İslam’da cezanın keyfiyeti nedir? İlk hapishane ne zaman inşa edildi? Cezanın infazı bir şekle tabi midir?

İslam’da cezanın keyfiyeti nedir? İlk hapishane ne zaman inşa edildi? Cezanın infazı bir şekle tabi midir? 


Ankara eski savcılarından Baha Arıkan Beyin İslam Ceza Hukuku ile alakalı tevcih ettiği bır kısım suale karşılık Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri tarafından verilen cevapları istifadenize sunuyoruz:


Sual 1: İslamiyette daha doğrusu İslam felsefesinde ceza fikri ne suretle doğmuş,ne suretle telakki edilmiştir.?


Cevap:”İslamiyette daha doğrusu İslam felsefesinde”ibaresi yerine ulûm ve mearife-i İslamiye tabiri vardır.Felsefe mevhumatı mütehayyileden ibarettir.İslamda bu yoktur.Ceza fikri değil, ceza emri Cenab-ı Hak tarafından inzal buyrulan kütüb-ü semaviyyede musarrahtır.Bu ceza,fikri beşerinin, bir insanın, bir mahlukun nazariyyelerinden doğma bir şey değildir.Bir hükm-i ilahidir.


Sual 2:Müctehid imamlar arasında ceza verme hakkı üzerinde münakaşalar cereyan etmişmidir?


Cevab:Ceza vermek hususunda müctehidler meyanında münakaşa yoktur.Zira ceza Allah’ın emrine müstenittir.Evamir-i ilahiye münakaşa kabul etmez,imamların ihtilafına münakaşa denilmez.


Sual 3:Borçlunun hapsi ile suçlunun hapsi arasında İslam hukuku bir fark gözetmiş midir? Nelerdir?


Cevap:Borçlunun hapsi borçtan dolayı değil,vadesi geldiği,ödeme gücü olduğu halde alacaklıya ödememek suretiyle alacaklıya yaptığı zulum sebebiyledir.

Zulüm da suçtur.Demek oluyor ki borçlunun hapsi ile mücrimin hapsi ayrı ayrı şeyler değildir.İkisi de aynı şeydir.Hapsin miktar ve keyfiyeti muazzire aiddir.Ta’zir ise müslümanların amirinin ve yetkili kılınan kişinin vazifesidir.


Sual 4:İslam Hukukunda ilk hapishane ne zaman başlamıştır?


Cevap:Hapishane değil ilk hapis Adem Aleyhisselam zamanında başlamıştır.Hapsetmek;durmak,

ihtilattan,istifadeden men etmek demektir. Ne zaman ki Allahu Teala dur diye emretti,buna tabi olduklarından kendilerini hapsettiler.Bu itaat ve inkıyattan dolayı o zamanlar duvar çevirmeye

oda yapmaya,hücre ve binaya lüzum yoktu.Peygamber  aleyhissalatu vesselam zamanında Kaab bin Zübeyr bir cürümde bulundular ve bu sebeple efendimiz O’nu ihtilattan men ettiler.İlk hapishane Ebu Bekir Sıddık radıyallâhu anh zamanında başlamıştır. Resulullah mücrimi bir yerde bekletir kimseyi görüştürmezdi.O zamandan beri hapis umuru diniyeden oldu.Zaman içinde itaat ve inliyadı ilahi azaldı. Binnetice teşdidat ta çoğaldı.

Hapishaneler de ol vakitler yapıldı. 


Sual 5: Verilen cezaların infazı bir takım merasime tabi midir?


Cevap: Bunların hiçbiri merasime tabi değildir.Ancak kısas gibi hudûd-ı şer’iyenin icrasına bir takım insanların bulunması ibret ve hakimin adil olduğuna ve hükmün doğru olduğuna delalet etmek için lazımdır.

Seyyid-ül İstiğfar Duası

İnsan akşama girerken bu duayı okuduğu zaman o gece ölürse cennet ehlinden olur.Bu duayı sabaha girerken okuduğu zaman da o günde ölürse, o da cennet ehlindendir.”

