Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*İyilik yapma* nın çok çeşitleri vardır. Allahü teâlâ, en çok *Sevâbı*, iyilik edenlere verir. Ama *İyiliğin* de azı var, çoğu var. Eshâb-ı kirâm efendilerimiz, Peygamber Efendimize sordular:


Yâ Resûlallah, en çok sevap kime verilir? dediler. Peygamber aleyhisselâm; *Farzlardan sonra en çok sevap, din kardeşine iyilik edene verilir!* buyurdu. 


*İyilikler* in en büyüğü, en üstünü, insanları *Ateş* de *Yanmak* dan kurtarmakdır. İşte biz, bunu yapıyoruz kardeşim. Bu zamanda *Dînini bilen* çok az, *Tatbîk eden*, daha az. 


Bu zamanda *Küfr*, âdetâ *Sel gibi* akıyor kardeşim. Eskiden insanlar, *Günâha girmemek* için gayret sarfederdi. 


Sabah evden çıkarken; *Yâ Rabbî, bu gün akşama kadar, hiç günâh işlemeden yaşamayı bana nasîb et!* diye duâ ederlerdi. 


Şimdiyse *Küfr tehlikesi* var efendim. İnsan, sabah *Îmânlı* olarak evinden çıkıyor, akşam eve, *Kâfir* olarak dönüyor, Allah korusun. 

● ● ● 

Ben, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinden *Bir şey* öğrendim. O da bana yetdi. Nedir o? *Hak* nedir, *Bâtıl* nedir. Bu *Doğru*, bu *Yanlış*. Bu *Dost*, bu *Düşman*. Bunları öğrendim efendim. 


İnsanın, hayâtda en büyük dostu, *Allah* dır celle celâlüh. En büyük düşmanı da kendi *Nefsi* dir. Hattâ nefs, *Allaha* bile *Düşman* dır kardeşim. 


Cenâb-ı Hak, onu *Öyle* yaratmış. *Kendine Düşman* yaratmış. Her isteği, islâmiyetin beğenmediği şeylerdir. Allahü teâlânın emirleri hâricinde ne yapıyorsak o, *Nefs’e* âitdir. 


Âhiret de, ameller, ibâdetler ikiye ayrılacak. *Allah için* yapılanlar, *Nefs için* yapılanlar. 


Kendi *Nefsi için* yapılanlar, terâzînin *Sol* tarafına, *Allah için* yapdıkları da *Sağ* kefeye konulacak. Tartılınca, netîce buna göre olacak. 


Yâni sağ taraf ağır gelirse, *Cennete*, sol taraf ağır gelirse *Cehenneme*. Her şey açık, herşey meydanda. 


Herkes, her işini, hür *İrâdesi* ile yapar, netîcesine de katlanır. Mektûbât’ta; *İnsan, evlâdını bile kendi nefsi için sever!* buyuruyor.

Derviş Muhammed Hazretleri

Derviş Muhammed hazretleri, evliyanın büyüklerindendir. Silsile-i aliyyenin yirmincisidir.

Ruh ilimlerinde mütehassıs idi. Büyük âlim ve kâmil bir veli olan dayısı Kâdi Muhammed Zâhid'in derslerinde yetişti. Dayısına talebe olmadan önce, on beş sene nefsinin isteklerinden kurtulmak için mücadele etmiş ve insanlardan uzak yaşamıştı.


Bir gün ellerini açıp, acizliğini ve çaresizliğini Allahü teâlâya yalvararak arz etmişti. Aniden Hızır aleyhisselam gelip; "Eğer sabır ve kanaat istiyorsan, Muhammed Zâhid'in hizmet ve sohbetine kavuşmakta acele et. O sana sabır ve kanaati öğretir" buyurdu. Hemen Muhammed Zâhid'in yüksek huzuruna varıp, orada ilim tahsil etti. Güzel terbiye görüp, kemale geldi. Hocası ona, insanlara doğru yolu anlatmak, ebedi olan Cehennem azabından kurtaracak şeyleri bildirmek için hilafet verdi. Hocasının vefatından sonra yerine geçip, Semerkand'da, doğru yoldan ayrılanlarla ve dine sonradan sokulan bid’atlerle uğraştı. Bid’atleri yok etti. Çok veli yetiştirdi.


İnsanları Allahü teâlânın yoluna çağırmada çok gayret gösterdi. Talebelerinin terbiyesi hususunda, insan üstü bir kuvvet ve gayrete sahipti. İmam-ı Rabbani hazretlerinin dünyaya gelmesinden bir sene önce, vefat etti. İnsanları irşad için yetiştirdiği yüksek talebeleri pek çoktur. Bunların en büyüğü, oğlu Hâce Muhammed Emkenegi'dir.

KÂDI MUHAMMED ZÂHİD HAZRETLERİ

Evliyânın büyüklerinden, insanları Hakka da’vet eden, doğru yolu göstererek saadete kavuşturan ve “Silsile-i âliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin ondokuzuncusudur. Semerkandlı olup, doğum târihi bilinmemektedir. 936 (m. 1529) senesinde Semerkand’a bağlı Hisâr’ın Vahş köyünde vefât etti. Kabr-i şerîfi oradadır.

Kâdı Muhammed Zâhid Semerkandî, silsile-i âliyye büyüklerinden olan Ya’kûb-ı Çerhî hazretlerinin kızının oğlu olup, torunudur. Hocası, her ilimde söz sahibi Ubeydüllah-i Ahrâr’dır. Bu hocasının sohbetine kavuşmadan önce, çok gayretler sarfedip, nefs mücâhedesi yaptı. Nefsini ıslâh etmek için uğraştı. Bu hâli yıllarca sürdü. Daha sonra Ubeydüllah-i Ahrâr’a 883 (m. 1429) senesinde talebe oldu. Oniki sene sohbetinde ve hizmetinde bulundu. Ondan feyz alarak kemâle erdi. Vefâtından sonra da yerine irşâd makamına geçip, insanlara feyz vermek üzere halîfesi oldu.

Kâdı Muhammed Zâhid, “Silsilet-ül-ârifîn” adlı eserinde, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine talebe olmasını şöyle anlatmıştır: “Hocama talebe oluşum şöyle vukû’ bulmuştu: Şeyh Ni’metullah adında bir ilim talebesi ile Semerkand’dan Hirat’a ilim öğrenmek için yola çıkmıştık. Şâdmân köyüne varınca, havanın çok sıcak olması sebebiyle, günlerce o köyde kaldık. Biz burada iken, Ubeydüllah-i Ahrâr bu köye teşrîf etti. Bir ikindi vakti ziyâretine gittik. Bana; “Sen neredensin?” dedi. “Semerkand’danım” dedim. Sonra sohbete başladı. Çok güzel konuşuyordu. Konuşması sırasında benim kalbimden ve hatırımdan geçen şeyleri bir bir saydı. Hirat’a gitmek için yola çıkmamın sebebini de söyledi. Bunun üzerine kalbim ona tamamen tutuldu. Sonra bana dedi ki: “Eğer maksadın ilim öğrenmekse, o iş burada kolaydır.” iyice anladım ve kanâat getirdim ki, benim hatırımdan geçen şeyleri biliyordu. Buna rağmen kalbimden Hirat’a gitme arzusu çıkmadı. Bu düşüncemi de keşfedip anladı. Sonra kalkıp bana doğru yaklaştı ve; “Hirat’a gitmekten maksadın nedir? Söyle bana, ilim mi öğrenmek, yoksa tasavvufda mı yetişmek istiyorsun?” dedi. Heybetinden dehşete kapıldım ve sustum. Yanımdaki yol arkadaşım cevap verip; “Onun asıl maksadı Hirat’a gidip tasavvuf yoluna girmektir, ilim öğrenmeye gidiyorum demesi, bu maksadını gizlemek içindir” dedi. O da tebessüm etti. Bunun üzerine; “Eğer böyle ise, çok iyi ve güzeldir” dedi. Sonra beni alıp, bahçesine doğru götürdü, insanların gözünden kayboluncaya kadar yürüdük. Sonra durdu, elimi tuttu. Elimi tutar tutmaz, ben kendimden geçmeye başladım. Ben kendimi kaybedinceye ve kendimden geçinceye kadar tuttu. Ayıldığım zaman bana dedi ki: “Herhalde sen benim yazımı okuyabilirsin.” Sonra cebinden bir kâğıt çıkarıp okuduktan sonra katladı ve bana verdi. “Bunu muhafaza et. Bunda ibâdetin hakîkati, itaat, huşû’ ve Allahü teâlânın azameti karşısında insanın acizliği yazılıdır. Bu saadet, Allahü teâlânın muhabbetiyle ve O’nun Resûlü Seyyid-ül-evvelîn vel-âhırîne ( aleyhisselâm ) tâbi olmakla ele geçer. Bunun için, din ilimlerine vâris olan âlimlerin sohbetinde bulun. Onlardan fâideli ilim öğren. Tâ ki Resûlullaha ( aleyhisselâm ) tâbi olmak sûretiyle ma’rifet-i ilâhiyyeye kavuşasın. Ulemâ-i sû’dan (kötü din adamlarından) uzak dur. Çünkü onlar, dîni dünyâ malı toplamak için ve makama, mevkîye kavuşmak için âlet ederler. Helâl, haram ayırmadan bulduğunu yiyen ve dîne uygun olmayan işler yapan sapık tarikatçılardan uzak dur. Yine Ehl-i sünnet i’tikâdına uymayan sapık kimselerden de uzak dur!” Sonra Fâtiha-i şerîfe okudu ve bana Hirat’a gitmem için izin verdi. Bundan sonra emri üzerine yola çıktım. Mevlânâ Sa’düddîn Kaşgârî’ye götürmem için bir mektûp verdi. Mektûba, bana yardımcı olup, korumasını yazmıştı. Bunu görünce, kalbimi tamamen bir muhabbet, ihlâs sardı. Fakat Hirat’a gitme azmim kırılmadı, vazgeçmedim. Mektûbu alıp yola çıktım. Yolda ilerledikçe, bindiğim hayvan yavaşladı, gücü kalmadı. Yol almaktan âciz kaldım.

