Evliyanın sohbetinden istifade etmenin şartları

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Evliyânın *Sohbet*’inden istifâde etmenin şartları var kardeşim. Önce, o zâta karşı *Edebli* olacak. Şâh-ı Nakşibend hazretleri buyuruyor ki: *Hiçbir bî-edeb vâsıl-ı ilallah olamamışdır*. 


İmtihan etmek için sorarsa, fayda değil, zarar görür. Sonra kerâmet istememelidir. Biz kazandıklarımızı, büyüklerimize olan *Edebimiz* sâyesinde kazandık. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri çok *sevimli*, çok da *heybetliydi*. Heybetinden yüzüne bakamazdık kardeşim. Büyüklerin her bir zerresi, her bir hücresi, Allahü teâlâyı zikreder. 


Kalbin *Nûr’lu* olabilmesi için şartlar vardır. Bu şartları yerine getiren, kalbini nûrlu tutabilir, koruyabilir. Şartların birincisi, *İbâdetdir*. Yâni emir ve yasaklara uymakdır. 


Namazla olur, oruçla olur, hacla olur, zekâtla olur. Netîce îtibâriyle bunlar, insanın kalbini nurlandıran, aydınlatan unsurlardır. Bunların içerisinde en kıymetlisi, *Namaz*’dır. 


Son nefese kadar nefs, insanı kâfir yapmak ister, günâhkâr değil! Şeytan, insanı *Günâhkâr* yapar. Ama nefs, îmânını alır, insanı *Kâfir* yapar. 


Mü’minler bir araya toplanınca, kalblerindeki *Nûr*, birbirlerine akseder, te’sîr eder. Hele aralarında bir *Velî kul* varsa, Onun kalbindeki *Nûr*, şu lâmba gibi herkesi aydınlatır. 


Öyle biri yoksa, onlara olan sevgi ve muhabbet de aydınlatır. O zâtların yanlarında olması, hattâ *Diri* olması şart değildir. *Vefât* etmiş olsa da, Onun muhabbeti, *Feyz* almağa sebep olur. 


O büyüklerin sevgisini kazanmak ne büyük *Ni’met*’dir. İşte ben, böyle büyük bir *Zât* ile Eyyûb Câmiinde karşılaşdım. Hattâ daha evveliyâtı var. Üniversitede talebe iken, bir gün Bâyezid Câmiine girdiydim.


Tesâdüfen o *Zâtı* gördüm. Biraz dinledim. Çok hoşuma gitdi, ama derse yetişecekdim, fazla duramadım. Çıkarken bu zâtın kim olduğunu, Cum’a günleri Eyyûb Sultân câmiinde *Vaaz* etdiğini öğrendim. 


O zaman tâtil *Pazar* değil, *Cum’a* günü idi. İlk Cum’a günü, *Eyyûb* Câmiine gittim. Orada Efendi hazretlerinin vaazında hiç duymadığım, bilmediğim şeyleri dinlerken çok *Zevk* aldım. 


Kapıdan çıkarken ayakkabılarımı bağlıyordum ki; *Küçük efendi, ben seni sevdim. Bizim evimiz yukarıda, mezarlığın arasındadır. Arada bir gel, seninle sohbet ederiz*, diye bir ses işitdim. 


Meğer bunu diyen, *Efendi* hazretleriymiş. Beni ilk görüşde, *Seni sevdim*, dedi. Hâlbuki evliyânın sevgisine kavuşmak için *20* sene, *30* sene, *40* sene hizmet etmek lâzımdır. 


Beni ise daha ilk görüşde, *Küçük efendi, ben seni sevdim*, dedi. Neden? Çünkü *Kalbi* okur onlar. Ben de, *Baş üstüne*, dedim. O günden beri Efendi hazretlerinden *Feyz* aldık efendim, çok şükür.

