü’l-Hasen-i Harkânî, huzuruna değişik kıyafetle giren Sultan Mahmûd’u tanıdı. Hiç iltifat etmedi, hocası Bâyezîd-i Bistâmî ile ilgili sorduğu suâli cevaplandırdı. İsteği üzere ona dua etti. “Akıbetin Mahmûd (makbul) olsun” buyurdu. Sultanın verdiği bir kese altını kabul etmedi. Hırkasını teberrüken hediye etti. Ayrılırken ayağa kalktı. “Geldiğim zaman iltifat etmemiştin, giderken niçin ayağa kalkıyorsun?” diyen Sultan’a; “önce padişahlık gururu ile imtihan için geldin, şimdi ise inkısar ve dervişlik haliyle gidiyorsun. Dervişlik güneşinin ışıkları üzerinde parlamaya başladı. Pâdişâh olduğun için kalkmadım. Derviş olduğun için kalkıyorum” dedi. Bu hâdiseden sonra Sultan Mahmûd’un gönlü Ebü’l-Hasen-i Harkânî’nin muhabbeti ile doldu. Bir savaşta düşman ordusunun çokluğu kalbine korku verdi. Atından inip, o mübarek zâtın verdiği hırkayı yanına alarak bir köşeye çekildi. Hırkayı eline alıp alnını toprağa sürdü; “Yâ Rabbî! Bu hırkanın sahibi yüzü-suyu hürmetine şu kâfirlere karşı zafer ihsan eylersen; alacağım ganîmetlerin hepsini dervişlere vereceğim” diye dua edip dilekte bulundu. Savaş sonunda zafere ulaştı.

MEVLÂNÂ HÂLİD-İ BAĞDÂDÎ (rahmetullahi aleyh)

On sekizinci yüzyılın sonu ve on dokuzuncu yüzyılın başında Irak ve Şam'da yetişmiş büyük velîlerden. İnsanlara hak yolu göstererek hakîki saâdete, kurtuluşa kavuşturan ve Silsile-i aliyye adı verilen âlimler ve velîler zincirinin yirmi dokuzuncusudur. Asrının müceddidi idi. Babasının ismi Ahmed'dir. İsmi Hâlid, lakabı Ziyâüddîn'dir. Bağdâdî nisbesiyle meşhûr olmuştur. Babası hazret-i Osman'ın, annesi ise hazret-i Ali'nin soyundandır. Bu sebeple Osmânî diye de anılmaktadır. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî diye meşhûr olmuştur. 1778 (H.1192) senesinde Bağdât'ın kuzeyindeki Şehrezûr kasabasında doğdu. 1826 (H.1242) senesinde Şam'da vefât etti. Kabri Şam'ın kuzeyinde, Kâsiyûn Dağı eteğindeki kabristanda bulunan türbesindedir. Sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.

Küçük yaşta ilim tahsîline başlayan Hâlid-i Bağdâdî, keskin zekâsı, kuvvetli hâfızası, sağlam irâdesi ve çalışkanlığı ile dikkati çekti. Süleymâniye'de devrin meşhûr âlimlerinden Muhammed bin Âdem-i Kürdî, Sâlih-i Kürdî, Abdürrahîm Berzencî ile kardeşi Abdülkerîm Berzencî'den, Abdullah-ı Harpânî'den ve daha pekçok âlimden ilim öğrenip, icâzet aldı. Sarf, nahiv, edebiyât, usûl, mantık, hikmet (fen), hey'et (astronomi), geometri, hesâb ilimleri ile tefsîr, hadîs, fıkıh, kelâm, tasavvuf ilimlerini ve diğer ilimleri öğrendi. Fîrûzâbâdî'nin Kâmûs'unu ezberledi. Öğrendiği bütün ilimlerde din ve fen adamlarına hocalık yapacak derecede üstün bir bilgiye sâhib oldu. Din ve fen ilimlerindeki üstünlüğü ve geniş bilgisi sebebiyle zamânının bütün âlimleri ve velîlerinin takdirlerini kazandı. Hangi ilimden ve hangi fenden ne sorulursa sorulsun derhal cevâbını verirdi. Zekâsı ve bilgisi karşısında akıllar hayrete düşerdi.

Hocası Seyyid Abdülkerîm Berzencî 1788 (H.1203) senesinde tâundan vefât edince, onun talebesi boş kalmasın diye ders vermeye başladı. Her taraftan âlimler dersine koştu. Her müşkülü çözer her derde devâ olurdu. Dünyâya ehemmiyet vermez, gece gündüz ibâdet ederdi. Böylece yirmi bir yaşındayken, ulemâya ve talebeye üstâd olup, yedi sene ders okuttu. Sözü tesirli, avâm ve havâss arasında sözü delîl olan şerefli bir zâttı.

1805 senesinde hacca gitti. Yolda Şam âlimlerinden çok saygı gördü. Tevâzûundan dolayı, Allâme Muhammed Kuzberî'den hadîs rivâyeti; Mustafa Kürdî'den Kâdirî yolu icâzeti aldı.

Bir müddet Şam'da kaldıktan sonra Hicaz'a gitmek için yola çıktı. Medîne-i münevvereye kavuştuğu zaman Peygamber efendimize aşk derecesindeki sevgisini anlatan Kasîde-i Muhammediyye'yi Farsça olarak yazdı.

Medîne-i münevvereye geldiğinde, kâmil bir velî bulup ona teslim olmak arzusundaydı. Bir gün Yemenli fazîlet sâhibi bir zâta rastladı. Câhilin âlimden nasîhat istemesi gibi ondan nasîhat istedi. O zât dedi ki: "Ey Hâlid Mekke-i mükerremeye gittiğin zaman edebe uymayan birşey görürsen hemen reddetme." Mevlânâ Hâlid hazretleri Mekke-i mükerremede bir Cumâ günü Kâbe-i şerîfe karşı Delâil-i Hayrât'ı okurken birinin, Kâbe'ye sırt çevirip kendine bakdığını gördü. "Utanmadan Kâbe'ye arkasını çevirmiş. Edebi gözetmiyor!" diye düşünürken, o kimse; "Mü’mine hürmet, Kâbe'ye hürmetten daha öncedir. Bunun için yüzümü sana çevirdim. Niçin beni kötülüyorsun. Medîne'deki zâtın nasîhatını unuttun mu?" dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bunun büyük velîlerden olduğunu anladı. Ondan af diledi ve; "Beni talebeliğe kabûl et" diye yalvardı. O da; "Sen burada olgunlaşamazsın" dedikten sonra eli ile Hindistan'ı göstererek; "Senin işin orada tamam olur" dedi ve gitti.

Bu gördüğü zâtın hocası Abdullah-ı Dehlevî olduğu da rivayet edilmektedir.

Mevlânâ Hâlid hazretleri, memleketi Süleymâniye'ye dönüp ders vermeye başladı. Fakat gece-gündüz Hindistan'ı düşünüyordu. Bir gün bu düşünceler içindeyken, Hindistan'ın Dehli şehrinde bulunan evliyânın en büyüklerinden Abdullah-ı Dehlevî'nin talebelerinden Mirzâ Abdürrahîm isimli bir zât çıkageldi. O talebe, Abdullah-ı Dehlevî; "Mevlânâ Hâlid'e selâmımızı söyle bu tarafa gelsin!" buyurdu" dedi. Uzun zaman başbaşa görüştüler. Mevlânâ Hâlid talebelerine ders vermeye gelmez oldu. Talebeler, Hindli'ye kızmaya başladı.

Bir süre sonra, 1809 senesinde ikisi birlikte İran ve Afganistan üzerinden Hind yolculuğuna çıktılar. Umulmadık bir zamanda medreseyi ve talebeyi bırakıp bu ânî ayrılışına şehrin bütün halk ve talebeleri çok üzüldüler. Yoldan çevirmek için çok ısrar ettiler ve yalvardılarsa da fayda vermedi. Hindistan'ın karanlıklar ve tehlikeler içinde bulunduğunu söyleyip vaz geçirmek istediler. Onlara; "Âb-ı hayât zulümâtta bulunur" şeklinde cevap veren Mevlânâ Hâlid hazretleri, arkadaşı Mirzâ Abdürrahîm ile yaya olarak önce Tahran'a geldiler. Burada meşhûr şiî âlimi İsmâil Kâşî'yi, talebesinin önünde rezîl etti. Mevlânâ Hâlid, bâzı şiî tefsîr kitaplarını okumuş, Kur'ân-ı kerîmin birçok âyet-i kerîmelerinin şiîler tarafından değiştirilip, ma’nâlarının tahrif edildiğini görmüştü. Meselâ; Enfâl sûresi 70. âyetinde meâlen;"Bedr gazasındaki esirleri salıverdiğin için Allahü teâlâ seni affeyledi" âyet-i kerîmesi Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh hakkındadır, şeklinde tefsîr ediyorlardı. Mevlânâ Hâlid, İsmâil Kâşî'ye; "Peygamberler günah işler mi?" dedi. Kâşî; "Bütün peygamberler ma’sûmdur, günah işlemezler" dedi. Mevlânâ Hâlid; "Peki, Kur'ân-ı kerîmin; "Bedr gazâsındaki esirleri salıverdiğin için Allahü teâlâ seni affeyledi" meâlindeki âyet-i kerîmede; "Af" söylendiğine göre, günah işlemiş ma’nâsına gelmiyor mu? Hâlbuki peygamberlerden günah olan bir iş meydana gelmemiştir" deyince, Kâşî; "Bu âyet-i kerîme Ebû Bekr'i azarlamaktadır, onun hakkındadır, Peygamberimizin hakkında değildir" dedi. O zaman Mevlânâ Hâlid hazretleri; "O hâlde, Allahü teâlâ Ebû Bekr'i affettim buyuruyor da, siz niçin affetmiyorsunuz?" dedi. Kâşî cevap veremeyip, mahcûp ve rezîl oldu.