Buhârâ’ya altı fersah (36 km. kadar) mesafe kalmıştı ki, yolun bu kısmında şiddetli bir göz ağrısına tutuldum. Günlerce orada kaldım, iyileşince yola çıktım. Bu sefer humma hastalığına tutuldum. O zaman anladım ki, eğer yola devam edersem helak olacağım! Gitmekten vazgeçip, Ubeydüllah-i Ahrâr’ın yanına dönüp, onun sohbetinde ve hizmetinde bulunmaya karar verdim ve geri döndüm. Taşkend’e vardığım zaman, kitaplarımı, eşyamı ve binek hayvanımı bir arkadaşıma emânet olarak bıraktım. Bu sırada Ubeydüllah-i Ahrâr’ın talebelerinden biriyle karşılaştım. Ona; “Gel, beraberce Ubeydüllah-i Ahrâr’ı ziyârete gidelim” dedim. Bana; “Binek hayvanın ve kitapların nerede?” dedi. “Bir arkadaşıma emânet olarak bıraktım” dedim. “Git onları benim eve getirip, bırak. Sonra beraberce ziyârete gideriz” dedi. Ben onları almak üzere giderken, bir de baktım ki, birisi bana; “Hayvanın ve eşyâların kayboldu!” dedi. Hayret ettim, oturup düşünmeye başladım ve kalbimden; “Herhalde gelir gelmez ilk önce ziyâretine gitmediğim için Ubeydüllah-i Ahrâr bana kırıldı. Bu sebeple bineğim ve eşyâlarım kayboldu” düşüncesi geçti. Herşeyden önce onu ziyârete gitmeye karar verdim. Tam bu sırada birisi gelip; “Binek hayvanın ve eşyaların bulundu” dedi. Emânet bıraktığım kimsenin yanına gittim. Bana dedi ki: “Ey Muhammed! Senin binek hayvanını emânet aldığımda, onu bir yere bağladım. Biraz sonra gözden kayboldu. Aramaya başladım, bulamadım. Üzgün üzgün geri döndüm. Dönerken bir de gördüm ki, senin binek hayvanın sokak ortasında, insanlar arasında üzerindeki eşya ile beraber aynen duruyordu. Hayret ettim, bu kadar kalabalık arasında ona kimse dokunmamıştı.” Sonra binek hayvanımı ve eşyâlarımı alıp Semerkand’a Ubeydüllah-i Ahrâr’ın yanına gittim. Huzûruna varınca, bana bakıp tebessüm ederek; “Hoş geldin” dedi. Bundan sonra sohbetine ve hizmetine devam edip, yanından ayrılmadım.”

Kâdı Muhammed Zâhid hazretleri, asrının âlimlerinin en büyüklerinden olup, tasavvuf ilminde ve hâllerinde mütehassıs ve ilâhî sırların gizliliklerine vâkıf idi. Kendinden sonra, kız kardeşinin oğlu Derviş Muhammed, yetiştirdiği velîler arasında en büyüğüdür.

Muhammed Zâhid’in (kuddise sirruh) “Mesmûât-ı Mevlânâ Kâdı Muhammed Zâhid” ve “Silsilet-ül-ârifîn” adlı eserleri meşhûrdur. “Mesmûât” adlı eserinde, hocası Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri’nin sohbetlerinde dinlediklerini toplamıştır. Fârisî lisânda yazdığı bu eseri 155 varak olup, Süleymâniye Kütüphânesi’nde vardır. Bu eserinden ba’zı bölümler:

“İnsanın yaratılmasından maksad, kulluk yapmasıdır. Kulluğun aslı ve özü ise, her halükârda Allahü teâlâyı unutmamak, gâfil olmamak, tazarru (yalvarma) ve huşû’ (korku) içinde bulunmaktır.”

“İbâdet ile ubudiyet (kulluk) arasındaki fark; ibâdet, dinin emrettiği vazîfeleri yapmak; ubudiyet ise, kalbin gafletten uzak ve dâima Rabbini ta’zim eder hâlde olmasıdır.”

“Temkin makamına kavuşmak için, zarûretsiz söz söylememek lâzımdır. Çok gülmek ve çok konuşmak kalbi öldürür. Temkin makamı, huzûr ve agâh! (gafletten uzak) olmaktan ibârettir ki, bu hâl, gözdeki görme, kulaktaki işitme vasfı gibi hiç kaybolmamalıdır. Kendisini Allahü teâlânın her ân gördüğünü bilmelidir. Böyle bir hâle gelen kimsenin konuşması gerekir. Bu hâle kavuştuktan sonra, (insanları irşâd için) konuşmaması gaflettir. Gaflet ise, kalbin ölmesi demektir. Kalbin gafletten uzak olması, huzûr ve agâh! olmasıyladır. Bu nisbetin sahibi çok çalışmalı, ihtimâm göstermeli ve bu nisbet zamanını iyi muhafaza etmelidir.”

Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri buyurdu ki: “Emr-i ma’rûfu ve nehyi münkeri öyle yapmalı ki, ondan netice alınsın. Bunu yaparken, insanların anlıyacağı şekilde yapmak lâzımdır. Hadîs-i şerîfte; “İnsanlara, akılları derecesinde konuş” buyuruldu.” Bir defasında Moğol Hanlarından biri Ubeydüllah-i Ahrâr’ın huzûruna gelmişti. Müslüman olmayan bu Hân, domuz eti yerdi. Ona domuz eti yemek İslâmiyette haramdır dese, yemekten vazgeçmeyecekti. Ona dedi ki; “Domuz etini yemek birçok haysiyyeti kaybettirir. Çünkü hayvanlardan sâdece domuz, dişisini kıskanmaz. Onun etini yemek, insanda gayret ve hamiyyeti yok eder” dedi ve gayretin üstünlüğünü anlattı. O Hân bunu çok ma’kûl bulup, kendisi yemekten vazgeçtiği gibi, askerlerinin de domuz eti yemelerini yasakladı.”

“Gençlik zamanı fırsat ve ganîmettir. Bu kıymetli zamanı ve nefesleri saadet vesilesi yapmayana yazıklar olsun. Se’âdet arayan kimse, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) ahlâkı ile ahlâklanmalıdır. Hilm (yumuşaklık), kerem, cömertlik, tevâzu, Îsâr ve diğer ahlâk-ı hamide olan şeylerle ahlâklanmalıdır. Husûsen kalbde Allahtan başka hiçbir şeye bağlılık kalmamasına (mâsivânın terkine) çok çalışmak lâzımdır. Büyükler, “Kalbi mâsivâdan korumak lâzımdır” buyurdular. Bunun için de “Kalb bir ayna gibidir. Karşısına gelen herşeyi gösterir. Kalbden mâsivâ silinip atıldığı zaman, kalbde Allah sevgisinden başka hiçbir şey kalmaz” buyurmuşlardır.”

“Nefsinin isteklerinden, hevâsından uzak dur. Başkasının (nefsinin) emri altına girme ki, Allahü teâlânın rızâsına kavuşasın.”

“Akıllı kimse, bir işi bir haftada veya bir ayda bitiren, dünyâya âit fâideleri kısa zamanda elde eden kimse değildir. Akıllı o kimse ki, bütün çalışmasını ve gayretini dinin emirlerine uymaya sarfeden, işlerini âhırette fâide verecek şekilde yapandır. Bundan daha akıllı kimse ise, bütün gayretini sarfederek, Allahü teâlâdan başka herşeyden yüz çeviren, onları kalbinden çıkarandır. Böyle yapan kimse, Allahü teâlânın rızâsına kavuşur.”

“Himmet, bütün düşünceyi bir iş üzerinde toplamaktır. Büyükler buyurdular ki: “Bir işin hâsıl olması veya bir belânın kalkması için tamamen Allahü teâlâya yönelip istenirse, maksada kavuşulur.” Meselâ hasta olan veya hastası olan kimse; “Yâ Şâfî” diyerek Allahü teâlâya yalvarır, himmetini şifâ hâsıl olması için sarfederse, şifâ bulur. Fakir düşüp çaresiz kalınca, Allahü teâlânın isimlerinden olan “Ganî” ismini, “Yâ Ganî” diyerek söyleyip yalvarırsa, fakirlikten kurtulur. Allahü teâlânın isimlerini söyleyerek O’na yönelmek, kurtuluşa erdirir. Himmetin te’sîri çok büyüktür. Eğer bir kimse yükselmek ve hakîkî saadete kavuşmak için himmet sarfetse, buna kavuşur. Fakat himmetini dünyâ lezzetleri için sarfederse, yolunu şaşırır. Büyükler buyurmuşlardır ki: “Kur’ân-ı kerîme ve himmete karşı durmak mümkün değildir, durulamaz!”

Eğer bir kâfir bile düşüncesini, himmetini bir işin hâsıl olması için toplayıp devamlı o işin hâsıl olmasını istese, taleb ettiği şeye gösterdiği himmet sebebiyle kavuşur. Himmeti, te’sîrini gösterir.

Peygamberler (aleyhimüsselâm), bütün varlıkları ile Allahü teâlâya yönelerek himmetlerini sarfedip, savaşlarda düşmanlarını perişan etmişlerdir, İbrâhim aleyhisselâmın ateşe atılırken gösterdiği tam himmet üzerine, Allahü teâlâ ateşe; “Ey ateş, İbrâhim’e serin ve selâmet ol!” (Enbiyâ-69) buyurdu ve ateş onu yakmadı.”

“Dervişlik, yalnız bir yere çekilip oturmak, gökte uçmak, dağda ve mağarada bulunmak değildir. Dervişlik; gönlü, mâsivâdan, ya’nî Allahü teâlâdan başka herşeyden çevirmektir.”

“Dünyâya düşkün olmayanlarla, âhıret adamlarıyla oturmak, beraber bulunmak, çok te’sîrli ve fâidelidir. Önce te’sîri anlaşılmasa bile, doğan bir çocuğun hergün yavaş yavaş büyüdüğü gibi, insan yavaş yavaş dünyâya düşkün olmaktan kurtulur.”