Yol ikidir

 Yol ikidir. Biri hidâyet, öbürü dalâlet yoludur. Kuldan Allahü teâlâya giden yol dalâlet yoludur. Allahü teâlâdan kula gelen yol ise hidâyet yoludur. Şimdi her kim, hidâyete erdim derse, o hidâyete ermemiştir. Her kim, beni hidâyete erdirdiler derse, o hidâyete ermiştir.(Ebü’l-Hasen-i Harkânî hazretleri kuddise sirruh)

Allahu Teâlâ noksan sıfatlardan münezzehtir

 Biliniz ve i’tikâd ediniz ki;Allahü teâlâ zâtı ile kâimdir. Mekândan, O’na hulul edecek cisimden ve zamandan münezzehtir. O’nun için cihetler (ön, arka, sağ, sol, üst, alt) yoktur. Allahü teâlâ bu cihetlerden münezzeh olarak Cennette görülecektir.(Ebû İshâk İsferâinî hazretleri “rahmetullahi aleyh”; ''i’tikâd Risâlesinden’’

Cihad ne demektir?

(Dürr-ül-muhtâr)da diyor ki, (*Cihâd*, bütün insanları, îmân etmeğe çağırmak, bu çağrıyı işitmelerine ve kabûl etmelerine mâni’ olan diktatörleri ile *devletin harb etmesidir.* 


*Ferdlerin cihâdı* ise, *mal ile, fikr ile ve her lâzım olanı yapmakla ve düâ etmekle* islâm ordusuna yardım etmekdir. 


Cihâd etmek farz-ı kifâyedir. 


Düşman hücûm ettiği zamân, kadın, çocuk bütün milletin devlete yardım etmeleri farz-ı ayn olur. 


Devlet hazînesinde para varsa, milletden, para, mal toplamak, tahrîmen mekrûhdur. 


Devlet malı yetişmezse, milletden yardım istemesi câiz olur. Zor ile aldığı yardımları, sonra ödemesi lâzımdır.)


*Cihâd yapabilmek için,* müslimânların kâfirlerde bulunan *harb vâsıtalarının hepsini yapmaları ve kullanabilmeleri ve sulh zemânında buna hâzırlanmaları* farz-ı kifâyedir. 


20. asrın sonlarında kâfirler her dürlü *neşr ve propaganda yolu ile soğuk harb* yapıyor. İslâmiyete durmadan saldırıyorlar. 


Gençleri aldatmağa uğraşıyorlar. 


Müslimân devletleri bir yandan *atom gücü, füzeler, jetler, elektronik âletler* yapmalı, öte yandan da kâfirlerin *soğuk harbine* karşı koymalıdır. 


*Kitâb, mecmû’a, gazete, radyo, televizyon ve filmler* ile *islâmiyyetin üstünlüğünü, fâidelerini*, hem müslimânlara, müslimân yavrularına öğretmeli, hem de bütün dünyâya yaymalıdır. 


Bunu yapabilmek için, islâm bilgilerinin *hem din, hem de fen kollarını iyi öğrenmelidir.* 


Millet de devletin bu çalışmalarına yardım etmelidir. 


İslâm medreselerinde eskiden fen bilgileri de okutuluyordu. 


*İslâma hizmet etmek ve din düşmanlarının yalanlarını, iftirâlarını yüzlerine çarpabilmek istiyenlerin*, bugün de, *en az lise bilgilerini ve Ehl-i sünnetin temel bilgilerini iyi kavramaları* lâzımdır. 


Bu ikisinden birinde eksiği olanların islâmiyyete fâideleri değil, zararları dokunur. Yarım âlim insanın dînini alır sözü meşhûrdur. 


Bunları erkekler yapmalıdır. Erkekler çalışınca, kadınlara yapacak hiçbir ağır iş kalmaz. 


Devlet her köyde Kur’ân kursları açmalı, kız, oğlan her çocuğa *Kur’ân ve ilm-i hâl öğretmelidir.* 


Bu vazîfeyi ihtiyârlar ve hanımlar yapmalıdır. 


Her müslimânın, din bilgilerini öğretdikden sonra, *oğlunu liseye ve üniversiteye göndermesi lâzımdır.* 


*Müslimânlar çocuklarını okutmazsa, devlet işleri, idâre ve kumanda makâmları, propaganda vâsıtaları, teşrî’ ve icrâ organları kâfirlerin, mürtedlerin elinde kalır. Küfrü yayarlar. Müslimânlara işkence yaparlar.* 


İslâmiyete hizmet etmek için, *erkeklerin üniversiteyi bitirmeleri ve dahâ da çalışmaları* lâzımdır. 


