Aşûre günü okunacak dua

3 kere okunacak dua.

Şeyh Şihâbüddin-i Sühreverdî'den menkûldür ki: 

“Her kim bu duâyı aşûre günü üç kerre okursa ölümden de emîn kılınır. Zîrâ o sene ölümü mukadder olan kimseye, bu duâyı bu veçhile okumak nasip olmaz. (Hâmiş) Duanın anlamı


Her türlü hamd alemlerin Rabbine

Salatü selam seyyidimiz Muhammed aleyhisselam ve aline ve asgabının tamamına olsun


"Ey Allah'ım! Sen Ebedî ve Kadîmsin[Kendinden evvel hiçbir varlık olmayan], varlığı, hayâtı devâmlı olan, kullarına keremi ziyâde, merhameti, ni'metler bağışlaması sonsuz, yalnız Sensin Allahım! İşte bu yeni yıldır ki, ben, bu yıl boyunca, huzûrundan kovulmuş şeytândan korumanı ve dâimâ kötülüğü emreden nefsime gâlip olmam için yardımını ve beni Sana yaklaştıran işlerle meşgûl olmamı Senden dilerim ey celâl ve ikrâm sâhibi Allahım. Ey merhametlilerin en merhametlisi, rahmetinle muâmele eyle."

Amin. MUHARREM DUASI:

“Bismillâhirrahmânirrahîm. Elhamdü lillahi Rabbil-âlemîn. Ves-salâtü

ves-selâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.

Allahümme Entel-Ebediyyül-Kadîm. El-Hayyül-Kerîm. El-Hannânül-Mennân.

Ve hâzihî senetün cedîdetün, es"elüke fîhel"ısmete

mineş-şeytânir-racîm, vel-avne alâ hâzihin-nefsil-emmâreti bis-sûi

vel-iştigâle bimâ yukarribünî ileyke, yâ zel-celâli vel-ikrâm,

bi-rahmetike yâ erhamer-râhimîn. Ve sallallahü ve selleme alâ

seyyidinâ ve nebiyyinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve Ehli

beytihî ecmain''

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâmın hepsi *Şehîd*’dir kardeşim. Neden? Allah yolunda *Cihâd* etdikleri için. Dîn-i islâmı *Yaymak* için Arabistânı terk etdiler. Allah yolunda *Cihâd* için yürüdüler ve *Şehîd* oldular. 


Bizim *Âbiler* de hepsi *Şehîd* olacaklar, yatakda ölseler bile. Niçin? Allah *Yolu*’nda yürüdükleri için. Şehitler, ölürken hiç *Acı* çekmezler. Daha doğrusu öldüklerinin farkına bile varmazlar.


*Nevm-ül âlimi ibâdetün*. Ne demek bu? Âlimin uykusu *İbâdet*’dir. *Âlim*, çok kitap okuyan, çok şey bilen değil efendim. *Âlim*, hakkı bâtıldan ayırandır. Yâni bu *Doğru*, bu *Yanlış* diyebilendir. 


Biz zâten *Abdulhakim Arvasi Efendi* hazretlerinden bunu öğrendik. Bu *Sevilir*, bu *Sevilmez*. O hâlde bütün arkadaşlarımız *Âlim*’dir, uykuları *İbâdet*’dir. Bu ni’mete nasıl şükredilir kardeşim? 


Abdulhakim Efendi hazretleri buyururdu ki: Bu *Büyük*'ler ankâ kuşu gibidir. *Ankâ* kuşunun nerde olduğu belli değil. *İsmi* var, *Kendi*’si yok. İşte *Büyük*'ler, böyledir kardeşim. 


Çok *Az*’dırlar, ama çok *Kıymetli*’dirler. Onları, ancak *Nasîb*’i olanlar görebilir. Bu *Büyük*’lere kavuşmak, büyük *Ni’met*. O Büyüklere kavuşamıyan, *Talebe*’lerine kavuşursa, yine büyük *Ni’met*’dir. 


Hele *Kitap*’larına kavuşursa, çok büyük *Ni’met*’dir. Yalnız isimlerine kavuşsa, gene ni’metdir. O Büyüklerin *İsim*’leri söylendiği zaman, Allahü teâlâ *Hâtır*’lanır kardeşim. 


Çünkü onların, *Dünyâ* ile hiç alâkaları yok. *İlgi*’leri yok. Kalplerinde hiç dünyâ *Sevgi*’si yok. Bunun için o *Büyük*’ler anıldığı zaman, *Allah* hâtıra gelir. 


*Allahü teâlâ*’nın hâtırlandığı yere de *Rahmet* yağar. Rahmet yağar ne demek? Yâni orada bulunanların hepsi *Afv*’edilir. Bir mü’minin, dünyâda kavuşacağı en büyük makâm da, *Afv*’a uğramakdır zâten.