Vâki olanda hayır vardır

Müminin başına gelen her bela faydalı olduğu için öyle söyleniyor. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:

(Müslüman için Allahü teâlânın her hükmü hayırdır. Allahü teâlânın kazası, herkes için hayır değil, sadece Müslüman için hayırdır.) [Ebu Nuaym]


(Her bela, affedilecek bir günah için gelir.) [Ebu Nuaym]


(Mümine gelen her bela, günahlarına kefaret olur.) [Buhari]


(Müminin günahları affoluncaya kadar bela gelir.) [Hakim]


Müslüman Allahü teâlânın dostudur. Dostluğun alameti ise, dostun belalarına, sıkıntılarına sabretmektir. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:

(Sabredenlere, mükafatlar hesapsız olarak verilir.) [Zümer 10]


Hazret-i Ömer buyurdu ki:

Bana bir bela gelirse, üç türlü sevinirim:

1- Belayı Allahü teâlâ göndermiştir. Sevgili gönderdiği için tatlı olur.

2- Allahü teâlâya, bundan daha büyük bela göndermediği için şükrederim.

3- Allahü teâlâ, insanlara boş yere, faydasız bir şey göndermez. Bir belaya karşılık, ahirette çok nimetler ihsan eder. Dünya belaları az, ahiretin nimetleri ise, sonsuz olduğundan, gelen belalara sevinirim.


Sonsuz olan Cennet nimetleri ile sonsuz olan Cehennem azapları yanında, dünyada çekilen birkaç günlük belaların, sıkıntıların ne önemi olur ki? Bela ne kadar büyük olsa da, geçicidir. Bir insanın, hatta dünyanın ömrü, ahiretin sonsuzluğu yanında, deniz yanında bir damla kadar bile değildir. Hiç sonu olan bir şey sonsuz olan ile mukayese edilebilir mi?


İnsan, dünyada birkaç gün dert, bela çekmezse, Cennetin sonsuz lezzetlerinin kıymetini anlamaz ve ebedi sıhhat ve afiyet nimetlerinin kıymetini bilmezdi. Açlık çekmeyen, yemeğin kıymetini anlamaz. Acı çekmeyen, rahatlığın kıymetini bilmez. Dünyadaki belalar sanki daimi lezzetleri artırmak içindir.) [C.2, m.99]


Bir hadise, neticesiyle ölçülür. Bir talebe, bütün sınıflarını başarı ile geçse, son sınıfta çalışmayıp birkaç sene üst üste kalıp, mezun olamasa, önceki başarılarının hiç kıymeti olmaz ve diploma alamaz. Tembel bir talebe de, bütün sınıflarda başarısız olmasına rağmen, her ne suretle olursa olsun, diploma almışsa, muradına kavuşmuş olur.


Doğuştan veya sonradan sakat olan kimse, buna sabrederse günahları affolur; ayrıca büyük bir sevaba da kavuşur. Eğer sabretmezse, sevap alamasa da, günahları affolur. Günahları affolan da Cennete gider. Bu durumda sakatlık bir azap değil, bir nimet olmuş olur.


Bir kimse, dünyanın en zengini, en yakışıklısı, en kuvvetlisi olsa; dünyada istediği her şeyi yapabilse; fakat neticede imansız ölse, ebedi azaba maruz kalır. Bir anlık rahatlık için sonsuz felakete düşmek ne kadar kötüdür.


Görüldüğü gibi netice mühimdir. Sonu iyi olacaksa, birkaç günlük sıkıntı mühim değildir. Sonu felaket olacaksa, birkaç günlük rahatlığın da kıymeti yoktur.


Dünyadaki işler, ibadetler, ahirette, zorlukları nispetinde kıymet kazanır. Namaz, oruç ve haccını rahat bir şekilde ifa edenle, sıkıntı içinde yapanın sevabı aynı olmaz. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(Hacca yaya gidene yetmiş, binekle gidene bir hac sevabı verilir.) [Deylemi]


Cenab-ı Hak, yazları serin, kışı da ılık yaratsaydı, insanlar soğuk ve sıcaktan sıkılmazlardı. İnsanlar, kışın soğuktan korunmak için odun, kömür alıyorlar. Odun, kömür parası kazanmak için çeşitli sıkıntılara katlanıyorlar. Sıkıntının neticesi de nimet olduğuna göre, kışın soğuğu, yazın sıcağı müminlere nimettir.


Bir kölenin ibadeti ile bir efendinin ibadetinin değeri aynı olmaz. Sıkıntı çekenin, alacağı sevap daha büyük olur.


Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(Bir kimse, Cennette, kölesini kendi derecesinden çok yüksekte görünce, "Ya Rabbi, bu benim kölem iken, benden çok yüksek dereceye kavuşmuş. Hikmeti nedir?" diyecek, Cenab-ı Hak, "Her ikiniz de amellerinize göre dereceye kavuştunuz" buyuracaktır.) [Deylemi]


Bir insan dünyada âmir olunca, ahirette memurlarından yüksek dereceye kavuşacak diye bir şey yoktur. Bir kimse, bütün hizmetleri, hizmetçisine yaptırsa, elini sıcak sudan soğuk suya sokmasa, hiç zahmet çekmeden bütün nimetler ayağına gelse, elbette ahiretteki derecesi hizmetçi ile aynı olmaz. Bu bakımdan işlerin güçlüğü, sıkıntısı bir nimettir.


Elbisemiz eskimeseydi, bir kere yemek yiyince, bir daha acıkmasaydık çalışmaya lüzum kalmazdı. Çalışmayıp yatınca da sıkıntı olmazdı. Dünya imtihan yeri olduğu için, mümine dünyada rahat olmaz. Hadis-i şerifte, (Dünya müminin zindanıdır) buyuruldu. (Müslim) 


Mümin ölmedikçe rahata kavuşamaz. Bu gerçeği bilen mümin şikayet etmez. Sıkıntılara sabredilmezse, nimet olmaktan çıkar. Sıhhat hastalıktan, nimet beladan üstündür. Peygamber efendimiz duasında, dünya ve ahiret sıkıntısından Allah’a sığınmıştır. Her Peygamber şöyle dua ederdi: 

(Ey Rabbimiz, bize dünyada ve ahirette de hasene ver!) [Bekara 201]

[Hasene, iyilik, güzellik, sıhhat ve afiyet içinde mutlu yaşamaktır.]

ALTI İLAÇ

Zamanın hükümdarı, İmâm Musa Kâzım rahmetullahi aleyh hazretlerinin "hapse atılmasını ve sadece katıksız kuru ekmek verilmesini emretmişti. 


Günler geçtiği hâlde Hazreti İmamdan herhangi bir şikâyet ve yalvarma gelmeyince merak eden hükümdar, zindana adamlar gönderip, nasıl olup da tahammül edebildiğini, feryat ve figana düşmediğini anlamak istedi.


Gidenler sordular, "Büyük sıkıntı içindesin. Elin, ayağın zincirlerle bağlı olduğu hâlde yine de yüzün sararıp solmamış, sıhhatin sarsılmamış. Sebebini merak ettik."


Musa Kâzım rahmetullahi aleyh hazretleri şöyle cevap verdi:

"Altı tane ilacım var. Onları kullanıyorum" 

Hayretle sordular: "Nedir onlar? Hani nerede?"


Buyurdu ki:

Birinci ilacım: Tevekküldür. Allahü teâlâ'a dayanıp, O'na güveniyorum.


İkinci ilacım: Kadere rızadır. Allahü teâlânın takdirine boyun eğiyorum, itiraz etmiyorum. 


Üçüncü ilacım: Meşakkate sabırdır.


Dördüncü ilacım: Ye'se (ümitsizliğe) düşmemektir. Yıkılmıyorum, kendimi kapıp koyvermiyorum.


Beşinci ilacım: Müteselli olmak. Benden daha kötü durumda olanları düşünüp, bu halime hamd ediyorum.


Altıncı ilacım: Ümittir. Bir gün olup buradan çıkabilirim diye ümit ile yaşıyorum, moralimi yüksek tutuyorum.

Enver ağabeyden bir sohbet

Enver abi buyurdu ki;

Mekkî Efendi vardı, Allah rahmet eylesin Kadıköy müftüsüydü. Bir gün beraber Fatih Câmii’ne vaaza gidiyorduk. Bir çeşmenin önünden geçiyorduk. Metruk, harap olmuş bir çeşme, suyu da akmıyor. Dedi ki bana, “Bak, bu çeşmenin üstünde ne yazıyor?” Okuyamadım dedim. O  okudu. Yazıyordu ki:

*“Acibtü limen talebe’d-dünyâ, ve’l-mevtü yatlübühû*

Şaşarım dünyâya tâlib olana, ölüm de ona tâlibdir.


*Acibtü limen bene’l-kasre, ve’l-kabrü menzilühû*

Şaşarım köşk, kasr, binâ ile uğraşana ki, menzili kabirdir.


*Acibtü limen zenebe ve’r-Rabbü şâhidühû*

Şaşarım günâh işleyenlere, oysa Allah onları görüyor.


 *Ve’l-mevtü bâbün ve küllü’n-nâsi dâhilühû*

Ölüm bir kapıdır, herkes oradan geçecektir.”İnsanlar dünya peşinde, ölüm de onların peşinde koşadursunlar, bir gün gelir ömür biter. Vallahi biter, billâhi biter. Nitekim bitti de. Ben babamdan ayrılacağımı hiç düşünemezdim. On dört, on beş yaşındayken vefat etti gitti. Annemden ayrılacağımı hiç düşünemezdim. O da vefat etti. Şimdi bizim Mücahid, “Ben babamın öleceğini düşünemem” diyordur. Sanki Enver Abi bu dünyada kalacak. Elbet bir gün o da ölecek. Bütün çalışmalarımız, bütün gayretlerimiz, bütün uğraşmalarımız, hem dünyada üç beş gün rahat huzur içinde yaşamak, hem de öldükten sonra rezil ve rüsva olmamak için. Nasıl olmayacağız? Cenâb-ı Hak merhamet etmiş, onları Kur’ân-ı kerîmde bildirmiş. Bize bir dua öğretmiş. Böyle dua okursanız, kurtulursunuz diye. Nedir o dua? 