*İslâm ile küfr, hergün çarpışıyor.* 


Birisi, elbette ötekini yenecekdir. Bu ölüm kalım savaşına katılmıyan, bu korkunç savaşdan haberi bile olmıyan ahmaklar, dünyâda da, âhıretde de cezâ, azâb göreceklerdir. 


*İslâm düşmanları ile savaşan hükûmete* elinden geldiği kadar *yardım edenler*, *cihâd, gazâ sevâbına* kavuşacaklardır. 


*İslâm bilgilerinin yayılmasına mâni’ olan ve gazeteleri, radyoları ve televizyonları ile islâm dînine saldıran, milletlerini sömürerek, bütün gelirlerini kendi zevk ve eğlenceleri için insanları köle yapmak için kullanan azgın, zâlim kâfirlere karşı cihâd yaparak, ma’sûm insanları bunların pençelerinden kurtarmamız ve se’âdete kavuşdurmamız emr olundu.* 


Bu emr, bu ibâdet, *devlete, cihâd ordusuna yardım etmekle olur.*


*Devletden iznsiz yapılırsa, cihâd değil, fitne çıkarmak ve anarşi olur*. 


Allahü teâlâ çalışana yardım eder. Boş oturanı sevmez ve yardım etmez.


Faideli Bilgiler 366-367

İnanarak duâ edenler, eli boş dönmezler!

İmâm-ı Muhammed Bâkır hazretleri "Oniki İmâm"ın beşincisidir. Hazret-i Hüseyin'in torunu ve İmâm-ı Zeynelâbidîn hazretlerinin oğlu İmâm-ı Câfer-i Sâdık hazretlerinin babasıdır. 676 (H.57) senesinde Medîne-i münevverede doğdu. Eshâb-ı kirâmdan hazret-i Câbir ve hazret-i Enes bin Mâlik ile görüşüp onlardan ilim öğrenip hadîs-i şerîf rivâyet eden Muhammed Bâkır hazretleri Medîne'nin büyük fıkıh âlimlerinden oldu. İmâmlığı on dokuz sene sürdü. 731 (H.113) senesinde Medîne-i münevverede vefât etti.


Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'i “radıyallahü anhüma” çok severdi. Zamânında bâzı kimselerin bunlara düşmanlıkta bulunduklarını ve bunu da Ehl-i beyte olan sevgilerinden yaptıklarını iddiâ ettiklerini duyunca, çok üzüldü "Ben hazret-i Ebû Bekr'le hazret-i Ömer'e (radıyallahü anhüma) düşmanlık eden kimselerden uzağım. Onlar da benden uzaktır" buyurdu...


Gece geç vakte kadar ibâdet eder, sonra Allahü teâlâya şöyle yalvararak ağlardı:


"Yâ İlâhî! Yâ Rabbî, gece oldu. Gökte yıldızlar var. Herkes uyuyor. Kimsenin sesi çıkmıyor. Yâ Rabbî! Sen dirisin. Her şeyi biliyor, yapılan her şeyi görüyorsun. Uyuman, uyuklaman olamaz. Seni böyle bilmeyen ihsânına kavuşamaz. Sen öyle kuvvet ve kudret sâhibisin ki, hiçbir şey, senin, olmasını dilediğin bir şeyin olmasına mâni olamaz. Senin bâkî ve ebedî oluşunda, gündüzün bitip gecenin başlaması ve gecenin bitip gündüzün başlaması gibi sebeplerle kesiklik, aksaklık olmaz. Rahmetin o kadar çoktur ki, rahmet kapılarını herkese açmışsın. Sana duâ edenlerin, yalvaranların duâlarını kabûl edersin. İhsân ettiğin nîmetlere hamd edenleri çok sever, onlara daha çok nîmetler verirsin. İnanarak ve güvenerek sana duâ edenler, eli boş dönmezler. Sana güvenen, kapına gelen kimseyi döndürmeye kimsenin gücü yetmez.


Ey Rabbim! Ölümü, kabri ve sana hesab vereceğimi düşündükçe, önümde bunlar olduğunu bildikçe nasıl olur da senden sevinç ve neşe isteyebilirim. Amel defterimin, sağımdan mı, solumdan mı verileceğini bilemediğim aklıma geldikçe, nasıl olur da senden dünyâlık bir şey isteyebilirim? Can alıcı meleğin geleceğini ve canımı alacağını bildiğim hâlde dünyâ lezzetlerinden nasıl tat alabilirim?..