İHLAS İLE “LA İLAHE İLLALLAH” DENİLDİĞİNDE GÜNAHLARININ BAĞIŞLANMASI

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Fahr-i kâinat aleyhi ekmel-üt-tahiyyat efendimiz buyururlar:  

— “Allâh kıyamet günü mizanın önünde ümmetimden birini seçip bütün mahlukatın önüne çıkarır. Bu kişinin önüne amellerinin kayıtlı bulunduğu doksan dokuz defter açılır. Her defterin büyüklük ve uzunluğu gözün alabildiği kadardır. Fakat, hiç birisinde bu kulun salih bir ameli görülmez. Bütün beratları günahlarla dopdoludur. Bu kişi, utanarak başını önüne eğer ve âciz bir şekilde öylece kalır.” Allâh:

¬— “Ey kulum! Bu defterlerde yazılı olan herhangi bir şeyi inkâr ediyor musun, sana bir haksızlık yapılmış mı?” diye sorar. 

— Kişi titreyerek: “Hâşâ Yâ Rabbi, sen kuluna zulmetmezsin” der. 

— Hâk Teâlâ: “Benim kullarıma zulümüm yoktur. Senin benim katımda -hüsn-ü itikadın vardır- diye bir berat daha olacak” der. Derhal, O berat bulunur ve kulun eline sunulur. O berat ta da “LA ÎLÂHE İLLALLAH” yazılıdır. Hak teâlâ, ferman buyurur:  

— “Ey kulum! O günah beratlarını bir yana bırak, var şimdi bu beratı koysunlar.” 

O kişi, inleyerek teraziye gider, Hak teâlânın buyurduğu gibi bu berat da tartılır ve üzerinde LA ÎLÂHE İLLALLAH yazılı bulunan bu berat, diğer tüm günah beratlarından ağır gelir. Zira, o kul bir kere ihlâs ile LA ÎLÂHE İLLALLAH demiştir. 

Hak teâlâ irade buyurur.  

— “Ey kulum! Bir kere ihlâs ile LA İLÂHE İLLALLAH demen sebebiyle, bütün günahlarını affettim. Yürü cennetime, ye, iç, rahat et.”  


Gelin zikredelim ol Zül-Celal’i, 

Ki, gönülden süren oldur melali; 

Veli zikrin haramından sakın kim, 

Sefa vere sana anın helâli.


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Din kimden öğrenilir ?

 Gözü ağrıyan bir kimse, kime başvurur?Bekçiye mi, avukata mı, matematik öğretmenine mi, yoksa göz mütehassısı olan doktora mı?Elbette göz mütehassısa gider.İşte dinini öğrenmek isteyenin de avukata, matematikçiye, gazeteye, sinemaya değil, din mütehassısına başvurması lazımdır evladım.Bunlar hakiki İslam âlimleridir ki, böyle âlim olabilmek için zamanın fen bilgilerini iyi bilmek, fen ve edebiyat fakültelerinden diploma alıp, ayrıca doktorası, ihtisası olmak, Kur’an-ı kerimi ve mânâlarını ezberden bilmek, binlerce hadis-i şerifi ve mânâlarını ezbere bilmek lazımdır.Bitmedi. Ayrıca İslam’ın yirmi ana ilminde mütehassıs olmak ve bunların kolları olan seksen ilmi iyi bilmek, bu ilimlerde ictihad derecesine yükselmek, dört mezhebin inceliklerini kavramış olmak, tasavvufun en yüksek derecesi olan (Vilayet-i hassa-i Muhammediyye) makamına erişmiş olmak da lazımdır...

(Seyyid Ahmet Mekki Efendi “rahmetullahi aleyh” hazretleri)

EY NEFSİM!

“Ey nefsim! Akllı olduğunu iddia ediyorsun ve sana ahmak diyenlere kızıyorsun. Hâlbuki, senden dahâ ahmak kim var ki, ömrünü boş şeylerle, gülüp eğlenmekle geçiriyorsun. Senin hâlin, şu kâtile benzer ki, polislerin, kendisini aradıklarını ve yakalayınca, idâm edeceklerini bildiği hâlde, zamanını eğlence ile geçiriyor. Bundan dahâ ahmak kimse olur mu? 