 O dua Kur’ân-ı kerîmde var: *“Rabbenâ âtinâ fi’d-dünyâ haseneten ve fi’l-âhireti haseneten ve kınâ azâbe’n-nâr: Ey Rabbimiz! Dünyâda ve âhirette ne iyilik varsa bize ver. Âhirette yakma ve bizi ateşten koru.”* [Bakara, 201] Biz yanmayalım diye, böyle dua etmemizi istiyor Cenâb- ı Hak. Ne güzel merhamet. Çünkü Cenâb-ı Hak ezelde, *“Cennet’i de, Cehennem’i de cinnîlerle ve insânlarla dolduracağım”* [A’râf, 18] diye takdir etmiş. Onun takdiri, Onun dediği olur. Fakat kullarının yanmasını istemiyor. Merhameti çok. Bu sefer Peygamberler “aleyhimüsselâm” göndermiş. Kitaplar, âlimler, evliyâlar göndermiş. Kullarım yanmasın istemiş. Kim Onun emir ve yasaklarına uyarsa, kim Onun emrettiği şekilde dua ederse, onlar ateşte yanmayacaklar. Kim inkâr ederse, “Olmaz böyle şey” derse Cehennem’e hazırlansın. Çok pişman olacaklar. Ama dünyaya bir daha gelmek yok ki.

Ubeydullah-ı Ahrâr Hazretleri

Türkistan Velilerinden Ubeydullah-ı Ahrâr Hazretleri

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Türkistan’ın büyük velîlerindendir. 1403 (H.806) senesinde Taşkent’te doğdu. Kendilerine “Silsile-i aliyye” adı verilen ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak dünyâ ve âhirette saâdete kavuşmalarına vesîle olan büyük âlim ve velîlerin on sekizincisidir. 1490 (H.895) senesinde Semerkant’ta vefât etti... İSTANBUL’UN MANEVİ FATİHİ

Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul’u muhasara altına alınca bu mübarek ona görünür ve; “Askerlerine cenk etmelerini emreyle!” buyurur. Kendisi de küffar üzerine at koşturur. Malum olduğu üzere İstanbul’un fethi müyesser olur. Bu sebeple ona “İstanbul’un manevî fâtihi” denilir...

Hikmetli sözleri pek çoktur. Buyurdu ki:

“Bütün kerametleri bize verseler, fakat itikadımız ehl-i sünnet değilse, hâlimiz haraptır. Eğer bütün haraplıkları, çirkinlikleri verseler itikadımız ehl-i sünnet ise, hiç üzülmemeliyiz.”

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri hastalanmıştı... Seksen dokuz gün yattı. Vefâtından on iki gün önce; “Eğer sağ kalırsam, beş ay sonra seksen dokuz yaşım tamam olup, doksana girerim. Bâzı büyükler, ömrünün yıl sayısı ile hasta yattığı gün sayısı arasındaki uygunluğu; “Bir günlük hastalık (humma), bir senenin keffâretidir” hadîs-i şerîfinde buyrulan husûsa uygun olduğunu söylemişlerdir” buyurdu.

Mübareğin, 1490 (H.895) senesi Rebîu’l-evvel ayının sonunda, bir cumâ günü hastalığı ağırlaştı. Tam o sırada, Semerkand’da büyük bir zelzele oldu. “Akşam namazının vakti girdi mi?” diye sordu. “Evet girdi” dediler. Akşam namazını îmâ ile kıldı. Yatsı vakti girdiği sıralarda, son nefeslerini veriyordu...


BİR NUR GÖRÜLDÜ VE...

Talebelerinden Hâce Muhammed Yahyâ şöyle anlatmıştır:

“Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin mübârek nefeslerinin kesilmesi yaklaştığı sırada, akşam ile yatsı arasında bir vakitte idik. Bulunduğu odada birkaç lâmba yaktılar. Ev son derece aydınlık olmuştu. Bu sırada Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin iki kaşı arasından, birdenbire şimşek gibi bir nûr çıkıp öyle parladı ki, evde yanmakta olan lâmbalar, o nûr arasında sönük kaldı. Herkes bu nûru gördü. Bu nûr parladıktan sonra, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri son nefesini verip vefât etti.

YA’KÛB-İ ÇERHÎ HAZRETLERİ

Evliyânın büyüklerinden. İnsanların i’tikâd, amel, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenip yapmalarını sağlayan ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine “Silsile-i âliyye” denilen İslâm âlimlerinin onyedincisidir. İsmi, Ya’kûb bin Osman bin Mahmûd’dur. Gazne’de Cerh köyünde doğdu, doğum târihi bilinmemektedir. 851 (m. 1447) senesinde Hülfetû’da vefât etti. Burası, sınır köylerinden bir köy olup, kabri oradadır. Derin âlim ve veliyyi kâmil idi.


Ya’kûb-i Çerhî, önce Hirat’a gidip, bir müddet ilim tahsili yaptı. Sonra yine ilim tahsili için Mısır’a gitti. Orada Zeynüddîn Hafi ile birlikte, zamanının büyük âlimi Mevlânâ Şihâbüddîn Sühreverdi’den ve diğer âlimlerden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Sonra Buhârâ’ya gitti. Orada da âlimlerden ilim öğrenip, icâzet aldı. Zâhirî ilimlerde yetişdikten sonra tasavvuf ilmine yöneldi. Tasavvuf ilminde ve hâllerinde önce Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî’nin, sonra da onun halîfesi Alâüddîn-i Attâr’ın sohbetinde yetişti.


Kendisi şöyle anlatmıştır: “Buhârâ’nın âlimlerinden ilim tahsil edip icâzet aldıktan sonra memleketime dönmek üzere idim. İçimde Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yanına gitmek arzusu hâsıl oldu. Huzûruna varıp; “Beni hatırdan çıkarmayımz” diye yalvardım. “Tam gideceğin sırada mı bana geliyorsun?” buyurdu. “Gönlüm iştiyâkınızla dolu, sizi seviyorum” dedim. “Bu arzu ne sebepten geliyor?” dedi. “Büyük bir zâtsınız ve herkesin makbûlüsünüz” dedim. Bunun üzerine; “Bu sebep kâfi değil, daha makbûl birşey bulman lâzımdır. Halkın beni kabûlü şeytanî olabilir” buyurdu. Dedim ki: “Sahih bir hadîs-i şerîfde; “Allahü teâlâ bir kulunu severse, onun sevgisini kullarının kalblerine düşürür, insanlar onu severler” buyurulmuştur.”


Bunun üzerine tebessüm etti ve buyurdu ki: “Biz azîzânız (azîzlerdeniz.) Bu söz üzerine kendimden geçer gibi oldum. Çünkü bu görüşmeden bir ay kadar önce, bir rü’yâ görmüştüm. Rü’yâmda bana; “Azîzân’ın müridi, talebesi ol” demişlerdi. Rü’yâyı unutmuştum. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri; “Biz azîzânız” buyurunca hatırladım. Tekrar; “Bana teveccüh ediniz, hatırınızdan çıkarmayınız” diye yalvardım. Buyurdu ki: “Bir gün Azîzân’dan (Ali Râmitenî’den (kuddise sirruh) böyle bir istekde bulunmuşlar. O da, birşeyin hatırda kalması için bir vâsıtaya ihtiyâç olduğunu söylemiş ve hatırlamaya vesîle olacak birşey istemişler.” Bunu söyledikten sonra, bana mübârek takkesini hediye etti ve buyurdu ki: “Senin bana verecek birşeyin yok, şu takkeyi al, onu her gördüğünde bizi hatırla ve yanında bul.”


Bundan sonra ayrıca tenbîh edip; “Bu yolculukta Mevlânâ Tâcüddîn'i bulmaya gayret et. Çünkü o, Allahü teâlânın evliyâsındandır.” buyurdu. Yola çıktıktan sonra, içime önce Belh şehrine, oradan da memleketime dönme arzusu düştü. Belh şehri ile Deştgûlek arası çok uzak idi. Yolculukta öyle vesileler oldu ki, birden kendimi Deştgûlek yakınlarında buldum. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin tenbihi hatırıma geldi. İşâretlerinden dolayı şaşırıp, hayran kaldım. Deştgûlek’e gidip, hemen Mevlânâ Tâcüddîn’in sohbetine can attım. Onun sohbetinde bulunduktan sonra, Behâeddîn-i Buhârî’ye geri dönüp ona teslim olmak arzusu beni sardı. Buhârâ’da bir meczub zât vardı. Onu bir yolda oturur gördüm. Ona dedim ki; “Ben gidiyorum!” Bana; “Hiç durma, çubuk git!” dedi. Oturduğu yerde toprak üzerine çizgiler çizdi. Kendi kendime, bu çizgileri sayayım, eğer tek çıkarsa gitmem gerektiğine işâret sa’yayım diye düşündüm. Saydım tek çıktı. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerine tekrar gitmeye karar verip, yola çıktım. Nihâyet Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin huzûruna kavuştum. Hâlimi arzettim. Bana zikretmemi ve zikirde teke riâyet etmemi bildirip; “Elinden geldiği kadar zikirde tek sayıya riâyet et” buyurdu ve böylece yolda karşılaştığım meczub zâtın yer üzerine çizdiği çizgilerin tek oluşuna işâret etti.”


