ALÂÜDDÎN-İ ATTÂR HAZRETLERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ALÂÜDDÎN-İ ATTÂR HAZRETLERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

ALÂÜDDÎN-İ ATTÂR HAZRETLERİ

Buhârâ’da yetişen evliyânın en büyüklerinden. İnsanları Hakka da’vet eden, onlara doğru yolu gösterip hakîkî saadete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i âliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin onaltıncısıdır. İsmi, Muhammed bin Muhammed Buhârî’dir. Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin dâmâdı ve talebesidir. Zamanının kutb-i irşâdı idi. Zamanında herkese rüşd ve îmân onun vâsıtası ile gelir, İslâmiyeti korurdu. Onun varlığı ile, dîn-i İslâm başı boş kalmadı, din düşmanları pervasızca, dîni yıkmağa ve değiştirmeğe kalkışamadı. Hakkında, Seyyid Şerîf Cürcânî; “Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin sohbetine kavuşunca, Rabbimi tanıyabildim” dedi. Buhârâ’nın Cağanyân nahiyesinde 802 (m. 1400)’de vefât etti.


Alâüddîn-i Attâr’ın babası, Buhârâ’nın zengin eşrafından idi. Üç oğlu vardı. Bunlardan büyük oğullarının isimleri; Sehâbeddîn ve Hâce Mübârek’tir. Alâüddîn en küçükleri idi. Babası vefât edince, oğullarına çok fazla mal kaldı. Fakat Alâüddîn, mirastan hiç kabûl etmeyip, Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî’ye talebe olmayı tercih etti. Huzûrlarına varıp hâlini arz etti ve talebeliğe kabûl buyurulmasını istirhâm eyledi. O da; “Bugün bir tepsi elma alıp, kardeşlerinin mahallesinde sat” buyurdu. Alâüddîn, soylu ve tanınmış bir aileye mensûp olmasına rağmen, kibirlenmeyerek, kardeşlerinin mahallesinde, hiç kimsenin sözlerine aldırış etmeden, o gün bağırarak elma sattı. Ertesi gün Şâh-ı Nakşibend’in huzûruna gelerek; “Emîrlerinizi yerine getirmeye çalıştım efendim” dedi. Behâeddîn-i Buhârî; “Bugün de kardeşlerinin dükkânı önünde satacaksın” buyurdu. Alâüddîn; “Peki efendim!” diyerek, ağabeylerinin dükkânı önünde bağırarak elma satmaya başladı. Ağabeyleri yanına gelip; “Bizi elâleme rezîl etme, para lâzım ise, istediğin kadar verelim” dediler. Fakat o, ağabeylerinin sözlerine hiç aldırış etmeden satışa devam etti. Ağabeyleri, onun aldırış etmediğini görünce, bu defa da; “Dükkânımızın önünde bari satma” diye rica ettiler. Alâüddîn-i Attâr, bunların sözlerine yine aldırış etmiyerek, akşama kadar elma satmaya devam etti. Ertesi günü Behâeddîn-i Buhârî, onu talebeliğe kabûl buyurdu.


Alâüddîn-i Attâr (kuddise sirruh) anlatır: “Şâh-ı Nakşibend hazretleri beni kabûl edince, onu o kadar sevdim ki, sohbetlerinden ayrılamıyacak hâle geldim. Bu hâlde iken, birgün bana dönüp; “Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim:” buyurdu. “İkram sahibi zâtınız, âciz hizmetçisine iltifât etmelisiniz, hizmetçiniz de sizi sevmelidir” diyerek cevap verdim. Bunun üzerine; “Bir müddet bekle, işi anlarsın” buyurdu. Bir müddet sonra, kalbimde onlara karşı muhabbetten eser kalmadı. O zaman; “Gördün mü, sevgi benden midir. Senden midir?” buyurdu. Beyt:


“Eğer ma’şûktan olmazsa muhabbet âşıka,

Âşığın uğraşması ma’şûka kavuşturamaz asla.”


