Hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin Seyyid Tâhâ hazretlerine yazdığı bir mektûb

 Hocası Mevlânâ Hâlid hazretleri, kendisine yazdığı Fârisî mektûplarından birinde şöyle buyurdular: “Kıymetli Seyyid Tâhâ! Allahü teâlânın emânında olunuz! Âfet olan şöhretten dâima çok sakınınız! Kişi için, talebelerin çokluğu büyük belâ olabilir. Allahü teâlâ sizi o âfetten korusun! Âmîn. Kalbin acem beldelerine meylini, öldürücü, rûhu kurutucu zehir biliniz! Nerede kaldı ki, onların yanına gidilsin. Onlara yakın olmaktan, tatlı, idâreli dil kullanmaktan çok uzak olmalıdır. İnşâallah bir araya gelmezsiniz. Eğer şah bile bizzat da’vet ederse, gitmemelidir. Nerede kaldı ki, başkalarının da’vetine gidilsin. Böyle da’vete verilecek cevap şudur: “Biz derviş kimseleriz. Bizim işimiz, dünyâdan kesilmek ve İslâm pâdişâhına duâ etmek, insanların dînine hizmettir. Devlet reîslerinin meclisinin edeblerini bilmeyiz.” Sana emrettiğim üzere ol, muhalefet etme! Molla Mustafa Eşnevî’ye de fakirin selâmını söyle ve bu yazdıklarım aynı zamanda onun içindir. Fitne olan yerden çok uzak olup, dîne hizmet edecek yerde bulunmak ve yerleşmek zarurîdir. Bizden birşey gizli tutulmasın ki, helake sebep olur. Kulların en za’îfi Hâlid-i Nakşibendî Müceddidî.”


Şemsüddîn Muhammed Şâzilî hazretleri

 Vakti en mühim işler ile geçirmelidir...


Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için can atarak gayret göstermek, vakti zikir ve tefekkür ile geçirmek lâzımdır.

 

Şemsüddîn Muhammed Şâzilî hazretleri Mısır'da yetişen büyük velîlerdendir. Önce medresede ilim tahsil etti. Medrese arkadaşlarından biri de, meşhûr muhaddis İbn-i Hacer Askalânî'dir. Sonra tasavvufa yöneldi. Vilâyetin bütün makamlarını geçmiş, ilmiyle âmil, yüksek hâller sâhibi bir kimse idi. Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri buyurdu ki: "Benden sonra, Mısır'da Muhammed Hanefî ismiyle meşhûr bir zât gelecek, bu ülkenin fâtihi olacak, kendisi büyük şân sâhibidir. O, benim beşinci halîfem olacaktır." İmâm-ı Şa'rânî şöyle nakletti: " Şemsüddîn Muhammed Şâzilî hazretleri ölüm hastalığında; "Kimin bir hâceti, isteği olursa, kabrime gelsin; onu yerine getiririm. Çünkü sizinle benim aramda bir karış topraktan başka bir engel yoktur. Bir karış toprak onunla talebeleri ve dostları arasında engel olan kimse velî değildir" buyurdu." Şâzilî hazretleri 1443 (H.847) senesinde vefât etti.

 

Bu mübarek zat, sohbetlerinde buyurdu ki: "Sakın velîlerin kerâmetini inkâra kalkışmayın. Zîrâ kerâmet, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler ile sâbittir. Âdet dışı hâllerin olması, velîler için câizdir. Ehl-i sünnet ve cemâat mezhebinin îtikâdı böyledir. Çünkü rivâyete göre İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe, bir ara duâ etti ve kendisine semâdan bol yemeklerle dolu bir sofra indi."

 

"Velî, (Lâ ilâhe illallah) deyip, bunun şartlarını yerine getiren kimsedir. Bunun şartları; Allahü teâlâyı ve O'nun Resûlünü sevmek ve dost edinmektir."

 

"Bir kimse âhirete yönelirse, Allahü teâlâ keremiyle, onun dünyâ ve âhiret ihtiyaçlarını giderir."

 

"Vakti en mühim işler ile geçirmelidir. Yalnızken ve başkaları ile birlikte iken takvâ ve havf (korku) üzere olmalı ve ölüm ânını düşünüp, tefekkürü terk etmemelidir."


"Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için can atarak gayret göstermek, vakti zikir ve tefekkür ile geçirmek lâzımdır. Gecelerin karanlığını istiğfâr ile aydınlatmalı (geceleri çok tövbe etmeli) ve bu az vakitte (dünyâ hayâtında) âhiret azığını hazırlamalıdır.”

 

"Bid'atler yayılıp sünnetler terk edildiği zulmetli zamanda, İslâm ilimlerinin tahsîli ve neşri en mühim işlerdendir. Ve Muhammed aleyhisselâmın sünnetini yaymak en büyük maksattandır."

 

"Günahlardan hemen sonra tövbe yapılırsa ve tövbe günahtan sonra üç saat içinde yapılırsa o günah amel defterine yazılmaz."

Dört şey getirdim

Bu beyitin Şeyh Sa'di Şirâzi hazretlerine ait olduğu rivayeti olduğu gibi anonim olduğu rivayeti de vardır. Seyyid Fehim Arvasi kuddise sirruh hazretleri Nehri'ye mürşidi Seyyid Taha-i Hakkari kuddise sirruh hazretlerini ziyarete gittiği zaman mürşidi seyyid Taha hazretleri hediye olarak bize ne getirdiniz diye sorar. Seyyid Fehim kuddise sirruh ise cevaben bu beyiti söyler. 


Çâr çîz âverdeem şâhâ ki der genc-i tû nîst;

Nistî u hâcet u özr u günâh averdeem.


Mana itibariyle ise şöyledir:

Ey padişah! Dört şey getirdim senin hazinende olmayan:

 (Ki bunlar) yokluk, ihtiyaç, özür ve günah..." ( getirdim )

Aşağıdaki hat ise bunun Fârisi olarak yazılmış hâlidir. Seyyid Abdülhakîm Arvasi hazretlerinin bir müridi tarafından deftere not edilen sohbetlerinin bulunduğu risaleye fotokopi yoluyla konulan bu çerçevedeki yazı ise ( sorup öğrendiğimiz kadarıyla ) Seyyid Abdülhakîm Arvasi ( Üçışık ) kuddise sirruh hazretlerinin el yazısıdır.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir savcı, *Üç* tâne *Suâl* hâzırlamış, *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerine soracakmış. Ehibbâdan Hâlid efendi ile Bâyezid’de buluşup, Eyüp Sultâna gideceklermiş. Savcı câmiye gitmediğinden, kahvede buluşmuşlar. 