Mevlânâ Hâlid, Tahran'dan; Bistâm, Harkan, Semnân ve Nişâbur'a geçti. Geçtiği yerlerdeki evliyâyı, şiirleriyle medheyledi. Âriflerin kutbu Bâyezîd-i Bistâmî'nin kabrini ziyâret ettiği zaman meşhûr bir kasîde söyledi.

Sonra Tûs (Meşhed) şehrine gitti. Orada, on iki imâmın dokuzuncusu Mûsâ Kâzım'ın oğlu İmâm Ali Rızâ'nın türbesini ziyâretinde de, çok güzel bir kasîde okuyarak onu medheyledi.

Mevlânâ Hâlid, Ahmed Nâmıkî Câmî'nin kabrini ziyâret etti. Onu da Fârisî bir kasîdeyle medheyledi. Buradan Afganistan'a geçti. Hirat'a uğradı. Hirat'ın bütün âlimleri, fazîlet sâhipleri, ziyâretine geldiler. Gelenler arasında Abdullah-i Hıratî (Hirevî) de vardı. Bu zât sonradan Mevlânâ Hâlid hazretlerinin talebesi oldu. Her şehirden ayrılırken; âlimler, vâli ve kumandanlar ve halk ona âşık olup, saatlerce yola uğurladılar. Kandehâr, Kâbil, Peşâver âlimlerinin suâllerine verdiği cevaplarla hepsini hayran bıraktı. Peşâver'de çok hürmet ve tâzimle karşılandı. Âlimler onun üstünlüğünü tasdik ve ikrâr ettiler. Sonra Lâhor şehrinin bir kasabasında kâmil bir velî olan Allâme Mevlânâ Senâullah Dehlevî'yi (rahmetullahi aleyh) ziyâret etti. Mevlânâ Senâullah Dehlevî, Mazhâr-ı Cân-ı Cânân'ın en üstün talebelerindendi.

Mevlânâ Hâlid; burada başından geçenleri şöyle anlatır: Bu kasabada bir gece kaldım. Rüyâda, Şâh Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin, yanağımdan tutup beni kuvvetle kendine çektiğini gördüm. Sabahleyin Mevlânâ Senâullah'ın huzûruna gittiğim zaman, daha rüyâmı anlatmadan; "Kardeşimiz ve seyyidimiz Abdullah-ı Dehlevî'nin huzûr ve hizmetlerini câna minnet bilmeli, huzûr ve hizmetinde bulunmayı, sana va’d olunan ni’metlere kavuşmaya sebep bilmelisin" dedi. Daha sonra o kasabadan ayrıldım. Hindistan'ın başşehri olan Dehli ismi ile meşhûr Cihânâbâd'a geldim.

Aylarca süren uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra tam bir senede Dehli'ye (Cihanâbâd) ulaşan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Dehli'ye vardığında, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin bulunduğu şehre gelmenin sevinci ile, seferdeyken yanında bulunan şeylerin hepsini, fakirlere dağıttı. Sonra Hindistan'ın en büyük velîsi ve büyük İslâm âlimi, Şâh Abdullah-ı Dehlevî'nin huzûruna kavuştu.

Abdullah-ı Dehlevî, onu talebeliğe kabûl etti. Ona nefsinin terbiyesi için dergâhı temizleme vazifesini verdi. Mevlânâ Hâlid, bu kadar ilimde âlim olmasına rağmen, hiç i’tirâz etmedi. Bir gün yerleri temizleme işi nefsine zor geldi. Derhal nefsine; "Eğer mübârek hocamın verdiği bu şerefli vazifeden kaçarsan, yerleri süpürge ile değil, bu sakalınla süpürtürüm" diyerek hitâb etti. Artık bundan sonra hatırına böyle hiçbir düşünce gelmedi. Bir gün yine böyle su taşırken, hocası Abdullah-ı Dehlevî hazretleri ile karşılaştı. Abdullah-ı Dehlevî, onun mübârek omuzları üzerinden Arş'a doğru muazzam bir nûrun yükseldiğini ve meleklerin ona gıbta ve hayranlıkla baktıklarına şâhid oldu. Abdullah-ı Dehlevî, Mevlânâ'nın tasavvufta pek yüksek derecelere eriştiğini, kemâle gelip olgunlaştığını görünce, bu vazifeden alıp, devamlı huzûrunda bulunmasını emretti. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, orada da hocasına canla başla hizmet ederek, büyük mücâhede ve çetin riyâzetler çekti. Abdullah-ı Dehlevî'nin huzûrunda beş ay çalışıp sohbetleri ve nazarlarıyla büyük velîlerden olmak saâdetine erişti. Huzûr ve müşâhede makâmına kavuştu. Vilayet-i kübrâ hâsıl oldu. Müceddidiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye ve Çeştiyye yolunda kemâle geldi. Abdullah-ı Dehlevî'nin kalbindeki bütün esrâr ve ma’nevî üstünlüklere kavuştu.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, feyz ve kemâl bulunca, Abdullah-ı Dehlevî hazretleri; "Ey Hâlid, şimdi memleketine ve Bağdât'a git! Oradaki Hak âşıklarını, sevdiklerine, yâni Allahü teâlâya kavuştur" buyurunca, Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Ey benim sebeb-i devletim, yüksek sığınağım, efendim! Orada Hayderî ve Berzencî seyyidleri çoktur. İnsanlara doğru yolu anlatmakla nasıl meşgûl olurum. Çünkü, onlar şöhret ve i’tibâr sâhibi ve âlimlerin sığınağı durumundadırlar. Böyle bir işe kalkışsam, diğer insanlar bile beni men ederler" diye arz etti. "Sen, memleketine git. İrşâd ile meşgûl ol. Bütün seyyidler, senin ayağının toprağına yüz sürerler ve şerefli zâtına hizmetçi olurlar. Oranın vâlileri, emînleri, âlimleri, fazîlet sâhipleri, mübârek ayağını öperler. Şimdi ne istersen vereyim, iste yâ Hâlid!" buyurdu. "Din için dünyâlık isterim!" dedi. "Git, her istediğini verdim!" deyip; "Yolun üzerinde, filân yerde, evliyânın büyüklerinden, iki seneden beri yemez, içmez, konuşmaz, Hakka gönlünü vermiş, ölü gibi hareketsiz durup, Hakkın sevgisine dalmış şerefli bir zât var. Ona selâmımı söyle, hayırlı duâsını al ve şerefli elini öp!" buyurdu. Sonra bütün talebe ve sevdikleriyle, dört millik mesâfeye kadar Mevlânâ Hâlid'i uğurladı. Sonra; "Hâlid bürd", yâni "Hâlid herşeyi aldı götürdü" buyurdu.

Mevlânâ Hâlid, o velînin olduğu beldeye gelince, yerini sordu. Uzaktan gösterdiler. Bulunduğu yere doğru yürüyünce, velînin heybetinden Mevlânâ Hâlid'i (rahmetullahi aleyh) bir korku ve dehşet kaplayıp, gidemedi, olduğu yerde kaldı. Hemen Şâh-ı Dehlevî hazretlerini hatırladı. Korkusu gitti. O zâtın yanına gidip, hocasının selâmını bildirdi. O da başını murâkabeden kaldırıp; "Aleyke ve aleyhisselâm" buyurdu. Sonra; "Ey Hâlid, senin fütûhâtın ve irşâdının yayılma yeri Bağdât'tır" deyip, tekrar murâkabeye daldı. Mevlânâ Hâlid hazretleri, o zâtın, nisbet-i Muhammedî denizine gömülmesine, feyz nûrları içinde bir an cemâl-i Haktan ve O'nu murâkabeden ayrılmamasına hayran kalarak oradan ayrıldı.