Ey nefsim! Ecel sana yaklaşmakta, Cennet ve Cehennemden biri, seni beklemektedir. Ecelinin, bugün gelmeyeceği ne malum? Bugün gelmezse, bir gün elbette gelecek. Başına gelecek şeyi, geldi bil! Çünkü, ölüm kimseye vakit tayin etmemiş ve gece veyâ gündüz, çabuk veyâ geç, yazın veyâ kışın gelirim dememişdir. Herkese ânsızın gelir ve hiç ummadığı zamânda gelir. İşte ona hâzırlanmadın ise, bundan dahâ büyük ahmaklık olur mu? O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Günâhlara dalmışsın. Allahü teâlâ, bu hâlini görmüyor sanıyorsan, kâfirsin! Eğer gördüğüne inanıyorsan, çok cüretkâr ve hayâsızsın ki, Onun görmesine ehemmiyyet vermiyorsun! O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Hizmetçin sana itaat etmezse, ona nasıl kızarsın! O hâlde, Allahü teâlânın sana kızmıyacağından nasıl emîn oluyorsun! Eğer Onun azâbını hafîf görüyorsan, parmağını aleve tut! Yâhud, kızgın güneş altında bir sâat otur! Yâhud da, hamam halvetinde fazlaca kal da, zavallılığını, dayanamıyacağını anla! Yok eğer, dünyâda yapdıklarına cezâ vermiyecek sanıyorsan, Kur’ân-ı kerîme ve yüzyirmidörtbinden ziyâde Peygambere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” inanmamış oluyorsun ve hepsini yalancı yapmış oluyorsun. Çünki, Allahü teâlâ, Nisâ sûresinin yüzyirmiikinci âyetinde meâlen, (Günâh işliyen, cezâsını çekecekdir) buyuruyor. Kötülük eden, kötülük görür. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Günâh işleyince, O kerîmdir, rahîmdir, beni afv eder diyorsan, dünyâda, yüzbinlerce kişiye niçin zahmet, açlık ve hastalık çekdiriyor ve tarlasını ekmiyenlere mahsûlünü vermiyor! Şehvetlerine kavuşmak için, her hîleye baş vuruyorsun ve o vakt Allahü teâlâ kerîmdir, rahîmdir, istediklerimi zahmetsiz bana gönderir demiyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Belki inandığını, fakat sıkıntıya gelemeyeceğini söyleyeceksin. Fazla sıkıntıya dayanamayanların, az bir zahmet ile, bu sıkıntıyı önlemeleri lâzım olduğunu, Cehennem azâbından kurtulmak için, dünyâda zahmete katlanmanın farz olduğunu, demek ki bilmiyorsun. Bugün dünyânın bir mikdâr zahmetine dayanamazsan, yarın Cehennem azâbına ve âhıretdeki zillet ve alçaklığa ve tard olmağa, kovulmağa nasıl dayanacaksın? O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Para kazanmak için çok zahmet ve aşağılıklara katlanıyor ve hastalıkdan kurtulmak için, bir yehûdî doktorun sözü ile, bütün şehvetlerinden vaz geçiyorsun da, Cehennem azâbının, hastalıkdan ve fakîrlikden dahâ acı olduğunu ve âhıretin dünyâdan çok uzun olduğunu bilmiyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Sonra tevbe ederim ve iyi şeyler yaparım diyorsan, ölüm dahâ önce gelebilir, pişmân olup kalırsın. Yarın tevbe etmeği, bugün etmekden kolay sanıyorsan, aldanıyorsun. Çünkü tevbe, gecikdikçe zorlaşır ve ölüm yaklaşınca, hayvana yokuş önünde yem vermeğe benzer ki, fâidesi olmaz. Senin bu hâlin, şu talebeye benzer ki, dersine çalışmayıp, imtihân günü hepsini öğrenirim sanır ve ilm öğrenmek için, uzun zemân lâzım olduğunu bilemez. Bunun gibi, pis nefsi temizlemek için de, uzun zemân mücâhede etmek lâzımdır. Ömür, boşuna geçince, bir ânda, bunu nasıl yapabilirsin? İhtiyârlamadan önce gençliğin, hasta olmadan önce sıhhatin ve sıkıntı çekmeden önce râhatlığın ve ölmeden önce hayâtın kıymetini niçin bilmiyorsun? O hâlde yazıklar olsun sana ey nefsim!