Hâlid efendi demiş ki: *Abdülhakim Efendi hazretlerinin câmide sohbeti var, Onu dinleyip, sonra berâber yanına gideriz*. Hâlid efendinin zoruyla, savcı câmiye girmiş. Abdülhakim Efendi hazretleri de sohbete başlamış.


Ve o sohbetin içinde, savcının bütün suâllerine de bir bir cevap vermiş efendim. Çıkdıkdan sonra, savcı; *Gitmemize lüzûm kalmadı, bütün suâllerimin cevâbını tek tek aldım ve tatmîn oldum*, demiş. 

*****

Eyüp Sultân’da, *Hüseyin efendi* diye meşhur bir *Şeyh* vardı. Abdülhakim Efendi hazretleri oraya gelince, bu Hüseyin efendi merâk etmiş. Kendi kendine;


*Benden büyük şeyh olur mu? Kimmiş bu Vanlı Hoca, gidip bir göreyim*, demiş. Abdülhakim Efendi hazretlerinin yanına cübbeyle, sarıkla gelmiş, kendini tanıtmış. 


Efendi hazretleri, *Buyurun!* deyip, yanına oturtmuşlar. Herkes bir geri kaymış. Hüseyin efendi kendi kendine; *Kıymetimi bildi, yanına oturttu*, demiş. 


Fakat biri dahâ gelince, onu da yanına oturtmuş. Hüseyin efendi de dâhil, herkes bir geri kaymış. Her gelen, Efendi hazretlerinin yanına oturduğundan, Hüseyin efendi kendini kapının eşiğinde bulmuş. 


Fakat sohbeti dinleyince herşeyi anlamış efendim. Ertesi gün cübbeyi, sarığı çıkarmış, Efendi hazretlerine gelmiş. Efendi hazretleri; *Hüseyin Efendi sen misin, niçin geldin?* diye sormuş. 


Hüseyin Efendi; Efendim, ben kendimi *şeyh* zannederdim. Meğer ben, *Eşşeyh* değil, *Eşşek*’mişim, size kul köle olmağa geldim, demiş ve o gün dergâhta hizmete başlamış. 


Hanımına ve kayınvâlidesine de; *Siz de gelin, dergâhda bulaşık-çamaşır yıkayın*, dermiş. Biz onları, orada hizmet ederken gördük efendim.

Bu büyükleri seven kimseye kabir azabı olmaz

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu büyükler, gelen talebelerde kâbiliyet aramazlar. Zîra onlar, bir *Taş*’a teveccüh etseler veyâ dokunsalar, hattâ sâdece baksalar, o taş *Feyz* alır, feyz verir. Hattâ *bin sene* geçse bile, o feyz, o taşdan gitmez efendim. 


O büyüklerin tahmînî konuşmaları, *Allahü a’lem* demeleri, yâni *Allah bilir ki*, demeleri veyâ öyle zannediyorum ki, demeleri *Kat’iyyet* ifâde eder. 


Çünkü onlar, *Mutlak böyledir* demezler, bir açık kapı bırakırlar. 


Meselâ Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri; *Bu gün, dünyâda bir mürşid-i kâmil, şurada yok, şurada yok, şurada yok, belki Hindistân’da vardır*, buyurdular. 


İşte o *Belki* kelimesi, kat’iyyet ifâde eder. O gün Hindistân’da vardı efendim, İsmi de, *Ehlisünnet Hân*. Hattâ bu zât, bir kitap yazmış. Ben okudum o kitâbı. 


Bir yerinde yazmış ki: *Bizi seven, yolumuzu seven, bu büyükleri seven kimseye, kabir azâbı olmaz*. Öyle buyurmuş Mübârek. 

*******

Bir kadıncağız, kocasına devâmlı söylermiş, dermiş ki: *Ne olur, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerine söyle, ben Ona bağlanmak istiyorum*. O da; Söylerim hanım! dermiş, ama gidince unuturmuş. 


Ertesi gün bir daha sormuş: *Söyledin mi efendi?* Aaa, Vallâhi unutdum hanım. *Niye unutdun?* Hanım, bu gün öyle bir sohbet vardı ki, Vallâhi aklıma bile gelmedi. Hanımı; *Bâri bugün söyle*, demiş. 


Adam da; Hayhay hanım söylerim, demiş, ama gene unutmuş. Derken hanım vefât etmiş efendim. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri namâzını kıldırmış ve *Allahü a’lem, bizi sevenler kabir azâbı çekmez*, buyurmuş. 


Ertesi gün, bu kadıncağızı rüyâda görüyorlar. Diyorlar ki: Allahü teâlâ sana ne muâmele etdi? 


Kadıncağız sevinç içinde; *O zâtı sevdiğim için kabir azâbı çekmiyorum*, demiş. Kabir azâbı yok. Niçin? O zâtı sevdiği için. Sevmek kâfi, ne büyük *müjde* kardeşim.

Din ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenilir

 ***Dini meselelerde güvenilir ve ehil kimselerden duymadıkça bir şey söylememelidir.Yoksa insan günaha girer.(Abdullah İbni Mesud Hazretleri)

***Müctehid olmayan âlime nâkil, yâni haber iletici denir. Müctehid olmayan müftîler mukalliddir. Avâm(halk), hadîs-i şerîflerden doğru mânâ çıkaramaz. Bunun için müctehidlerin anladıklarına uymaları, yâni onları taklîd etmeleri lâzımdır. (Feth-ul-kadîr Hazretleri)

***Dînî mes'elelerde, şöyle veya böyle yapılabilir şeklinde ruhsat (izin vermek) avâmın sözü ile olamaz. Burada ancak müctehidler yetkilidir. (Reddül-Muhtâr)

***Naklî ilimler, aklın, insan dimâğı gücünün dışında ve üstündedir. Bunlar hiçbir zaman kimse tarafından değiştirilemez. Dinde reform olmaz sözünün mânâsı budur.Din bilgileri nakl ile öğrenilir. Din bilgilerini önce gelen âlimler sonra gelenlere bildirmişlerdir. (Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri)