Mevlânâ Hâlid Şîrâz'a, oradan İsfehan'a sonra Hemedan'a gitti. Hangi şehre teşrif etse, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını hatırlatması güzel âdetlerindendi. Bu şehirlerdeki va’z ve nasîhatlerini duyan i’tikâdı bozuk kimseler ona kötülük yapmak istedilerse de, Allahü teâlânın koruması ve Mevlânâ Hâlid'in heybeti sebebiyle korkup bir şey yapamadılar. Sonra Senendec'e, oradan da 1811 (H. 1226) senesinde vatanları olan Süleymâniye'ye gittiler. Bütün âlimler, fazîlet sâhipleri, talebe, şehrin ileri gelenleri ve halk sevinç ve neşe ile onu karşılamağa çıktı. Süleymâniye'de bir bayram havası yaşandı. Bir müddet burada kaldıktan sonra Bağdat'a gitti. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin dergâhına yerleşip beş ay kadar insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Tekrar Süleymâniye'ye dönerek ilim öğretmeye ve talebe yetiştirmeye devam etti.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri 1813 senesinde Süleymâniye'den tekrar ayrılıp Bağdât'a gitti. İkinci defâ Bağdât'a teşriflerinde, çok kimseler kendisine talebe oldu. İrşâd nûrları, gün gibi her tarafı aydınlattı. Bağdât'ta en önce kendisine talebe olan, Bağdât müftîsi Seyyid Abdullah Hayderî Efendi idi. Bu Müftî, Vâli Saîd Paşanın yardımıyla, İhsâiyye, Isfahâniyye Medresesini tâmir ettirip, Mevlânâ Hâlid'e arz etti. Mevlânâ Hâlid hazretleri oraya yerleşip ilim ve edeb neşretmeye başladı.


Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp, dünyâ ve âhirette kurtuluşa ermeleri için çalışmaya başladığı günlerde, Bağdât Vâlisi Sa’îd Paşa, ziyâretlerine geldi. Birçok âlimin sessiz, başları önüne eğik, hizmetçiler gibi edeple huzûrunda oturmuş olduklarını gördü. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin heybetini görünce, diz çöküp titremeye başladı. Mevlânâ Hâlid'in celâl hâli gidince, Sa’îd Paşanın titremesi geçti ve duâ istedi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri ona duâ edip; "Kıyâmette, herkes kendi nefsinden suâl olunur. Sen ise nefsinden, yâni kendinden ve emrin altında olanların hepsinden suâl olunursun. Hak teâlâdan kork! Çünki, senin için önünde öyle bir gün vardır ki, o günün korku ve dehşetinden evlâdına süt veren analar, evlâdını unuturlar. Hâmile olanlar, korkudan vakitsiz doğururlar. İnsanları sarhoş görürsün. Onlar sarhoş değil, ancak Allahü teâlânın azâbı çok şiddetlidir" deyip, nasîhat buyurunca, Sa’îd Paşa yine titremeye başladı ve yüksek sesle ağladı.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir müddet Bağdât'ta kalıp İslâmiyeti anlattıktan ve talebe yetiştirdikten sonra memleketi olan Süleymâniye'ye döndü. Orada kendisi için bir dergâh inşâ edildi. Bu dergâhta insanlara va’z ve nasîhat edip talebe yetiştirdi.

Süleymâniye'deyken, Berzencîler'den silâhlı iki yüz kişi, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin öldürülmesine karar verdiler. Cumâ günü, silâhlı olarak mescidin dış kapısında beklemeye başladılar. Cumâ namazı kılındıktan sonra, bütün halk câmiden dışarı çıktı. Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, her zaman câmiden en son çıkardı. Dışarı çıkanlar, bu silâhlı kişilerin Mevlânâ Hâlid hazretlerine kötülük yapmak niyetinde olduklarını anladılar. Mevlânâ Hâlid hazretleri, mescidin kapısından çıkıp, bu silâhlı ve kötü niyetli kimselere heybetli bir nazarla bakınca kalblerinde müthiş bir korku hâsıl oldu. Öldürmek için gelenlerden bâzısı nâra atarak kaçıştı, bâzıları da yüzüstü düşerek perişân oldu. Bundan sonra, Mevlânâ Hâlid hazretleri ile bütün talebeleri, hiçbir şey olmamış gibi, Cennet misâli olan hânekâha gittiler. Kaçan bu düşmanların çoğu; "Mevlânâ câmiden çıkınca, onun omuzlarında heybetli bir arslanın ağzını açmış, üzerimize atlamak üzere olduğunu gördük. O anda aklımız başımızdan gitti, kaçacak yer bulamadık" dediler.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Bağdât'ta ilimle ve insanlara İslâmiyeti anlatmakla meşgûl olduğu sırada, onu hased eden inkârcılardan birisi Bağdât Vâlisi Sa’îd Paşaya bir mektup yazarak Mevlânâ Hâlid hazretlerini şikâyet etti. Mektup yalan ve iftirâlarla doluydu. Hattâ Mevlânâ Hâlid hazretleri küfürle ithâm ediliyordu. Mektûbu okuyan vâli, sinirlenerek mektubu yere çarptı ve; "Sübhânallah! Eğer hazret-i Şeyh Hâlid de müslüman değilse, müslüman kimdir? Bu mektubu yazan ya delidir veya Allahü teâlâ onun basîret gözünü kör etmiştir. Bunun sebebi de o kimsedeki aşırı haseddir. Allah'a sığınırız, Allah'a sığınırız" dedi.

Bağdât'taki âlimlere bu mektuba bir reddiye yazılmasını emretti. Halle Müftüsü Muhammed Efendi bu mektuba bir reddiye yazarak bozuk fikirlerini çürüttü. Bu mektubu Bağdât âlimleri de tasdik ettiler. Daha sonra hatâ ettiğini anlayan iftirâcı iddiâlarından vazgeçip Mevlânâ Hâlid hazretlerinden özür diledi ve affedildi.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri karşılaştığı güçlükleri hocası Abdullah-ı Dehlevî'ye bir mektupla arz edince, hocası ona yazdığı mektupta şunları buyuruyordu:

"Mektubuma Rahman ve Rahîm olan Allahü teâlânın şerefli ismiyle başlıyorum. Allahü teâlânın sevgili kulu mübârek Mevlânâ Hâlid! Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü. Tepeden tırnağa kadar kusurlu olan bu fakîre, her an ziyâdesi ile gelmekte olan Allahü teâlânın ni’metlerine şükür ve hamd etmek yazıya ve söze sığmaz.

Siz, istifâde etmek isteyenlere yardımcı olunuz. Onlar da emredilen zikir ve diğer vazifeleri yerine getirip, saâdetlerini bunlardan bilsinler. Büyüklerin yolunu inkâr edenlerle görüşmesinler. "Hocana kötülük edenle iyi olursan, köpek senden daha iyidir" sözü meşhûrdur. İmâm-ı Rabbânî hazretlerine i’tirâz edenlerden uzak olunuz. Âlimler ve ârifler söylemişler ve yazmışlardır ki: "İmâm-ı Rabbânî hazretlerini sevenler, mü’min ve müttekîlerdir. Ona buğz edenler münâfık ve şakîlerdir." İslâm memleketleri hazret-i Müceddîd'in feyzleriyle doldu. Ve bütün müslümanlara, hazret-i Müceddîd'in ni’metlerine şükür ve hamd etmek vâcib oldu.

O memleketin âlimleri, şerîfleri ve âmirleri mübârek varlığınızı ni’met bilip sizden istifâde edeler. Size ta’zîm ve hürmette kusur etmeyeler, muhâliflerinize, size sû-i kasd edenlere ve sizi çekemeyenlere ma’ni olalar. Bu fakîr, bunları nasîhat yollu yazdım. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "Din nasîhattir" buyurdu.

Allahü teâlâ, sizi, Şâh-ı Nakşibend'in, Müceddîd-i elf-i sânî'nin ve kalbimin kıblesi Mirzâ Sâhib'in halîfesi etmiştir. Hiç kimse sizin yerinizi alamaz. Sizin eliniz, benim elimdir ve sizi görmek, beni görmektir. O uzak yerden buraya gelmeye kalkmayın. İhtiyâç yüzünü bu tarafa çevirmek ve kalb ile hatırlamak yetişir. Allahü teâlâ kendi rızâsına ve Habîbine uymaya muvaffak eylesin! Âmîn."

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine düşman olan ve karşı çıkanlardan pekçoğu onun güzel ahlâkı ve kerâmetleri karşısında insafa gelip büyüklüğünü kabûl ettilerse de, bâzıları aynı hased ve muhâlefetlerine devâm ettiler.

Âlim ve fazîlet sâhibi olan Şeyh Ali Süveydî, büyük muhaddislerden (hadîs âlimi) idi. Hadîs-i şerîf senedlerinde kuvvetli bilgisi vardı. İmtihân etmek maksadıyla, Mevlânâ Hâlid hazretlerine geldi. Müsâfeha esnâsında bir hadîs-i şerîf okudu. Mevlânâ hazretleri de bir hadîs-i şerîf okuyup oturdular. Aynı zât, Kütüb-i Sitte'de yazılı hadîslerden üç hadîsi senedleri ile, imtihan yollu okudu. Mevlânâ hazretleri de, bu hadîslerin asıl senedlerini sahîh olarak okuyunca, hemen Mevlânâ Hâlid hazretlerinin ellerine kapanıp, kalbine gelen imtihan düşüncesinden tevbe ederek af diledi. Sonradan ilim meclislerinde; "Mevlânâ en büyük velîlerden olup, zâhir ve bâtın ilimlerinde sonsuz bir deniz, biz ise bir damlayız" derdi.