Kışın muhtâc olacağın şeylerin hepsini, niçin yazdan hâzırlayıp hiç gecikdirmiyorsun ve bunları elde etmek için, Allahü teâlânın merhametine, ihsânına güvenmiyorsun? Hâlbuki Cehennemin zemherîri, kışın soğuğundan az değildir ve ateşinin sıcaklığı, temmuz güneşinden aşağı değildir. Bunların hâzırlığında, hiç kusûr etmiyorsun da, âhıret işlerinde gevşek davranıyorsun. Bunun sebebi nedir? Yoksa âhıret ve kıyâmet gününe inanmıyor musun ve kalbindeki bu küfrü, kendinden de mi saklıyorsun? Bu ise, ebedî felâketine sebebdir. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Marifet nûrunun himâyesine sığınmayıp da, öldükden sonra, şehvet ateşinin, cânını yakmasından, Allahü teâlânın lütfu ve merhameti ile kurtulacağını sanan bir kimse, kalın elbisesinin himâyesine girmeden, kışın soğuğunun, Allahü teâlânın lütfu ile kendisini üşütmiyeceğini sanan kimseye benzer. Bu kimse, bilemiyor ki, Allahü teâlâ, birçok fâideleri sağlamak için, kışı yaratmış ise de, lütuf ve merhamet ederek, elbise yapılacak şeyleri de yaratmış ve insanlara, elbise yapmak için akıl ve düşünce vermişdir. Yani Onun ihsânı, elbise teminini kolaylaştırmakta olup, elbisesiz üşümemek şeklinde değildir. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Günâhların Allahü teâlâyı kızdırdığı için, azâb çekeceğini zannetme ve günâhlarımın Ona ne zararı var ki, bana kızıyor deme! Zan etdiğin gibi değil. Seni yakacak olan Cehennem azâbı, senin içinde ve şehvetlerinden meydâna gelmekdedir. Nitekim, insanın hastalığı, yidiği zehirden ve içine giren zararlı şeylerden meydâna gelmekde olup, tabîbin sözlerini dinlemediği için, onun kızmasından hâsıl olmuyor. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Ey nefsim! Anladım ki, dünyânın ni’metlerine ve lezzetlerine alışmışsın ve kendini onlara kapdırmışsın! Cennete ve Cehenneme inanmıyorsan, bâri ölümü inkâr etme! Bu ni’met ve lezzetlerin hepsini senden alacaklar ve bunların ayrılık ateşi ile yanacaksın! Bunları istediğin kadar sev, istediğin kadar sıkı sarıl ki, ayrılık ateşi, sevgin kadar çok olur. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Dünyâya niye sarılıyorsun? Bütün dünyâ senin olsa ve dünyâdaki insanların hepsi sana secde etse, az zamân sonra sen de, onlar da toprak olacaksınız! İsmleriniz unutulacak, hâtırlardan silinecek. Geçmiş pâdişâhları hâtırlayan var mı? Hâlbuki sana dünyâdan az birşey vermişler. O da bozulmakda, değişmekdedir. Bunlar için, sonsuz Cennet ni’metlerini fedâ ediyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!


Bir kimse, kıymetli ve sonsuz dayanıklı bir mücevheri verip, bununla, kırık bir saksı satın alırsa, ona nasıl gülersin? İşte dünyâ, alınan saksı gibidir. Onu kırıldı bil ve ebedî cevheri, elinden çıkdı bil ve sana pişmânlık ve azâb kaldı bil!


Bunlar ile ve bunlar gibi sözlerle, herkes nefsini azarlıyarak, kendi hakkını ödemeli ve nasîhate, önce kendinden başlamalıdır! Allahü teâlâ, doğru yolda gidenlere selâmet ihsân buyursun! Âmîn.”


İmam-ı Gazali (rahmetullahi aleyh) ~ Kıyâmet ve Âhıreti

Nerede bir sıkıntı çeken varsa

 Nerede bir sıkıntı çeken varsa gidin araştırın büyükleri incitmiştir. Nerde bir huzurlu insan görseniz bilinki büyüklerden dua almıştır. 

(Ma'ruf-i Kerhi hazretleri rahmetullahi aleyh)

Bâtın yalnız Hak teâlâ içindir

“Allahü teâlâ, Müzzemmil sûresinin sekizinci [8] âyetinde, sevgili Peygamberine (aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm) meâlen buyuruyor ki: (Rabbinin ismini zikret. Gâfiller arasında bulunma!) Çok olur ki, insan zâhirini dağınıklıktan kurtaramaz. Çünkü, ödenecek haklar, yapılacak vazifeler vardır. Bunları yapmak için zâhirin mahlûklara dağılması lazım olur ve güzel olur. Fakat bâtının yani kalbin ve rûhun mahlûklara dağılması, hiçbir zaman iyi değildir. Bâtın yalnız Hak teâlâ içindir. Demek oluyor ki, her bir kulun dörtte üçü Hak teâlâ için olacaktır. Bâtının tamamı ile zâhirin yarısı. Zâhirin ikinci yarısı, mahlûkların haklarını ödemek için kalır. Bu hakları ödemek, Allahü teâlânın emrlerine uymak olduğundan, zâhirin bu yarısı da, Hak teâlâ için olmuş olur. Herşey, Ona dönecektir. Öyle ise, Ona kulluk ediniz! Vesselâm.” 


[İmâm-ı Rabbâni hazretleri ~ Mektûbât Tercemesi]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Hiçbir şey, *Sohbet* gibi kıymetli olamaz kardeşim. O sohbetde bulunmakdan daha büyük *Kerâmet* yokdur. Bunu, *Mektûbât* bildiriyor efendim. Allahü teâlânın *Sevgili* kulu olmanın ölçüsü, Onun dînini *Yaymak*’dır. 


Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde buyuruyor ki: *Hak gelirse, bâtıl gider*. Hakkın gelmesi için de, *Gayret* lâzım, *Yorulmak* lâzım, *Üzülmek* lâzım, *Ağlamak* lâzım. 


*Osmânlı*’lar Viyana’ya kadar gitmeselerdi, dövüşmeselerdi, oralara *Hak* gitmezdi. *Eshâb-ı kirâm* aleyhimürrıdvân, Arabistân’dan *Çıkıp*, dünyânın her yerine dağıldılar.