Yâ Rabbî! Sana yalvarıyor, senden istiyor, rahmetinden ümid ediyor ve istiyorum ki, ölümümü, hesâbımı kolay ve rahat eyle ve sonra azâbı olmayan rahat bir hayat ihsân eyle. Âmin Yârabbel Âlemin."

Kabe'ye giderken Kabe'nin sahibine kavuştum

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İmâm-ı Rabbânî hazretleri hacca giderken, Delhi’ye geldiğinde, arkadaşı Hasen Keşmîrî hazretleri; *Hep ölülere gidiyorsun, burada bir diri var, o diriyi de ziyâret et* dedi. 


Ve *Bâkî billâh* hazretlerine götürdü. Bâkî Billâh hazretleri, İmâm-ı Rabbânî hazretlerindeki *cevheri* görünce, birkaç gün misâfir olarak kalması için yalvardı. 


O da kabûl edip kalınca, Onun huzûrunda iki günde kalbi açıldı. İmâm-ı Rabbânî buyuruyor ki: *Kâbe’ye giderken, kâbe’nin sâhibine kavuşdum*. 


Yâni *Bâkî Billâh* hazretlerinin yanında *Allahü teâlâ* ya kavuşdum demek istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri de, hizmet etmeden iltifâta kavuşan büyüklerdendir. 


Ben Kuleli’de *hoca* iken, talebelere, sırası geldi dedim ki: *Üç şey insana neş’e verir, sıkıntıyı kederi giderir. Yeşilliğe, güzel yüze ve akar suya bakmak*. 


*Nefse* güzel gelen şeylerle, *Rûha* güzel gelen şeyler birbirine zıtdır. Bunu birbirine karışdırmamalıdır. Nefse güzel gelen şeyler, insanı *Cehenneme* götürür. 


Tâbiîn’den gençler, Eshâb-ı kirâma; Efendim sizin ne husûsiyetiniz vardı da, Allahü teâlâ sizi, böyle yüce bir Peygambere Eshâb yapdı, Onun sohbetine kavuşdurdu, Onun talebeleri oldunuz? dediler. 


Eshâb-ı kirâm cevâbında; *Biz temiziz, temizliği severiz*, buyurdular. Onun için, temizlik îmândandır. Tabii *beden* temizliği, *kalb* temizliği ve *çevre* temizliği var. Netîcede, Allah temizleri sever.


Bizim kitaplarımız çok *kıymetli*, niçin çok kıymetli? Çünkü içinde bana âit hiçbir *Yazı* yok da onun için. Hepsi, büyük âlimlerin sözleri. *Pırlanta*’nın yanında *Cam* parçasının kıymeti olur mu? 


Abdülhakîm Efendi hazretleri bize hangi kitâbı tavsiye etdi ise, medhetdi ise, o kitâbı aldım, o kitâbdan tercüme etdim. 


Bir gün sohbet arasında, hattât *Safî bey* geldi. Çok ufak boyluydu. Bir yazı getirdi. Efendi hazretlerine verdi. Efendi hazretleri okudu, gülmeğe başladı. 


Ve en yakınındakine verdi. Okuyanların da güleceğini bildiği için, kendisi içeriye geçdi. Hepimiz yazının başına üşüşdük. Merak etmişdik. Ne yazıyordu o kâğıtda. Bakdık ki; 


*Bûy-u Nebî gelir şeyhim özünden, boyum yetişmez ki öpem yüzünden*. Böyle yazıyordu. Safî bey yazmış Efendi hazretleri için. Efendi’yi çok severdi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Dünyâ, ayrılık yeridir kardeşim. Bir mübârek zâtın yanına, çok sevdiği bir arkadaşı ziyârete gelmiş. Ama bu zât, onunla görüşmek istememiş.


Bunu gören oğlu, çok şaşırmış ve; *(Babacığım, siz onu çok seviyordunuz, niçin görüşmek istemediniz?)* demiş. O da oğluna; 


*(Biraz sonra ayrılınca, ayrılığına dayanamam. Onun için sabrediyorum. Âhiretde, hiç ayrılmamak üzere görüşeceğiz)* demiş. 