Mevlânâ Hâlid hazretleri, bir gün yolda yürürken bir hıristiyana nazar ve iltifât etti. Hıristiyan, feryâd edip cezbeye kapıldı ve ağlayarak Mevlânâ'nın arkasından yürüdü. Hânekâha girdi. Müslüman oldu. Saâdete kavuşanlara katıldı.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir müddet Allahü telânın emir ve yasaklarını anlattıktan ve talebe yetiştirdikten sonra Süleymaniye'den âile fertlerini ve talebelerinden bir kısmını da berâberine alarak yerleşmek üzere Şam'a gitti. Şam ahâlisi, âlimleri ve idârecileri ona saygı ve iltifât gösterdiler. Şam Vâlisi Abdurrahmân Paşanın oğlu Mahmûd Paşa, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin üstünlüğünü anladı. Uzaktan yakından pekçok kimsenin onun sohbetiyle ve ilim meclisleriyle şereflenmek üzere geldiklerini görerek ona bir mescid ve bir dergâh yaptırdı. Kendisinin ve talebelerinin geçimlerini sağlayabilecek maddî yardımlarda bulundu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri sohbetleriyle insanların dünyâda ve âhirette kurtuluşa ermeleri için gayret etti. Pekçok âlim ve fazîlet sâhibi kimse onun sohbetlerinde bulundu. Şeyh İsmâil Şirvânî, Şeyh Ahmed Eğribozî ve başka zâtlar bunlardandır.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Şam'da bulunduğu sırada Abdülvehhâb es-Sûsî'yi İslâmiyeti anlatmak ve Nakşibendiyye yolunun esaslarını tanıtmak üzere vazîfelendirip gönderdi. Abdülvehhâb es-Sûsî İstanbul'a gidince, kendisini şeyhülislâma kabûl ettirdi. Âlimlerden bir grub büyük vezirler ona bağlandılar. Abdülvehhâb es-Sûsî devlet adamları ve ulemâ ile düşüp kalkması sebebiyle ucb ile kendini beğendi ve kibire kapıldı. Zenginliğe ve dünyâ malına meyletmesi sebebiyle İslâmiyete uygun olmayan hareketler yapmaya başladı. Bu durumu keşif yoluyla anlayan ve habercileri vâsıtasıyla bilgi alan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri mektup yazarak Abdülvehhâb es-Sûsî'yi Şam'a çağırıp tevbe etmesini istedi ve yerine başkasını vazîfelendirip gönderdi. Abdülvehhâb es-Sûsî zâhiren Mevlânâ Hâlid hazretlerine itâat ediyor göründüyse de, gizlice hîleli yollara başvurdu. Fakat Allahü teâlâ Mevlânâ Hâlid hazretlerine onun başvurduğu hîleli yolları bildirdi. Mevlânâ Hâlid efendimiz üç kere mektup yazarak işin hakîkatini İstanbul'daki talebelerine ve sevenlerine bildirdi ve onun tasavvuf yolundan tard edildiğini, sözlerinin dinlenmemesi gerektiğini haber verdi. Bu mektuplardan birinde buyurdu ki: "...Size ma’lûm olsun ki, Abdülvehhâb tarîkat ve şerîat esaslarından pekçok şeyi bozdu. Bu yolda bulunma şerefini de dünyâ leşini almaya vesîle etti, i’tibâr vesîlesi kıldı. İstanbul'da maddî çıkarlara yol açtı. Allah orayı belâdan korusun. Gerek İstanbul'da, gerekse Irak'ta insanların inkârına sebeb oldu. Onun davranışları insanlar arasında vehimlere ve vesveselere yol açtı.

Sizin ona çok ta’zîm edip saygı göstermeniz onun için gurur sebebi oldu. Kendi üzerindeki terbiye haklarını inkâr yoluna gitti. Ondan son derece ters davranışlar ortaya çıktı. İşte anlatılan sebeplerden dolayı ilâhî irâde onun tarîkat yolundan kovulması yolunda tecellî etti. Bâzı sırlarından dolayı, onlar basîret sâhibi olanlara gizli bir şey değildir.

Bu mektup size ulaştıktan sonra onunla muhatap olmayın. Bunun tersine davranırsanız bu silsile büyüklerinin sizinle olan bağları kopar. Kezâ bu fakîrle de bir bağlantınız kalmaz. Sevgi hakkını gözeterek bu mektubu yazdım. Size bir zarar gelmemesi için oradaki ihlâs sâhibi kardeşlerimiz ve sevenlerimiz de bu mektubun muhâtabıdırlar."

Tasavvuf yolundan tard olunan Abdülvehhâb es-Sûsî yaptıklarına pişman olup bir gün Mevlânâ Hâlid hazretlerinin talebelerinden olan Şeyh Yahyâ hazretlerine gelerek elini öptü ve affedilmesi için vâsıta olmasını istedi. Şeyh Yahyâ, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin huzûruna geldi ve Abdülvehhâb'ın affını diledi. Mevlânâ Hâlid hazretleri buyurdular ki: "Bu iş benim elimde olsa affederdim. Fakat Nakşibendiyye silsilesinin sâdâtı (efendileri) onu tarîkat kapısından kovmuşlardır. Şâyet Abdülvehhâb sakalını traş eder, yüzünü siyaha boyayıp bir merkebe ters bir şekilde biner, sokaklarda gezer, kendini teşhir ederse, o zaman belki şeyhlerin rûhâniyeti onu affeder." Bunun üzerine Şeyh Yahyâ; "Üstâdım! Abdülvehhâb nefsine böyle bir iş yükleyemez. İzin veriniz de onun yerine bu işi ben yapayım, Abdülvehhâb affolunsun. Ben kendimi müslümanların hayrı için fedâ ederim" dedi. Onun bu sözlerini dinleyen Mevlânâ Hâlid hazretleri ağlayarak Şeyh Yahyâ ile kucaklaştı. Şeyh Yahyâ dönüp Abdülvehhâb'ın yanına gitti ve dedi ki: "Sen kendinden başka kimseyi kınama, ancak ve sâdece kendini kınayabilirsin." Zâten kötü niyetliliği kendine huy edinmiş olan Abdülvehhâb es-Sûsî, Medîne-i münevvereye giderek Mevlânâ Hâlid hazretlerinin aleyhinde küfre vardıracak iftirâlar ve sözler sarf etti.

Şam fetvâ emîni İbn-i Âbidin hazretleri Mevlânâ Hâlid hazretlerinin sevdiklerindendi. Mevlânâ Hâlid efendimize iftirâ eden azgınlara ve onlara inananlara bir reddiye risâlesi yazı. Bu risâleye de Sell-ül-Hüsâmü'l-Hindî li-Nusreti Mevlânâ Şeyh Hâlid Nakşibendî ismini verdi.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Şam'da bulunduğu sırada, onun büyüklüğünü çekemeyenler, Osmanlı Pâdişâhı Sultan İkinci Mahmûd'a; "Asker ve silâh topluyor, güçlenip devletinize baş kaldırmak istiyor. Ülkeni ondan koruyasın." diye şikâyette bulundular. Sultan İkinci Mahmûd Han hemen büyük âlim Şeyhülislâm Mekkîzâde Mustafa Âsım Efendiyi huzûruna çağırdı. Durumu kendisiyle görüştü. Mustafa Âsım Efendi; "Ey mü’minlerin emîri! Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmin Hucûrat sûresi 6. âyetinde meâlen; "Size fâsığın biri haber getirirse onu iyice araştırın" buyuruyor. Görüşüm odur ki, onun hâlini araştırıp açığa çıkarabilecek güvenilir iki kişiyi bulup yollayınız. Hiç sezdirmeden gitsinler, araştırmalarını yapıp dönsünler."

Bunun üzerine Sultan Mahmûd Han iki kimseye derviş elbisesi giydirip araştırmak için Şam'a gönderdi. Derviş kıyâfetiyle giden kimseler gizlice araştırmaya başladılar. Allahü teâlâ bu kimselerin gelişini Mevlânâ Hâlid hazretlerine ma’nevî olarak bildirdi. Kalbine, kendisine gelen iki misâfire ikrâmda bulunması ilhâm olundu. Derviş kıyâfetindeki bu kimseleri bulduran Mevlânâ Hâlid-iBağdâdî hazretleri onları yemeğe dâvet etti. Yemek hazırlanıncaya kadar da kendi durumunu açıkladı. Kendi evini oda oda onlara gezdirdi. Bu odalarda ev eşyâsı dışında hiçbir şey bulamadılar.