***Ehl-i sünnet îtikâdını ortaya koyan, Resûlullah efendimizdir. Îmân bilgilerini Eshâb-ı kirâm bu kaynaktan aldılar. Tâbiîn-i ızâm da, bu bilgileri Eshâb-ı kirâmdan öğrendiler. Daha sonra gelenler, bunlardan öğrendiler. Böylece,Ehl-i sünnet bilgileri bizlere İslâm âlimlerinin kitaplarından nakil yoluyla geldi. (İbn-i Halîfe Alîvî Hazretleri)

***Allahü teâlânın izni ile ilmim o kadar genişledi. O kadar çok şey biliyorum, fakat bütün bunları öğrenmeme, bu dereceye yükselmeme vesîle, vâsıta olan mübârek hocama karşı edebe riâyet ederek, edepte noksanlık olmaması ve daha çok ihsânlara kavuşmak için, hep hocamdan naklederek konuşuyorum. Lâyık ve uygun olan da budur.(Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî Hazretleri)

***Din bilgileri, zamanla değişmeyen ilimlerdir. Bu bakımdan din hakkında türedi yazarların yeni fikirlerine ihtiyâç yoktur. islâm âlimleri, açıklamadık konu ve mes'ele bırakmamışlardır. Yapılacak iş, islâm âlimlerinin kitaplarını bugünkü gençliğin anlıyacağı şekilde tercüme etmektir.(Milel-nihâl c.2, s.116,218; Mir'ât-ül-usûl son kısmı)

***Dînini bilen, seven ve kayıran mübârek insanların ilmihâl kitaplarını alıp, çoluk-çocuğuna öğretmesi, her müslümanın birinci vazîfesidir. Kendilerine din adamı ismini ve süsünü veren,câhil ve sapık bir kimsenin sözlerinden ve yazılarından din öğrenmeye kalkışmak, kendini Cehennem'e atmaktır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri)

***Pis borudan şifa gelmez.(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri)

***Mukaddes dînimizi, şanlı ve şerefli ecdâdımızın mübârek elleri ile yazdıkları hâlis ve afif (temiz) kitaplarından okuyup öğrenmelidir.(Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh")

***Cüneyd-i Bağdadi hazretleri buyurdu ki:Bu din edep dinidir,ahde vefa dinidir.Kendiliğimden bir şey söylemedim. Hocamdan naklettiklerimi,kendi bilgim gibiymiş gibi anlatsaydım,hırsızlık etmiş olurdum.Büyükler evden bir şey getirmezler,hırsızlık etmezler,kendilerine mal etmezler.

***Fıkıh kitablarına uymayan fetvâlar yanlıştır. Bunlara bağlanılmaz. (Abdurrahmân Silhetî hazretleri)

***Din ilminde konuşan kimse, Allahü teâlânın kendisine; "Benim dînimde sen nasıl fetvâ verdin, nasıl söz söyledin?" suâlini sormıyacağını zannediyorsa, dinde gevşeklik etmiş olur. (İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleri)

****Ehl-i sünnet îtikâdında olmayan din adamlarının yazılarını okuyanın kalbi kararır.(Süleymân bin Cezâ hazretleri)

***İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: İmanın alameti,dinin emirlerini seve seve yapmaktır.Ehl-i sünnet âlimlerinin yolunda gitmedikçe,kurtuluş imkânsızdır.

***Bir kimsenin kendisini irşâd edecek (doğru yolu gösterecek) bir mürşîdi yoksa, büyük zâtların (Ehl-i sünnet âlimlerinin) kitaplarını okusun ve onlara uysun. (Ferîdüddîn Şeker Genc hazretleri)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâm zamânında münâfıkların başlarından biri, Peygamber Efendimizi kastederek; *Ey Kureyşliler! Bunun yüzünden ne bu başımıza gelenler?* demiş.


Sonra da –Hâşâ- *Bu Zelîli indirelim, bir Azîzi başa çıkaralım*, demiş. Sahâbeden *Zeyd bin Erkam*, o vakit çocuk imiş. Bunu duymuş ve gidip Peygamber aleyhisselâma söylemiş. 


Bu münâfığın oğlu *Hâris* radıyallahü anh da, bunu duyar duymaz hemen babasına koşmuş. 


Ve hiddetle; *Eğer böyle bir şey dediysen, git Peygamberimizden özür dile. Demediysen, demediğini söyle!* demiş. 


O da korkup *inkâr* etmiş. Bir de *yemîn* etmiş. Ama *Hâris* radıyallahü anh babasının bunu söylediğini iyi biliyormuş. Efendimize koşup, babasını öldürmek için *İzin* istemiş. 


Fakat Peygamber Efendimiz buna izin vermemişler. Bunun üzerine bu münâfık şehre girerken, oğlu *Hâris* radıyallahü anh koşup yolunu kesmiş. 


Ve babasının karşısına dikilip; *Ben Zelîl’im, Muhammed Azîz’dir* demedikçe, şehre giremezsin! demiş. 


O da korkusundan; *Ben Zelîl’im, Muhammed Azîz’dir* demek zorunda kalmış. 

,,,,,,,,,,


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri gözlerinden râhatsızlardı. Bâzı talebeleri ameliyat olmasını söylediler. Efendi hazretleri bir gün bana; *Sen bu ameliyat husûsunda ne dersin?* diye sordu. Benimle istişâre etdi. 


Ben de cevâben; *Efendim, sizin onların eline teslîm olmanıza dayanamayız. Hem netîcesi de kesin değil*, diye arzetdim. 


Efendi hazretleri; *Biz de öyle düşünüyoruz*, buyurdu.


Abdülhakim Efendi hazretlerinin tanınmamasına  biz üzülürdük kardeşim. *Böyle derin bir âlim tanınmıyor, bilinmiyor, buralarda yazık oluyor*, derdik. 


Şimdiki Lise hocaları hep çocuk. Bizim zamânımızda oturaklı hocalar vardı. Meselâ bir fransızca hocamız vardı ki, Galatasaray Lisesinde senelerce müdürlük yapmışdı. 


Bu hoca, benim gözümde *Büyük*’dü. Ama ne zamana kadar? Efendi hazretlerini görünceye kadar. Ne zaman ki *Efendi hazretlerini* gördüm, *Sohbet*’ini dinledim.


İşte o zaman, o hocanın ve onun gibilerin, Efendi hazretlerinin yanında ne kadar *Küçük* olduğunu anladım. Bütün bu ni’metler, büyüklerin karşısında *Edebli* oturmamızdandır kardeşim.