Alâüddîn-i Attâr talebeliğe kabûl edilince, canla başla çalışmaya, hizmet etmeye başladı. Babasından kalan mala hiç dönüp de bakmadı. Gece-gündüz hiç boşa vakit geçirmeyip, hocasının verdiği dersleri ve vazîfeleri en kısa zamanda yapmak gayretiyle çalıştı. Talebe arkadaşlarının arasında parmakla gösterilenlerden oldu. Dünyâya meylederim korkusuyla, yatacak bir döşek ve üzerine örtecek bir yorgan dahî almazdı. Bütün dikkatini, derslerine ve hocasının hizmetine verdi. Hocası Behâeddîn-i Buhârî de onun kemâlini, olgunluğunu, derecesinin çok yüksek olduğunu bildiği için, birgün hanımına; “Ey hâtun! Kızımız bülûğa erişince bana haber ver” buyurdu. Bir müddet sonra kızının bülûğ çağına geldiğini öğrenince, Alâüddîn-i Attâr’ın odasına gitti. Bu sırada Alâüddîn-i Attâr, eski bir hasır üzerinde bir kitap mütâlâa ediyordu. Odasında, başının altına koymak için bir de tuğlası vardı. Başka birşeyi yoktu. Behâeddîn-i Buhârî’yi karşısında görünce, hemen ayağa kalktı. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri buyurdu ki: “Eğer kabûl edersen, evimde yeni bülûğa gelmiş bir kızım var. Seninle evlendireyim.” Alâüddîn-i Attâr, edeble durumunu arzetti: “Hakkımda büyük bir lütuf ve saadet buyurdunuz. Fakat görüyorsunuz ki, yanımda dünyalık olarak hiçbir şeyim yoktur.” Behâeddîn-i Buhârî ise; “Benim kızım sana müyesser ve mukadderdir. Rızkınızın da, Allahü teâlânın gayb hazînesinden gönderileceği bildirilmektedir. Bunun için hiç üzülme” buyurdu.


Behâeddîn-i Buhârî, talebeleriyle birlikte Alâüddîn’e bir ev yapmak için çalışmaya başladılar. O sıcak yaz günlerinde bir müddet çalışırlar, öğle vaktinin sıcağında dinlenirlerdi. Alâüddîn ise güneşin sıcaklığına aldırmaz, Allahü teâlânın yarattıkları hakkında tefekkür eder ve Cehennemin şiddetli sıcağı yanında, güneşin sıcaklığının hissedilmiyeceğini düşünürdü. Bir ân dahî Allahü teâlâyı unutmaz, kalbinde O’nun muhabbetinden başka birşey bulundurmazdı. Öyle ki, bütün hücreleri cenâb-ı Hakkı zikreder; “Allah! Allah!” derdi.


Ev yapılınca, düğünleri yapıldı. Böylece iffet ve ismet sahibi, temiz ve edebli bir kızla evlenmiş oldu. Bu hanımından; Hâce Hasen, Hâce Sehâbeddîn, Hâce Mübârek, Hâce Alâüddîn isimlerinde oğulları dünyâya geldi.


Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, birgün talebeleri ile kıra çıkmıştı. Yolda bir nehrin üzerinden geçerlerken, Behâeddîn-i Buhârî hazretleri; “Alâüddîn atla!” buyurdu. Alâüddîn-i Attâr hazretleri, kendini hemen, nehrin azgın sularına attı. Nehir çok kabarmış, birçok ağaçları kökünden söküp götürüyordu. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, talebeleriyle yoluna devam etti. Akşam üzeri geri dönerken, köprünün yanına gelince, talebelerine; “Biz kaç kişiydik, bir eksiğimiz var mı?” diye sordu. Talebeler de; “Bir kişi eksiğimiz var. O da sabahleyin buradan geçerken nehre atlamıştı” dediler. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri ellerini nehre uzatarak; “Alâüddîn gel!” buyurdu. Alâüddîn-i Attâr nehirden çıktı. Elbiseleri hiç ıslanmamıştı. Behâeddîn-i Buhârî, talebelerine buyurdu ki: “Görüyorsunuz, nehir, kökleri sağlam olmayan bütün ağaçları söküp götürüyor. Fakat Alâüddîn’in kökü sağlam olduğundan söküp götüremedi.”


Behâeddîn-i Buhârî, Alâüddîn’i sohbetlerinde yanına oturtur, sık sık ona dönerek teveccüh eder ve onun evliyâlık derecelerinde yükselmelerini sağlardı. Bu durumu birgün talebeleri sorunca, onlara; “Onu, kurt kapmasın diye yanımda oturtuyorum. Çünkü nefis, dâima pusudadır. Her ân onun hâli ile ilgilenmemin sebebi, onu makamların en yükseğine çıkarmak içindir. Ben onu görünce, Allahü teâlâyı ve O’nun beytini (Beytullah’ı) hatırlarım. Kerîmin hânesinde bulunan, keremine mazhar olur, kavuşur” buyurdu.


Behâeddîn-i Buhârî hayatta iken, bütün talebelerinin yetiştirilmesini Alâüddîn-i Attâr’a bırakıp; “Alâüddîn, bizim yükümüzü hafifletti” buyurdu. Sohbetinin bereketi ve güzel terbiyesi sebebiyle, çok kimse, kemâl derecelerine ve başkalarını da çıkarabilmek mertebesine kavuştu.