Ya’kûb-i Çerhî hazretleri, bir eserinde şöyle anlatmıştır: “Allahü teâlânın inâyetiyle bu fakirde erenler yoluna girmek arzusu doğup da fadl-ı ilâhiyye’ye, Allahü teâlânın yardımına kavuşunca, Buhârâ’da Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerine kavuşmak nasîb oldu. Onun kerem ve iltifâtları beni saadete garketti. Gördüm ki, mürşidim kâmil ve mükemmildir ve evliyânın en üst tabakasındandır. Çeşitli vak’alar ve gaybî işâretlerden sonra, Kur’ân-ı kerîmi açıp bir âyeti işâret tutmak istedim; meâlen “O peygamberler Allahın hidâyetine eriştirdiği kimselerdir, sen de onların gittiği yoldan yürü...” (El-En’âm 90) buyurulan âyet-i kerîme çıktı, bağlılığım kat kat arttı. Tereddüt içinde bulunduğum günlerden birgün idi. Evimin bulunduğu Fethâhâd’da, Şeyh Seyfüddîn’in kabrine doğru oturmuştum. İçimde öyle bir fırtına koptu ki, hemen Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin huzûruna kavuşmak için Kasr-ı Ârifân’a doğru yola çıktım. Kasr-ı Ârifân’a varıp, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin evlerine yaklaştığım zaman, yola çıkmış, beni beklemekte olduğunu gördüm. Kana ihsânda bulundular, yanına oturttular. Namaz kıldıktan sonra sohbete başladılar. Heybeti beni öyle sarmıştı ki, konuşmaya mecalim kalmadı. Bu sohbet sırasında buyurdu ki: “İlim iki kısımdır. Biri kalb ilmi; bu ilim, en fâideli olan ilimdir. Bu ilmi nebiler ve resûller öğretir. Diğeri lisan ilmidir. Bu ilim de Allahü teâlânın insanoğluna huccetidir. Ümîd ederim ki, bâtın ilminden sana bir pay erişsin. Yine nakledildi ki; “Sadâkat ehliyle oturduğunuz zaman, sulk (doğruluk) üzere bulununuz. Çünkü onlar, kalb casuslarıdır. Kalblerinize girerler ve himmetinize bakarlar. Biz, kendi kararımızla kimseyi kabûl edemeyiz. Böyle me’muruz. Bakalım bu gece bize ne işâret buyurulur. Eğer seni kabûl ederlerse, biz de kabûl ederiz” buyurdu.


Ömrümde o gece kadar çetin ve zor bir gece geçirmedim. Se’âdet kapısının açılmasını umarken, bu kapının yüzüme kapanmasından korktum. Sabah namazını Behâeddîn-i Buhârî hazretleri ile beraber kıldım. Namazdan sonra; “Sana müjdeler olsun, kabûl işâreti geldi. Biz insanları az kabûl ederiz. Kabûl ettiğimiz zaman da geç kabûl ederiz. Tâ ki gelenlerin nasıl geldiği.ve zamanının gelmiş olduğu belli olsun” buyurdu. Bundan sonra Şâh-ı Nakşibend hazretleri, silsilelerini Abdülhâlık Goncdüvânî’ye kadar gösterdi.


Bundan sonra nice zaman Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin hizmetinde ve sohbetinde bulundum, icâzet verdikleri güne kadar yanlarından ayrılmadım. Yanlarından ayrılıp, yola çıkacağım zaman; “Sana tarikat edebi ve hakîkat sırrı olarak bizden ne erişmişse, Allahü teâlânın kullarına ulaştır, götür. Bu, senin saadete kavuşmana sebeb olur” buyurdu. Ayrıca halîfesi Alâüddîn-i Attâr ile sohbet etmemizi emretti. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin vefâtından sonra, ben uzun müddet Bedehşan’da kaldım. Alâeddîn-i Attâr ise Çigâniyân’da bulunuyordu. Bana bir mektûp yazarak, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin emrini hatırlattılar. Bundan sonra hemen Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin yanına gittim ve vefâtına kadar sohbetlerinde kaldım. Vefâtlarından sonra memleketime döndüm.”


Ya’kûb-i Çerhî, önce Behâeddîn-i Buhârî’nin, sonra onun seçkin talebesi ve halîfesi olan Alâüddîn-i Attâr’ın sohbetinde yetişip kemâle geldi. Hocası Alâüddîn-i Attâr’ın halîfesi olup, insanlara doğru yolu gösterdi. Onun en başta gelen talebesi ve halîfesi de Ubeydüllah-i Ahrâr’dır. Yâ’kûb-i Çerhî hazretlerinin yazdığı, Tebâreke ve Amme cüzleri tefsîri ve Fârisî “Risâle-i ünsiyye” adlı eserleri vardır. Bu eserleri Hindistan’da basılmıştır.


Ya’kûb-i Çerhî hazretleri, Şâh-ı Nakşibend Muhammed Buhârî hazretlerinin sohbetine kavuşmasını ve o büyük rehberden duyduklarının bir kısmını Farsça olarak bir risale hâlinde yazmış, bu risalesinde o büyükler yolunun edeb ve dîne bağlılıklarını halisane bildirmiştir. Bu risalenin bir bölümü şöyledir:


“Hazret-i Hâce Behâüddîn-i Buhârî buyurdu ki: Hadîs-i şerîfte; “Abdestinizi toplayın (iç ve dış temizliğini birleştirin), Allahü teâlâ da sizin dağınıklılığınızı toplasın” buyuruldu. Abdesti toplamaktan maksad, dış ve iç temizliğinin hâsıl olmasıdır. Dağınıklıktan ancak bununla kurtulunulur.


İç temizliği, kalbin; kin, çekememezlik (hased), insanlara düşmanlık, bahillik gibi kötü sıfatlardan ve Allah sevgisinden başka her sevgiden temizlenmesi ve Allah sevgisi ile rahatlamaktan ibârettir. Kalb, kötü sıfatlardan temizlenip, iyi sıfatlarla süslenince, düzeltilmiş olur. Bu dünyânın kötülüklerinden, ancak sâlim, doğru kalb ile kurtulunulabilir. Âyet-i kerîmenin meâli şöyledir: “Kıyâmette mal ve evlâddan faide gelmez, ancak selim kalb getiren o gün Hakkın rahmetine kavuşur” (Şuarâ-89) Bunun için demişlerdir:


Gayretinden kalb evimi gayriden eyledim hâli,

Senden gayriye yakışmaz bu hâne ki olsun mâli.


Bütün ibâdetlerden maksad, Allahü teâlâyı anmaktır, demişlerdir. Zikir, rûh; bütün ibâdetlerde beden gibidir. Hak teâlâdan gâfil olunca, ibâdetlerden beklenen fayda hâsıl olmaz. Zikir de, ihlâssız olunca, beklenen faydayı vermez. Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Hâlis ve muhlis olarak Lâ ilahe illallah... diyen Cennete girer” buyurdu. “Bunun ihlâsla olması nasıldır?” dediklerinde; “Bu kelimeyi söyleyenin, kendini haramlardan korumasıdır” buyurdu. Ya’nî bu şekilde bu kelimeyi söylemekle kalb düzelir ve o kimsenin hâllerinde ve fiillerinde istikâmet hâsıl olur. Zâhir ve bâtın istikâmeti ele geçince de, sonsuz saadete kavuşmuş olur. Zâhirin istikâmette olması demek, dînimizin zâhir hükümlerinin hududuna, ya’nî emir ve yasaklara, büyüğü ve küçüğü ile riâyet etmektir. Bâtının, kalbin istikâmeti ise, hakîkî îmâna kavuşmasıdır. Yüksek hocamız, bu hakîkî îmânı, kalbi Allahü teâlâdan alıkoyan bütün fayda ve zararlardan temizlemektir, ifâdesi ile açıkladılar. Onlara, bu dünyâdan ayrılacakları vakit rahmet melekleri iner ve bu melekler ona; “Âhıretin azâbından korkma ve bu dünyânın rahatını kaçırdın diye üzülme. Size va’d olunan Cennetin müjdesi budur. Bu Cennette, sizin istediğiniz herşey vardır. Bütün bu ni’metler, sizin merhamet ve magrifet olunmanız yanında düşük, bunlar da Allahü teâlâyı görmeniz yanında aşağı kalır.” Gafletle olan zikir bu kadar fayda sağlamaz. Belki büyük korku da olur. Denildi ki: “Allah deyip de, kalbi Allahü teâlânın hükümlerinden gâfil olanın hasmı, bu dünyâda da âhırette de Allahtır.” Akşam ve sabah zikreden, zikredenlerden olur, gâfillerden olmaz. Hiçbir âyet ve hadîste, zikrin yüksek sesle olacağı tasrih edilmemiştir. Hep gizli, sessiz olması emr edilmiştir.


Her hâlde uyanık olmalıdır. Yerken, yatarken, konuşurken, yürürken, alış veriş ederken, abdest alırken, namaz kılarken, Kur’ân-ı kerîm okurken, yazarken, ders ve va’z verirken, bir göz açıp kapayacak kadar Hakdan gâfil olmamalıdır.


Birbirini inkâr etmiyen aynı yol erbâbının sohbetleri faydalıdır. Ama sohbet ve arkadaşlık haklarını gözetmelidir. Kâmil ve mükemmil bir zâtın bir bakışı, kalbi o kadar temizler ki, uzun riyâzetlerle buna kavuşmak pek zordur.


Tebrîz’de Şemseddîn’in bir nazarına kavuşan kişi,

Çile çekenlere güler, aşağı bulur bu işi,


Sohbetin sahih, doğru olduğunun alâmeti, onda kulun kalbine Rahmâni ve Rabbanî feyizlerin gelmesi, Allahü teâlânın sevgisinden başka sevgilerin kalbden silinmesidir. Eshâb-ı Kirâm (aleyhimürrıdvân) birbirlerine; “Gelin bir miktar oturalım da îmân edelim” derlerdi. Ya’nî beraber olup, Allahdan başkasını unutup, hakîkî îmâna kavuşalım derlerdi. Allah adamları, Allahü teâlânın sevgili kulları ile oturup kalkmanın, onlarla sohbet etmenin çok faydaları vardır.”

ALÂÜDDÎN-İ ATTÂR HAZRETLERİ

Buhârâ’da yetişen evliyânın en büyüklerinden. İnsanları Hakka da’vet eden, onlara doğru yolu gösterip hakîkî saadete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i âliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin onaltıncısıdır. İsmi, Muhammed bin Muhammed Buhârî’dir. Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin dâmâdı ve talebesidir. Zamanının kutb-i irşâdı idi. Zamanında herkese rüşd ve îmân onun vâsıtası ile gelir, İslâmiyeti korurdu. Onun varlığı ile, dîn-i İslâm başı boş kalmadı, din düşmanları pervasızca, dîni yıkmağa ve değiştirmeğe kalkışamadı. Hakkında, Seyyid Şerîf Cürcânî; “Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin sohbetine kavuşunca, Rabbimi tanıyabildim” dedi. Buhârâ’nın Cağanyân nahiyesinde 802 (m. 1400)’de vefât etti.