(Buhari, Deavat: 15, 7/150; Ebu Davud No: 5070; İbni Mace No: 3872)

Basit bir meseledir

Hac farizasını eda etmek için yola çıkan Seyyid Fehim Arvasi kuddise sirruhu güzergahında bulunan Câmi-ül-Ezher Medresesine uğrayıp bir odaya girdiler.Odada  etrâfında çok sayıda kitaplar ve önünde bir kağıt olduğu halde bir zatın oturduğunu gördüler.Âlim, kitaplara bakıyor fakat önündeki kağıda bir şey yazamıyordu. Zat, başını kaldırıp; "Sizin okumanız var mıdır?" diye sordu. Seyyid Fehim hazretleri ilimle bir miktar meşgul olduğunu bildirdi.Zat; "Siz bu kağıttaki yazının manasını bilir misiniz?"dedi. "Evet" cevabını alınca, hayret etti ve; "Hayret! Câmiü'l-Ezher Medresesi (Üniversitesi) bütün şubeleri (fakülteleri) ile bir haftadan beri bu meselenin halli için tatil edildi.Reisü'l-ulema başta olmak üzere bütün âlimler gece-gündüz çalışmaktadır. Bu yazının mana ve mefhumunu anlamaktan aciz kaldı" dedi. Seyyid Fehim hazretleri; "Basit bir meseledir" buyurunca, zat daha çok hayret etti.


Seyyid Fehim hazretleri anlaşılamayan meseleyi izah etmeye başladı. Hayretler vâdisinde dolaşan zat, saygıyla kalkıp elini öptükten sonra, hemen kağıt kalem alıp Fehim-i Arvasi hazretlerinin izahını yazdı.Adresini alarak tekrar ellerini öptü ve ayrıldı.Seyyid Fehim hazretleri de Hacı Ömer Efendiyle birlikte kiraladıkları eve döndü.


Bir müddet sonra Câmiu'l-Ezher Medresesi Reisü'l-ulemâsının (rektörü) gönderdiği dört âlim çıkageldi. Reisü'l-ulemâ tarafından Câmiu'l-Ezhere davet edildiğini ifade ettiler.Seyyid Fehim hazretleri daveti kabul buyurup, gitti.Büyük bir salonda Reisü'l-ulemâ başta olmak üzere beş yüze yakın âlim büyük bir saygı ile kendisini karşıladılar.Seyyid Fehim hazretleriyle Reisü'l-ulemâ yan yana oturdular. Reisü'l-ulemâ, Seyyid Fehim hazretlerine; "Efendi hazretleri! Tam istenen şekilde açıkladığınız mesele, Câmiü'l-Ezherce müşkil ve manası anlaşılamayan bir mesele hâline gelmişti.Cenab-ı Hakk'ın yardımıyla bu müşkilâttan bizleri kurtardınız. Câmiü'l-Ezher size sonsuz şükrân borçludur" dedi.Birçok müşkil meselelerin halledildiği sualli cevaplı sohbet, saatlerce devam etti. Bu sırada Seyyid Fehim hazretleri, yanındaki Hacı Ömer Efendiden tütün çubuğunu doldurmasını ve yakmasını istedi. Hacı Ömer Efendinin hazırladığı çubuktan birkaç nefes çekip yerine koydu. Reisü'l-ulemâ, Seyyid Fehim hazretlerinden müsaade isteyip; "Birkaç nefes de ben çekebilir miyim?" dedi. Seyyid Fehim hazretleri müsaade ettikten sonra birkaç nefes de Reisü'l-ulemâ çekti. Fakat bu sırada salondaki âlimler arasında fısıltılar başladı. İki âlim gelerek Reisü'l-ulemâ'ya; "Efendim tütün içmenin kesin haram olduğuna dair dört fetva vermiştiniz. Şimdi içiyorsunuz, hikmeti nedir?" diye sordular. Reisü'l-ulemâ cevaben; "Yemin ederim ki bizim ilmimiz bu zatın ilmi yanında denizde bir damla gibidir. Verâ ve takvamız da bu zatın verâ ve takvâsı yanında yok gibidir.Demek ki yanılmışım. Haram değilmiş. Haram ve günah olsaydı, bu zat ağzına koyar mıydı? Siz serbestsiniz. Benden haram olduğunu duyan herkese haram olmadığını duyurunuz" dedi.