İMAM-I NABLÜSÎ

İMAM-I NABLÜSÎ (Abdülganî bin İsmâil) Vefatı , 5 mart 1731

Osmanlılar devrinde yetişen Hanefî mezhebi fıkıh âlimi ve kerâmetler sahibi bir velî. İsmi, Abdülganî bin İsmâil bin Abdülganî bin İsmâil bin Ahmed bin İbrâhim en-Nablüsî ed-Dımeşkî’dir. 1050 (m. 1640) senesi Zilhicce ayının beşinde Şam’da dünyâya geldi. Oniki yaşında iken babası vefât etti. Yetim olarak büyüdü. Zamanının en büyük âlimlerinden ilim tahsil etti. Edebiyat, fıkıh, tefsîr, hadîs ilimlerinde ve tasavvufta çok derin âiim olarak yetişti. Kadirî ve Nakşibendî yollarına intisâb etti, bağlandı. Yirmi yaşında ders okutmaya ve kitap yazmaya başladı. İstanbul, Mısır ve Hicaz’da ders verdi. Çeşitli ilimlerde ikiyüzden fazla değerli kitap yazdı. İmâm-ı Birgivî’nin “Tarîkat-ı Muhammediyye” kitabının şerhi olan, “Hadîkat-ün-Nediyye” kitabı çok kıymetli olup, meşhûrdur. Şam matbaasında ilk basılan eser onun “Evrâd” kitabıdır. “Keşf-ün-nûr an eshâb-il-kubûr” kitabında, evliyânın öldükten sonra da kerâmet sahibi olduklarını ve rûhlarından istifâde edileceğini çok güzel anlatmaktadır. “Hülâsat-üt-tahkîk” kitabı, mezheblerin birleştirilemeyeceğini isbât etmektedir. Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin eserlerini gayet dikkatle okumuştur. Zamanındaki ba’zı velîler ile görüşerek, zâhir ve bâtınını nûrlandırmıştı. 1143 (m. 1731) senesi, Şa’bân ayının yirmidördüncü günü Şam’da vefât edip, oraya defnedildi.

Abdülganî Nablüsî’nin annesi hâmile iken, babası İsmâil bin Abdülganî İstanbul’a gitmişti. O zaman, Şam’da bulunan evliyâdan Şeyh Mahmûd adında bir zât, İsmâil bin Abdülganî’nin hanımına bir dirhem gümüş hediye gönderip, bir erkek çocuğu olacağını müjdeledi ve; “Bu çocuğun ismini Abdülganî koysun. Çünkü o Allahü teâlânın ihsânına ve iltifâtına kavuşacaktır” diye haber verdi.

Şeyh Mahmûd, bu çocuğun doğumundan günlerce önce vefât etti. Doğduktan sonra, ona bu zâtın söylediği isim kondu. Babası, küçük yaşta iken ona Kur’ân-ı kerîmi okutup öğretti. 1062 (m. 1652) senesinde babası vefât etmesine rağmen, ilim tahsiline ara vermedi. Fıkıh ve usûl-i fıkıh ilimlerini; Hanefî âlimi Şeyh Ahmed-i Ka’î’den, nahiv, me’ânî, beyân ve sarf ilimlerini; Şam’da oturan Şeyh Mahmûd-i Kürdî’den, hadîs ve ona âit ıstılâhları; Hanbelî mezhebi âlimlerinden Abdülbâkî’den tesfsîr ve nahvi; Şeyh Mahmûd-ı Mehâsinî’den okudu. Bütün bu hocaları, ona icâzet (diploma) verdiler. Ayrıca Necmüddîn-i Gazzî’nin dersine de devam edip, ondan da icâzet aldı. Bunlardan başka; Şeyh Muhammed bin Ahmed el-Üstüvânî, Şeyh İbrâlüm bin Mensûr el-Fettâl, Şeyh Abdülkâdir bin Mustafa es-Safûrî, Şam’da Nakib-ül-eşrâf Seyyid Muhammed bin Kemâleddîn el-Hüseynî el-Hasenî bin Hamza, Şeyh Muhammed el-Aysâvi, Hüseyn bin İskender er-Rûmî, “Şerh-ut-Tenvîr” kitabının müellifi Şeyh Kemâleddîn-i Aradî ve Muhammed bin Berekât el-Kevâfî gibi pekçok âlimden ders alıp, ilim tahsil etti. Mısır’da, Şeyh Ali Şebrâmelisî de ona icâzet vermişti. Tasavvufta, Kâdiriyye yolunu Seyyid Abdürrezzâk el-Hamevî el-Geylânî’den, Nakşibendiyye yolunu da, Şeyh Saîd el-Belhî’den ta’lîm eyledi. Bu iki yolun feyz ve ma’rifetlerine kavuştu. Evliyâlıkta yüksek derecelere erişti.

Resûlullah efendimizi ( aleyhisselâm ) medheden, öven çok güzel bir şiir yazdığında, ba’zıları bu şiirin kendisine âit olmadığını iddia edip, ona şerh yazmasını teklif ettiler. O da bu teklifi kabûl edip, bir ay içinde bu şiirine bir cild hâlinde çok güzel şerh yazdı. Bundan başka bir şiir daha yazdı. Böyle olan meşgûliyeti bir müddet devam etti.

Abdülganî Nablüsî hazretleri sabahleyin erkenden Câmi-i Emevî’ye gidip, çeşitli dersler okutur ve ikindiden sonra da, Câmi-i Sagîr’de devam ederdi. Sonra da, İmâm-ı Nevevî’nin, Hadîs-i Erba’în, Ezkâr-in-Neveviyye ve başka eserleri okuturdu. Sonradan bu hâlini terk ederek yedi sene müddetle, Şam’daki Emeviyye Câmii yakınında bulunan evinden dışarı çıkmadı. Evinde, Muhyiddîn-i Arabî’nin ve Afîfüddîn-i Tilmsânî’nin tasavvufla ilgili eserlerini tetkik ve mütâlâa etti. Bu yüksek zâtların feyz ve bereketlerine kavuştu. Devamlı ibâdet ve istiğfar ile meşgûl olunca, kendisini yüksek hâller kapladı. Şaşılacak hâller içinde kaldı. Ledünnî ma’rifetlere erişti. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde çok yükseldi. Rabbinin ihsânları, yağmur gibi üzerine yağdırıldı. Kalb gözü açıldı. Şamlılardan onun bu hâlini çekemeyenler, aleyhinde uygunsuz sözler söylemeye başlayınca, tekrar ortaya çıkıp, kendisine müracaat edenlere kapısını açtı. Yeniden ilim öğretmeye, va’z ve nasîhata, insanlara doğru olanı anlatmaya başladı. İkbâli ve şöhreti o kadar yükseldi ki, onun kapısı, feyz ve bereketlerine kavuşmak isteyenlerle dolup taştı. Uzaktan ve yakından, bölük bölük insanlar ona geldiler. Herkes ondan ilim öğrenmeye ve makbûl olan duâsından istifâde etmeye çalışıyordu. İlim talebeleri ve tasavvuf yolcuları, onun evini sığınak yapmışlardı.