Alâüddîn-i Attâr’ın babası, Buhârâ’nın zengin eşrafından idi. Üç oğlu vardı. Bunlardan büyük oğullarının isimleri; Sehâbeddîn ve Hâce Mübârek’tir. Alâüddîn en küçükleri idi. Babası vefât edince, oğullarına çok fazla mal kaldı. Fakat Alâüddîn, mirastan hiç kabûl etmeyip, Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî’ye talebe olmayı tercih etti. Huzûrlarına varıp hâlini arz etti ve talebeliğe kabûl buyurulmasını istirhâm eyledi. O da; “Bugün bir tepsi elma alıp, kardeşlerinin mahallesinde sat” buyurdu. Alâüddîn, soylu ve tanınmış bir aileye mensûp olmasına rağmen, kibirlenmeyerek, kardeşlerinin mahallesinde, hiç kimsenin sözlerine aldırış etmeden, o gün bağırarak elma sattı. Ertesi gün Şâh-ı Nakşibend’in huzûruna gelerek; “Emîrlerinizi yerine getirmeye çalıştım efendim” dedi. Behâeddîn-i Buhârî; “Bugün de kardeşlerinin dükkânı önünde satacaksın” buyurdu. Alâüddîn; “Peki efendim!” diyerek, ağabeylerinin dükkânı önünde bağırarak elma satmaya başladı. Ağabeyleri yanına gelip; “Bizi elâleme rezîl etme, para lâzım ise, istediğin kadar verelim” dediler. Fakat o, ağabeylerinin sözlerine hiç aldırış etmeden satışa devam etti. Ağabeyleri, onun aldırış etmediğini görünce, bu defa da; “Dükkânımızın önünde bari satma” diye rica ettiler. Alâüddîn-i Attâr, bunların sözlerine yine aldırış etmiyerek, akşama kadar elma satmaya devam etti. Ertesi günü Behâeddîn-i Buhârî, onu talebeliğe kabûl buyurdu.


Alâüddîn-i Attâr (kuddise sirruh) anlatır: “Şâh-ı Nakşibend hazretleri beni kabûl edince, onu o kadar sevdim ki, sohbetlerinden ayrılamıyacak hâle geldim. Bu hâlde iken, birgün bana dönüp; “Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim:” buyurdu. “İkram sahibi zâtınız, âciz hizmetçisine iltifât etmelisiniz, hizmetçiniz de sizi sevmelidir” diyerek cevap verdim. Bunun üzerine; “Bir müddet bekle, işi anlarsın” buyurdu. Bir müddet sonra, kalbimde onlara karşı muhabbetten eser kalmadı. O zaman; “Gördün mü, sevgi benden midir. Senden midir?” buyurdu. Beyt:


“Eğer ma’şûktan olmazsa muhabbet âşıka,

Âşığın uğraşması ma’şûka kavuşturamaz asla.”


Alâüddîn-i Attâr talebeliğe kabûl edilince, canla başla çalışmaya, hizmet etmeye başladı. Babasından kalan mala hiç dönüp de bakmadı. Gece-gündüz hiç boşa vakit geçirmeyip, hocasının verdiği dersleri ve vazîfeleri en kısa zamanda yapmak gayretiyle çalıştı. Talebe arkadaşlarının arasında parmakla gösterilenlerden oldu. Dünyâya meylederim korkusuyla, yatacak bir döşek ve üzerine örtecek bir yorgan dahî almazdı. Bütün dikkatini, derslerine ve hocasının hizmetine verdi. Hocası Behâeddîn-i Buhârî de onun kemâlini, olgunluğunu, derecesinin çok yüksek olduğunu bildiği için, birgün hanımına; “Ey hâtun! Kızımız bülûğa erişince bana haber ver” buyurdu. Bir müddet sonra kızının bülûğ çağına geldiğini öğrenince, Alâüddîn-i Attâr’ın odasına gitti. Bu sırada Alâüddîn-i Attâr, eski bir hasır üzerinde bir kitap mütâlâa ediyordu. Odasında, başının altına koymak için bir de tuğlası vardı. Başka birşeyi yoktu. Behâeddîn-i Buhârî’yi karşısında görünce, hemen ayağa kalktı. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri buyurdu ki: “Eğer kabûl edersen, evimde yeni bülûğa gelmiş bir kızım var. Seninle evlendireyim.” Alâüddîn-i Attâr, edeble durumunu arzetti: “Hakkımda büyük bir lütuf ve saadet buyurdunuz. Fakat görüyorsunuz ki, yanımda dünyalık olarak hiçbir şeyim yoktur.” Behâeddîn-i Buhârî ise; “Benim kızım sana müyesser ve mukadderdir. Rızkınızın da, Allahü teâlânın gayb hazînesinden gönderileceği bildirilmektedir. Bunun için hiç üzülme” buyurdu.


Behâeddîn-i Buhârî, talebeleriyle birlikte Alâüddîn’e bir ev yapmak için çalışmaya başladılar. O sıcak yaz günlerinde bir müddet çalışırlar, öğle vaktinin sıcağında dinlenirlerdi. Alâüddîn ise güneşin sıcaklığına aldırmaz, Allahü teâlânın yarattıkları hakkında tefekkür eder ve Cehennemin şiddetli sıcağı yanında, güneşin sıcaklığının hissedilmiyeceğini düşünürdü. Bir ân dahî Allahü teâlâyı unutmaz, kalbinde O’nun muhabbetinden başka birşey bulundurmazdı. Öyle ki, bütün hücreleri cenâb-ı Hakkı zikreder; “Allah! Allah!” derdi.


Ev yapılınca, düğünleri yapıldı. Böylece iffet ve ismet sahibi, temiz ve edebli bir kızla evlenmiş oldu. Bu hanımından; Hâce Hasen, Hâce Sehâbeddîn, Hâce Mübârek, Hâce Alâüddîn isimlerinde oğulları dünyâya geldi.


Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, birgün talebeleri ile kıra çıkmıştı. Yolda bir nehrin üzerinden geçerlerken, Behâeddîn-i Buhârî hazretleri; “Alâüddîn atla!” buyurdu. Alâüddîn-i Attâr hazretleri, kendini hemen, nehrin azgın sularına attı. Nehir çok kabarmış, birçok ağaçları kökünden söküp götürüyordu. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, talebeleriyle yoluna devam etti. Akşam üzeri geri dönerken, köprünün yanına gelince, talebelerine; “Biz kaç kişiydik, bir eksiğimiz var mı?” diye sordu. Talebeler de; “Bir kişi eksiğimiz var. O da sabahleyin buradan geçerken nehre atlamıştı” dediler. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri ellerini nehre uzatarak; “Alâüddîn gel!” buyurdu. Alâüddîn-i Attâr nehirden çıktı. Elbiseleri hiç ıslanmamıştı. Behâeddîn-i Buhârî, talebelerine buyurdu ki: “Görüyorsunuz, nehir, kökleri sağlam olmayan bütün ağaçları söküp götürüyor. Fakat Alâüddîn’in kökü sağlam olduğundan söküp götüremedi.”


Behâeddîn-i Buhârî, Alâüddîn’i sohbetlerinde yanına oturtur, sık sık ona dönerek teveccüh eder ve onun evliyâlık derecelerinde yükselmelerini sağlardı. Bu durumu birgün talebeleri sorunca, onlara; “Onu, kurt kapmasın diye yanımda oturtuyorum. Çünkü nefis, dâima pusudadır. Her ân onun hâli ile ilgilenmemin sebebi, onu makamların en yükseğine çıkarmak içindir. Ben onu görünce, Allahü teâlâyı ve O’nun beytini (Beytullah’ı) hatırlarım. Kerîmin hânesinde bulunan, keremine mazhar olur, kavuşur” buyurdu.


Behâeddîn-i Buhârî hayatta iken, bütün talebelerinin yetiştirilmesini Alâüddîn-i Attâr’a bırakıp; “Alâüddîn, bizim yükümüzü hafifletti” buyurdu. Sohbetinin bereketi ve güzel terbiyesi sebebiyle, çok kimse, kemâl derecelerine ve başkalarını da çıkarabilmek mertebesine kavuştu.


Alâüddîn-i Attâr, evliyâlık makamlarında ve ma’rifette, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit bilgilerde o kadar yükseldi ki, “Alâiyye” ismi ile Silsilet-üz-Zeheb’e (en büyük âlimler ve velîler silsilesine) yeni bir şekil verdi. Talebelerin maksadlarına daha çabuk kavuşabilme yolunu keşfedip, o yol ile hedefe varılmasını sağladı. Büyük âlimler; “Tasavvuf yollarının en yakını “Alâiyye yoludur”. Bu yolun esâsı Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî’den, elde edilmesi ise Alâüddîn-i Attâr’dandır” buyurdular.


Buhârâ’da bir takım âlimler arasında, Allahü teâlânın görülüp görülemeyeceğinden konuşulmuştu. Hepsi de Alâüddîn-i Attâr hazretlerine tam inanıyorlardı. Bir kısmı gelip, ona mes’eleyi açıp, siz hakemsiniz, bize doğru yolu gösteriniz dediler. Hâce Alâüddîn, mu’tezile sapık yoluna meyilli ve rü’yeti inkâr edenlere; “Üç gün devamlı bize gelip, tam bir ihlâs ve temiz bir düşünce ile sükût üzere meclisimizde oturun. Ondan sonra hükm verelim” buyurdu. Onlar da, üç gün, devamlı Hâce Alâüddîn’in sohbetine gelip, sükût üzere oturdular. Üçüncü günün sonunda, onlarda bir hâl ve kendini kaybetme hâsıl olup, dayanamadılar.


Yere düşüp yuvarlanmağa başladılar. Kendilerine gelince, kalkıp tam bir tevâzu ile; “Rü’yetin, hak olduğuna inandık” deyip, bir daha Hâce Alâüddîn’in hizmet ve huzûrlarından ayrılmadılar.


Alâüddîn-i Attâr anlattı: “Hazret-i Hâce (kuddise sirruh) Buhârâ’da idi. Eshâbının ileri gelenlerinden Mevlânâ Ârif, Hârezm’de idi. Birgün eshâbı ile, görme sıfatı üzerinde konuşuyordu.