Bir âyet-i kerîmede, *(İblîs’e)* kıyâmete kadar lânet ediliyor. *(İlâ yevmiddîn)* buyuruluyor. *(Yevmiddîn)*, kıyâmet günü demekdir. *(Mâlik-i yevmiddîn)*, kıyâmet gününün sâhibi, mâliki demekdir. 


İblîs, buna sevinmiş. (Niye seviniyorsun?) denilince, *(Allahü teâlâ bana kıyâmete kadar lânet ediyor, sonsuz demiyor, kıyâmetde kurtulacağım)* demiş. 


Bâzı âlimler, âyet-i kerîmeye bakarak İblîse hak vermişler ve *(İblîs kıyâmetde kurtulacak, biz kendimize bakalım)* demişler. 


İmâm-ı A’zâm hazretleri, bu meselenin aslını öğrenmek için, Eshâb-ı kirâmdan hayâtda olanları araşdırmış. O zaman Eshâb-ı kirâm’dan sâdece *(altı)* tânesi hayâtdaymış. 


Bunlardan en yakında olanı, yüzlerce kilometre uzakdaki *(Tufeyl)* radıyallahü anh hazretleriymiş. Tabii herkes yüz sene yaşamaz. Tufeyl radıyallahü anh hazretleri *(yüz)* yaşından fazla idi. 


Hadîs-i şerîfde, abdest alırken, dirseklere kadar yıkamak emrediliyor. İmâm-ı A’zâm hazretleri, Tufeyl hazretlerine; (Peygamber Efendimizi abdest alırken gördünüz mü?) diye sormuş. 


O da, *(gördüm)* deyince; (Abdest alırken, kollarını yıkarken, dirseklerini de yıkar mıydı, yıkamaz mıydı?) diye sormuş. Hazret-i Tufeyl; *(Hem yıkardı, hem de herkesin yıkamasını emrederdi)* demiş.


Ayrıca, *(Dirseklerinizi yıkamazsanız, abdestleriniz olmaz buyururdu)* demiş. O zaman İmâm-ı A’zâm hazretleri; (İblîs hapı yutdu) buyurmuş. 


Çünkü, abdest alırken, *(dirseklere kadar yıkayın)* emrinde, dirsekler de dâhil olunca, İblîse kıyâmete kadar lânet edilmesinde, kıyâmet de dâhildir, *(İblîs hapı yutdu)* buyurmuş.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim hizmetlerimizin esâsı, *(Sünneti)* ihyâ etmek ve *(Bid’ati)* yok etmekdir. Bu da çok zordur, gayret ister. Zor olduğu gibi, çok da kıymetlidir. Niçin kıymetli? Çünkü bu, *(Emr-i mâruf)* dur efendim. 


Bir insan çok zengin olsa, öyle ki, bütün dünyânın serveti onun olsa ve hepsini muhtaçlara dağıtsa, kazandığı *(sevap)*, bir sünneti ihyâ etmenin sevâbına yetişemez. Hattâ onun yanında *(damla)* gibi kalır. 


Kaldı ki, bizim kitâblarda yalnız sünnet yok efendim, *(vâcib)* ler var, *(farz)* lar var, alınacak sevâbı bir düşünün. *(El mer'ü mea men ehabbe)*. Hadîs-i şerîfdir bu. 


Yâni insan, sevdiğiyle berâberdir. Gece de berâberdir, gündüz de berâberdir. Neş’eli zamanda da, sıkıntılı zamanda da, dünyâda da, kabirde de, âhiretde de berâberdir. 


Sevince, berâberlik böyle olur. Büyükler buyuruyorlar ki: Hiçbir üstünlük, hiçbir şifâ, *(sohbet)* inki kadar olamaz.  


İnsan kendi başına kitap okuyabilir. Buna, kitap okumak derler. İyidir, fâidelidir. Ama biri okur, diğerleri dinlerse, buna *(sohbet)* denir. Her türlü feyz ve bereket, sohbetdedir, yâni birlik ve berâberlikdedir. 


Peygamberimiz aleyhisselâm eshâb-ı kirâm ile sohbet ederken, kuşlar gelir, Eshâbın üzerine konarlardı, hem de defâlarca. Biri uçardı, öbürü konardı. Çünkü onları *(ağaç)* zannederlerdi. 