Abdülganî Nablüsî, 1075 (m. 1664) senesinde İstanbul’a gelip, bir müddet burada kaldı ve ders okuttu. 25 yaşlarında iken Bağdat’a gittiği ve orada da kaldığı kaynaklarda zikredilmektedir. Daha bu yaşlarında, tasavvufta yüksek derecelere kavuşması, onu çok meşhûr etti. Gerek zamanının meşhûr evliyâsını tanımak ve sohbetlerinde bulunmak, gerekse önceki evliyânın kabirlerini ve mukaddes makamları bulup ziyâret etmek maksadı ile, birçok yerlere gidip, bilhassa kendi memleketi dâhilinde çok seyahatler yapmışmıştır. 1100 (m. 1688) senesinde Bikâ’ya, bir sene sonra Lübnan’a, Kudüs’e ve Halîlurrahmân’a, 1105 (m. 1693) senesinde Mısır’a, 1108 (m. 1696) senesinde Hicaz ve 1112 (m. 1700) senesinde Trablus’a gitti. 1114 (m. 1702) senesinde yeniden Şam’a gelerek, eski yeri olan Sâlihıyye’ye yerleşti. Bu ziyâretlerini ve seyahatlerini kitap hâlinde yazdı.

Nablüsî, 1119 (m. 1707) senesinde, Şam’daki Selîmiyye Câmi-i şerîfinde, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin mezarı yanında, Beydâvî tefsîrini okutmaya başlamıştı. O, kendisini güzel ahlâk, beğenilen sıfatlar ve huylar ile süslemişti. Herkese iyilik etmek için elinden geleni yapardı. Torunlarından Kemâlüddîn Muhammed el-Gazzî el-Âmirî, tercüme-i hâlini anlatan müstakil bir kitap yazmıştır.

Yûsuf-i Nebhânî, “Câmi’u kerâmât-il-evliyâ” adındaki eserinde diyor ki: “Abdülganî hazretleri, Hanefî mezhebi âlimlerinin büyüklerinden, ma’rifet sahibi evliyânın meşhûrlarındandır. Çok hârika ve kerâmetler sahibidir. En büyük kerâmeti, sayılamayacak kadar çok kitap yazmasıdır. Eserlerinin hepsi de güzeldir. Hayatında ve vefâtından sonra çok kerâmetleri görülmüştür. O, zamanının kutb-ı aktâbı idi.”

110 adet yazdığı kitaplarının isimleri ve çok uzun hayatı vardı bu kadarını paylaştık. 

ŞAFİİ MEZHEBİNDE NAMAZIN FARZ VE SÜNNETLERİ

KIYAM  ( FARZ )


1- Niyet edip İftitah Tekbiri getrmeki, niyeti iftitah tekbiri ile bitişik yapmak (FARZ)

2- Elleri kulak hizasına kaldırmak (SÜNNET)

3- El ayasını kıbleye çevirmek (SÜNNET)

4- Tekbirin bitmesiyle el bağlamak (SÜNNET)

5- Elleri göbek üstünde bağlamak (SÜNNET)

6- Sağ eli sol el üzerine koyup bilekten kavramak (SÜNNET)

7- Kıyamda iken secde yerine bakmak (SÜNNET)

8- İlk rekatta Fatihadan önce “Veccehtu Vechiyellezi…“ duasını okumak (SÜNNET)

9- Kunutu kıyamda iken okumak(SÜNNET)

10- Kunuttan sonra kıyamda iken Peygamber efendimize, al-i beytine ve ahabına selatu selam okumak(SÜNNET)

11- Kıraetten evvel Euzu okmak (SÜNNET)

12- Fatihadan evvel Besmele okumak (FARZ)

13- Her rekatta kıratte FATİHA okumak (FARZ)

14- Farzların ve sünnetlerin ilk iki rekatında kısa bir sure veya üç kısa ayet veyahut üç kısa ayet uzunluğunda bir ayet okumak (SÜNNET)

15- Zammı sureden önce besmele okumak (SÜNNET)

16- Rükua giderken ALLAHÜ EKBER demek (SÜNNET)

17- Fatihadan sonra Amiin demek (SÜNNET)

18- Kıraatin Sesli okunması geren yerde sesli sessiz okunması gereken yerde sessiz okumak(SÜNNET)… (Sesli okumak: sabah, akşam, yatsı, Cuma, bayram  ve teravih namazı cematle kılınınca sadece imam tarfından sesli okunur. Cemaat ise her zaman sessiz okur.

19- İftitah tekbiri alırken, rükua varırken,rükudan ve teşehüdden kalkarken elleri çık olarak ve başparmağı omuzun hizasına gelecek şekilde kaldırmak (SÜNNET)

20- Her rekatın başında ve ve iftitah duasından sonra her kırat için euzu okumak (SÜNNET)                                     


RÜKU (FARZ)​


1- Rükua Allahu Ekber diğerek eğilmek ve rükuda elleri dizleri üzerinde parmakları açık olarak koymak (SÜNNET)

2- Rükuda ayak parmaklarına bakmak (SÜNNET)

3- Rükudan kalkarken tam doğrulmak (FARZ)

4- Rükuda üç defa sübhane rabbiyelazim demek (SÜNNET)

5- Rükudan kalkınca semiallahü limen hamideh demek (SÜNNET)

6- Rükudan kalkınca Semiellahu limen hamideh demek (SÜNNET)

7- Rükdan kalkarkek Rebbena velekelhamd demek (SÜNNET)

8- Rükudan kalkıktan sonra kıyamda tam doğrularak en az bir defa sübhanellah diyecek kadar beklemek (FARZ)

9- Sabah namazının farzının ikinci rakatında  rükudan kalkıktan sonra ititalda iken iki el ayasını semaya kaldırarak “ Allahümmehdini fimen hedeyt…“ diye başlayan kunut duasını okumak (SÜNNET- i MÜEKKED) Terki halinde sehiv secdesi gerekir

10- Kıyamda ve rükuda ayakların arasında bir karış kadar açıklık bulunması (SÜNNET)

11- Secdeye varırken Allahüekber demek (SÜNNET)

                           

 SECDE (FARZ)


1-Secdeye inerken sırasıyla önce sağ diz, sol diz,  sağ el, sol el , burun alını yere koymak (SÜNNET)

2- Burnu ve alnı yere koymak (FARZ)

3- Secdede avuç içlerinin ve ayak parmaklarının alt taraflarının yere değdirilmesi (FARZ)

4- Secdede şu yedi uzuv : Alın, burun, iki diz, iki avucun içi, ve iki ayağın parmaklarının içten iç        

    kısmları yere tam olarak temas etmesi (FARZ )

5- İki secdeyi birbiri ardınca yapmak (FARZ)

6- Secdeden kalkarken Allahü Ekber demek (SÜNNET)

7- Secdede üç kere “Sübhane rebbiye-l a‘la“ demek (SÜNNET)

8- Secdededen kalkarken ALLAHÜEKBER demek (SÜNNET)

9- İki secde arasında elleri dizler üzerine koymak (SÜNNET)

10-Secde ve tahiyattan (Ka’de) kalkarken eli yere dayıyarak kalkmak.(SÜNNET)

12- Üç ve dört rekatlı namazların ikinci rekatından sonra birinci tahiyata oturmak (SÜNNET-İ MÜEKKEDE) Terki halinde sehiv secdesi gerekir.

 

KA’DE-İ AHİRE (SON TAHİYYAT)


1-Üç ve dört rekatlı namazların ikinci rekatlerinde tahiyyatı okuyacak kadar oturmak  

   (SÜNNET-İ MÜEKKEDE)

2-Son rekatta tahiyyatı ve Peygamberimiz ve aline selatu selam okuyacak kadar oturmak        

   (FARZ)

3-Tahiyata otururken elleri dizler üzerine koymak (SÜNNET)

4-Son teşehütte tahiyattan sonra Peygamber efendimiz ve aline salatü selam getirmek  

  (FARZ)

5-Otururken dizlerin üzerine bakmak (SÜNNET)

5-Tahiyattan sonra sağa selam vermek (FARZ)

6-Sola selam vermek (SÜNNET)

7-Namazın rükünleri (içindeki farzlar) arasında tertibe uymak (FARZ)


(HAZIRLAYAN: EMEKLİ MÜFTÜ SAİD EMİN ARVAS)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Her zaman söylüyorum, münâkaşa *Yasak*. Nasıl olur da bir mü’minin kalbi incitilir efendim. Muhammed Mâsum hazretleri, *Mektûbât*’ında bunun zararlı olduğunu bildiriyor ve *Münâkaşa etmeyiniz!* diyor. 


Bir mü’minin, bir mücâhid kardeşinin kalbini incitmenin, *Kâbe*’yi, yedi kerre yıkmakdan daha büyük günâh olduğunu, dînimiz bildiriyor. Onun için, buna çok dikkat edeceğiz kardeşim. 


Birbirimizin kusûrunu affedeceğiz ve sabredeceğiz. *Sabredenin gideceği yer neresidir?* Peygamber Efendimiz bunu bildiriyor. Hadîs-i şerîfde; *Sabredenin gideceği yer, Cennetdir*, buyuruyor. 


Onun için birbirimizi incitmiyeceğiz. Birimiz, birimizi incitirsek dahî, karşıdakinin buna *Sabr*’etmesi lâzım. Hattâ ona *Duâ* etmesi lâzım. Dînimiz böyle emrediyor. Müslümânlık budur, kardeşlik budur. 


Her zaman söylüyorum. *Kimseyle münâkaşa etmeyin!* diyorum. Münâkaşa *Zararlı*'dır. Dostun muhabbetini azaltır, düşmanın da düşmanlığını artdırır. 


Bir vazîfe ile *Burgaz* mağaralarına keşfe gitmişdim. O akşam da Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine iftâra dâvetliydim. Vakt geç oldu, dönecek vâsıta yok. Durakda beklerken, bir *Taksi* gelip yanımda durdu.


Onlar da İstanbula gidiyorlarmış. Beni de aldılar. Edirnekapıda indiğimde, akşam ezânı yeni okunmağa başladı. Koşarak dergâha gitdim. 


Abdülhakim Efendi hazretleri beni görünce; *Hilmi, önce namâzını kıl, biz seni bekleriz*, buyurdular. İftârdan sonra Burgaz’da neler gördüğümü sordular. 


Ben de anlattım ve *Orada çok mağara var*, dedim. 


Bunun üzerine; *O mağaralar nasıl meydana geldi biliyor musun?* diye sordular. Bilmiyorum efendim, dedim. 


*İstanbul’un surları ne ile yapıldı? Surlar yapılırken Bizanslılar oralardan kireç çıkardılar. Bunları keşif raporuna yaz*, buyurdular. 


Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri; *İbrâhim aleyhisselâm ateşe atıldığında ben oradaydım. Üfledim, ateş söndü*, buyurmuş. 


Bunun gibi, *Abdülhakim Efendi hazretleri* de, o surlar yapılırken orada olabilir. Birden cevâplaması bunu gösteriyor kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:


Askerî okulda, lisede okurken, ben namâzımı kılardım. Başka kılan yokdu. Ben hademelerin odasına gider kılardım. İlmihâl’de de yazdım ya; Bir kadir gecesi uyuyamadım, yatağımdan fırlayıp kalkdım ve duâ etdim.


O gece rüyâda, Allahü teâlâ bana Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri’ni gösterdi. Bir câminin kubbesinin etrâfında Nûr şeklinde idi. Daha sonra, bir gün dersden çıkınca, Bâyezid câmiine namaz kılmağa girdim.


Bir de bakdım, câminin Bâyezid meydanına bakan kapısının yanındaki demir parmaklıklı bölmede, bir Hoca Efendi va’z ediyor. Çok kalabalık bir cemâat de, Onu dinliyordu. 


Câminin ortasına kadar cemâat dolu idi. Oraya doğru yürüdüm. Parmaklıkların arkasında, nûr yüzlü, sevimli bir Hoca Efendi, bir kitâbdan birşeyler anlatıyordu. 