Söz arasında; “Mevlânâ Ârif, şu ânda Hârezm’den Serâ’ya doğru yola çıktı ve filân yere ulaştı” buyurdu. Bir müddet sonra; “Kalbime geldi ki, Mevlânâ Ârif, Serâ’ya gitmekten vaz geçti. Şu ânda Hârezm istikâmetine doğru geri döndü.” buyurdu. Talebeleri bu konuşmanın olduğu gün, saat ve târihi bir yere yazdılar. Bir zaman sonra Mevlânâ Ârif, Hârezm’den Buhârâ’ya geldi Behâeddin-i Buhârînin buyurduklarını ona anlattılar. “Tam buyurduğu gibi olmuştur” dedi. Talebeleri hayretler içinde kaldı.


Alâüddîn-i Attâr (ks.) anlatır: “Dervişlerden biri, birgün bana, kalbin nasıl olduğunu sordu. “Nasıl olduğunu bilmiyorum” dedim. O; “Ben kalbi, üç günlük ay gibi görüyorum” dedi. Bunu üstadım ve efendim Şâh-ı Nakşibend hazretlerine anlattım. “Bu, onun kalbine göredir” buyurdu. Ayakta duruyorduk. Ayağını ayağımın üzerine koydu. Birden kendimden geçtim. Bütün mevcûdatı Arş-ı âlâyı kalbimde bir arada gördüm. Kendime gelince; “Gördüklerini anlat” buyurdu. Anlattım. Bunun üzerine; “Gönül budur. O dervişin sandığı gibi değil. Allahü teâlâya, kalbin yakın olduğu kadar hiçbir şey yakın değildir. Mahlûkların en üstünü, en şereflisi kalbdir. Kalb, bilinmiyen surlarla dolu bir âlemdir, herşeyi kendinde bulundurur. Görüldüğü gibi kalb, herşeyden geniş bir latifedir. Böyle olunca, onu bir kimse nasıl anlayabilir. Bunun için hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ; “Yere ve göğe sığmam, mü’min kulumun kalbine sığarım” buyurdu. Bu, derin sırlardandır” buyurdu.


Alâüddîn-i Attâr hazretleri şöyle anlattı: “Birgün, hocam Behâeddîn-i Buhârî’nin huzûrunda bulunuyordum. O gün hava kapalı idi. Bana; “Öğle namazı vakti girdi mi?” dedi. “Hayır” dedim. “Semâya bir bak” buyurdu. Gökyüzüne bir baktım ki, melekler toplanmış, öğle namazı ile meşgûl oluyorlardı. Gözlerimdeki perde kalkıp bu hâli görünce, bana; “Sen, hâlâ öğle vakti olmamış diyorsun” buyurdu. Hocama verdiğim cevaptan çok utandım, bir müddet bu hâdisenin ezikliğini duydum.”


Alâüddîn-i Attâr anlattı: “Hocamız, Emîr Hüseyn’e, kış mevsiminde çok odun toplamasını emr etti. Odun toplama işi bittiğinin ertesi günü, kırk gün devam eden kar yağmaya başladı. Sonra Hâce hazretleri, Hârezme gelmek için yola çıktı. Şeyh Şadî de hizmetinde idi. Hıram nehrine geldiklerinde, suyun üzerinden yürümesini ona emir etti. Şeyh Şâdî korktu. Çekindi. Bir defa daha emr etti. Yine yapamadı. O zaman bir teveccühle ona baktı. Bununla kendinden geçti. Kendine gelince, ayağını suyun üzerine koyup yürüdü. Suya batmadı. Hocamız da arkasından yürüdü. Suyun üzerinden karşıya geçince, Hocam; “Bak bakalım, pabucun hiç ıslandı mı?” buyurdu. Baktığında, Allahü teâlânın kudreti ile, en küçük bir ıslaklık yoktu.”


Alâüddîn-i Attâr şöyle anlattı: “Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin vefâtı sırasında Yâsîn-i şerîf okuyorduk. O da bizi dinliyordu. Yarısına gelince, nûrlar gözükmeye başladı. Kelime-i tevhîdi söyleyerek son nefeslerini verdiler.”


Alâüddîn-i Attâr anlattı: “Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, ömrünün son günlerinde bana kabrini kazmamı emr buyurdu. Gidip, emredildiği gibi kabri kazdıktan sonra huzûruna geldim. Bu sırada, acaba kendilerinden sonra irşâd emrini kime verecekler diye hatırımdan geçmişti. O ânda mübârek başını kaldırıp; “Söyleyeceğimi, Hicaz yolunda söylemiştim. Her kim bizi arzu ederse, Hâce Muhammed Pârisâ’ya nazar etsin” buyurdu. Bu sözü söyledikleri günden sonraki gün vefât etti.”


Alâüddîn-i Attâr, hocasını şöyle anlattı: “Hâce Behâeddîn Nakşibend hazretleri o derece fakir idi ki, evlerinde kış günleri namaz kılmak için yere serecek birşey bulunmadığından, eski bir kilim serip, onun üzerinde namaz kılarlardı. Maişetlerine bir çekirdek bile haram karıştırmazlardı. Kendilerinin ve aile efradının helâlden yemesine çok dikkat ederdi. Şüphelendiği herhangi bir şeyden uzak dururlardı. “İbâdet on kısımdır. Dokuzu helâl rızık aramaktır. Diğer kısmı, sâlih ameller ve ibadetlerdir” buyurulan hadîs-i şerîfi bildirirlerdi. Fakir olmalarına rağmen, lütuf ve keremleri bol olup, cömert idiler. Bir kimse bir hediye getirse, mümkünse getirilen hediyenin iki misli kıymetinde bir hediye verirlerdi. Tanıdığı veya tanımadığı bir kimse evlerine ziyârete gelse, güleryüzle karşılar, nezâketle yol gösterir, evlerinde ne bulunursa ikram ederlerdi. Misâfirlerine bizzat kendisi hizmet ederdi. Eğer ev soğuk olursa, kendi giyeceğini ve yatağını misâfire verirdi. Misâfirin hayvanı varsa, hayvanın yemîni ve suyunu verirdi. Nafakasını çalışarak te’min ederdi. Bunun için eker, biçerdi. Bir miktar arpa, biraz da hayvan yemi eker kaldırır, bununla geçinirdi. İşinde bizzat kendisi çalışır, bütün işlerini görürdü. Zamanındaki âlim ve sâlihler onun ziyâretine gelip, hâlis ve helâl yemek yiyelim diye onun sofrasında yerlerdi. Her zaman ve her işte sünnet-i seniyyeye uyar ve bilhassa yemek husûsunda Peygamberimize ( aleyhisselâm ) uymaya çok dikkat ederdi. Çoğu zaman ekmeği kendi pişirir ve sofra hizmetini kendi yapardı. Yemek yerken; “Sofra başında, kendinizi Allahü teâlânın huzûrunda biliniz. O’nun verdiği ni’meti yediğinizi unutmayınız” buyururdu. Cemâat ile toplu hâlde yemek yerlerdi, içlerinden biri gaflet ile ağzına bir lokma alsa; “Önündeki yemeği, Allahü teâlânın huzûrunda olduğunu unutmadan ye! Allahü teâlâyı hatırla, başka şeyler düşünme. Allahü teâlâ, sana senden yakındır. O’nu düşün” buyururdu. Bir yemek gafletle, öfkeyle veya zorla pişirilse, o yemekten kendisi yemez, yedirmezdi.”


Alâüddîn-i Attâr hazretleri buyurdu ki:


“Hakîkat, zenginliğin gösterişinden korkmak ve titremek gerektirir. Zenginlik taslamamalı, Allahü teâlânın verdiğine şükretmelidir.”


“Evliyâ ile sohbet, aklın artmasına sebeptir.”


“Evliyânın mezarlarını ziyâret eden, kabirdeki zâtın büyüklüğünü ne kadar anlamış ise ve o velîye ne düşünce ile teveccüh etmiş, ya’nî kalbini ona bağlamış ise, ondan o kadar feyz alabilir. Kabir ziyâretinin faydası çok olmakla beraber, evliyânın rûhlarına teveccüh edebilen kimse için uzaklık zarar vermez.”


“Bu yola taklid ederek girenin, birgün hakîkate kavuşacağına kefil olurum. Hocam Behâeddîn-i Buhârî, bana kendilerini taklid etmemi emr ettiler. Onları taklid ettiğim ve hâlen etmekte olduğum her şeyde, onun eser ve neticesini görüyorum.”


“Nefsi terbiye etmekten maksad, bedenî bağlılıklardan geçip, rûhlar ve hakîkatler âlemine yönelmektir. Kul, kendi istek ve arzularından vaz geçip, Hakkın yoluna mâni olan bağlılıkları terketmelidir. Bunun çâresi şöyledir: “Kendisini dünyâya bağlayan şeylerin hangisinden istediği ân vazgeçebiliyorsa, bunun maksada mâni olmadığını anlamalıdır. Hangisini terkedemiyorsa ve gönlünü ona bağlı tutuyorsa, onun Hak yoluna mâni olduğunu anlamalı ve o bağlılığın kesilmesine çalışmalıdır. Bizim hocamız Şâh-ı Nakşibend, o kadar ihtiyâtlı idi ki, yeni bir elbise giyse; “Bu elbise falan kimsenindir” diyerek, onu emânet gibi giyerlerdi.”


“Kalbe anî olarak gelen çeşitli vesveseler ve telkinler, insanın kemâline mâni olmaz. Ancak, kalbe yerleştirmemelidir. Kalbe gelen bu vesveseleri tamâmiyle uzaklaştırmak imkânsızdır. Ba’zı âlimler; “Kalbe yerleşmediği müddetçe, onların hiçbir kıymeti yoktur” dediler. Eğer kalbe yerleşirse, feyz yollarını keser. Bunun için batın hâllerini murâkabe etmelidir.”


“Aradaki mesafe ne kadar çok olursa olsun, talebe, hocasına durumunu ma’nevî yol ile arzetmelidir ki, gafletten kurtulabilsin.”


“Bir âlimi ve evliyâyı ziyâret etmekten maksad, Allahü teâlâya yönelmektir. O büyüklerin rûh-ı şerîflerini tam bir yönelme ile ziyâret, cenâb-ı Hakkın rızâsına kavuşmaya vesiledir. Nitekim görünüşte halka tevâzu, hakîkatte Hakka tevâzudur. Çünkü insanlara tevâzu göstermek, Allahü teâlânın rızâsı için ise makbûldür.”


