Aşağılık fikrinden silkinmeliyiz

“Aşağılık fikri, bir musallat illet gibi dört elle yakamıza yapışmış. Silkinmek ve yakamızı bu kahredici pençeden kurtarmak boynumuza borçtur. En küçüğümüzden en büyüğümüze en âlimimizden en cahilimize kadar hepimizin dilindeki pelesenk kafasındaki sabit fikir 'Biz adam olmayız. Almanya şurada, Japonya burada Amerika zirvede vs.' kanaatidir. İncir çekirdeğini doldurmaz rahatsızlıktan en ciddi meseleye kadar her şey sebep olarak bizim adam olmayacağımız tezine bağlanır. Bu yanlıştır. Biz bu mendebur hükme müstahak değiliz. Milletimiz, gençlik kendine itimat şuuruna kavuşturularak yabancılar önünde mahcup, küçük ve kekeme hâlden kurtulmalıdır...


Son 250 senedir ne gün başımızı dinleyecek beş dakikamız, nefes alacağımız bir an oldu ki eski şan ve şeref dolu günlerimizdeki gibi her sahada yıldız ilim adamları, sanatkârlar, öncü insanlar yetiştirelim. Üç gün, beş gün aylar değil asırlarca haçlısıyla, Rus'uyla haini ile vuruştuk. Sahibi olduğumuz bir inancı muhafaza aşkına tırpan atılan buğdaylar gibi toprağa devrildik. Bela çekirgeleri gibi üstümüze yağdılar. Zaman fırsat imkân kalmadı ki okuyalım, yetişelim, çevremizi seçelim. Ufkumuzu kararttılar. Bu şartlara rağmen bu millet hâlâ ayakta ise daha ne istenir?Bahsettiğimiz gerileme çağında ancak iki kere insan yetiştirecek imkânımız oldu. Birincisi Sultan Hamid saltanatındaki uzun sulh yıllarıdır. Devlet, her şeye rağmen harbe sokulmamış, ilim ve irfan yuvalarına yenileri eklenerek gençliğin kültür seviyesi yükseltilmiş, ilim adamları çoğalmıştır. Ancak bu nesil, bu padişahtan sonra patlak veren Balkan, Birinci Cihan ve İstiklal Harplerinde cephelerde eriyip eriyip gitti. Birinci Cihan felaketinde şehit olanlar içinde o devirde yetişmiş olan yedek subaylar çoktu. Bunun manasını iyi düşünmek lazım. Otuz ila elli sene arasında yetişen bu insanları toprağa gömdükten sonra aynı çapta bir yetişkinler kadrosunun gelmesi tabii ki yine bir yarım asra bağlıydı. Bu sebeple harpsiz geçen son 60 senenin semeresi yani yeni yeni alınmaya yüz tutmuştur. Türkiye 21. asra savaşa girmeden intikal ederse o asrın başında birçok şeyi halleden iyi bir imkâna sahip olacaktır. Elli yılı geçen bir zamanda harbe girmemiş olmanın nimetlerini bundan sonra göreceğiz. Bu yüzden çok meslekte dağlardan, derelerden akan sular barajlar meydana gelmiştir. Sevinilecek husus, göç edecek kadar ilim erbabımızın varlığıdır. Yapılacak olan; devlet, hür teşebbüs, basın yayın ile bu beyin varlığımıza sahip çıkmaktır..."


Dr. Enver Ören ~ 16 Eylül 1985 Türkiye Gazetesi

İman nedir?

 ÎMÂN: Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılı olan, Peygamberimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” gelen haberlere inanmak ve inandığını söylemek demekdir. [Her lisan ile söylemenin câiz olduğu, (Dürr-i yektâ)da yazılıdır.] İbâdetler, îmândan değildir. Fakat, îmânın kemâlini artdırır ve güzelleşdirirler. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “aleyhirrahme”, îmân artmaz ve azalmaz, buyuruyor. Çünki îmân, kalbin tasdîk etmesi, kabûl etmesi, inanması demekdir. İnanmanın azı, çoğu olmaz. Azalan ve çoğalan bir inanışa, inanmak değil, zan ve vehm denir. Îmânın kâmil veyâ noksan olması, ibâdetlerin çok ve az olması demekdir. İbâdet çok olunca, îmânın kemâli çok denir. O hâlde, mü’minlerin îmânları, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” îmânları gibi olmaz. Çünki, bunların îmânları ibâdetler sebebi ile kemâlin tepesine varmışdır. Diğer mü’minlerin îmânları oraya yaklaşamaz. Her ne kadar, her iki îmân, îmân olmakda ortak iseler de, birincisi, ibâdetler vâsıtası ile, başka türlü olmuşdur. Sanki aralarında benzerlik yokdur. Mü’minlerin hepsi, insan olmakda, Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ile ortakdır. Fakat, başka kıymetler, üstünlükler bunları yüksek derecelere çıkarmışdır. İnsanlıkları, sanki başka türlü olmuştur. Sanki, müşterek olan insanlıkdan dahâ yüksek insandırlar. Belki, insan bunlardır. Başkaları sanki insan değildir.