Hoca Efendinin karşısından gidersem Edebsiz’lik olur diye düşündüm ve Hoca Efendinin karşısından yürüyüp gitmeye utandım. Evimden de öyle terbiye almışdım. 


Onun için arkadan dolaşıp, demir parmaklıkların yanına geldim. Hoca Efendi, demir parmaklıklara arkası dönük vaziyette oturuyordu. 


Parmaklıkdan atlayıp, tam Onun arkasında oturdum. Kucağını, arkadan seyrediyordum. Hiç duymadığım, bilmediğim, çok merak etdiğim Konu’ları anlatıyordu. Biraz sonra ezân okundu. 


Hoca Efendi; Dersimiz burada kalsın, deyip, kitâbı kapatdı. Bakdım, pırıl pırıl, çok güzel bir kitâbdı. Hiç arkasına dönmeden o kitâbı alıp, arkaya, yâni bana uzatdı ve; Bu kitap, küçük efendiye benim hediyem olsun, dedi. 


Çok şaşırdım, hayret ettim. Çünkü hiç arkasına bakmamışdı, beni görmemişdi. Arkasında küçük efendi olduğunu nerden bildi? Sonra hep berâber namâza kalkıldı. 


Ben, biraz sonra derse gidecekdim. Onun için namâza kalamadım ve ayrıldım. Fakat kendi kendime; Bu zât kimdir, nerde bulunur? dedim. Merak etdim, araşdırdım, cemaate sordum. 


Bana cevâben; Cum’a günleri Eyüp Sultân câmiinde va’z eder, dediler. Sevindim ve Cum’a gününü sabırsızlıkla bekledim. Cum’a namâzına Eyüp sultâna gitdim. Maksadım, o Hoca Efendi’yi görmekdi. 


Onu görebilmek için câminin en ortasına oturdum. Fakat Onu göremedim. 


Biraz daha bekledim, gene göremedim. Sabırsızlanıyordum. Yanımdaki oturan kişiye; Abdülhakîm Efendi nerdedir? dedim. 


O da bana; O, yan tarafdaki bölmede va’z eder. Orada olur. Buraya gelmez, dedi. Bekliyemedim, hemen ayakkabılarımı alıp, yan bölmeye geçdim. 


Orada da aradım, göz gezdirdim, bulamadım. Yine yanımdakine dönüp; Abdülhakîm Efendi nerdedir? diye sordum. 


Dedi ki: O zât, yukarıda mezarlıkların arasında bir câminin imâmıdır. Orada Cum’a namâzını kıldırdıkdan sonra, va’z etmek için buraya gelir, dedi. 


Namâzı bitirince etrâfa bakdım, gene göremedim. Çıkıp, dışarda bekliyeyim, diye düşündüm. Namâzın duâsını beklemeye sabredemeyip, hemen dışarı çıkdım. Bakdım ki gelmiş. 


Bir kitâbcı tezgâhının yanında, ayakda, kitapları tedkîk ediyordu. Hemen yanına gitdim, karlı bir havaydı. Çok kar yağmışdı. Kitapçının yanında, oturmak için bir Bank vardı. 


Kitapcı, kaba bir şekilde; Hoca! Niye ayakda duruyorsun, otursana şuraya! dedi. O da, Peki, deyip, tam oturmak üzereydi ki, ben fırladım hemen. 


Bir dakîka efendim, oturmayın! dedim. Ve hemen üzerimdeki parkayı çıkardım. Bankdaki karları elimle temizledim. Parkayı katlayıp, bankın üzerine koydum ve Şimdi oturun efendim, dedim. 


Ama Abdülhakim Efendi, parkanın üzerine oturmayıp; Al onu oradan! dedi. Benim parkamın üzerine oturmadı diye üzüldüm. Parkayı alınca, bankın üzerine oturdular ve; Onu üzerime ört, buyurdular. 


Oooh! Çok sevindim. Hemen parkamı Abdülhakim Efendi hazretlerinin üzerine örttüm. Câmi dağılınca, Efendi hazretleriyle berâber câmiye girdik.


Yan tarafındaki küçük bölmeye geçdik. Ben, en önde, Abdülhakim Efendi hazretlerinin tam önünde oturdum. Burun buruna oturduk. Dikkatle Efendi’nin anlatdıklarını dinliyordum. 


Hiç bilmediğim bilgileri, rahle üzerindeki bir Kitap’dan anlatıyordu. Hiç işitmemiş olduğum, çok merâk etdiğim bilgileri zevkle dinlerken, sanki Defîne bulmuş bir Fakîr gibiydim.


Yâhut Serin Su’ya kavuşmuş, ciğeri yanık kimse gibi idim. Gözlerimi Seyyid Abdülhakîm Efendi’den hiç ayırmıyor, Onun sevimli, nûrlu yüzünü seyretmeye doyamıyordum.


Söylediği, her biri Pırlanta gibi kıymetli bilgileri dinlemeye dalmış, kendimden geçmiş, dünyâ işlerini, mektebimi, her şeyi unutmuşdum. Kalbimde, tatlı tatlı bir şeyler dolaşıyordu.


Sanki yıkanarak temizleniyordu. Dahâ ilk sohbeti, ilk sözleri, beni mestetmişdi. Efendi hazretleri, İmâm-ı Rabbânî hazretleri dediğinde, ben içimden; İmâm-ı Rabbânî kim acabâ? diye düşündüm.


Hiç bu ismi işitmemişdim. Kendi kendime; Rabbânî dediğine göre, Allahü teâlâ ile ilgili mi acabâ? dedim. Hemen not defterimi çıkardım, araşdırmak için bu İsmi yazdım. Efendi hazretleri anlatmaya devâm ediyordu. 


Biraz sonra da; Mevlânâ Hâlid hazretleri o kadar yüksek bir zât idi ki, peygamberlik devâm etse idi, hiçbir şey eklemeden, o hâliyle peygamber olurdu, buyurdu. 


Bunu işitince yine şaşırdım. Bu defâ içimden; Bu zât kim acabâ? dedim. Bu ismi de hiç duymamışdım. Mevlânâ dediğine göre bu da Allahü teâlâ ile ilgili olabilir, dedim. 


İkisini de çok merak ediyordum. Kendi kendime; Buradaki türbede yatan zâta, Hâlid bin Zeyd diyorlar. Herhâlde bu türbedeki zâtdan bahs ediyor, diye düşündüm. 