Bu hâlin Mevlânâ Hâlid hazretlerinin kerâmeti olduğunu anlayan o kimseler, saygı ve hürmetle ayaklarına kapandılar. Artık gizleyecek bir şey yoktu. Olan her şeyi açıkladılar. Ona talebe olup tasavvuf yoluna girdiler. Huzûrunda kalıp İstanbul'a dönmek istemediler. Fakat Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Olmaz. En uygunu İstanbul'a dönmenizdir. Hazret-i Sultana durumu anlatırsınız. Verilen görevi tam yerine getirmiş olursunuz. Ancak bundan sonra isteyen buraya döner, isteyen de orada kalır. Bundan sonrası için artık bir günâh yoktur" buyurdu.

Vazîfeli iki kişi Sultan İkinci Mahmûd Han’a dönüp şikâyetlerin asılsız olduğunu bildirdiler. Sultan da aldığı bu haber üzerine Allahü teâlâya hamd etti. Şeyhülislâma da bu teklifinden dolayı teşekkür etti. İki kişiden birini Mevlânâ Hâlid hazretlerinin hizmetine yolladı. O kimse Şam'a gidip senelerce Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin hizmetinde bulundu ve orada vefât edip türbesinin yanına defnedildi.

Sonra Sultan Mahmûd Hanın saray nâzırlarından Mevlevî Hâlet Efendi, Mevlânâ Hâlid'in şöhret ve i’tibârını çekemeyerek, kendisini halîfeye çekiştirdi. "On binlerle adamı vardır. Devlet ve saltanat için tehlikelidir. Ortadan kaldırılması lâzımdır" dedi. Sultan Mahmûd Han; "Din adamlarından devlete zarar gelmez" diyerek sözüne kıymet vermedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bunu işitince, hayır ve selâmetle duâ etti ve; "Hâlet Efendinin işi Pîri Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine havâle olundu. Onu huzûruna çekip cezâsını verecektir" buyurdu. Az zaman sonra Sultan Mahmûd Han Mora İsyânına sebeb olduğu için onu Konya'ya sürdü. Orada îdâm olundu.

(Şeyh Şamil hazretleri gibi yüzlerce evliyanın hocasıdır.)


Mevlânâ Hâlid hazretleri; uzuna yakın boylu, iri yapılı, buğday tenli, burnunun ortası yüksekçe, gözleri iri ve siyah, sakalı sünnete uygun olup, siyahı beyazından fazlaydı. Güleryüzlü, kolları uzunca, geniş göğüslü, vakarlı ve çok heybetliydi.

Birçok peygamberin, âlim ve evliyânın kabrinin bulunduğu Kâsiyûn Dağı eteğindeki kabristana defnedilen Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin kabri üzerine daha sonra türbe yaptırıldı. Bu türbesi sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin dört oğlu vardı. Bunlardan Şihâbüddîn Efendi, babasının sağlığında iken Bağdât dönüşü sırasında Urfa'da vefât etti. Muhammed Behâüddîn ve Abdurrahmân Efendi ismindeki iki oğlu da babalarının vefât ettiği sene tâûn hastalığından Şam'da vefât ettiler. Dördüncü oğlu Necmeddîn Efendi, babasının vefâtından sonra dünyâya geldi. Uzun müddet yaşadı. Onun da iki oğlu olup, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin nesli bunlardan devâm etti.

Ömrünü İslâmiyeti öğrenmek ve öğretmekle geçiren Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri pekçok talebe yetiştirip, İslâm memleketlerine gönderdi. Onun sohbetlerinde ve ilim meclislerinde yetişen âlim ve velîlerden bâzıları şunlardır: Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin medrese arkadaşı Seyyid Abdullah-ı Şemdînî, Şeyh Muhammed Hâfız Urfalı, Şeyh Ahmed Eğribozî, Feyzullah Erzurûmî, Kuzey Afrika'dan gelip feyzlerine kavuşan Şeyh Muhammed Mağribî, Şeyh Seyyid Esad Sadrüddîn, Müftî Hayderî Bağdâdî, Şeyh Abdurrahmân Rûzbehânî, Abdullah Ceselî, Şeyh Muhammed Kudsî Bozkırî, Osman-ı Kürdî Tavîlî, Ubeydullah Hayderî, İbrâhim Fasih Hayderî, Muhammed-i Cedîd, Seyyid Abdülgafûr Efendi, Mûsâ Cûbûrî, İsmâil Enârenî, Abdullah-ı Herâtî, Abdülfettâh-ı Akrî, Abdullah Erzincânî Mekkî, İsmâil Şirvânî, İsmâil Berzencî, Molla Ebû Bekr-i Bağdâdî, Abdülgafûr Kürdî, Muhammed Meczûb İmâdî, Şeyh Hasan Hâfız Kozânî, Şeyh Hâlid-i Cezîrî, Seyyid Tâhâ-i Hakkârî, Ahmed Hatîb Erbilî, İsmâil-i Basrî, Şeyh Yûsuf-i İslâmbolî, Muhammed Hânî Şeyh Fırakî, Tâhir-i Akrî, Şeyh Tekrîtî, Mûsâ Bendenîhî, Âşık-ı Mısrî, Hasan-ı Kudsî, Hüseyin Vâiz Malâtî, Ahmed Hicâr Halebî, Sâlih Kazzâz-ı Dımeşkî, Ahmed Bikâî, Ahmed bin Süleymân Trablûsî Ervâdî, Şeyh Ahmed Tevzeklî, ilim ve fazîlet sâhibi Mücâhid Şeyh Şâmil-i Dağıstânî, Abdurrahîm Bustânî Hamevî, Ahmed Kürdî Zemlikânî, Ahmed Kürdî, Şeyh Ali Palurî, Şeyh İsrâil Ezrâî, Seyyid Muhammed Emîn İbn-i Âbidîn.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin icâzet ve hilâfet verdiği bu zâtlar Mekke, Medîne, Kudüs, Şam, Haleb, Irak, Bağdât, Basra, Kerkük, Erbil, İmâdiye, Cezîre, Şemzîn (Şemdinli), Mardin, Ayıntab, Urfa, Diyarbakır, Anadolu'nun birçok şehirleri, İstanbul, Hindistan, Afganistan, Dağıstan (Kafkasya), Mâverâünnehr, Mısır, Umman, Mağrib, Girit ve diğer İslâm memleketlerine gidip İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattılar. İnsanlar bu zâtların vesîle olmasıyla dünyâ ve âhiret saâdetine kavuştular.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, çeşitli ilimlerde eserler yazdı. Bilhassa İrâde-i Cüz'iyye Risâlesi'nin bir benzeri o zamâna kadar yazılmamıştı. Râbıta Risâlesi'nin birçok şerh, tetimme ve tâlikleri vardır. Hele Fârisî dil ile yazdığı, ince rûhunun terennümlerini bildiren Dîvân'ı, bir şâheserdir. Okuyanlar, zekâsının kuvvetini, görüşünün keskinliğini, aklının üstünlüğünü, kalbinin temizliğini, sanatkârâne üslûbunu, evliyâlıktaki derecesini ve muhabbetinin çokluğunu görür. Eserlerinden biri de İ’tikâdnâme olup bu kitap, Cibrîl hadîs-i şerîfine göre, İslâmın beş şartını ve îmânın altı şartını bildirmektedir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bu eserini Farsça olarak yazıp, İ’tikâdnâme adını verdi. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin kardeşi, büyük velî Mevlânâ Mahmûd Sâhib'in talebelerinden Kemahlı Hâcı Feyzullah Efendi de, bu kitabı Türkçe'ye tercüme ederek, Ferâid-ül-Fevâid ismini verdi. Her müslümanın okuması ve çoluk-çocuğuna okutması gerekli olan bu eser, İhlâs Vakfı yayınları arasında, Herkese Lazım Olan Îmân ismiyle neşredilmiştir. Ayrıca bunun Almanca, Fransızca, İngilizce ve Arapça tercümeleri de yapılarak bastırılmış, İhlâs Vakfı tarafından bütün dünyâya dağıtılmıştır.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin bir de Câliyet-ül-Ekdâr adında, salevât-ı şerîfe kitabı vardır. Okunması, keder ve üzüntüleri giderir. Bundan başka; Cem'ul-Fevâid min Câmi'il-Usûl ve Mecmeu'z-Zevâid, Hayâlî Hâşiyesi, Şerh-ur-Remlî Hâşiyesi, Risâletün fil-İbâde, Arabî ve Fârisî Mektûbât, Risâletün fi Isbât-ır-Râbıta, Risâletün fî Âdâb-il-Mürîd Maaşşeyhihî, Risâletün fit-Tarîk, Makâmât-ı Harîrî Hâşiyesi (tam değil), Zemahşerî'nin Etbâk-üz-Zeheb'i üzerine Fârisî bir şerh, Siyâlkûtî Hâşiyesi, Şerh-i Akâid-i Adudiyye, El-Ikd-ül-Cevherî fil-Farkı Beyne Kesbey il-Mâtürîdî vel-Eş'arî vb.dir.