Seyyîd Şerîf Cürcânî, Muhammed Pârisâ, Ya’kûb-i Çerhî gibi âlimler ve velîler Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin talebesidir. Bunlardan başka pekçok kimseler, onun vasıtasıyla hidâyete kavuştu, başkalarını yetiştirecek irşâd makamlarına yükseldi.


Vefâtlarından evvel, talebelerinden biri şöyle bir rü’yâ gördü: “Büyük bir otağ kurulmuş. Otağda Peygamber efendimiz de bulunuyordu. Alâüddîn-i Attâr hazretleri ile hocası Behâeddîn-i Buhârî hazretleri de otağın yanında duruyor ve içeri girip Peygamber efendimizi görmek istiyorlardı. Bir ara Behâüddîn-i Buhârî içeri girdi ve bir müddet sonra sevinç ile çıkarak buyurdu ki: “Bize, kabrimizin 100 fersah mesafesine defnedilecek her müslümana şefaat etmemiz ihsân edildi. Alâüddîn-i Attâr’a da 40 fersah mesâfedekilere şefaat ihsân edildi. Bizi sevenlere ve ihlâs ile bağlılık gösterenlere de, bir fersah mesafede olanlar ihsân edildi.” (Bir fersah altı kilometredir.)


Talebelerine birgün vasıyyet ederek buyurdu ki: “Birbirinize sığının! Her işte yolunuz, dînî ölçülere bağlılık olsun! Ölçüleri yerine getirmek azminden dönmeyiniz! Sohbet mühim sünnettir. Bu sünnete riâyet edin, umûmî ve husûsi şekilde ona devam ediniz! Eğer bu yolda sebat ve istikâmet gösterirseniz, bir ânda büyük derecelere kavuşursunuz. Hâlinizin dâima yükselişte olması lâzımdır.”


802 (m. 1400) senesinde, bel ağrısıyla başlayan bir hastalığa yakalandı. 2 Receb Perşembe günü yatağa, yattı.


Talebelerinden Şeyh Safiyyüddîn anlattı: “Hocam, hayatlarının sonunda ve yakınlarının huzûrund; bu fakîr hakkında buyurdu ki: “Yirmi yıldan fazla bir zamandır Safıyyüddîr ile aramızda, Allahü teâlânın rızâs için olan bir dostluk vardır. Elbette bu dostluk bozulmaz.” Ben orada olmadığım birgün de; “Ondan râzıyım. Allahü teâlânın Resûlünün, Eshâb-ı kirâmından râzı oldukları gibi” buyurmuşlar.”


Alâüddîn-i Attâr, vefâtına yakın buyurdu ki: “Allahü teâlânın inâyeti ve Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin himmeti ile, müsâade edilseydi, bir nazarda bütün insanları vilâyet mertebesine kavuştururdum. En önce Allahü teâlânın ezelî inâyetini görmek ve bundan ümitli olmak lâzımdır. Bundan bir ân gâfil kalmamalıdır. Dâima muhtaç olduğunu düşünmelidir. Allahü teâlânın küçük bir gadabını çok büyük görmeli, titremeli ve çok korkmalıdır.”


Son hastalıklarında, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin rûhâniyeti ile hayli sohbet etti. Buyurdu ki: “Dostlar ve azîzler hep gitti. Ba’zıları da arkalarından gitmek üzeredir. Elbette o âlem, bu âlemden üstündür.” Bundan sonra bir ara bahçedeki yeşilliğe gözleri takıldı. Yakınlarından biri; “Ne güzel sebzelik” deyince; “Toprak da güzeldir. Bu âleme hiç meylimiz olmamıştır. Dostların gelip bizi bulamayınca, gönülleri kırık dönmelerinden başka kederimiz yoktur” buyurdu. Receb ayının yirmisine rastlayan Çarşamba gecesi, son nefesinde “La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah” diyerek vefât etti. Vefât ettiği gece, sevenlerinden biri onu rü’yâsında gördü. Buyurmuş ki: “Allahü teâlânın bize verdiği ni’metler ve ihsânlar, yazı ile, söz ile anlatılamaz. Bunlardan en küçüğü şudur ki: kabrimin kırk fersah uzaklığına defnedilmiş olanların, benim şefaatim ile affolunacağı, mağfiret buyurulacağı bildirildi”

Kalbde îmân bulunduğuna alâmet

 İmâm-ı Rabbânî hazretleri (kuddise sirruh) buyuruyor ki,

(Kalbde îmân bulunduğuna alâmet, islamiyetin emrlerini seve seve yapmakdır. Zekât niyyeti ile fakîre bir altın vermek, yüzbin altın sadaka vermekden dahâ sevâbdır. Çünki, zekât vermek, farzı yapmakdır. Zekât niyyeti olmadan verilenler ise, nâfile ibâdetdir. Farz ibâdetin yanında nâfile ibâdetlerin hiç kıymeti yokdur. Deniz yanında, damla kadar bile değildir. Şeytân aldatarak, farzları yapdırmıyor [kazâ namâzlarını kıldırtmıyor], nâfile kılmağı, [nâfile hacca ve ömreye gitmeği] güzel gösteriyor. Zekât verdirmeyip, nâfile hayrları, göze güzel gösteriyor.)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben 1932 de *Eczâcı subayı* çıkdım. *Yıldız* ları takdım, *Sırmalı* elbise giydim ve doğruca *Efendi* hazretlerine gitdim. Yanına oturdum. Hiç sesini çıkarmadı Mübârek. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine hizmet eden *Şâkir Efendi* vardı sâdece. Şâkir Efendi kimdir, biliyor musunuz? Anlatayım. Efendi hazretleri *Van* dan İstanbul’a *Hicret* ederken çok *Sıkıntı* çekmişler. 


1919 da, birinci *Cihân* harbinin sonlarında, *Ermeni* ler çok müslümânları kesmişler. *Rus* lardan aldıkları *Silâh* larla müslümân köylerini basmışlar. 


İşte o zaman Efendi hazretleri, *Yüzelli* kişilik kafilesini alarak *Hicret* için yola çıkıyor. 


Evvelâ *Irak*’a, sonra *Musul*’a, Musul’dan *Adana* ya. Adana’dan *Eskişehir*’e. Eskişehir’den de *İstanbul*’a geliyor Mübârek. 


İstanbul’a gelene kadar *Otuz* kişi kalmışlar, *Yüzyirmi* kişi yolda *vefat* etmiş. *Yaya* olarak, aç susuz, *Para* yok. 


Ne *Sıkıntı* lar çekmişler. Efendi hazretleri İstanbul’a gelirken *Eskişehir* de kalmış. Bizim Abdülhakîm *Asker* deyken, ben *Eskişehir*’e gitdim. 


Orada bir *Câmi* ye girdim. *Kurşunlu* câmiine. Yaşlı birine sordum. *Abdülhakîm Efendi hazretleri bu câmiye de geldi mi?* dedim. 


O da; Evet, bu *Câmi* de kaldı. İşte şu *Oda* larda kalıyorlardı. Hattâ, oğlu *Enver* vardı. Burada vefât etdi. Cenâzeyi kaldıracak *Para* ları da *Yok* du. 


Sabahleyin *Cemâat* gelsin de, *Cenâze* yi kaldırsın diye sabaha kadar *Oğlu* nun başında bekledi. Çok *Sıkıntı* lar çekdi. Hiçbir baba, Onun yapdığını yapamaz, dedi. 


Ermeniler çok müslümân kesmişler o devirde. Efendi hazretlerinin oğlu *Mekkî Efendi* şöyle anlatırdı: 


Van’dan *Hicret* ederken, gencecik *Kadın* lar, kucaklarında *Bebek* leri, hızlı ve hiç durmadan yürürlerdi. Durmak, dinlenmek yok. Çünkü arkadan *Ermeni* ler kovalıyor. 


Bir müddet sonra o kadınlar, *Çocuk* larını taşıyamaz hâle gelince, *Yavru* larını bir *Ağaç* altına bırakıp, *Yola* devâm ederlermiş. 


Çoğu kadınların *Elin* de, *Kucağı* nda ve *Karnı* nda yedi sekiz tâne *Çocuk* ları var. Üstelik *Eşyâ* ları da var. Yorulunca, eşyâları *Tek tek* atıyorlarmış. 


Çocukları da *Taşıyamaz* duruma gelince, arkadan gelen daha *Güçlü* birileri alsın diye, mecbûren bir *Ağacın* altına bırakırlarmış. Ne yapsınlar? Bırakmasalar, zâten *Kendi* leri de, *Çocuk* ları da *Ölecek*. 


Çünkü *Düşman* peşlerinde. İşte hep böyle *Ağaç* ların altında yatan, *Kundak* da veyâ bir iki yaşlarında *Bebek* ler ve *Çocuk* lar görürdük, diye anlatırdı Mekkî Efendi. 

● ● ● 

Ben Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin yanında, yeni *Sırmalı* subay elbiselerimle otururken, *Şâkir Efendi* kapıyı açıp içeriye girdi. 


Beni öyle görünce; *Ooo, Hilmi âbi sen subay mı oldun? Amân da subay elbisesi ne kadar yakışmış sana!* dedi. 


Sonra döndü Efendi hazretlerine; *Efendim baksanıza Hilmi âbiye, sırmalı yıldızları takmış, ne güzel de yakışmış değil mi efendim?* dedi. Efendi hiç cevap vermedi. 


O tekrar; *Efendim bir kerre baksanıza Hilmi âbiye, ne olmuş?* dedi. Bu sefer Efendi ona döndü; 


*Sen Hilmi’nin yıldızlarını yeni mi görüyorsun? Hilmi yıldızlarını üç sene evvel takdı!* dedi. 


Hakîkaten, ben Efendi hazretlerini, *Üç sene* evvel, onsekiz yaşımda iken *Görmüş* düm. Amân ne hoşuma gitdi. 


Demek ki, Efendi hazretlerini görmek; *Hakîkî Yıldızı* takmakmış. Yâni, *Kabûl* edilmekmiş. Bu, benim için en büyük bir *Müjde* oldu.