Niçin? Hiç hareket etmezlerdi ki. Edeblerinden kıpırdamazlardı. Mümkün olsa, nefes almıyacaklar. Hattâ nefes almaları zorlaşırdı efendim. Eli böyle kalmışsa, aşağı indirmezdi, saygısızlık olmasın diye. 


İşte o edebe riâyet etdikleri için *(feyz)* aldılar ve vâsıl-ı ilallah oldular. Efendim, ben kitâplarda okuduklarımı unutuyorum, ama Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinden duyduklarımı unutmuyorum. 


Meselâ şimdi size Efendi hazretlerinden duyduğum bir hadîs-i şerîfi söyliyeceğim, onu hiç unutmuyorum. Peygamberimiz aleyhisselâm; *(İnnallahe yuhibbu en yürâ esera ni’metihî alâ abdihî)* buyuruyor. 


Yâni Allahü teâlâ, muhakkak ki, verdiği *(ni’met)* in eserini, kulunun üzerinde görmek ister. O ni’meti, kulunun üzerinde görmeyi sever. 


Çok kitap dağıtalım kardeşim. İşimiz bu bizim. Bu kitaplar, ehl-i sünnet âlimlerinin sözleridir, o büyüklerin kelâmıdır. Nasîbi olan *(feyz)* alır. Dağıtdığımız bu kitâpları herkes okur zannetmiyelim. Nasîbi olan okur. 


Çünkü miknatıs, *metal* parçasını çeker, *(cevheri)* çeker, saman çöpünü çekmez efendim. Bu, bir nasîb meselesidir. Peygamber aleyhisselâm herkese anlatıyordu. Anlıyanlar *(eshâb-ı kirâm)* oldu, anlamıyanlar ise *(düşman)* oldular.

Kimse bana hediye göndermiyor!

Sâlih-i Merrî hazretleri anlatır: Bir gece, seher vakti kalkıp, teheccüd namazını kıldıktan

sonra, sabah namazını kılmak üzere câmiye doğru yola çıktım. Yolumun üzerinde bir

mezarlık vardı. İçimden, "Sabah namazı vakti girene kadar şurada kalayım" diyerek mezarlığa

girdim ve bir mezara dayanıp yere oturdum. Bu sırada kendimden geçip uyumuşum. Uykuda

şöyle bir rü'yâ gördüm:

Bütün mezarlık halkı mezarlarından çıktılar ve grup grup olup sohbet etmeye başladılar.

Bu arada pejmürde kılıklı bir delikanlı da bir kenara çekilmiş üzgün üzgün oturuyordu.

Çok geçmeden ortaya, içi çeşitli hediyelerle dolu ve üstleri mendillerle örtülü birçok tabak

çıktı. Her ölü tabaklardan birini alarak kendi kabrine girdi.

Sonunda yalnız o pejmürde kılıklı delikanlı kaldı. Kendisine hiç tabak kalmadığı için

üzgün üzgün kabrine doğru gidiyordu. Ona yaklaşarak, "Seni üzgün görüyorum sebebi nedir?

Ayrıca bu tabaklar neyin nesi?" diye sordum. Delikanlı şöyle cevap verdi:

"Gördüğün tabaklar dirilerin ölülerine gönderdikleri hediyelerdir. Diriler, ölüleri

adına sadaka verince veya onlara duâ edince her cum'a gecesi bu hediyeler gelir. Ben

annemle hacca giderken Basra'da öldüm. Daha sonra annem evlendi. Bana ihtiyacı

olmadığı için benim adımı ağzına hiç almadı; benim için bir sadaka vermedi, bir duâ

etmedi. İşte bunun için üzülmekteyim. Kimse bana hediye göndermemektedir. Zaten

dünyada beni hatırlayacak annemden başka kimsem de yoktur." Bunun üzerine, "Annen

nerede oturuyor" diye sordum.

O da, bana, annesinin evini ta'rif etti. Namaz vakti uyandım. Namazımı kılar kılmaz

kadının evini aramaya başladım. Ta'rif üzerine evi buldum. Kapıya varınca kendimi tanıtıp

aramızda geçecek konuşmaları hiç kimse duymasın diye tenbih ettikten sonra sordum:

- Senin ölmüş oğlun var mı?