KERÂMET VE MENKIBELERİ:


Süleymâniye'nin meşhûr âlimlerinden bâzısı, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerini, aklî ve naklî ilimlerin en zor ve ince meseleleri ile mağlub etmek istediler ise de, kendileri yenildiler. Yanlarında câhil gibi kaldılar. Çâresiz kalıp, Irak'ın her bakımdan en büyük âlimi olan ve hüccet-ül-İslâm denen Şeyh Yahyâ Mazûrî İmâdî'ye mektup yazıp; "Süleymâniye âlimleri tarafından, din ve dünyâ ilimlerinin allâmesi, müslümanların hücceti, efendimiz, üstâdımız Yahyâ Mazûrî İmâdî hazretlerinedir. Hak teâlâ müslümanları uzun hayâtınızla bereketlendirsin. Şehrimizde, Hâlid isminde bir zât zuhûr eyledi. Hindistan'a gidip geldikten sonra, vilâyet-i kübrâ ve insanları irşâd dâvâsında bulunuyor. Bu zât, din ilimlerini mükemmel bir sûrette tahsîl ettikten sonra, terk eyledi. Yanlış yollara saptı. Bizler onu ilimde yenemedik. Büyüğümüz sizsiniz! Bu tarafa gelip, yanlışlığını ve zararlarını def edip, onu yenmeniz, üzerinize vâcibdir. Gelmeyecek olursanız, bu fikirleri bütün insanlara ve diğer şehirlere yayılacaktır." dediler.

Bu mektup, Şeyh Yahyâ'nın eline geçince, bâzı talebesi ile birlikte, Süleymâniye yolunu tuttu. Şehre yaklaşınca, bütün âlimler, karşılamağa çıkıp, eline yüz sürüp, herbiri kendi evine dâvet ettiyse de, kabûl etmedi ve; "Bu saatte o zâtla görüşmem lâzımdır" deyip, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin hânekâhına gitti. O devlethâneye girince, Mevlânâ Hâlid hazretleri kalkıp kapıda karşıladı ve müsâfeha ettikten sonra, yanlarına oturttu. Şeyh Yahyâ'nın kalbinde, bir takım ince ve zor meseleler vardı. Bunları sorup imtihan edecekti. Daha ağzını açmadan, hazret-i Mevlânâ, Şeyh'e hitâben; "Din ilimlerinde çok müşkil meseleler vardır. İşte biri şudur ve cevâbı budur; diğeri şudur, cevâbı budur" buyurup, Şeyh'in kalbindeki bütün suâlleri ve cevaplarını söyledi.

Şeyh Yahyâ bu mübârek zâtın evliyânın büyüklerinden olduğunu anladı. Tevbe edip talebelerinden oldu. İftirâcılar bunu duyunca perişân oldular. Mevlânâ hazretleri, Şeyh Yahyâ'yı çok severdi.


EMÂNETİMİZİ VERİN

Hacı Halîl Efendi, Sultan Mahmûd Han’ın saray hizmetçisiydi. Halîl Efendi hacca gitmeye niyet etti. İstanbul'dan Üsküdar'a geçtiğinde, Üsküdar mezârlıklarının içinden bir zât, elinde bir mektup olduğu hâlde hızlı adımlarla ona doğru koşarak geldi ve:

"Aman Hacı Halîl Efendi şu mektubumu al! Lütfen Şam'a vardığınızda, velîlerin önderi, âriflerin büyüğü Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine ver. Buyurduklarını ve mektubu verdiğiniz târihi de unutmayınız. Döndüğünüzde cevâbı alırız" dedi ve yine kabristanlığa doğru yürüyüp uzaklaştı.

Halîl Efendi Şam'a gidip, vâlinin konağına misâfir oldu. O akşam Mevlânâ Hâlid hazretleri, hizmetçisine feneri hazırlamasını emredip, vâlinin konağına gideceklerini bildirdi. Konağı teşriflerinde vâli hürmetle karşılayıp; "Efendim, teşrifinizden çok memnun olduk. Bunun bu gecede olmasının bir hikmeti olsa gerek" dedi. Halîl Efendi de orada idi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bir müddet oturup sonra ayağa kalktılar ve; "Gidelim" buyurdular. Vâli ve Hacı Halîl Efendi de saygıyla kalktı. Mevlânâ Hâlid hazretleri gitmekten vazgeçip durdu. Az sonra tekrar kalktılar. Bu hâl üç defâ tekrar etti. Mevlânâ Hâlid hazretleri son defâ kalktıklarında, Hacı Halîl Efendiye dönerek; "Hacı Halîl Efendi! Bizim sizde bir emânetimiz vardır" buyurdu. Halîl Efendi de; "Efendim böyle bir emânet yoktur" dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri tekrar; "Elbet olacak. Cebinize ve eşyânıza baksanız" buyurdu. Halîl Efendinin hatırına mektup gelmeyince; "Halîl Efendi! Üsküdar kabristanlığından geçerken, şöyle şöyle bir zât size bir mektup vermişti" buyurdu. Hacı Halîl Efendi hatırladı ve derhal mektubu çıkarıp verdi. O zaman Mevlânâ Hâlid hazretleri buyurdu ki: "Hacı Halîl Efendi bizimdir (bizim misâfirimizdir)." Vâli de; "Biz köleniz de Efendimindir" dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri; "O başka" buyurdular ve birkaç defâ; "Hâcı Halîl Efendi bizimdir" buyurunca, Hacı Halîl Efendi: "İnşâallahü teâlâ hacdan sonra efendimizin ayaklarının toprağına yüz sürerim (ziyâret edip misâfir olurum)" dedi. O zaman Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri; "Hacdan sonra gelirseniz bizi bulamazsınız" buyurdu. Hacı Halîl Efendi de; "İnşâallah buluruz" dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Nasîb!" buyurdu. Daha sonra mektubu açıp okudu ve; "Bize hüsn-i zan etmişler. Zannettikleri gibi olsun" buyurdu.

Halîl Efendi hacdan sonra bizi bulamazsınız buyurmasının hikmetini anlayamayıp Hicaz yoluna koyuldu. Mekke-i mükerremeye geldi. Kalabalık bir topluluğun cenâze namazı kıldığını gördü. Onlara; "Ortada cenâze yok. Kimin namazını kılıyorsunuz?" diye sordu. Onlar da: "Şam-ı şerîfte Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri vefât etti. Onun namazını kılıyoruz" cevâbını verdiler. Bu vefât haberini alınca, Halîl Efendi kendine geldi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin kerâmetini anladı. Haccı edâdan sonra, Şam'a oradan da İstanbul'a gitti. Üsküdar'a geldiğinde kabristanlığın kenarında mektubu veren zâtı gördü. O zât Halîl Efendiye; "Efendim! Siz mektubu verdiniz, bizim de işimiz oldu" deyip, kabristanlığa doğru uzaklaştı.

EN SEVGİLİ OLANINIZ

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, bir sohbeti sırasında talebelerine ve sevenlerine buyurdu ki:

"Size önemle sünnet-i seniyyeye yapışmanızı; câhiliye âdetlerinden ve pek aşağı olan bid'atlerden sakınmanızı; gösterişe kapılmamanızı; halktan, bedeni beslemeye çok ehemmiyet verenlere, kendilerinden bir şey beklemek sûretiyle makam ve mevkî sâhipleri ile görüşmeyi terk etmenizi tavsiye ederim. Çünkü bu şekilde onlarla görüşmek, onların lekelendiği şeylerle sizin de lekelenmenize sebeb olur. Yapmak mecburiyetinde olduğunuz iki bozuk işle karşılaştığınızda en hafif olanını yapmak lâzımdır. Devlet reislerine dil uzatmayınız, onların iyilikleri için duâ ediniz. Çünkü onların iyiliği, sizin iyiliğinize vesîle olur. Şunu iyi biliniz ki, sizin bana en sevgiliniz; dünyâ ehline alâkası en az olanınız, başkasına yük olmayanınız, fıkıh ve hadîsle meşgûl olanınızdır."


Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Şam'ın meşhûr semtlerinden Kunvat'ta büyükçe ve geniş bir konak satın aldı. Âilesi ile birlikte oraya yerleşti. Oranın bir kısmını vakıf olarak bağışladı. Konağın yanına bir mescid yaptırdı. Bu mescidde beş vakit namaz cemâatle kılınmaya başladı. İleri gelenlerden ve halktan pekçoğu Mevlânâ Hâlid hazretlerinin cemâat ve sohbetlerine koştu. Vezirler ve devlet adamları onun huzûrunda el pençe divan durdular. Kâfile kâfile gelenler Nakşibendiyye yoluna girip talebesi oldular. Kendisine devletin ileri gelenlerinden mektuplar yazıldı, vâliler ziyâretine koştular. Âlimler ve şâirler üstünlüğünü anlatan eserler ve şiirler yazdılar. Kısaca İslâm dünyâsının her tarafında onun üstünlüğünü ve fazîletini bilmeyen ve kabûl etmeyen kalmadı.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Şam'da kaldığı müddet içinde pekçok yıkık mescidi tâmir ettirdi. İdas Câmii de bunlar arasındadır. Yerleştiği konağın yakın bir yerine bir köy kurdu. Orada halîfeleri ve talebelerinden bir cemâatin kalmasını emretti. O köy halkının dînî terbiyesini ise, halîfelerinden Şeyh İsmâil Enârenî ile Şeyh Ahmed Hatib'e bıraktı. Şuvayka Câmii olarak bilinen Murâdiye Câmii’nde Muhammed Hânî'yi, Sâlihiyye'deki Câmi-i Sâhibe'de Abdülkâdir Dimlanî'yi insanlara İslâmiyeti anlatmakla ve Hatm-i hâcegân yaptırmakla vazîfelendirdi. Kendisi de medresesinde sabahları Şâfiî fıkhı okuttu.

Şam'dayken Kudüs'e giderek Mescid-i Aksâ'yı ve büyüklerin kabirlerini ziyaret etti. Kudüs halkından saygı iltifat gördü. Kudüs'ten Urfa'ya gelerek mübârek makamları ziyâret etti ve insanlara va’z nasihat ederek kurtuluşlarına vesîle oldu. Tekrar Şam'a döndü. 1826 senesi hacca gidişinde berâberinde halîfelerinden ve talebelerinden pekçok kimse de bulundu. Yol boyunca gittiği beldelerin insanlarına da İslâmiyeti anlatan Mevlânâ Hâlid hazretleri hac vazîfesini yerine getirdi. Medîne-i münevvereye giderek sevgili Peygamberimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Mekke-i mükerremede ve Medîne-i münevverede pekçok âlim ve evliyâ zâtlarla karşılaşıp sohbet etti. Aynı sene içinde Şam'a döndü ve vazîfesine devâm etti.

Mevlânâ Hâlid hazretleri hayâtının son senesinde Ramazân-ı şerîf ayının son gününde halîfeleri ve sevenlerine Kudüs'e gitmek istediğini bildirdi. Talebeleri bu habere çok sevindiler. Fakat Şevvâl ayı içerisinde tâûn salgını, vebâ hastalığı ortaya çıktı. Talebeleri; "Kudüs'e gitmenin tam zamânıdır" dediler. Onlara buyurdu ki: "Şimdi üzerinde durduğumuz mesele, tâûna karşı sabırlı olmaktır. Bunun sevâbı, istediğiniz şeyden daha çoktur." Tâûnla şehîd olup gitmenin fazîletinden ve iyiliğinden bahsetti. Tâûndan ölenlerin şehîd olacağı hakkında hadîs-i şerîfleri okuyarak, bu yüksek dereceye kavuşmak istediğini bildirdi.

O sırada birisi gelip; "Efendim duâ edin de bana tâûn bulaşmasın" diye yalvarınca, ona duâ ettiler. O kişi kurtuldu. Kendileri için ise; "Rabbime kavuşmayı istememekten hayâ ederim" buyurdu.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin Muhammed Behâüddîn isimli beş yaşındaki oğlu bu sene tâûn hastalığına tutulup vefât etti. Onun vefâtını haber alınca, buyurdu ki: "Ey Rabbim! Bu musîbete sabır ve genişlik verip, beni sevinçle rızıklandırdın. Önümde rûhunu aldın. İnşâallah yüksek katınızda büyük bir nasîbi olur. Oğlum Behâüddîn mıknatısımızdır. Bizi kendisine çeker. Biz ona uyarız. Vekîlimizdir" buyurdu. Nûrlu yüzlerinde sevinç doğmuştu. Merhum oğluna sabır ve tahammül etmenin fazîletlerini içine alan sohbet ve va’za başladı. Âhirete göç eden bu temiz yavrunun Kâsiyûn Dağındaki bir tepeye defnolunmasını emretti. Bu yere bundan evvel kimse defnolunmamıştı. Şeyh İsmâil ve Şeyh Muhammed Nâsih hazretlerine techiz ve tekfinini emir buyurdu. Cenâze yıkandıktan sonra, müslümanların omuzlarında, adı geçen yere götürüldü. Bizzat Mevlânâ Hâlid hazretleri imâm olup, cenâze namazını kıldırdıktan sonra defneylediler.

Behâüddîn'in vefâtından sonra, diğer oğlu Abdürrahmân da aynı sene içinde tâûndan vefât etti. Abdürrahmân gâyet zekî, merhamet sâhibi, akıllı bir çocuktu. O da defin hazırlıkları bitince Kâsiyûn isimli tepeye, kardeşi Behâüddîn'in mezârının kuzey tarafına defnedildi. Çok kalabalık bir cemâat cenâzesinde bulundu.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, son zamanlarına doğru, yanlarında bulunan emânet kitapları sâhiplerine vermek için ayırmaya başladılar. Bir ara talebelerinden birini gönderip, Şeyh İsmâil Enârenî'yi çağırttı. Ona; "Buradan hiç bir yere çıkmam. Ancak oğlum Behâüddîn'in yanına gitmeyi isterim" buyurdu. Şeyh İsmâil; "Efendim güneşin harâretinden oraya gitmek ve orada oturmak mümkün olmaz" deyince, Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Güneşin harâreti bize zarar vermez" buyurdu. Sonra kütüphânesinin önünde oturdu ve; "Ey İsmâil! Beni dinle, aslâ muhâlefet etme. Vefâtımdan sonra, çoluk-çocuğum, fıkıh kitaplarım, diğer hukûkî işlerim için yerime vasî olarak, İsmâil Enârenî'yi tâyin ettim. Ondan sonra Muhammed Nâsih, sonra Abdülfettâh, ondan sonra da seni seçtim. Malımın üçte birini namaz borcumun iskâtı için ayırın. Bir su sarnıcı inşâ edin. Ben zannederim ki, ümmetin iyi zâtlarından bâzı ihlâs sâhipleri, bu makâmda, sevdiklerimiz için dergâh binâ ederler. Malımın üçte birinden geri kalanı da, kapımızdaki fakir ve yoksullara verilsin. Ölümümden daha büyük bir musîbet size gelmez. Ona karşı sabır ve tahammül gösteriniz. İnsanlarla münâkaşa etmeyiniz" buyurdu.

Şeyh İsmâil de; "Efendim, bugün kalblerimizi hüzün ve kederle doldurdunuz. İnşâallah bu emir gelmez de ömrünüz uzun olur" dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Ey İsmâil! Biz Şam'a ancak ölmek için geldik. Buraya geliş gâyemiz bundan başka bir şey değildir. Cenâb-ı Hak, Beyt-i mukaddesi ve Nebiyy-i zîşânı ziyâreti ve Hâcc-ı ekberi, bize geçmiş senelerde nasîb etti. İnşâallah saâdet-i ebediyyeye nâil oluruz. Başka bir şey istemiyoruz. Bâzı inkârcıların size yapacağı ezâ ve cefâdan korkuyoruz. Bilhassa falan kimsenin ezâ ve cefâsından korkuyoruz. Hak teâlâya yalvararak duâ ediyoruz ki, size eziyet verecek olan o kimse fazla yaşamasın. Çünkü sevdiklerimize iftirâ ederek zahmet verir" buyurdu. Buyurdukları gibi, kendilerinden kısa bir müddet sonra o kimse öldü.

Bir gün Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, Şeyh İsmâil Gazzî'ye buyurdular ki: "Bütün kitaplarımı vakfettim." O esnâda içeriye Şeyh Muhammed Nâsih Efendi girdi ve; "Efendim Seyyid Hüseyin Efendi ve berâberinde bâzı âlim zâtlar, size tâziyeye geldiler" dedi. Daha sonra onları karşılayıp, oturmalarına müsâade ettiler. Oğlu Abdurrahmân için tâziyelerini kabûl etti. Ziyâretçiler gidince, Şeyh İsmâil Efendi de izin alıp ayrılmak istedi. Mevlânâ hazretleri: "Bugün burada kalınız" buyurdu. Sonra da; "İnsanların; "Mevlânâ Hâlid kerâmet izhar ediyor" demelerinden korkmasaydım, bütün arkadaş ve dostlarımla vedâlaşırdım. Bu Cumâ gecesi gideceğimizi zannediyorum" buyurdu. Daha sonra kendisine yemek getirildiğinde; "Bu ve bundan başka yemeklerden yiyemeyeceğim, ölümü isteyen hem de yemek yiyen hiç bir kimse gördünüz mü?" buyurdu. Uzun bir müddet dünyâ yemeklerinden yemedi. Sonra; "Dünyâ yemeklerine doymuş olduğum hâlde, Rabbime kavuşmayı arzu etmem" diyerek, evlâdı ile şakalaşan bir baba gibi, ayaklarını evin içinde yere vurdu. Bundan önce böyle bir hâl kendilerinden görülmemişti. Sonra kitapların bulunduğu yere gitti. Emânet aldığı kitapları sâhiplerine göndermeye başladı. Çoluk-çocuğuna teker teker nasîhat ve vasiyet ederek vedâlaştıktan sonra; "Biz bu Cumâ gidiyoruz" buyurdu. Sonra mescide vardı. İkindi namazını kıldıktan sonra, medresenin olduğu tarafa yöneldi. Kapısına geldiklerinde, sevdiklerinden İsmâil Gazzî'yi yanına çağırıp iltifât etti. Kütüphânesinin önünde oturdu. Önceki vasiyetini ve nasîhatı tekrar etti. Çoluk-çocuğuma hoş nazarla bakınız. Seçtiğim vasîm Şeyh İsmâil Enârenî'dir. Benden sonra irşâd vazifesinde bulunacak seçtiğim talebemdir. Bu husûsu hiç kimse hatırından çıkarmasın." buyurup, İsmâil Gazzî'ye: "Bana kalemi ver, vakıf şartlarını yazayım" buyurdu ve mübârek ellerine kalem alıp; "Bu kitapları Allah için vakfettim. Vakfımın şartları şunlardır" diyerek şartlarını yazdı. Sonunda da; "Bu yazılan şartlarla vakfettiğim kitaplarımın küçük bir tânesini de olsa değiştiren, noksanlaştıran kimseler üzerine; Allah'ın, meleklerinin ve bütün insanların lâneti yağsın" buyurdular. O esnâda talebelerinden olan Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden Seyyid Muhammed Emîn ibni Âbidîn içeri girdi ve bâzı sorular sordu. Mevlânâ Hâlid hazretleri, her soruya cevap verdikten sonra da, hangi kitaplarda olduğunu söyledi ve bu arada; "Şu kitabı getirin" buyurdu. O kitaptaki delîllerini de gösterdi. O zaman İbn-i Âbidîn hazretleri; "Efendim! Dün gece rüyâmda hazret-i Osman'ın vefât etmiş olduğunu gördüm. Çok büyük bir kalabalık oldu. Cenâze namazını ben kıldırdım" diyerek rüyâsını anlattı. Mevlânâ Hâlid hazretleri de; "Ey İbn-i Abidîn! Yakında ben vefât ederim. Sen de kalabalık bir cemâat ile cenâze namazımızı kıldırırsın, çünkü ben, hazret-i Osman'ın evlâdındanım" buyurdu. İbn-i Âbidîn bunu duyunca çok üzüldü ve rüyâsını anlattığına çok pişmân oldu.

Daha sonra Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, sevdiklerine şöyle vasiyette bulundu: "Muhammed aleyhisselâmın sünnetine uyunuz. Üzerinde bulunduğumuz doğru yol üzere olunuz. Karşılaşacağınız güçlüklere sabr ve tahammül gösteriniz. Bizim vefâtımızdan daha büyük musîbet size ulaşmaz. Şekil ve şemâilimi sayarak, bağırıp çağırarak ağlamak sûreti ile, rûhuma zahmet vermeyiniz. Etrafa mektuplar yazarak, vefâtıma hiçbir kimsenin üzülmemesini ve ağlamamasını tenbih ediniz. Beni seven ve bana muhabbet eden, Allah rızâsı için kurban kesip sevâbını benim rûhuma göndersin. Rûhuma Kur'ân-ı kerîm ve Fâtihalar, kıymetli duâlar göndersin. Benim için iyiliklerde bulununuz. Sadaka veriniz. Sizi bize yaklaştıracak işler işleyiniz. Ömrümüz elliye ulaşmıştır. Otuz beş senelik farzları iskat edersiniz. Ömrümüzde kuşluk ve teheccüd namazlarını diğer beş vakit farz namazlar gibi hiç terk etmedik. Ey İsmâil, talebe ve arkadaşlarımın kıymetini biliyorsun. Onlara sıkıntı verecek şeylerden sakın. Zannederim ki, yakın zamanda talebelerim için bir dergâh inşâ edilir."

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bu nasîhatleri yaptığında, sıhhatleri ve âfiyetleri yerindeydi. Sonra evlerine girdiler. Uzun zaman evden çıkmadıkları görülünce, talebeler, evinin hizmetçisinden haber sorup, içeri girmek ve mübârek cemâlini görmek arzularını bildirdiler. İçeri girmemeleri hakkında haber gelince, talebeleri bir hüzün ve elem kapladı. Bir daha yanlarına girmemek şartı ile tekrar izin istediler. O zaman içeri girilmesine müsâade ettiler. İsmâil Efendi berâberlerinde olduğu hâlde, yirmi kişi huzûrlarına girip, ziyârette bulundular. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, sağ yanlarına yatmış bir vaziyette murâkabe hâlindeydi. Hâl ve hatırları sorulunca, teşekkür ve iltifât olarak gözlerini açıp, fazla kalmamalarını ve fazla konuşmamalarını işâret ettiler. Talebelerinden İsmâil Efendi; "Efendim zât-ı âlîleriniz su isterler mi?" dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri hâl ile; "Dünyâ ve içindekilerden vazgeçtim. Şu anda Hak ile meşgûlüm" demek istediler. Bu hâllere şâhid olanların hepsi, mübârek ellerini öpüp, titreyerek ve büyük bir şaşkınlık içinde dışarı çıktılar. Dışarıda başka talebeler ve sevenleri, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin hâlinin nasıl olduğunu haber almak için bekleşiyorlardı. Onlara gördüklerini anlattılar.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, o gece yatsıdan sonra çoluk-çocuğunu yanlarına çağırdılar. Onlara hitâben; "Hepinize hakkımı helâl ettim. Birbirinizden ayrılmayınız. Vefâtınıza kadar bu evde kalınız" buyurdular. Abdest alıp bir mikdâr namaz kıldıktan sonra; "Şu anda tâûna tutuldum" buyurdular. Mübârek yüzleri sarardı. Sabahleyin de çoluk-çocuğuna dönerek tekrar; "Bundan sonra beni meşgûl edip benden bir şey istemeyiniz. Bir şey isterseniz vekîlimden isteyiniz. Beni Hak'la meşgûl olmaktan alıkoymayınız. Hiçbir kimse ile sohbet etmek istemiyorum. Rabbim ile meşgûlüm. Yanımda hiç kimse bulunmasın." Göz uçları ile kıbleye yönelip sağ yanı üzere yatarak, murâkabe ve Allahü teâlânın kudretini tefekkürle meşgûl olmaya başladı. Hastalığının şiddetinden; "Ah! vah!" gibi sesler aslâ duyulmayıp, her a’zâsından, hattâ mübârek saçlarından Hakkın zikrinin belirtileri görülüyordu. 1826 (H. 1242) senesi Şevvâl ayının yirmi altıncı günü müezzin ezân okumağa başladığında, Mevlânâ Hâlid hazretleri Fecr sûresinin son âyetlerini okudu. Meâlen; "(Sonra Allah mü’min kimselere şöyle buyurur):"Ey (îmânda sebât gösteren Allah'ı anmakta huzûra kavuşan) mutmainne olan nefs, dön rabbine (Cennet'le sana hazırladığı ni’metlere) sen O'ndan (sana verdiklerinden ötürü) râzı, O da senden (îmânın sebebiyle) râzı olarak. Haydi gir (sâlih) kullarımın içine. Gir Cennet'ime." Bu âyet-i kerîmeleri okuyup bitirdikten sonra, mübârek rûhları Cennet-i âlâya uçtu ve Allahü teâlâya kavuştu.

Kapısında bulunan âbidler, talebeleri, sevdikleri, vefâtlarını işitince, müteessir olarak kendilerinden geçtiler. Talebelerinden İsmâil Efendi, oradakilere; "Evliyânın vefâtı, bir evden öteki eve gidişi gibidir" hadîs-i şerifini naklederek, nasîhatte bulundu. Talebelerinin önde gelenlerinden İsmâil Efendi, Muhammed Nâsih, Ahmed Efendi, Ahmed Mekkî Efendi, Muhammed Sâlih Efendi ve Şeyh Abdülkâdir Efendi berâberce Mevlânâ Hâlid hazretlerinin vefât ettiği odasına girdiler. Onu sâf ve temiz bir şekilde görünce, mübârek ayaklarından öpüp gözyaşı döktüler. Daha sonra Şeyh İsmâil Efendi; "Kendimi, öldükten sonra dirileceğimiz yer olan haşr meydanında sanmıştım. Mevlânâ Hâlid Efendimizin yüzleri, gözleri kamaştıracak derecede nûrluydu. Her hâli ile nûr saçışları, velîliğine işâret ediyordu" dedi. Şeyh İsmâil sözlerine devamla; "Elini öptüğüm zaman, mübârek terlerinin misk gibi koktuğuna şâhid oldum. Böyle hoş koku şimdiye kadar koklamış değildim. O güzel kokuyu yüzüme ve gözüme sürmeye başlamıştım. Cân ve gönlüm, şeker lezzeti bularak hayat buldu" diyerek o günkü hâllerini anlattı.

Cenâze namazını, talebesi olmakla şereflenen ve; "Beş vakit namazda Ettehıyyâtü okurken Resûlullah efendimizi baş gözüyle görmezsem, o namazımı iâde ederim" diyen, Hanefî mezhebinde büyük fıkıh âlimi Seyyid Muhammed Emîn İbn-i Âbidîn kıldırdı.