Vefat ettiği günün ikindi namazını oturarak kılan Seyyid Fehim hazretlerinin mübarek vücutları secdeden mübarek başını kaldıramayacak derecede zayıflamıştı. Oğlu Seyyid Muhammed Emin Efendinin yardımıyla başını secdeden kaldırabiliyordu.O sırada renk renk, çeşit çeşit kuşlar geldiler, havada sıra sıra durarak herkesin hissettiği şekilde hüzünlerini izhâr ettiler. O esnada gaybdan bir ses; 

Yâ eyyetühennefsü'l-mutmeinneh." âyet-i kerimesini sonuna kadar okudu.Secdeden başını kaldırıp "Er-Refiku'l-a'lâ" dedikten ve sesli bir kelime-i tevhidden sonra 1895 senesi Şevval ayının on beşinci salı günü ruhlarını teslim ettiler.

Burada devamlı rahat arayan kimse ahmaktır

 Cennete götüren vasıta

İslam âlimlerinin en büyüklerinden Seyyid Abdülhakim-i Arvasi “kuddise sirruh” hazretleri, bir sohbetinde;

- İnsan uzak bir yere gitmek için bir arabaya, bir vasıtaya biner, öyle değil mi? diye sordu.


- Evet efendim, dediler.

- Cennete gitmek için de bir vasıta lazım elbette.


Merak ettiler:

- O nedir ki efendim?

- O vasıta, Ehl-i sünnet âlimleridir. Evliyaullahtır. Bu zatlardan birisine rastlamak en büyük nimettir.


Şöyle devam etti:

- Allahü teâlâ, bir kuluna, sevdiği bir kulunu, mesela Ehl-i sünnet âlimlerinden birini tanıştırır ve onu sevdirirse, ona her şeyi vermiş demektir.


- Neden efendim?

- Çünkü o zatın sohbetinden veya kitaplarından imanı öğrenir, Ehl-i sünnet itikadını öğrenir, ibadetleri öğrenir. Bunlar ise onu sonsuz Cennet nimetlerine kavuşturur.


Mümin namaza durunca…


Bir gün de sohbetinde;

- İnşallah Allahü teâlâ ruhumuzu namazda alır, diye bir temennide bulundu.


Sordular:

- Neden efendim?

- Mümin namaza durunca Cennetin kapıları onun için açılır, buyurdu. Ne güzel işte. Kapılar hazır açılmışken doğru Cennete gider.


Şöyle devam etti:

- Bu dünya çalışmak yeridir. Burada devamlı rahat arayan kimse ahmaktır. Çünkü bu dünya imtihan yeridir. Ahireti kazanmak için tarladır. Bu ömür, tohum ekme zamanıdır. Hasat öbür tarafta biçilecektir.

Vaktinizi telef edenlerden uzaklaşın

 Size hevâlariyle galip gelecek neticede sizi yiyecek olan topluluklarla sohbet etmeyin! Vaktinizi telef edenlerden uzaklaşın.


(Ubeydullah Ahrar kuddise sirruhu)

Hazreti Hâlid’i görmek ister misin?

 Seyyid Abdülhakîm Arvasi Hazretleri bir cuma namazını müteakip Hâlid Bin Zeyd yani Eyyub Sultan Hazretleri'nin kabr-i şerifini ziyaret etti.

Müridlerinden Abdülkâdir Efendi de beraberlerinde idi.O gün Seyyid Abdülhakîm Efendi Hazretleri inbisat hâlinde idi.Abdülkadir Efendi'ye, "Hazreti Hâlid’i görmek ister misin?" buyurdu.Abdülkâdir Efendi "âh keşke," dedi. "Otur, dizini dizime değdir ve gözlerini yum" buyurdu.Abdülkâdir Efendi öyle yaptı.Bir de ne görsün? Eba Eyyub-ül Ensari kabrinden aslî hey'eti üzere çıktı.Güzel yüzlü, seyrek sakallı,uzunca boylu idi. Seyyid Abdülhakim Efendi ile konuşuyordu. 

Bu hal uzun sürdü. Seyyid Abdülhakîm Efendi: "Haydi, kalk gidelim" buyurduğu zaman müezzin ikindi ezanını okumakta idi.


[Rivayet edilen odur ki Abdülhakim Arvasi hazretleri demirle çevrili iş bu yerde dua ederlermiş.]

NEFSİN ÜMİDİNİ KESMEK

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ - 476

Şeyh Bayezid-i Bestamî rahmetullahi aleyh, tâlipliği döneminde bir gün mescide girip ve iki rekât namaz kılmak ister. Tam ALLAHU EKBER diyerek namaza duracağı sırada, şeyhinin de aynı mescitte bulunduğunu fark etti ve kendi kendisine:  

— Şu namazımı huşû ile kılayım, şeyhim de görsün, düşüncesi ile kendisine ayrıca bir çeki düzen verir. Namazı bitirdikten sonra, şeyhinden takdir yerine şu tekdiri işitir:  

— “Ey riyakâr Bayezid, git, yedi yıllık namazını iade et, riyâ ile namaz kılanların namazlarını Hak teâlâ geri çevirir” der.  


Bayezid-i Bestamî, yedi yıl tazarrû ve niyaz eyledi, çalıştı ve çabaladı ve ancak ondan sonra kendisini riyakârlar defterinden sildirebildi.  


Ey dertsiz: Sen ise, amellerini her gün halka arz eder, dinini dünyaya satar durursun. Acaba, halinin ne olacağını hiç düşünür müsün? Bak, Bayezid-i Bestamî'nin şeyhinin huzurunda kıldığı iki rekât namaz yüzünden başına gelenleri gördün mü? Huşû ile kılayım derken, tamam yedi yıllık namazları red olundu.  


Ey mürâi ko riyayı, sıdk ile ihlâsa gel;  

Kır riyâ leşkerlerin ihlâs kılıcın al ele... 


Sultan-ül-ârifiyn Bayezid-i Bestamî, bir gün nafile oruç tutmuştu. İkindiye doğru orucunu bozdu. Ağzında bir tane kuru üzüm çiğniyordu. Ancak nefsine de şöyle diyordu:  

— Ne sana olsun ne bana!  Nefsi feryat edip sızlandı:  

— Beni mahrum ve zararlı ettin.  

Meşâyihten birisi, bir yudum su içti ve sakaya yüz altın sadaka verdi. Verdiğine de hiç üzülmedi. Ancak, nefsi:  

— Allah yoluna bir günde bu kadar altın verdin, deyince:  

— Yüz altın verdik ama o da bize bir yudum su verdi, içtik. Bu da onun karşılığı oldu, dedi ve nefsine hiç minnet etmedi.  


Oysa, sen bir fakire beş akçe versen, o kadar minnet edersin ki, o fakir incinir. Rastladığın yerde sana hürmet göstermezse: (Yazık, yazık.. Bu fakir hiç iyilik bilmez. Kendisine bu kadar sadaka verdik, bize bir selâm bile vermiyor.) diye yaptığın işi o kadar beğenir ve kendine öyle ümit verirsin ki, âdeta şeytan olursun. Halbuki, âşıklar amel ettikleri zaman nefislerinin ümidini keserler ki, riyalı amelle kendilerini görüp şeytan olmasınlar ve amelleri de hebâ olup gitmesin.  


Sultan-ül-âşıkiyn ve burhan-ül-ârifiyn Bayezid-i Bestamî (Rahmetullahi aleyh) elli haccının sevabını, mısır unu ile yapılmış pideye sattı ve pideyi de bir köpeğe yedirdi. Bütün amellerinden feragat eyledi. İşte, nefsin ümidini kesmek böyle olur. 


Ebû Süleyman-ı Dârânî, müritlerinden birisine misafir oldu. Yemek vakti olup sofra kurulunca, ev sahibi karısına seslendi:  

— Hatun, şeyhimin yiyeceği yemeği, Mekke-i Mükerremeden son defa gittiğimde getirdiğim tabağa koy. Sakın, bundan önce gittiğimde getirdiğim tabağa koyma! deyince, Hazret-i şeyh dayanamadı:  

— Ey riyakâr! dedi. O iki haccın da bâtıl oldu. Var yine haccet, o iki haccından hiç sevap umma!  


Bundan da anlaşılıyor ki, farz olan amellere de riyâ karışabiliyormuş, dile getirmek ve söylemek iyi değilmiş. Zira, o kişinin biri farz ve diğeri nafile olan iki haccının da bâtıl olduğunu böylelikle bizler de öğrenmiş ve anlamış olduk.  


Sultan-ı Enbiyâ sallallâhu ve sellem efendimiz: “İyi amellerde, gururlanmaktan Allahu teâlâya sığınırım, buyurmuşlardır.”  


Ey kardeş:  Ne diyeyim? Sen, kendine ne hac bırakırsın, ne namaz bırakırsın, ne oruç bırakırsın, ne niyaz bırakırsın, ne de sadaka bırakırsın. Bir sözle hepsini feda edersin, gider.  


Şeyh Safi kuddise sirruh ne güzel buyurmuştur:  


Minnet beklenen ekmeğin olur mu hiç değeri?  

Taş üstüne tohum eken, eli böğründe kalır;  

Minnet lokmaları ateş gibi yakar ciğeri,  

Hak rızası için veren, ecrini Haktan alır.  


Kişi, yaptığı hayır ve hasenatı, ibadet ve tâati unutması gerekir. Zira, gönüldeki dile gelince, minnet düşer ki, iyi değildir. Minnet dedimse, yalnız başkasına minnet değildir. Kişinin, kendi kendisine minneti de minnettir. Bundan dolayı, âşıklar riyâ olmaması için nefislerinin ümitlerini keserler. Riya denilen şey, nereye uğrarsa bütün amelleri bâtıl eder.  


Bu sebeple, amelleri riyâdan korumak ve kurtarmak ve riyâdan çok korkmak gerekir. Nitekim, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: “Beni, sizin için en çok korkutan şey, küçük şirke düşmeniz korkusudur, buyurmuşlardır.”  


Bir diğer hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur: “Hak teâlâ, kullarının amellerinin karşılığını verirken, bazılarına: (Amellerinizi göstererek riyâlandığınız kimselere gidin, size bu amellerinizin karşılığını onlar versinler. Benim katımda, bu amellerinizin hayrı ve sevabı yoktur.) Buyuracaktır.” (Ne’ûzü billah)  


Riyâ ile amel işleyenler, mahşer günü o amelleri için karşılık istedikleri zaman Hak teâlâ onlara şöyle buyuracaktır: “Ey Riyakâr Ben, sana o amelinin karşılığını vermedim mi? Meclislere gidince, sana hürmet ve izzet etmediler mi? Baş köşelere oturtup, türlü nimetler ikram etmediler mi? Alımda, satımda sana saygı ve güven göstermediler mi? Bütün bunlar, senin ibadetinin karşılığı idi. Zira, senin o ibadet ve tâ’atten maksadın da halk içinde itibar bulmak değil miydi? 


İşte, muradın hasıl oldu. Sûfi lik eyledinse, şeyh oldun. Baş köşelerde oturdun, izzet ve ikramlar gördün. Herkes, senin ellerini öptüler, sana hizmetler ettiler. Müderris oldun, ilim okuttun, hikmetler söyledin. Sana verdiğim o ilmi, götürüp âciz ve günahkâr âdemoğullarının kapılarına bıraktın ve karşılığında izzet ve hürmet istedin. Sana verdiğim ilimle amel ederek, horluk ve miskinlikle benim katıma gelmedin. Şimdi ey mürâi! Sen ecrini dünyada iken aldın, buraya bir şey bırakmadın. Şimdi senin yerin cehennemdir.  

Hakkın bu iradesi üzerine zebaniler onu alır ve cehenneme atarlar. 


Ne büyük zarara uğramaktır bu riyâ zararı...  

Ne müşkül olur bu riyâ âfeti... 

Ne zehirli lezzet olur, bu riyâ lezzeti !..  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumî Hazretleri)

İnsanlar altın ve gümüş biriktirip hazine edindiğinde, siz şu duayı hazine edinin

 Resûlullah sallâllahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken işittim:


“İnsanlar altın ve gümüş biriktirip hazine edindiğinde, siz şu duayı hazine edinin:


Allah’ım!  Senden her işte istikrar ve doğru yolda kararlılık ihsan etmeni diliyorum.


Nimetine şükretmeyi ve sana güzelce kulluk etmeyi nasip eylemeni diliyorum.


Senden temiz ve huzurlu bir kalp ve doğru sözlü bir dil lütfetmeni niyaz ediyorum.


Bildiğin bütün hayırlardan ihsan eylemeni ve bildiğin bütün şerlerden Sana sığınmayı diliyorum.


Bütün kusurlarım için bağışlanma diliyorum. Şüphesiz gaybı en iyi bilen Sensin.”


(Ahmed b. Hanbel, Müsned, 17114)

Bu dünyada lezzet namına ne kaldı?

 "Bu dünyada lezzet namına ne kaldı? sorusuna 

Muhammed b. Münkedir

 (ö. 131/748)  şöyle cevap vermiş:


- Dostların ihtiyaçlarını gidermek


- İnsanların kalplerine sevinç yerleştirmek


- Mahzun birinin gamını gidermek


(Tarih-u Medinet-i Dımaşk

İbn Asakir )

Aşçı Yahya Baba Hazretleri


“Vücudunu gıdayla besleyen, şeklen pehlivan olur. Ruhunu Allahü Teâlâ’nın aşkı ile dolduran, gönülden evliya olur. Helal lokma ibadet ettirir, haram lokma kötü yola sevk ettirir. Sizin karnınız toksa, hüner başka açları görmektir.” buyururdu Aşçı Yahya Baba

Aşçı Yahya Baba, Edirne evliyâsındandır. II. Bâyezîd Hân zamanında, Bâyezid Külliyesi’nin aşçılarındandı... Bu mübârek zat, pilavıyla meşhurdur... Besmeleyle başlar ve pirinçleri salevat getire getire ayıklar, yağını tekbirlerle eritir, suyunu Fatihalarla salardı. Zaman zaman gözünü yumar, enbiyayı, evliyayı aracı yapar, Allah’tan bereket arzulardı...


Onun pilavı herkese yeter de artardı. Ancak o tek pirinç tanesine bile kıyamaz; artanı Tunca Nehrine atardı. Balıklar onun geleceği saati bilir, köprü başında toplanırdı...


Kilerci, bakar ki pilav artıyor; pirinci kendisine az vermeye başlar. Ama Yahya Baba bir kere bile “Bu pirinç yeter mi?” demez. Kilerci şaşkındır. Her gün pirinç miktarını biraz daha kısar ama pişen pilavın miktarında hiç azalmaz olmaz... Yine herkes doyar, Tunca’nın balıkları bile nasibini alırlar. Kilerci, bunu izah edecek tek kelime bilir: “Bu bir keramet!” Evet, evet bu bir keramettir...


Çok dener ve emin olunca Pâdişaha çıkar ve;


-Bu Yahya Baba boş adam değil Sultanım, der.


Bâyezîd-i Velî gönül ehlidir ve aşçı ile tanışmak ister. Kilerci ile bir plan yaparlar. O gün Yahya Baba’ya çok az pirinç verilir. O her zamanki gibi okur, âlemlerin Rabbi’nden Halil İbrahim bereketi diler. Pilavı çok lezzetli olur, üstelik kazanlara sığmaz. Yahya Baba artanları yine yüklenir, Tunca’nın yolunu tutar. Tam kepçeyi daldırıp balıklara atarken Padişah ortaya çıkar ve;


-Ne oluyor bre! Yoksa devlet malını israf mı edersin? der...


Yahya Baba tutulur kalır. Ancak balıklar su üstünden yukarılara sıçrayıp, anlaşılır bir dille şöyle seslenirler:


-Ey koca Sultan! Osmanlı gibi bir devletin Padişahısın! Şuncağız artığı bize çok mu görüyorsun?


Yahya Baba öylesine mahçup olur ki, anlatılamaz. O anda secdeye kapanır, Allah’a sığınır. Bâyezîd-i Velî onun kalkmasını bekler, ama nafile!.. Çünkü sırrı ifşa olduğundan, mübarek çoktan rûhunu teslim etmiştir...


Evet, onun büyüklüğünü anlayamayanlar, yaptıklarına çok pişmân olurlar. Cenâze namazını kılıp, Bâyezid Külliyesi’nin bahçesine defnederler mübareği..

Büyükler kusurları affederler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Eshâb-ı kirâm*’ın, çok üstünlükleri var. Çok *Meziyet*’leri var, çok *Kıymetli* insanlar. Allahü teâlâ onları, Kur’ân-ı kerimde, *Sûre-i Feth*’in son âyetinde methediyor: 


Ve Kur’ân-ı kerîmde; *Onlar, kâfirlere karşı çok sertdiler, ama birbirlerini çok seviyorlardı!* buyuruyor. 


*Ruhamâü beynehüm!* Yâni onlar, birbirlerine karşı çok merhametliydiler. Birbirlerini çok seviyorlardı. 


Demek ki; bizim de, Peygamberimizin *Ümmeti* olarak, en birinci *Vasf*’ımız, birbirimizi çok *Sevmemiz* olmalıdır. Neden? 


Çünkü *Eshâb-ı kirâm* efendilerimiz, Peygamber Efendimizin vefâtından sonra, *Sık sık* birbirlerinin evine *Ziyâret*’e gider ve; 


*Gel kardeşim, biraz Peygamber Efendimiz’den bahsedelim de îmân’ımız tâzelensin!* derlermiş. 


Bunlar, yâni *Eshâb-ı kirâm*, müctehidlerin *İlk*’leri, evliyâların *Şâh*’ı, âlimlerin *Âlâ*’sı, yâni her bakımdan *Kemâl*’de olan insanlardır. Birbirlerine diyorlardı ki: 


Hazret-i Peygamberin *Vefât*’ından sonra *Kalp*’lerimiz kararabilir. Gel biraz oturalım, Ondan bahsedelim, bir iki *Salevât-ı şerîfe* okuyalım, Onun hayâtından konuşalım da *Îmân*’ımız *Tâze*’lensin.


*Eshâb-ı kirâm* böyle derse, bizim gibi *Zavallı*’lara ne demek düşer? Cenâb-ı Hak, hepimizi, o *Büyük*’lerin şefâatine kavuşdursun kardeşim. 


*İmâm-ı Rabbânî* hazretleri; Kendini, değil ki bir *Müslümân*’dan, frenk *Kâfiri*’nden, hattâ uyuz *Köpek*’den üstün gören, Allahü teâlâya *Yol* bulamaz! buyuruyor. 


Ancak *Şeytan*, kendini başkalarından *Üstün* görür. *Ben daha iyi bilirim!* der. Onun için, hakîkî bir talebenin husûsiyeti, *Mütevâzı* ve *Edeb*’li olmasıdır. 


*Şâh-ı Nakşibend* hazretleri, onun için; Bu yolun başı *Edeb*, ortası *Edeb*, sonu yine *Edeb*’dir! buyurmuşlar. Hepimiz, bu hususta *Kusur*’luyuz kardeşim. 


Ama *Büyük*’ler affederler, kimsenin yüzüne *Vurmaz*’lar. *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretleri, kusûrları hiç *Görmez*’di, hemen affederdi. *Büyük*’ler böyledir. 


Eğer affetmeseler, yanlarında *Kimse* kalmaz efendim. Onlar, *Allah* için hep yutkunurlar, *Sabr*’ederler, *Hoş* görürler. Yoksa, insanlar o *Büyük*’lerden uzaklaşır Allah korusun.