*Savaş*’dılar ve *Şehîd* düşdüler. Onun için, bir yere *Hak*’kın gitmesi için, *Hak*’kı bilenlerin oraya kadar *Gitmesi* lâzım efendim. 


Hazret-i Alî radıyallahü anh; *Ben kimseye iyilik etmedim*, buyurmuş. Dinliyenler; Efendim, siz herkese iyilik ediyorsunuz, demişler. 


O da cevâben; Ben birine *İyilik* etdiğim zaman, bana *Sevap* yazılıyor, ona yazılmıyor ki. O biraz *Seviniyor*, o kadar, demiş. Devâmında da;


Ama esas *Kâr*’da olan benim, çünkü âhiretde, o iyiliğin *Mükâfât*’ına ben kavuşacağım. O hâlde ben, *Kendim*’e iyilik yapıyorum, *Onlar*’a değil, buyurmuş. 


Benim ömrüm *Kitap* okumakla geçdi kardeşim, hâlâ da okuyorum. Ama ben, *Yeni* birşey öğrenmek için okumuyorum ki. *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinden *Herşey*’i öğrenmiştim zâten. 


Ben, *Abdülhakim Efendi* hazretlerinden duyduklarımın, öğrendiklerimin, *Mehaz*’ını, *Vesîka*’sını, *Sened*’ini, *Kaynağı*’nı bulmak için okuyorum. 


Çok *Kitap* okumakla bir *Netîce*’ye vardım efendim. O da şu: *Rastgele kitap okuyan, sapıtır*.

ŞA’BÂN-I VELÎ HAZRETLERİNİN VEFATI 9 TEMMUZ 1569


Kanunî Sultan Süleymân Hân devrinde Anadolu’da yaşayan evliyâdan. Kastamonu vilâyetinin Taşköprü kazasında doğdu. Küçük yaşlarda İstanbul’a giderek; tefsîr, hadîs, fıkıh ilimlerini öğrendi. Zâhirî ilimlerde yetişmiş bir âlim olarak Kastamonu’ya dönerken, Bolu’da Hayreddîn-i Tokâdî hazretlerine uğradı. Tasavvufda üstâd olan Hayreddîn-i Tokâdî, Halvetî yolunun büyüklerinden idi. Hayreddîn-i Tokâdî, kendisini ziyâret eden bu kabiliyetli talebeyi bir müddet memleketine göndermiyerek yanında bıraktı. Şa’bân-ı Velî senelerce Hayreddîn-i Tokâdî’ye hizmet etmekle şereflenip, teveccühlerine kavuştu. Hocasının himmeti bereketiyle kısa zamanda yetişerek, tasavvuf yolunda yüksek derecelere kavuştu. Hocasının 941 (m. 1535)’de vefâtından sonra halîfesi oldu. Şa’bân-ı Velî, Kastamonu’ya giderek, halkı irşâda, yetiştirmeye başladı. 976 (m. 1568)’da vefât edince, Kastamonu’nun Hisâraltı civarındaki türbesine defn edildi.


Şa’bân-ı Velî, dünyâya hiç meyl etmezdi. Takvâ ve vera’ ehli idi. Haramlardan şiddetle kaçar, hattâ şüpheli korkusu ile mübahların dahî fazlasını terkederdi. Zamanlarının bir dakika bile boşa geçmemesi için uğraşır, vaktini ibâdetle, insanlara faydalı olmakla geçirirdi. Kendisine sığınanları boş çevirmezdi. Dîn-i İslâmı yaymak, Ehl-i sünnet i’tikâdını herkese anlatmakla vaktini değerlendirirdi. Dînin emirlerini yapmıyan ve yasaklarından kaçınmıyanlara ziyadesiyle nasihat eder, onların Cehennemde yanmaması için elinden gelen gayreti gösterirdi. Getirilen hediyeleri, kendisi zâhiren çok fakîr olduğu halde, hepsini muhtaçlara, yetimlere dağıtırdı. Halkın arasında Hak ile idi. Görünüşde insanlar arasında bulunurdu, fakat kalbi ile hep Allahü teâlâyı hatırlar, hakîkî sahibinden bir ân dahî gâfil olmazdı. Allahü teâlâya yaptığı duâlar, kabûl olurdu.


Talebelerinden Muhiddîn Usta anlattı: Birgün hocamız Şa’bân-ı Velî hazretlerinin huzûrunda idik. Ilgaz yolundan bir kimse geldi ve hocamızın elini öptükten sonra; “Efendim! Yol üzerinde bir değirmenimiz vardı. Bir arkadaşımla değirmenin taşını değiştirecektik. Yeni taşı kaldırdık, tam koyacakken derenin dibine yuvarlandı. Dereden tekrar çıkarıp yerine koymamız mümkün değildi. Çünkü taş çok ağırdı. Ne yapacağımızı düşünüp dururken, hatırımıza siz geldiniz ve; “Yetiş ey Şa’bân-ı Velî hazretleri!..” diye imdâd istedik. O anda bir el, değirmenin taşını aşağıdan aldığı gibi, getirip yerine koydu, işte, orada gördüğüm el ile bu öptüğüm el, aynı eldir” dedi.


Şa’bân-ı Velî, bir sene kendine âit bir odada halvete girerek, günlerce dışarı çıkmadı, içerde nefsini terbiye etmek, yüksek dereceler katetmek için uğraştı. O sıralarda hac mevsimi idi. Kastamonulu bir kimse, hac vazîfesini yapmak için Kâ’be-i muazzamaya gitmişti. Orada hastalandı. Kendisine yardım edecek bir yakını yok idi. Beraber geldiği kimseler, Mekke’den ayrılıp memleketlerinin yolunu tuttuğu hâlde, bu kimse iyileşip yola çıkamamıştı. Memleket hasretiyle yanıp yakıldığı ve gözyaşlarıyla ağladığı birgün, yanına bir zât geldi. “Ey hacı efendi! Ağlamanızın sebebi nedir?” diye sordu. O da durumunu anlatınca, dedi ki: “Kâ’be’nin Hanefî mihrabı yakınında beş vakit namazını kılıp, kaybolan bir zât vardır. Oraya git, kim olduğunu araştır. Bulduğun zaman ellerine yapış ve sıkıntını anlat. O kendisini gizlerse de, sen ısrarla; “Derdime çare!., “de. O hacı; “Peki” diyerek, Hanefî mihrabına gitti. Namaz arasında dikkatle gelenleri kontrol ediyordu. Bir ara kendi memleketinden tanıdığı Şa’bân-ı Velî hazretlerini de orada gördü. Namazdan sonra yanına varırım, diyerek, namazını olduğu yerde tamamladı. Fakat namazdan sonra ne kadar aradıysa da Şa’bân-ı Velî’yi göremedi. Bana bildirilen herhalde budur diyerek, sonraki namaz vaktini bekledi. Ezanlar okunduğu sırada, yine aynı yerde Şa’bân-ı Velî’yi görünce, yanına sokuldu ve ellerine sarılıp öptü. Sonra bir nefeste derdini anlattı ve; “Beni memleketime götürmek Allahü teâlânın izniyle sizce mümkündür. Derdime çâre...” diye yalvardı. Şa’bân-ı Velî; “Mümkündür. Fakat sırrımızı açığa çıkarmanızdan korkarız” buyurdu. Hacı da sır saklayacağını bildirince, Şa’bân-ı Velî; “Namazdan sonra görüşelim” buyurdu. Namaz bittikten sonra dışarı çıktılar. Kimsenin olmadığı bir yerde; “Gözlerini yum, aç demeden açma” buyudu. O kimse, bir anda, Allahü teâlânın izniyle kendini evinin önünde buldu. Hacı, Şa’bân-ı Velî’nin kerâmeti ile, kısa zamanda çok uzun yolu kat ederek memleketine vâsıl olmuştu.


Talebelerinden Mehmed Efendi anlattı: “Şa’bân-ı Velî hazretlerinin talebesi olmakla şereflendiğim sıralarda, onun pekçok kerâmetlerini gördüm, hâllerine şâhid oldum. Horasan evliyâsından biri, talebelerinden hâl ehli olan birkaçına; “Anadolu’da derecesi yüksek, pek kıymetli bir velî yetişti. Arzu ettiği an melekler âlemini seyretmektedir. Siz de onun ziyâretine gidiniz. Onun feyz ve bereketine, teveccühlerine kavuşunuz” buyurdu. O talebeler de Anadolu’ya doğru yola çıkıp Kastamonu’ya yaklaştılar. Bu sırada Şa’bân-ı Velî, iki talebesine bir ayna verip; “Horasan dervişlerinden üç tanesi ziyâretimize gelmektedir. Aynayı bu gelenlere veriniz” buyurdu. Aynayı alan iki talebe, Horasanlı dervişleri karşılamaya çıktılar. Yolda karşılaştıklarında, emânet olan aynayı gelenlere verdiler. Horasanlı dervişler aynaya baktıklarında, içinde Şa’bân-ı Velî’yi tebessüm ederek kendilerine bakmakta olduğunu gördüler. Bu hâle hayret ettiler ve “Bize bu kâfidir. Göreceğimizi gördük, Şa’bân-ı Velî’nin teveccühlerine kavuştuk” diyerek Horasan’a döndüler.”


Şa’bân-ı Velî’ye birgün fakir bir kimse gelerek; “Efendim! Fakir bir kimseyim. Bir merkebim var idi, o da öldü. Şimdi ne ile çocuklarımın geçimini te’min edeceğim? Ne olur duâ buyurun da, cenâb-ı Hak beni nâmerde muhtaç etmesin” dedi. Şa’bân-ı Velî de, ellerini açarak bu fakir için Allahü teâlâya yalvardı. O sırada bir atlı, yedeğinde bir katır ile Şa’bân-ı Velî hazretlerinin huzûruna varıp; “Efendim! Bu katırı size hediye etmek niyetiyle tâ memleketimden geldim. Lütfen kabûl buyurunuz” dedi. Şa’bân-ı Velî, yanında duran fakire dönerek; “Ey fakîr! Allahü teâlânın sevdiklerine olan bağlılığın ve muhabbetin sebebiyle, cenâb-ı Hak sana, merkebin yerine daha güçlü bir katır ihsân etti. Ni’metinin şükrünü bil ki, daha da çoğaltsın” buyurdu ve katırı fakire teslim etti. Katırı getiren kimse, bu işe şaşırıp kaldı ve hayretinden; “Sübhânallah” deyince, etrâftakiler; “Niçin hayret ediyorsun?” diye sordular. O kimse de; “Bu katırı yarın getirecektim. Lâkin içime, hayırlı işi geciktirme, diye bir düşünce geldi. Bunda bir hikmet var diyerek acele ettim” dedi.


Kürekçi Mustafa isminde, Şa’bân-ı Velî’yi çok seven bir kimse anlattı: “Birisine binikiyüz akçe borcum vardı. Onu ödemek için çok çalıştığım hâlde bir türlü para biriktirip veremedim. O kimse de, zaman zaman gelip parasını istiyordu. Ben de her defasında; “Biraz daha mühlet ver” diyordum. Bu durumun böyle devam etmeyeceğini anlayınca, bir velînin kabrine giderek; “Yâ Rabbî! ma’lûmdur. Enbiyân ve bu evliyân hürmeti için, bana borcum kadar dünyalık ihsân eyle!” diye duâ eyledim. Oradan ayrıldıktan sonra, aklıma Şa’bân-ı Velî hazretleri geldi. Huzûr-i şerîflerine vardığımda yanında kimse yoktu. Beni görünce, oturduğu minderin altını işâret ederek; “Bunun altındakileri al” buyurdu. Ben de elimi uzatıp, bir miktarını aldım. Hepsini almadığımı görünce, bana; “Hepsini al. Hak teâlâ oradakilerin hepsini senin için gönderdi” buyurdu. Bunun üzerine hepsini aldım. Sonra benim için el kaldırıp; “Yâ Rabbî! Bunu darda koyma” diye duâ etti. Huzûrundan ayrıldım. Tenhâ bir yere vardığımda paraları saydım, tam borcum kadar idi. Çok sevindim. Hemen gidip borcumu verdim. O günden beri de hiç kimseye borçlanmadım, elhamdülillah.”


Ömer Fuâdî isminde bir sevdiği anlattı: Teyzemin başı çok ağrıyordu. Bu baş ağrısı için, gitmedik doktor, içmedik ilâç bırakmadık. Kimden ne ilâç duyarsak onu deniyorduk. Fakat netice hiç değişmiyordu. Birgün Şa’bân-ı Velî’ye gittik, durumu anlattıktan sonra duâ istedik. “Kur’ân-ı kerîmin her harfinde bin derde bin deva vardır. Ondan şifâ aramıyan şifâya kavuşamaz” buyurdu ve bir Fâtiha-i şerîfe okudu. Oradan ayrıldık, eve gelirken teyzeme ağrısını sorduğumda; “Elhamdülillah hiçbir ağrı ve sızı kalmadı” diyerek Şa’bân-ı Velî’ye duâ etti.


Murâd Halîfe ismindeki İmâm, birgün Şa’bân-ı Velî’yi ziyârete geldi. O sırada Şa’bân-ı Velî câminin bahçesinde talebeleriyle oturmuş sohbet ediyordu. Murâd Halîfe, bir müddet onların yanına oturup sohbeti dinlemeğe başladı. Dinledikçe, Şa’bân-ı Velî hazretlerinin büyüklüğünü anlıyordu. Bir ara Şa’bân-ı Velî’nin mübârek başını câminin kubbesi yüksekliğinde gördü. Hemen varıp, Şa’bân-ı Velî’nin dizinin dibine oturdu ve elini öpmeğe başladı. Talebelerden biri yavaşça; “Bu adam ne yapıyor? Durup dururken hocamızın elini öpüyor” deyince, yanındaki kalb gözü açılmış olan talebe de, “Eğer hocamızın mübârek başının Arş-ı a’lâya değdiğini görse, zevkten helak olurdu” dedi.


Şa’bân-ı Velî, zaman zaman şehrin kenârında bulunan bir ulu çınar ağacının yanına gider, ağacın kovuğu içine oturarak Allahü teâlâyı zikreder, mahlûkları hakkında tefekkür ederdi. Birgün, böyle ağacın kovuğunda tefekkür edip otururken, ba’zı kimseler gelip Şa’bân-ı Velî’yi çağırdılar. Tefekkür etmeyi bırakıp gelenlerle beraber şehre giderken, arkalarında bir gürültü koptu. Geriye döndüklerinde, koca çınar ağacının da peşlerinden geldiğini gördüler. Bunun üzerine Şa’bân-ı Velî; “Ey yaşlı çınar! Daha gelme, yerinde kal!” buyurunca, köklerini sürükleyerek gelen ağaç, olduğu yerde kaldı.