Hemen Mevlânâ Hâlid ismini de not defterime yazdım. Bu iki ismi araşdırıp kim olduklarını öğrenecekdim. İşte böyle kardeşim.


Efendi hazretlerinin sohbetlerinde devâmlı bulunmakla, her şeyi Efendi hazretlerinden öğrendim. En mühimi de, Kim sevilir, kim sevilmez? Bunu öğrendim Ondan. 


Bir sâat geçmiş, ama bana bir an gibi gelmişdi. Ders bitdiğinde, rüyâdan uyanır gibi kendime geldim. Ders esnâsında herşeyi unutmuşdum. Dışarı çıkmak için kapıya geldim. 


Askerî postallarımın iplerini bağlamaya uğraşıyodum ki, arkamdan birinin bana bir şey dediğini işittim. Çok tatlı bir ses tonu ile; 


Küçük efendi, ben seni sevdim. Evimiz yukarıda, mezarlığın arasındadır. Ara sıra bizim eve gel, sohbet ederiz, diyordu. 


Bir de dönüp bakdım ki, böyle söyliyen, biraz önce va’zını zevkle dinlediğim Hoca efendi bu. Beni, evine dâvet ediyordu. Çok sevindim. Bu, benim için çok büyük Ni’met idi. 


Tabii o zaman büyüklüğünü bilmiyordum. İşte böyle, Allahü teâlâ istiyen herkese verir. İstemiyenlerden de seçdiğine verir. İşte ben, istedim de kavuşdum elhamdülillah. 


Dışarıda yağmur yağıyor. Bizim İlmihâl’de, Bir üniversiteliye Cevap bahsinde yazdık bunu. Gökden rahmet, yağmurla iner. Yağmura da bereket, Şimşek’deki elektrikden gelir. 


Fakat şimşekden de bereket geliyor. Dışarıya maddî rahmet yağıyor, içeriye ise görünmiyen mânevî rahmet yağıyor. 


Mânevî rahmet yağdığını nereden biliyoruz? Silsile-i aliyye’nin son satırı neydi? Sâlihlerin ismi söylenince yağar rahmet-i ilâhî. Biz de sâlihlerin isminden bahs etdik. 


İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden, Abdülhakîm Efendi hazretlerinden, Ebül Hasan-i Harkânî hazretlerinden, Bâyezid-i Bistâmî hazretlerinden bahs etdik.


Yine Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinden "kaddesallahü teâlâ sirrehül azîz" bahsetdik. Bu büyüklerin ismini andık. Onun için şimdi buraya da Mânevî Rahmet yağdı kardeşim. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri beni daha ilk görüşte; 


Küçük efendi, ben seni sevdim. Evimiz mezarlığın içinde, yukarıdadır. Arada bir gel de, seninle sohbet ederiz, buyurup, beni evine dâvet etdi. 


Ben de dâvet etmesinden cesâret alıp, evine gitdim. Dâvet etmeseydi gidemezdim kardeşim, çekinirdim. O zaman Cum’a günleri tâtil idi. Bir sonraki Cum’a gününü sabırsızlıkla bekledim. 


Cum’a günü olunca, heyecanla evine gitdim. Bahçe kapısından girince, tam karşıdaki kabirlerin üstünde bir Köşk vardı, orada sohbet etdiğini öğrendim ve o köşke girdim.


Bahçe kapısından girince, tam karşıdaki kabirlerin üstünde bir Köşk vardı. İdris köşkü diyorlardı oraya, III. Selîm Hân yapdırmış. Kapıdan girince hemen karşıdaydı. 


Abdülhakîm Efendi hazretleri, o köşkde sohbet ediyordu. İçeriye girdim. Efendi hazretleri köşeye, sedirin üstüne oturmuşdu, önünde de bir Rahle vardı. 


Kayınpederim Ziyâ Bey de hemen önünde diz çöküp oturmuşdu. Ve rahledeki kitapdan okuyor, Abdülhakim Efendi hazretleri de, Ziyâ beyin okuduklarını açıklıyor ve anlatıyordu. 


O zaman Ziyâ beyi tanımıyordum tabii. Oturacak yer yokdu, salon mahşer gibi kalabalıkdı, her yer dolu idi. Zâten Edeb’imden içeriye giremedim, utandım. 


Kapının dış tarafına, Sofa’ya oturup dinlemeye başladım. Daha bir dakîka geçmeden, Efendi hazretleri başını kaldırıp beni gördü ve Küçük efendi, sen buraya gel! diye beni yanına çağırdı. 


Hemen kalkıp gitdim. Ayaklarının dibinde bir kişilik boş yer vardı. Beni oraya oturtdu Mübârek. Edeb’imden yüzüne bakamadım. Ancak arada sırada kaçamak bakardım. 


Velhâsıl biz bütün kazandıklarımızı, Edeb’imiz sâyesinde kazandık kardeşim. O gün Efendi’nin sohbetine gitmeğe başladım ve artık hiç bırakmadım. Efendi hazretlerini tanıdığımda, Onsekiz yaşında bir gençdim. 


Elhamdülillah, daha ilk görüşde teveccüh etdi bana. Teveccüh demek, Sevmek demekdir. Yâni ilk görüşde sevdi beni.


İnde zikris sâlihîn tenzîl-ür rahme. Ne demek bu? Yâni Evliyânın ismi anıldığı yere rahmet yağar. Bütün arkadaşlar müsâit oldukları zamanlarda toplanıp, Kitap okusunlar. 


Kitap okumak şartdır. Öğreneceğiz kardeşim. İslâmiyetin en büyük düşmanı Cehâlet’dir. Peygamber Efendimiz ne buyuruyor? Beşikden mezara kadar ilm öğreniniz! buyuruyor. 


İlm öğrenmek Farz’dır. İlimden maksat da, İslâmiyet'dir. Farzları öğrenmek farz, vâcibleri öğrenmek vâcib, sünnetleri öğrenmek sünnet, harâmları öğrenmek de farzdır. 


Öğreneceğiz ki, sakınacağız kardeşim. Farzı ve sünneti de öğreneceğiz ki, amel edeceğiz. Taleb-ül ilmi farîzatün alâ külli müslimin ve müslimetin. 


Ne demek bu? Yâni, erkek olsun, kadın olsun, bütün müslümânların ilm öğrenmesi, yâni İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmesi Farz’dır, diyor Peygamber Efendimiz.