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “aleyhirrahme” (Ben elbette mü’minim) demelidir, diyor. İmâm-ı Şâfi’î “aleyhirrahme” ise (Ben inşâallah mü’minim) demelidir, buyuruyor. Bunun ikisi de doğrudur. İnsan şimdiki îmânını söylerken (Ben elbette mü’minim) demelidir. Son nefesdeki îmânını söylerken (Ben inşâallah mü’minim) der. Fakat, burada da, şübheli söylemekdense, elbette demek dahâ iyidir.

Mü’minin, büyük dahî olsa, günâh işlemekle îmânı gitmez. Kâfir olmaz. Günâhı çok olan bir mü’min, son nefesi boğazına gelmeden evvel, tevbe ederse, kurtulması çok umulur. Çünki, Allahü teâlâ, tevbeyi kabûl edeceğini va’d buyurmuşdur. Eğer tevbe etmek şerefine kavuşamadı ise, onun işi, Allahü teâlânın irâdesine kalmışdır. İsterse günâhlarının hepsini afv ederek Cennete sokar. İsterse Cehennem ateşi ile veyâ sıkıntılar ile günâhları kadar, azâb yapar. Fakat sonunda kurtularak, yine Cennete girer. Çünki, âhıretde merhamete kavuşamıyan, yalnız iman şerefine kavuşmadan ölenlerdir.. Zerre kadar îmânı olan, rahmete kavuşacakdır. Eğer günâhlarından dolayı önceleri rahmete kavuşamazsa, sonunda Allahü teâlânın lutfü, inâyeti ile kavuşacakdır. [Onbirinci maddeye bakınız!] Yâ Rabbî! Sen bizlere hidâyet verdikden sonra, doğru yolu gösterdikden sonra, kalbimizin, mürtedler tarafına kaymasından, bizleri koru! Bizlere merhamet et! Şu hâlimize acı! Bizleri bu küfr ve irtidât karanlığından ancak sen koruyabilirsin.

(Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye kitabından alıntı)

EĞRİ SEFERİ VE ŞEMSEDDİN SİVASİ HAZRETLERİ

Eğri Seferiyle ilgili olarak talebelerinden Receb Efendi şöyle nakleder: "Şemseddîn Sivâsî bir gün bu fakîri odalarına çağırıp;


"Din düşmanlarının (hıristiyanların), sınırlardaki müslümanlara baskı ve zulümleri haddinden fazla olmuş, tahammül edilemez hâle gelmiştir. İçimde onlara karşı sefere gitme arzusu belirdi." buyurdu. Bu sözü üzerine, ihtiyâr olduklarını zayıf bünyelerinin sefere çıkmaya engel olacağını ve bu husûsa dâir pâdişâhtan da herhangi bir haber gelmediğini söyledim. Bunun üzerine; "Bize işâret ve tenbih olundu ki: "Sefer hazırlıklarını tamamla! Fetih ve zafer senin için mukarrerdir." buyurdu. Ben de; "Şüphesiz ben sâdece hak dîne boyun eğip, yüzümü, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a çevirdim ve ben O'na ortak koşanlardan (müşriklerden) değilim." meâlindeki En'âm sûresi 79. âyetini okudum. Bunun üzerine; "Bize müjde verildi ki yakında güçlü bir pâdişâh gazâ edip, birçok fetihlerde bulunacak ve müminlerin kalpleri de sevinçle dolacaktır." buyurdu.


Çok geçmeden Üçüncü Mehmed Han, Osmanlı pâdişâhı oldu. Şemseddîn Sivasî hazretleri, altı deve, altı katır ve kendi için de bir at satın alıp, sefer hazırlığını tamamladı. Sivas'ta medfûn bulunan Gâzî Abdülvehhâb'ın sancağını yanlarına alıp, Ayasofya yakınındaki Kapı Ağası dergâhında bulunan Koca Şeyh'e verdi. Bütün sefer hazırlıkları tamam olunca, mübârek bir günde her türlü erzak ve mühimmat hayvanlara yüklendi. Bütün şehir ahâlisi Şeyh Şemseddîn Sivâsî'yi uğurlamak üzere toplandı. 


Beklerken bir kapıcıbaşı acele ile gelip, pâdişâhtan Eğri Seferine katılmak üzere dâvet geldiğini belirten fermânı okudu. Bunun üzerine Şeyh Şemseddîn hazretleri: "İşittik ve itâat ettik. Zâten biz iki senedir hazırlıklıydık. Bismillah, hemen gidelim." diye el kaldırıp duâ buyurdu. Oradaki topluluk duâya âmin deyip, göz yaşları arasında uğurladılar. Uzun yolculuktan sonra Üsküdar'a geldiler. Henüz genç olan, Azîz Mahmûd Hüdâyî onu karşılayıp, ellerini öptü. Şeyh Şemseddîn Sivâsî, Mahmûd Hüdâyî'ye; "Oğlum siz yegânesiniz (bir tânesiniz). Bugünden sonra fazlalaşırsınız." diye duâ edip, ileride çok büyük bir velî olacağını müjdeledi. O gece sabaha kadar birlikte sohbet ettiler. Sohbet esnâsında Azîz Mahmûd Hüdâyî; "Yaşınız seksene ulaşmış, vücûdunuz da zayıftır. Kendinize eziyet etmeseniz, çünkü her an nefsiniz ile büyük cihaddasınız." diyerek, seferden alıkoymak istedi. Bu sözüne cevâben:"Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın bütün emirlerine uymak lâzımdır. Büyük cihâdı yaptık. Ancak küçük cihâd kalmıştı. Bu emirlerine de ihtiyâr olarak uymak isteriz." buyurdu. 


Üsküdar'da üç gün kaldıktan sonra, dördüncü gün, pâdişâh tarafından gönderilen bir kadırga ile İstanbul'a geçip, Ayasofya yakınında bir yere yerleştirildi. Daha sonra Sinan Paşa köşküne, pâdişâh Sultan Üçüncü Mehmed Han tarafından dâvet edildi. Uzun müddet sohbette bulundular. Bu sohbette Şeyhülislâm Sâdeddîn Efendi de hazır bulundu. Sohbet esnâsında pâdişâh, Şemseddîn Sivâsî'ye; "Tarafımızdan sizi sefere dâvet etmek üzere gönderilen kapıcıbaşımız sizi yola çıkmak üzere hazır bulmuş. Hazırlıklı olduğunuza göre, bu işin sonununda ne olacağını bilirsiniz. O hâlde bizi müjde işâretinizle sevindirip, netîceden haber vermenizi isteriz." dedi. Bunun üzerine Şemseddîn Sivasî; "Hadîs-i şerîfte; "Amellerin en fazîletlisi, müminleri sevindirmektir." buyruldu. Mâlûmunuz ola ki Eğri Zaferi biraz zahmet çektikten sonra müyesser olacak. Düşman yenik ve perişân olacaktır. Hatırınızı hoş tutun." müjdesini verdi. 


Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin bu cevâbına sevinen pâdişâh, kendi üzerindeki samur kürkü ona giydirdi. Ayrıca kapıcılar kethüdâsı Mehmed Ağa vâsıtasıyla, iki yüz altın sikke, dervişlerine de yüz altın sikke ihsân edip; "Bunlar helâl malımızdır. Kabûl buyursunlar." dedi. 


Şeyh Şemseddîn hazretleri; "Allahü teâlânın emri üzere kimseye sû-i zan etmemeli, hüsn-i zanda bulunmalıdır. Kimseyi araştırmak ve teftiş etmekle vazifeli değiliz. Tasavvufta da her geleni Allahü teâlâdan gelmiş bilip, hediyeleri ve ihsânları kabûl etmek gerekir." buyurdu. Birkaç gün İstanbul'da kaldıktan sonra pâdişâh ve orduyla birlikte yola çıkıp, Eğri Kalesi önlerine ulaştılar. Kale kolay bir şekilde fethedilip, harab olan yerler tâmir edildi.Ancak asıl düşman askerlerinin, kale yakınlarında bir başka yerde olduğu öğrenilince, ordugâh, düşmanın karşısına nakledildi. Küffâr askerinin sayısı çoktu. Rivâyet edilir ki yedi yüz bin kişilik bir orduydu. İslâm ordusuyla küffâr ordusu karşılaştı. İslâm ordusunda bozgun ve firâr başgösterdi. Pâdişâh Üçüncü Mehmed Han, yerinden hareket etmeyip; "Ey Rabbimiz! Üzerimize bol bol sabır dök. Ayaklarımıza kuvvet ve sebât ver, bizi kâfirler kavmi üzerine muzaffer kıl." meâlindeki Bekara sûresi iki yüz ellinci âyet-i kerîmesini okudu. 


Pâdişâhın yanında şeyhülislâm, kazaskerler, şeyhler ve bâzı vazifeliler hâricinde kimse kalmadı. Hazîne ve cephânelik düşman tarafından zabtedildi. Bu firâr ve bozgun üzerine her şeyin bittiğini zanneden pâdişâh, Şemseddîn Sivâsî hazretlerini çağırıp; "Söylediklerinizin tersi vâki oldu." deyince, Şemseddîn Sivâsî; "Pâdişâhım söylediklerimiz doğrudur. Kafirin hezîmete uğramasına yarım saat kalmıştır. Şu anda bir kuvvet sâhibi tasarruf için ortaya çıkmak üzeredir. Bu an fethin başlangıç ânıdır. Hâtırınızı hoş tutunuz." diye cevap verdi.Gerçekten de çok geçmeden, Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin târif ettiği şekilde bir zât ortaya çıktı. Bunu gören şeyh, hemen pâdişâhın huzûruna çıkarak; "Fetih vaktidir." diye müjdeledi. Ortaya çıkan zât, dağılan ordunun önüne düşüp; 


"Ey müminler! Nerede İslâm gayreti? Nerede Peygamber efendimizin gayreti? Nerede cömertlerin cömerdi sultan gayreti?" diye nida edip; "Şehid olmak, dînini yüceltmek isteyen kimse yanıma gelsin!" buyurdu. 


Bu sırada yanına birkaç bin kişi toplanıp, birlikte düşmana hücûm ettiler. Bu durumu gören düşman neye uğradığını şaşırdı. Durumu haber alan firârî askerler dönüp, düşmana saldırdılar. Nihâyet düşman bozguna uğratılıp, kesin zafer elde edildi. Daha sonra o zâtın kim olduğu Şemseddîn Sivâsî'ye sorulunca, Hızır aleyhisselâm olduğunu haber verdi.Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî hazretleri, zaferi müjdelemek üzere pâdişâhın huzûruna çıktı ve aralarında şu konuşma geçti:Pâdişâh; "Buyurun ey gönlümün sultânı." dedi. Şemseddîn Sivâsî; "Vâdini yerine getiren, kuluna yardım eden ve kâfirleri hezîmete uğratan Allah'a hamd olsun. Ey benim pâdişâhım! Eğer dinlerseniz birkaç kelime nasîhat etmek isterim." deyince, pâdişâh; "Ey insanlara hakkı tavsiye eden üstâdım! Buyurun. Hak olan sözü dinlerim." dedi. Şemseddîn Sivâsî; "Ey benim pâdişâhım! Yeryüzünde Allahü teâlânın halîfesi olanların niyetleri; Allahü teâlânın rızâsını kazanmak olup, dayandıkları ve güvendikleri, Allahü teâlâ olması gerekir. Savaşta askerlerin çokluğuna güvenmeyip, kuvvet ve kudret sâhibi Allahü teâlâya tevekkül etmek gerekir. 


Âyet-i kerîmelerde meâlen; "Siz de, düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar, her türlü kuvvet ve cihâd için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın." (Enfâl sûresi: 60) ve "Ey îmân edenler! Düşmana karşı hazırlığınızı görün ve silâhlarınızı takınarak cihâda hazır olun da, birlikler hâlinde savaşa çıkın, yâhut toptan seferber olun." (Nisâ sûresi: 71) emredildiği üzere, savaş için gerekli hazırlıklar yapılmalı. Ancak, buna güvenmeyip Allahü teâlâya tevekkül ve îtimâd etmelidir. Eğer Allahü teâlâya güvenmeyip askere ve cephâneye güvenilirse, hezîmet zuhûr eder. Kalbden cenâb-ı Hakk'a tam tevekkül edip, hâlis kalb ile yönelebilirsen, zafer müyesser ve mukadder olur. Bizden hüznü gideren Allah'a hamd olsun."Ey pâdişâhım! Bilesin ki, deden Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul'un fethine niyetlenince, Akşemseddîn'in refâkatı ve duâsı bereketiyle fetih müyesser oldu. 


Akşemseddîn hazretleri; "Ey pâdişâhım! Büyük fethin şükrân ifâdesi olarak nice câmi, mescid, medrese ve hamamlar inşâ etmek gerekir." buyurmuştu. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Hânın da, nice hayır ve hasenât yapmış olduğu mâlumunuzdur. Aynı şekilde, sizin de isminiz Sultan Mehmed, duâcınız hakîrin dahî ismi Şemseddîn'dir. Bu güzel fethin şükrânesi olarak zâtınız dahî, reâya (halk) ve fukarâ üzerinden sıkıntıyı kaldırıp, İslâm askerine ihsânlarda bulunup, her makâma dindar, adâletli ve doğru kimseler tâyin etmeniz gerekir." buyurdu. 


Bu nasîhatları can kulağıyla dinleyen pâdişâh Üçüncü Mehmed Han şu cevâbı verdi: "Bin can ile kabûl ettim ve nasîhatinize fazlasıyla riâyet edeceğim."Pâdişâh, ordusuyla birlikte İstanbul'a döndüğünde, Şemseddîn-i Sivâsî'nin İstanbul'da kalmasını ısrarla ricâ ettiyse de kabûl ettiremedi. Şemseddîn-i Sivasî ihtiyârlığının yanında, seferin şiddetinden ve kışın aşırı soğuğundan hayli yorgun ve zayıf düşmüştü. 


Hayâtının son anlarını yaşadığını anladığından, rûhunu âilesinin ve sevenlerinin yanında teslim etmek istediğini belirterek izin istedi. Sivas'a döndü. Gelişinden kısa bir müddet sonra, amcazâdesi ve dâmâdı olan Receb Efendiyi vazifesine tâyin etti. Şemseddîn Sivâsî vefâtlarına yakın, talebelerini odasına çağırdı. Onlarla birlikte bir saat kadar Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olduktan sonra, duâ edip, rûhunu teslim etti.


[Vehbi Tülek]

Siz sadıksınız

 Kâdî Yahyâ bin Eksem hazretlerinden rivâyet olundu. Vefâtından sonra rüyâda görülüp de süâl olundu ki, Hak teâlâ sana ne mu’âmele eyledi.


Yahyâ bin Eksem, (Allahü teâlâ beni manevî huzûrunda durdurdu;


Ey Şeyh-i Sû [ya’nî fenâ ihtiyâr]! Sen şunu ve bunu işlemedin mi? buyurdu.


Allahü teâlânın yapdıklarımı bildiğini anladığım zemân, beni korku kapladı ve;


Yâ Rabbî, böyle suâl soracağını bana dünyâda bildirmediler, dedim.


(Sana nasıl bildirildi) buyurdu.


Ben de,

Bana Mu’ammer, İmâm-ı Zührîden, o da Urveden, o da Âişe-i Sıddîka “radıyallahü anhâ”dan, O da hazret-i Peygamberden “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, O da hazret-i Cibrîlden, O da Zât-i teâlâdan haber verdiler;

Raûf ve rahîm olan Allahü teâlâ, (Ben azîmüşşan, islâmda ağaran saç ve sakala azâb etmekden hayâ ederim) buyurdu; dedim.


O zemân Allahü teâlâ buyurdu ki,


(Sen ve Mu’ammer ve İmâm-ı Zührî ve Urve ve Âişe ve Muhammed (aleyhisselâm) ve Cibrîl sâdıksınız. Ben de seni mağfiret etdim.


Kıyâmet ve Âhiret

Onlarla birlikte oturanlar şaki olmazlar

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


Ebû Hûreyre rivayet ile, (RA) Fahr-i kâinat sallâhü aleyhi ve sellem efendimiz buyurmuşlardır ki: Hak teâlâ hazretlerinin, bir bölük melekleri vardır. Bu melekler, yeryüzünde yollarda tavaf ederek, doğudan batıya seyrederler ve zikir, ehlini arayıp, bulmak ve onları ziyaret etmek isterler. Zikir ehlini bulunca, bir müddet dinleyip gelin aradığımız bunlardır diye birbirlerine seslenirler. Gelirler ve zikreden bu topluluğu semaya kadar kanatlarıyla kuşatırlar. Zikir meclisi dağılınca, bu melekler de makamlarına yükselirler.  


Hak teâlâ hazretleri, o meleklere:

 — Nereden geliyorsunuz? diye sorar. Halbuki, o gizli ve aşikâr her şeyi bilen ulu padişahtır. Meleklere bu sorusu, melekleri konuşturup zikir ehlini tâ'zim edip yüceltmek içindir. Zikir ehlinin makam ve mertebelerinin yüceliğini bildirip açıklamayı murat buyurmuştur. O Allâm-ül guyub padişah sorar:  

—Kullarım ne işler yapar ve ne söylerler.  

Melekler cevap verirler:  

— Yâ Rabbî Sana hamd ederler, tesbih, tehlil, tekbir ve temcid (tâ’zim) ederler. 

— Onlar beni gördüler mi?  

— Vallahi onlar seni görmediler,  

—  Beni görseler; halleri nice olurdu? 

— Seni görseler halleri daha güzel olur, daha çok ibadet ve tâat yaparlardı.  

— Onlar benden ne dilerler?  

— Onlar, senden cennetini isterler.  

— Onlar cenneti gördüler mi?  

— Hayır Yâ Rabbi vallahi, görmediler. Eğer görseler daha çok tâlip olurlardı ve rağbet ederlerdi. Onlar neden korkarlar?  

— Cehennemden korkarlar.  

— Onlar cehennemi gördüler mi? 

— Hayır Yâ Rabbi vallahi, görmediler.  

— Onlar cehennemi görselerdi, halleri nice olurdu? 

— Cehennemi görmüş olsalardı, daha çok korkarlardı.  

— Ey meleklerim, tanık olunuz ki ben onları bağışladım. Hepsine istediklerini verdim, onları korkularından emin edip kurtardım.  

— Yâ ilâhi! Onlarla birlikte bulunan falanca kulun, onlardan değil di. Bir ihtiyacı dolayısı ile o meclise gelmiş ve onlarla birlikte oturmuştu. 

Diğer bir rivayete göre de o kişi tesadüfen o meclise katılmıştı derler.  

— Onlar, öyle bir topluluktur ki, onlarla birlikte oturanlar şaki olmazlar, onun için o günahkâr kulumu da zikir meclisinde bulunduğundan dolayı bağışladım.


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Mü'minin simasından nur akar

 Kâfirin simasından zulmet akar, müminin simasından nur akar. Müminin yüzünü görenin içi aydınlanır . Kâfirin yüzüne bakanın da kalbî taşlaşır, granitleşir, simsiyah olur. 

(Hüseyin Bin said hazretleri)

İnsanların en kıymetlisi kimdir?

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamber aleyhisselâma sormuşlar, *İnsanların en kıymetlisi kimdir?* diye. İki kelimeyle cevap vermiş Peygamber aleyhisselâm. Buyurmuş ki: 


*Men teallemel ilme ve allemehû*. Yâni, ilim öğrenen ve öğrendiğini de öğretendir, buyurmuş. Yalnız öğrenmekle olmuyor. Öğrendiğini de öğretecek. Asıl lâzım olan bu. 


Elhamdülillah, biz öğretiyoruz. Birine bir *Kitap* vermek demek, *Öğretmek* demekdir işte. Peygamber Efendimizin müjdesi bu. 


Öğrenecek, öğretecek ve yayacak. Nasıl yayacak bu zamanda? *Kitap* vermekle. Ne mutlu ilim öğrenene ve Allahın kullarına yayana. 


Allaha yaklaşmak demek, Allahın *Sevgisi* ne, *Rızâsı* na kavuşmak demekdir, bunu öğrenin kardeşim. Çoğu âlimler bile bunu anlıyamamış.


Allahı, bir mekânda oturuyor zannedip, yanına gitmek sanmışlar. *İbni Teymiyye* de o kadar büyük âlimken, bunu anlıyamamış. 


Büyükler buyuruyorlar ki: *Lisân-ı hâl, lisân-ı kâlden entakdır*. Yâni hâli ile, tavrı ile, yaşayışı ile anlatılan, ağız ile, söz ile anlatılandan daha *Te’sîrli* dir. *Lisân-ı hâl* derler ona. 

********

Cenâb-ı Hakkın lütfu, *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinin himmetleri ile, bu *Sarıyer*’deki şu evde oturmak bize nasîb oldu elhamdülillah. Kırk sene önce, *Abdülhakim Efendi* hazretleriyle şu karşıdaki deniz kenarında berâber otururduk.


O zaman, yâni *Kırk sene* önce, görmüşlerdir, bizim şimdi, şu anda burada oturacağımızı. Ruhlar için zaman yok çünkü. *Zaman*, bu dünyâda var. *Rûh* âlemi nde zaman yokdur. 


Peygamber Efendimiz, *Mîrac* gecesinde *Hazret-i Osmân* ın radıyallahü anh koşa koşa Cennete girdiğini gördü. Hâlbuki hazret-i Osmân, kaç bin sene sonra *Cennete* gidecek. 


Ama Peygamber Efendimiz, *Mîrac* da gördü Onu. Onlar için zaman yok. Onun için efendim, Onlar tâ o zaman, kırk sene önce, görmüşlerdir bizim şimdi burada, bu *Balkon* da oturduğumuzu. 

********

İşin esâsı, *Sevgi* dir, *Muhabbet* dir kardeşim. Peygamber Efendimiz; *Kişi kimi severse, onunla berâber haşrolunur*, buyuruyor. 


*Abdülhakîm Efendi* hazretlerinin yanında dünyâyı unuturdum, yanından ayrılamazdım. Sohbetinden çıkınca, dışarıda dünyâyı yeniden görüyor gibi olurdum. 


*Ne tatlı günlerdi yâ Rabbî!* Allah, onların sevgisinden ayırmasın bizleri. Zâten onlar, bir insanı severse, o da o zâtı severmiş. *Büyükler* öyle buyuruyor.

Kimi seversen kıyamet günü onunla beraber olursun

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

SÛFİLER 

Enes bin Malik radiyallahu anh buyurur ki:  

Bir kişi, huzur-u Resûlullah'a geldi ve dedi ki:  

— Yâ Resûlallah! Kıyamet ne zaman kopacaktır?  

Efendimiz, kendisine cevap vermediler ve kalkıp namaza durdular. Namazdan fariğ olunca buyurdular:  

— Kıyameti soran kimdi?  

Soru sahibi cevap verdi:  

— Ben idim yâ Resûlallah!  

— Ey kişi, kıyameti sorarsın; ne hazırladın o gün için?  

— Çok namaz ve oruçlar hazırladım. Hem de ben Allah ve Resulünü çok severim. Efendimiz, saadetle buyurdular: Kişi, onun ameli ile amel etmese de sevdiği ile beraberdir.  

Yani, kişi kimi severse, onunla haşr olunacaktır. 

Çünkü, gönülleri arasında yakınlık vardır. Bu Hadis-i şerifle, Aleyhissalâtü vesselam efendimiz, Salihleri ve hayırlı kişileri sevmeyi ve onlardan ayrılmamayı teşvik buyurmuşlardır. O kişiye: Sen, sevdiklerinle berabersin ve onlarla haşr olacaksın, demişlerdir. Yani, kimi seversen kıyamet günü onunla beraber olursun, demek olur. Enes bin Mâlik radıyallahu anh buyururlar ki: “Müslümanlar, imân ve İslâmdan sonra bu habere sevindikleri gibi hiçbir şeye sevinmediler.”

(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Bir gün gelecek, din bilgileri Hilmi’den sorulacak

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben subayken, askeriyede yirmi sayfalık bir *Kitap* dağıtdılar. Kitâbın ismi, *Benim Dînim*. Okudum, *Âmentü* nün açıklaması, manzum tarzında yazılmış. 


Hoşuma gitdi, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine getirip gösterdim. *Oku bakalım!* buyurdular. Bir sayfa okudum, biraz durdum. Acabâ sıkılır, yeter der mi, devâm etdirir mi diye. 


Yine *Oku!* buyurdular, bir sayfa daha okuyup durdum. Yine *Oku!* buyurdular. Böylece kitâbın hepsini okutup dinlediler. Merak ettim, ne buyuracak diye. 


Mübârek hepsini dinleyince; *Hepsi doğru, tek kelime yanlış yok. Ama bunu okuyan zehirlenir!* buyurdular. Ben anlıyamadım tabii. Anlamadığımı görünce, îzah ettiler ve tekrar buyurdular ki:


*Çünkü yazarı habîsdir. Satırları arasından habîs rûhunun zulmeti yayılıyor, her satırından zehir akıyor. Bu zehir, kalbi öldürür. Onun için her kitâbı okuma!* buyurdu 

********

*Müslümân* ın yüzü insana ferahlık veriyor. İnsan bir müslümânı gördü mü, rahatlıyor, ferahlıyor. Niçin? Çünkü kalbinde *Îmân* var. Îmânın *Nûru* rahatlatıyor insanı. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini ilk gördüğüm zaman onsekiz yaşındaydım. Câmiden çıkarken ne dedi bana biliyor musunuz? Daha ilk görüşte. İlk görüyorum. O da beni ilk görüyor.


Yanıma geldi ve *Küçük efendi, ben seni sevdim*, dedi. Hâlbuki evliyânın sevgisine kavuşmak için 20 sene, 30 sene, 40 sene hizmet etmek lâzım. *Sevsin* diye, 40 sene hizmet edecek. 


Beni ise, daha ilk görüşte, *Küçük efendi, ben seni sevdim*, dedi. Neden? Çünkü kalpleri okur onlar. *Bizim evimiz yukarda mezarlık içinde, arada bir gel de görüşelim*, dedi. 


Ben de; *Baş üstüne*, dedim. İşte o günden beri Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinden *Feyz* aldık, çok şükür. Daha sonra bana yazdığı bir mektûbunda; *Bir gün gelecek, din bilgileri Hilmi’den sorulacak!* buyurdu. 


Mübâreğin el yazısı. Onu evde saklıyorum. Ondört senedir, yedi sene *İstanbul*’da, yedi sene de *Ankara*’dan gelir ve sohbetiyle şereflenirdim. 


Velhâsıl evliyâ zâtlar, insanların kalbini *Görür* ve içini *Okurlar* efendim. Hattâ *Cevâsîs-ül-kulûb* dur onlar, yâni kalplerin câsuslarıdır, insanın ne düşündüğünü anlarlar.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Tüccardan biri, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin büyüklüğünü işitmiş. Kendi kendine; *Bu zât, Allahın sevgili kulu, Velî, kerâmetler sâhibi, acabâ nasıl bir adam?* diye merak etmiş. 


Gitmiş Bağdat’a, sormuş, bulunduğu yeri öğrenmiş. Ziyâretine gidip elini öpmüş, huzûrunda oturmuş. Bir de bakmış ki, üzerinde gâyet kıymetli bir *Elbise*, omuzunda çok kıymetli bir *Acem şalı* var. Kaç bin liralık kıymetinde. 


Kendi kendine düşünmüş. Demiş ki: Ben o kadar zengin tüccar olduğum hâlde, böyle kıymetli *Elbise* alamıyorum, giyemiyorum, hele böyle güzel bir *Şal* hiç kullanamıyorum, param yetişmiyor. 


Buna, *Allah adamı* diyorlar. Allah adamı böyle mi olur? Benim giyemediğim elbiseyi giyiyor. Bu Allah adamı dedikleri, tam Dünyâ adamı. Dünyâ adamına Allah adamı diyorlar. 


O böyle düşünürken, bir dilenci odaya giriyor. *Allah rızâsı için bir şey veren yok mu?* diye dolaşıyor. Herkes cüzdanını çıkarıyor. Fakîre vermek için *Bozuk para* arıyor. 


*Abdülkâdir-i Geylânî* hazretlerine sıra geliyor. Fakîr, Allah rızâsı için bir şey verir misin? diyor. Mübârek zât ona; *Şu sırtımdaki şalı al*, diyor. Fakîr de çekip alıyor, sonra çıkıp gidiyor. 


Ama tüccarın aklı da onunla berâber gidiyor. İçinden; *Vây canına, kaç yüz bin dinarlık şalı nasıl verdi?* diyor. Aklı ermiyor bu işe. Biraz sonra bir zengin geliyor. Elinde bir paket.


Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin huzûruna geliyor. Elini öperken; *Efendim, bu paketdekini âcizâne size hediye getirdim. Allah rızâsı için kabûl ediniz*, diyor. 


Mübârek zât; *Aç bakalım, nedir o?* buyuruyor. Açıyor, bir de ne görsün. Biraz evvel bir fakire verdiği o kıymetli *Acem Şalı*. Zengin diyor ki: 


Efendim, Fakîrin biri bunu satılığa çıkartmış satıyordu. Bakdım, çok hoşuma gitdi, çok kıymetli, bunu zât-ı âlinize lâyık gördüm, satın aldım. Allah rızâsı için kabûl edin, diyor. 


Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de; *Pekâlâ, omuzuma koy!* buyuruyor. Sonra dönüyor o tüccara, buyuruyor ki; 


Biz dünyâ malını kullanırız, ama *Allah rızâsı için al* diyen olursa, alıyoruz. *Allah rızâsı için ver* diyen olursa veriyoruz. İstiyene *Al* diyoruz, getirene *Koy* diyoruz. 


Öyle deyince, tüccar kalkıyor, *Abdülkâdir-i Geylânî* hazretlerinin ayaklarına kapanıyor. Ve talebesi olmakla şerefleniyor.

Ben bu kitaplara önrümü verdim

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben bu kitaplara, ömrümü verdim. Niçin? İnsanlar okusun, istifâde etsin diye, Rafda dursun diye değil. Hem bu kitaplar, benim değil ki.


*Büyükler* in sözleri. *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinden öğrendiğim bilgiler. Her cümlesi *Pırlanta* gibi bunların, okuyana müjdeler olsun. 


Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: *Benden sonra din adamları yetmiş üçe ayrılacak, bunların bir tânesi Cennete gidecek, geri kalan yetmiş ikisi Cehenneme gidecek*. 


Peygamber Efendimiz böyle buyuruyor. Eshâb-ı kirâm; Yâ Resûlallah, o bir fırka kimlerdir? Cennete gidecek olan din adamları nasıl olur? diye sordular.


Peygamber Efendimiz; *Onlar, benim ve eshâbımın yolunda olanlardır*, buyurdu. Arabîsi şöyle: *Hüm alâ mâ ene aleyhi ve eshâbî.* Peygamber aleyhisselâmın cevâbı bu. 


Onlara, ehl-i sünnet vel-cemâat denir. *Ehl-i sünnet* demek, Peygamber aleyhisselâmın yolu demek. *Vel-cemâat* demek, eshâb-ı kirâmın yolu demek. 


*Ehl-i sünnet vel-cemâat*, Peygamber aleyhisselâmın yolu ve O’nun eshâbının yolu. İşte bunlar Cennete gidecekler. 


Geri kalan 72 si, bu yoldan sapıtmış, İslâm âlimi geçiniyor. *Bunlar islâm âlimi değildir*, diyor Peygamber Efendimiz. Peki nedir bunlar?


Bunlar, *Lüsûs-u din* dir. Yâni din hırsızlarıdır, îmân hırsızlarıdır. *Bunlar, ümmetimin dînini, îmânlarını çalacaklar!* buyuruyor. 


Onun için esas yol, ehl-i sünnet âlimlerinin yoludur. Yâni bizim *Kitaplar* dır. Bizim kitaplar çok kıymetlidir. Neden kıymetlidir? Çünkü ehl-i sünnet âlimlerinin yazılarıdır. 


Bizim, bir *Satır* bile yazımız yok, onun için kıymetlidir. Bir gün gelecek ki uyanacağız. Ne vakit uyanacağız? Kabre girince. 


*En-nâsü niyâmün. Feizâ mâtû intebehû*. Yâni insanlar uykudadır, ölünce uyanırlar. Gaflet uykusundan uyanırlar. 


*En-nâsü niyâmün*. Yâni insanlar uykudadır, gaflettedir. *Hayr* dan  *Şer* den haberleri yok. Ama, *Feizâ mâtû*; ölünce, kabre girince, *İntebehû* uyanacaklar, silkinecekler.


O zaman; *Eyvâh, böyle değilmiş, bizim zannetdiğimiz gibi değilmiş, meğer aldanmışız!* diyecekler, gafletten uyanacaklar. Ama o uyanmanın hiç faydası olmıyacak.