Şa’bân-ı Velî, 976 (m 1568) senesinde hastalandı. Hastalığının son günlerinde talebelerini başına toplayarak, ayrı ayrı nasihatlerde bulundu. Herbiriyle vedâlaştı. Helâllaştı. Son nefesinde Kelime-i şehâdet getirerek vefât eyledi. Vefâtı için şu mısrayı târih düşürdüler:


“Eyledi Şa’bân Efendi azm-ı dildâr-ı can!”


Türbesindeki kitabede de şu beyt yazılıdır:


“Sarıl gel, dâmeni ihsânına sen Şeyh Şa’bân’ın,

Harabından geçip ma’mûr’-u âbâd olmak istersen.”

İbni Teymiye kimdir?

 İslam âlimleri buyuruyor ki:

(Allahü teâlânın, sapıtmasına ilmini sebep ettiği kimsedir.) [İbni Hacer-i Mekki - Fetava-yı hadisiyye]

(İbni Teymiye öyle bir kimsedir ki, bozuk sözlerine ve çürük vesikalarına, büyük âlimler cevap vermişler ve düşüncelerinin çirkinliğini ortaya koymuşlardır. [Şam, Mısır ve Kudüs’de kadılık yapmış olan şafii fıkıh ve hadis âlimlerinden Muhammed] İzzibni Cemaa, onun için, Allahü teâlânın dalalete sürüklediği, azdırdığı ve zillet gömleği giydirdiği kimsedir. İslam âlimlerine ve bilhassa Hulefa-i raşidine karşı ahmakça itirazlarda bulunmuştur demiştir.) 

[İbni Hacer-i Mekki - El-cevher-ül-munzam]

İnsanlar gülmeyi neden unuttu ?

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İnsanlar *Gülme*’yi unutdu kardeşim. Neden? Çünkü herkesin kalbinde, *Dünyâ* var, yâni dünyâ *Sevgisi* var. Dünyâ meşgûliyeti var. Hâlbuki Allahü teâlâ, bu dünyâyı, *Sıkıntı* ve *Üzüntü* için yaratdı. 


Âhireti ise *Güzellik* için, yâni *Huzûr* ve *Seâdet* için yaratdı. Huzûr demek, bir an olsun dünyâyı *Unutmak* demekdir. Dünyâ o kadar *Kötü* ki, onu bir an unutduğunuz zaman *Huzûr*’a kavuşuyorsunuz. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri buyururdu ki: *Âhiret’e hazır olan, neş’esinden belli olur*. Nasıl belli olur? Âhirete hazır olan kimse, *Neş’eli*’dir. Ama bugün herkesin *Surat*’ı asık. Niçin? Çünkü *Âhiret*’le ilgilenmiyorlar. 


Öyle bir *Düşünce*’leri yok. Öyle bir *Dert*’leri yok. Âhireti dert etmiyorlar. Hâlbuki mü’min, *Âhireti* dert eder. Onun derdi, *Âhiret*’dir. Âhiret derdi olanın da *Dünyâ* derdi olmaz, onun için *Neşeli*’dir. 


Bugün yapılacak en mühim iş, *Büyükler*’imizden aldığımız bu *Emânet*’i, bu ehl-i sünnet *Îtikâd*’ını, bu doğru *Îmân*’ı, bizden sonrakilere aktarmakdır. Eğer bu emânet aktarılmazsa, çok *Kötü* olur. 


*Nankör*’lük olur, ni’mete *İhânet* edilmiş olur. Hem bulunduğu *Yol*’a, hem de kavuşduğu bu *Ni’met*’e ihânet olur. 


Neden? Çünkü bu *Ni’met*’in şükrü, onu herkese *Yaymak*’la olur. Başkalarına *Öğretmek*’le olur. 


Bir insan, bir *Ni’met*’e kavuşursa ve bunun *Kıymeti*’ni bilirse, mutlaka başkasının da *Bilmesi*’ni ister ve bunun için *Çalışır*. Eshâb-ı kirâm Efendilerimiz böyle idiler. 


Kendileri *Îmân* eder etmez, hemen *Arkadaş*’larına koşdular, onların da *Îmân* etmesini sağladılar. Eshâb-ı kirâm, Resûlullah Efendimizden *Mûcize* beklemediler. 


Hiç böyle *Şey*’ler düşünmediler ve konuşmadılar. Çünkü, buna*İhtiyaç*’ları yokdu. Onlar, Peygamber aleyhisselâmın mübârek *Sohbet*’inde bulunmakla şereflendiler.