Derin bir iç geçirerek inledikten sonra, dedi ki:

- Delikanlı bir oğlum vardı, öldü.

Bu cevabı üzerine rü'yâmı kendisine anlattım. Sözlerimi duyunca çok ağladı. Sonra:

- Bunları yavrum ve göz bebeğim adına sadaka olarak dağıt. Artık ölünceye kadar onu

unutmayacak, ona duâ edecek ve adına sadaka vereceğim, dedi. Ben de yanından ayrıldıktan

sonra, verdiği sarı liraları oğlu adına sadaka olarak dağıttım.

Bir hafta sonra cum'a namazını kılmak üzere yine yola çıktım. Aynı mezarlığa girip sırtımı

bir mezara dayadım. Bir önceki hafta olduğu gibi başım önüme düştü ve gözlerim dalıverdi.

Rü'yâmda yine mezarlarından çıkarak yer yer kümelenmiş ölüler gördüm. Bu arada bir

önceki hafta pejmürde kılıklı ve üzgün olarak görmüş olduğum delikanlı da karşımda idi.

Fakat bu defa beyaz kıyafetli idi, yüzü gülüyordu. Yanıma yaklaşarak dedi ki:

- Allah, sana iyilikler versin. Senin vasıtanla gelen hediyeler elime geçti.

- Siz ölüler de, cum'a gününü biliyor musunuz?

- Tabiî cum'a gününü havadaki kuşlar bile bilir. Dedi.

Kalbin temizliği nasıl olur?

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben Kuleli’de hoca iken, öğretmen iken talebelere, bir sırası geldi de dedim ki: *(Üç şey insana neş’e verir, sıkıntıyı kederi giderir. Yeşilliğe, güzel yüze, akar suya bakmak.)* 


Ama *(nefse)* güzel gelen şeylerle, *(rûha)* güzel gelen şeyler, birbirine zıtdır. Birine *(tatlı)* gelen, öbürüne *(acı)* gelir. 


Bu ikisini, birbirine karışdırmamalıdır. Nefse güzel gelen şeyler, insanı *(Cehenneme)* götürür. Avrupa’da Amerika’da tabâbet, yâni tıp ve fen ileri. Abdülhakim Efendi hazretleri buyurdular ki: 


(Avrupa’da, Amerika’da fen var. Dîni de iyi biliyorlar. Bildikleri hâlde inkâr ediyorlar. Buradaki câhillerde ise fen de yok, dîni de bilmiyorlar. Bilmedikleri hâlde inkâr ediyorlar.) 


Böyle müslümânlar arasında yaşayıp da, inkâr eden münâfıklar, Cehennemde kâfirlerden daha aşağı derecelerde yanacaklar kardeşim. 


*(Kalbler, ancak Allahü teâlâyı anmakla râhat olur.)* Âyet-i kerîmedir bu. Demek ki, kalbin şifâsı, *(zikr-i ilâhî)* ile olur. Burada anmak buyuruluyor, yâni kalben hâtırlamakdır bu, dil söylemez. 


Bir de dil ile söylenen *(zikr)* vardır. Dil ile zikir, sevap kazanmak için olur. Dil ile değil de, kalb ile olursa, kalbi temizlemek içindir. Şimdi insanlar, *(Kalbim temiz, sen kalbe bak)* diyorlar. 


Kalbin temiz olmasının alâmeti, islâmiyete uymakdır. Hem islâma uymıyacaklar, hem de kalbleri temiz olacak! Olur mu öyle şey? Her kabdan, içinde olan dışarı sızar. 


Kalbi, yâni kabı *(iyi)* şeylerle dolu olursa, o kişiden hep *(iyilik)* ler görünür. Kabında, yâni kalbinde *(kötü)* şeyler varsa, o kişiden de hep *(kötülük)* ler meydana gelir.

Sana Allah'ı hatırlatan dert

 Allah Firavun'a dünyanın bütün mülkünü, saltanatını verdi de,

ağrı, sızı, gam, keder vermedi.

Şunu iyi bil ki, sana Allah'ı hatırlatan, seni inciten, gizlice Allah'a yalvartıp  duâ ettiren dert; 

dünya mülkünden ve saltanatından daha iyidir.


Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî