Nuri İnan ağabeyimiz, Ladikli Ahmet Hüdai Efendi'nin Hızır Aleyhisselam'dan aldığı cevapla 1966 yılında kendisini nasıl büyük İslam alimi Hüseyin Hilmi Işık Efendiye yönlendirdiğini anlatıyor.
SULTAN MELİKŞAH'I KURTARAN DUA
Bir gün Selçuklu Sultanı Melikşah’ın yoluna çıkan ihtiyar bir kadın ağlayarak şöyle dedi: -Ey adil padişah! Ey güzel yüzlü, güzel huylu padişah... Benim gibi güçsüz ve fakir kadının, bakmakla yükümlü olduğum birkaç öksüz torunum var. Bütün geçimimiz bir öküze bağlıdır. Ancak gördüm ki onu da kesip yemişler, şu anda tam 24 saat oldu ki benim yetimlerim açtırlar, açlıktan feryat etmekteler. Sen ki günümüzün güçlü adil bir sultanısın; benim hakkımı onlardan almazsan, yarın kıyamet gününde o kıldan ince, kılıçtan keskin sırat köprüsünden nasıl geçersin! Askerlerin de ciğerleri sızladı!
Yaşlı kadının hıçkıra hıçkıra ağlamasından dolayı padişahla birlikte, bütün askerlerin de ciğerleri sızladı. Sultan Melikşah;
-Ey hatun bundan benim haberim yoktu. Bununla birlikte senden af dilerim. Şimdi söyle bakalım o senin boğazlanan hayvanının yerine başkalarını kabul eder misin? dedi ve askerlerine yetmiş tane sütlü inek ve öküz getirmelerini emretti. Hepsini de o aciz ve fakir kadına teslim etti. Yaşlı kadının gönlünü ve dualarını aldıktan sonra yola çıktı...
Bir müddet sonra Sultan Melikşah bu fani âlemden bakilik sarayına göçtü. Haberi duyan yaşlı kadın yetimler ile birlikte gelerek, Melikşah’ın kızını kucakladı, yüzünü yerlere sürdü, başını kaldırdığı zaman ona söyle dua etti:
“Azabından korkarak bize acıdı”
-Ey Melik-ül müteal, ey padişah-i bizeval, ol günkü Melikşah kulun senin azap ve ikabından korkarak bize acımıştı ve zalimlerin zulmünü üstümüzden kaldırıp, gammımızı sevince dönüştürmüştü. Sen en büyük rahmet ediciden, ben yaşlı ve aciz kadının niyaz ve temennim budur ki; o kulunu hesapsız kerem hazinenden mahrum kılma, kendisini o sonu gelmez rahmetinle, gufranına ve rahmetine, sevincine gark eyle!
O zamanın büyük velîlerinden bir kısmı Sultan Melikşah’ı rüyalarında görürler. Kendisine; “Rabbin katında ne muamele edildi” diye sual ederler. O büyük Sultan da; “Cenab-ı Allaha sonsuz hamd ederim. O yaşlı ve aciz kadının duası bereketiyle beni sonsuz rahmetlere vesile eyledi. Onun duası olmasaydı hâlim perişandı” der...
Allahü teâlâ îmânı seçdiği kullarına verir
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Bir kimse; Ben *emr-i mâruf* nasıl yapılır bilmiyorum derse, ona deriz ki: Sen bilmiyorsan, bunu bildiren *Kitap* lar var. Al onlardan dağıt. Yâni *Mâzeret* yok bu işte kardeşim.
Peygamber Efendimiz *Mîrâc* gecesi, Allahü teâlâyı *Görmek* devletiyle şereflendi ise de, bu dünyâda değildi. Cennete girdi. Oradan gördü.
Yâni, *Âhiret* te görmüş oldu. *Dünyâ* da görmedi. Dünyâda iken, dünyâdan çıktı, âhirete karıştı ve gördü. Çünkü Allahü teâlâ, bu dünyâda görülemez efendim
● ● ●
İnsan, bir şeyi seçebilir, beğenebilir, alabilir. Meselâ evlenecekse, *Hanımı* nı seçer, beğenir ve alır, ama *Îmânı* böyle alamaz. Peki bunu nasıl alır?
Ancak seçilirse, *Îmâna* kavuşur. Çünkü Allahü teâlâ, seçdiklerine verir onu. Sen îmânı seçemezsin. Cenâb-ı Hak onu, *Seçdiği* kullarına verir.
Velhâsıl Allahü teâlâ, *Îmânı* kime verecekse, ona, sevdiği bir *Dostu* nu tanıtır, Onu sevdirir ve onun vâsıtasıyla *Îmâna* kavuşdurur.
Zâten bir *Allah dostu* na kavuşmak demek, ona *Îmân* nasîb olacak demekdir.
● ● ●
*Mâlûmât-i Nâfia* diye bir kitap vardı. Efendi hazretleri bana; *Al oku bunu, fâidelidir!* buyurdu. Biz o kitâbı şimdi basdırdık. İsmini de *Fâideli Bilgiler* koyduk.
Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri *Tavsiye* etdi bize onu. Hep Efendi hazretlerinin beğendiği, methetdiği, tavsiye etdiği *Kitap* ları basdırdık kardeşim, elhamdülillah.
*Abdülhakim Efendi hazretleri* ne gitdiğimde, hiç ayrılmak istemezdim yanından. Hep *Son* vapuru beklerdim. Vakit hayli ilerleyince, saate bakardım.
İçimden; *Son vapurun kalkmasına daha yarım saat var. Hele beş-on dakîka daha oturayım!* derdim, ayrılamazdım. Bir de bakardım ki, *On dakîka* var.
Bu defâ; *Olsun, koşa koşa giderim. Beş dakîka daha otursam kârdır!* derdim. Sonra bir bakardım ki, *Beş dakîka* kalmış vapurun kalkmasına.
Bu defâ da; *Kalkmıyacağım, ne olursa olsun!* derdim. İskeleye gidince bakardım ki, vapur kalkmış. Hattâ *Yarım sâat*, hattâ *Bir sâat* olmuş.
Mecbûren yürüyerek *Fâtih’e* giderdim. Beş on dakîka diyerek, vapuru kaçırırdım. Başka vâsıta da yokdu. *Gece* karanlıkda, yürüyerek *Eve* giderdim.
Şirk karıncanın ayak sesinden daha gizlidir
Bir Müslüman dinden çıkarsa, buna mürted denir. Mürted olunca, önceki ibadetleri ve sevapları yok olur.Kelime-i şehadeti söylerse, tekrar imana gelmez .
İmanının gitmesine sebep olan o şeyden tövbe etmesi gerekir. Yoksa Müslüman olamaz.Bunun için Müslüman, küfre girmekten çok korkmalı, İslamiyet’e uygun olmayan söz, iş ve hareketlerden şiddetle sakınmalıdır.Hadis-i şerifte mealen; “Şirkten sakınınız! Şirk, karıncanın ayak sesinden daha gizlidir” buyuruldu.
(İbrahim Havvas hazretleri “rahmetullahi aleyh”)
İslamiyet 4 temel üzerine bina edilmiştir
İslamiyet 4 temel üzerine bina edilmiştir.
Edille-i şer'iyye. yani 1.Kur'an -ı kerim, 2.sünneti seniyye,3.icma-ı ümmet, 4.kıyas-ı fukaha .Bunların bildirdiklerinin ışığında dinimizi öğrenmek zorundayız . aksi sapıklık tır. bidat ehli olmaktır. sonuda küfre düsmektir. Aman dikkat.
Şu dört şey kimde varsa korkmasın
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Şu dört şey kimde varsa, korkmasın. Nedir onlar? *İlim, Akıl, Sabır, Edeb*. Bu din, bilmek dînidir, bilmeden müslümânlık olmaz kardeşim. *İlim* sâhiplerine hürmet edilir.
Meselâ bizim arkadaşlardan *Mehmed Yücel* vardı, Allah rahmet eylesin. Daha Lisede iken *Arabî* öğrendi, *Fârisî* öğrendi.
Bir gün bâzı arkadaşlarla bir evde oturuyorduk. Kapı açıldı, bu *Mehmed* içeri girdi. O gelince ben ayağa kalkdım, diğer arkadaşlar da kalkdılar.
Tabii *Mehmed* şaşırdı, öbürleri de merak etdiler hâliyle. Ben Mehmed’e döndüm; *Kardeşim, ben sizin şahsınıza değil, ilminize ayağa kalkdım*, dedim.
● ● ●
Mürşid olgun, mürîd uygun olunca, yâni mürşid, *Kâmil* ve *Mükemmil* olunca, mürîdde de *Muhabbet* ve *Kâbiliyet* olunca, senelerin işi, sâatlere ve sâniyelere döner.
*Mürşid-i kâmil* in bir bakışı yeter. Bütün ilimlerde de aynı kâide vardır. Hoca, *Mâhir* ve *Müşfik* olursa, talebe de *Zekî* ve *Çalışkan* olunca, öğrenilmiyecek hiçbir ilim yokdur.
Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri bize *Husûsî* emek verirdi efendim, husûsî bir şekilde ilgilenirdi. *Abdülhakîm Efendi* hazretlerine her gitdiğimde, beni *Yanına* oturtur, *Elini* elime verirdi.
Sonra cebinden *Kâğıt* çıkarıp birşeyler yazar, yazar ve bana verip; *Al, bunu oku!* derdi. Ben de okurdum, bâzan da okuyamazdım veyâ yanlış okurdum, *Gülerdi* Mübârek.
Kendisi *Düzeltir*, doğrusunu öğretirdi. Ders vermeğe başlamadan önce bir müddet, sâdece elini tutdurup, *Sık!* derdi. Ben de sıkardım. Az sonra yorulup elimi gevşetince, tekrar *Sık!* derdi.
● ● ●
Abdülhakim Efendi hazretlerini tanıdıkdan bir sene sonra, *Ders* okutmaya, *Arabca* öğretmeye başladı bana. Başkaları, bahçede *Namaz* vaktini beklerdi.
*Ezâna* daha yarım saat varken, Mübârek beni içeriye, odaya alır, *Arabî* öğretirdi, *Sarf* ve *Nahiv* öğretirdi. Cebinden kâğıt kalem çıkarır, üzerine birşeyler yazardı Mübârek.
Sonra bana verir ve; *Al bunları oku, ezberle!* derdi. Evvelâ kendi okurdu. O okurken, ben *Hareke* koyardım. Sonra çıkınca yolda, otobüsde, tramvayda, bunları *Okur* ve ezberlerdim.
Ertesi gün yanına gidince, *Ne yapdın?* derdi. Ezberledim efendim, derdim. *Oku bakayım!* derdi. Bir okurdum, amân ne hoşuna giderdi Mübâreğin. *Nûr* içinde yatsın.
Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyulmazsa
"Bir mümin, kendisine en büyük düşman olarak kendi nefsini görmedikçe, Allah dostu olamaz kardeşlerim."
Dinimizde, namazın ayrı bir yeri vardır. Müslüman, namazını her halükârda kılmalıdır. Çocuklarımıza, yemek yemesini, su içmesini öğretmeden önce, namazlarını vaktinde kılmalarını öğretmeliyiz, emretmeliyiz.
Çoğumuzun eline yeteri kadar para geçmesine rağmen sıkıntı çekiyoruz. Çünkü bereket yok. Bereket kalmadı. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riayet edilmezse, namaz kılınmazsa birçok bela, musibet gelir insanın başına.
Bunlardan dördü şunlardır:
1- Rızıklar daralır. Eskiden evde bir kişi çalışır, rahat geçinilirdi. Şimdi, icabında 2-3 kişi çalışıyor fakat yine de sakıntıdan kurtulmak mümkün olmuyor.
2- Hastalıklar artar. Bugün hemen hemen her evde hasta var. Her ev ilaç deposu. Kiminin midesi, kiminin kalbi. Neticede herkes hasta. Bütün hastaneler tıklım tıklım dolu.
3- Emniyet olmaz. Zamanımızda olduğu gibi, her tarafı terör, anarşi, hırsızlık, dolandırıcılık sarar. Kimsenin kimseye itimadı kalmaz. Kardeş kardeşten şüphelenir hâle gelir. İtimat, güven kalmaz. Herkes malının ve canının derdine düşer.
4- Merhamet kalkar. Patron işçisine, işçi patronuna şefkatli olmaz. Tok, açın hâlinden anlamaz. İşçi patronuna düşman olur. Hâl böyle olunca, iş yerlerinde, evlerde huzur kalmaz. Hanım kocasını, çocuklar anne ve babalarını dinlemez. Komşular birbirini sevmez. Merhamet olmadığı için, insan komşusuna her türlü kötülüğü yapmaktan çekinmez. Herkes kendi rahatını düşünür. Ben rahat olayım da, isterse herkes sıkıntıda olsun, zihniyeti hâkim olur. Hâlbuki, dinimize göre, Müslümanlar, bir vücudun organları gibidir. Birine bir zarar gelirse, bundan hepsi etkilenir. Hakiki Müslüman, bir Müslüman kardeşinin ayağına diken batsa, kendi ayağına batmış gibi o dikeni içinde hisseder. Bunlar, hep din bağı ile, merhamet ile olan şeylerdir. Bunlar kalkınca merhamet kalmaz.
Eğer Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riayet edilir, namazlar muntazam ve vaktinde kılınırsa, bunların tersi olur. Herkes birbirini sever. Müslümanların birbirlerini sevmesi, nefislerimizi sevmememize bağlıdır...
Büyük İslam âlimi Hüseyin Hilmi Işık (kuddîse sirruh) buyurdu ki:
"Aklı olanlar, aklına uyanlar, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını beğenir, kabul eder. Ama nefsine uyanlar kabul etmez. Bunlar, Allah’ın emrine uymayı değil de, nefsine uymayı, nefsine itaat etmeyi tercih eder. Demek ki bu gibiler, Allah’ın kulu değil de, nefsinin kuludur, nefsinin kölesidir. Biz, Allah’ın kuluyuz. Onlar, nefislerinin kulu. Çünkü nefislerine tatlı geleni kabul ediyorlar, nefislerine güç geleni kabul etmiyorlar. Bir mümin, kendisine en büyük düşman olarak kendi nefsini görmedikçe, Allah dostu olamaz kardeşlerim."
Bir zaman gelecek, din bilgileri Hilmi’den sorulacak
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Bir toplulukda, Cenâb-ı Hakkın *Sevdiği* biri varsa, onun hürmetine diğerleri de, onunla berâber *Cennete* girecek. Ne büyük *Ni’met* efendim.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mektûbât’ın birçok yerinde; *Allahü teâlânın, bir kuluna ihsân edeceği en büyük ni’met, ona, sevdiği bir kulunu tanıtmasıdır!* buyuruyor.
Bu dünyâda, kim *Kimi* severse, âhiretde de *Onun* yanında olacak. Ne güzel işte. Eshâb-ı kirâm, bu *Müjde* ye o kadar sevinmişler ki, hiç birşeye, bu kadar sevinmemişler.
Dînimizi öğreneceğiz kardeşim. İslâmiyetin en büyük düşmanı *Cehâlet* dir. Efendimiz aleyhisselâm ne buyuruyor? *Beşikden mezara kadar ilim öğreniniz!* diyor. İlim öğrenmek farzdır.
Farzları öğrenmek *Farz*, vâcibleri öğrenmek *Vâcib*, sünnetleri öğrenmek *Sünnet*, harâmları öğrenmek de *Farz* dır. Öğreneceğiz ki, sakınacağız.
*Taleb-ül ilmi farîzatün alâ külli müslimin ve müslimetin*. Ne demek bu? Yâni müslümânların, erkek olsun, kadın olsun, ilim öğrenmesi *Farz* dır, diyor Peygamber Efendimiz.
Ben yedi yaşından beri *Kitap* okuyorum, hâlâ da okuyorum. Kitap okumadan duramıyorum, gece gündüz okuyorum. Bizim kitaplarımız çok *Kıymetli*. Niçin çok kıymetli?
Çünkü içinde, bana âit hiçbir *Yazı* yok da onun için. Hepsi, büyük âlimlerin sözleri. *Pırlanta* nın yanında, *Cam parçası* nın kıymeti olur mu?
Abdülhakîm Arvasi Efendi hazretleri, bize hangi *Kitâbı* tavsiye etdi ise, medh etdi ise, o kitâbı aldım, o kitapdan *Tercüme* etdim kardeşim.
Beni Ankara’ya *Tâyin* etmişlerdi. Abdülhakim Efendi hazretleri bana mektup gönderirdi. Bir mektûbunda; *Azîz Hilmi* diye başlıyor mektûba. Azîz ne demek? *Sevimli* demek.
İçinde diyor ki: *Bir zaman gelecek, din bilgileri Hilmi’den sorulacak*. Evde saklıyorum o mektûbu. Şimdi hakîkaten bütün dünyâ bize soruyor kardeşim.
Ben, öğrendiğim herşeyi *Abdülhakîm Efendi* hazretlerinden öğrendim. Maddî mânevî, elime geçen herşey, Onun *Bereketi* yle olmuşdur. Senelerce bana *Arabca* öğretdi kardeşim.
O gördükleri Cennet hurileriydi
Abdullah bin Mübarek hazretlerinin “rahmetullahi aleyh”, Talebesinden Sehl bin Abdullah vardı ki, yakışıklı bir genç olup, çok takva sahibiydi.Bir sabah derse geldiğinde;- Artık dersinize gelmeyeceğim, dedi hocasına.
Abdullah bin Mübarek hazretleri;- Niçin? diye sorunca da;- Bugün buraya gelirken, kapı önünde çok ayıp bir hadise vuku buldu, dedi.
Büyük Veli merak etti:-
Nasıl bir hadise? O, sıkılarak arzetti gördüğü hadiseyi:-
Tam kapıya yaklaşmıştım ki, sizin evin kızları dama çıkmış, oradan bana seslenerek, Gel gel diye işaret ediyor ve herbiri gülerek; Benim Sehl'im, benim Sehl'im diye, beni kendilerine çağırıyorlardı.
Abdullah bin Mübarek hazretleri anladı meseleyi. O gece bütün talebeleri toplayıp;- Haydi Sehl'in cenazesine gidelim, buyurdu. Evine varınca, vefat etmiş olduğunu gördüler gerçekten.
Talebeler çok şaşırıp;- Efendim, siz Sehl'in öleceğini nasıl bildiniz? diye sordular. Dünkü hadiseyi anlatıp;- Benim hiç kızım yok, Sehl'in o gördükleri, Cennet hurileriydi, buyurdu. Vefat edeceğini öğrenip, Onu kendilerine davet etmişler.
Zikir İslamiyet’e uymaktır
Zikir, İslamiyet’e uymaktır.Yani İslamiyet’e tam uyan bir kimsenin her hareketi zikirdir. Eğer böyle değilse, eline tesbih alıp, binlerce Allah Allah Allah… dese de zikretmiş sayılmaz.
(Said bin Cübeyr “kuddise sirruh” hazretleri)
Sırrı ifşa etmek
MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ
Bilmiş ol ki, dilin bir âfeti de halkın sırrını açıklamak ve ötede beride söylemektir. Bir de herhangi bir sözü başına “Sen böyle demedin miydi?” demektir. Bir kimse, bir kimseye bir gizli söz söylese ve (Aman, sakın bu sözü kimseye söyleme!) dese, o kimse karşısındakini emin edinmiş ve ona kıymetli bir şeyini emanet etmiş gibidir. Bu gizli sözün de tıpkı bir emanet gibi saklanması ve kimseye söylenmemesi gerekir. Eğer, söylenirse emanete hıyanet edilmiş olur ve o kimse hain durumuna düşer. Oysa, müminin mümine karşı hain olması haramdır. Diğer taraftan, kitabın başında münafıkları tarif ederken de açıkladığımız gibi, münafıklığın bir alâmeti de emanete hıyanet etmektir. Şu hâlde, bir kimsenin gizli bir sözünü, bir başkasına söylemek hainliktir.
Ebrârın kalpleri, sırların kabirleridir. (İyilerin kalpleri, sırların kabridir), sırların saklanacağı en emin yerdir. Bazıları SUDUR-ÜL-AHRÂR da demişlerdir. Hür insanların kalpleri anlamına gelir ki, her ikisinde de SADR (Göğüs) kalp manasında kullanılmıştır, ölüler nasıl ki mezarda gizli olurlarsa, sırlar da salih ve mütteki insanların kalplerinde gizlenirler. Bu itibarla, bir mü'min diğer bir mü’ minin sırrını saklamayarak ötede beride söylerse, haram işlemiş ve Allâhu teâlânın azabına müstahak olmuş bulunur. Sırrı hemen söylenildiği yerde unutmak gerekir. Hatta, o sırrı söyleyen kişiye dahi söylenilmesi câiz değildir. Bu mealdeki Hadis-i şerif, yukarıda geçmişti.
Bu güzel Hadis-i şeriflerin tekrarında çok fayda vardır. “Müminlerin sırlarını, canlarını vermek pahasına açıklamayan erenler, nefsi emmâre bağlarından kurtulmuş olanlardır. Bunların, yarın cehennem ateşinden de kurtularak, cennette didâra karşı mükâfatlandırılacakları muhakkaktır.” Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, bu gibilere: AZAD ERENLER buyurmuştur. Zira, AHRAR'ın mânası HÜR'ler, AZAD olmuşlardır. Fakat, ne yazık ki günümüzde öyle er kişiler vardır ki, bu konuda kadınlardan daha zayıf ve fenadırlar. Sır saklamazlar, dedikodu yaparlar ve kadınlardan beter boş boğazlıkta bulunurlar.
Şimdi aziz: Canını, nefs elinden azad etmek istersen, işittiğin sözleri sakla, kimselere söyleme, zamanının çoğunu susmakla geçir, tesbih, tehlil veya istiğfar et! Unutma ki, her kişinin azaları, cennete veya cehenneme gitmesine sebep olacaktır. İnsan vücudunda yedi aza vardır ve her birisinin iki tarafı bulunmaktadır. Bir tarafı nefsanî, cismanî, dünyevî ve şeytanîdir ki, cehenneme gider. Bir tarafı da rahmanidir, akılânedir ve cennete gider, öyleyse, bu yedi azayı bu saydığımız âfetlerden korumak gerektir, ki şeytan insanı azdırıp cehenneme götürmesin.
(Eşrefoğlu Abdullah Rumî Hazretleri)