Alâüddîn-i Attâr, evliyâlık makamlarında ve ma’rifette, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit bilgilerde o kadar yükseldi ki, “Alâiyye” ismi ile Silsilet-üz-Zeheb’e (en büyük âlimler ve velîler silsilesine) yeni bir şekil verdi. Talebelerin maksadlarına daha çabuk kavuşabilme yolunu keşfedip, o yol ile hedefe varılmasını sağladı. Büyük âlimler; “Tasavvuf yollarının en yakını “Alâiyye yoludur”. Bu yolun esâsı Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî’den, elde edilmesi ise Alâüddîn-i Attâr’dandır” buyurdular.


Buhârâ’da bir takım âlimler arasında, Allahü teâlânın görülüp görülemeyeceğinden konuşulmuştu. Hepsi de Alâüddîn-i Attâr hazretlerine tam inanıyorlardı. Bir kısmı gelip, ona mes’eleyi açıp, siz hakemsiniz, bize doğru yolu gösteriniz dediler. Hâce Alâüddîn, mu’tezile sapık yoluna meyilli ve rü’yeti inkâr edenlere; “Üç gün devamlı bize gelip, tam bir ihlâs ve temiz bir düşünce ile sükût üzere meclisimizde oturun. Ondan sonra hükm verelim” buyurdu. Onlar da, üç gün, devamlı Hâce Alâüddîn’in sohbetine gelip, sükût üzere oturdular. Üçüncü günün sonunda, onlarda bir hâl ve kendini kaybetme hâsıl olup, dayanamadılar.


Yere düşüp yuvarlanmağa başladılar. Kendilerine gelince, kalkıp tam bir tevâzu ile; “Rü’yetin, hak olduğuna inandık” deyip, bir daha Hâce Alâüddîn’in hizmet ve huzûrlarından ayrılmadılar.


Alâüddîn-i Attâr anlattı: “Hazret-i Hâce (kuddise sirruh) Buhârâ’da idi. Eshâbının ileri gelenlerinden Mevlânâ Ârif, Hârezm’de idi. Birgün eshâbı ile, görme sıfatı üzerinde konuşuyordu.


Söz arasında; “Mevlânâ Ârif, şu ânda Hârezm’den Serâ’ya doğru yola çıktı ve filân yere ulaştı” buyurdu. Bir müddet sonra; “Kalbime geldi ki, Mevlânâ Ârif, Serâ’ya gitmekten vaz geçti. Şu ânda Hârezm istikâmetine doğru geri döndü.” buyurdu. Talebeleri bu konuşmanın olduğu gün, saat ve târihi bir yere yazdılar. Bir zaman sonra Mevlânâ Ârif, Hârezm’den Buhârâ’ya geldi Behâeddin-i Buhârînin buyurduklarını ona anlattılar. “Tam buyurduğu gibi olmuştur” dedi. Talebeleri hayretler içinde kaldı.


Alâüddîn-i Attâr (ks.) anlatır: “Dervişlerden biri, birgün bana, kalbin nasıl olduğunu sordu. “Nasıl olduğunu bilmiyorum” dedim. O; “Ben kalbi, üç günlük ay gibi görüyorum” dedi. Bunu üstadım ve efendim Şâh-ı Nakşibend hazretlerine anlattım. “Bu, onun kalbine göredir” buyurdu. Ayakta duruyorduk. Ayağını ayağımın üzerine koydu. Birden kendimden geçtim. Bütün mevcûdatı Arş-ı âlâyı kalbimde bir arada gördüm. Kendime gelince; “Gördüklerini anlat” buyurdu. Anlattım. Bunun üzerine; “Gönül budur. O dervişin sandığı gibi değil. Allahü teâlâya, kalbin yakın olduğu kadar hiçbir şey yakın değildir. Mahlûkların en üstünü, en şereflisi kalbdir. Kalb, bilinmiyen surlarla dolu bir âlemdir, herşeyi kendinde bulundurur. Görüldüğü gibi kalb, herşeyden geniş bir latifedir. Böyle olunca, onu bir kimse nasıl anlayabilir. Bunun için hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ; “Yere ve göğe sığmam, mü’min kulumun kalbine sığarım” buyurdu. Bu, derin sırlardandır” buyurdu.


Alâüddîn-i Attâr hazretleri şöyle anlattı: “Birgün, hocam Behâeddîn-i Buhârî’nin huzûrunda bulunuyordum. O gün hava kapalı idi. Bana; “Öğle namazı vakti girdi mi?” dedi. “Hayır” dedim. “Semâya bir bak” buyurdu. Gökyüzüne bir baktım ki, melekler toplanmış, öğle namazı ile meşgûl oluyorlardı. Gözlerimdeki perde kalkıp bu hâli görünce, bana; “Sen, hâlâ öğle vakti olmamış diyorsun” buyurdu. Hocama verdiğim cevaptan çok utandım, bir müddet bu hâdisenin ezikliğini duydum.”


Alâüddîn-i Attâr anlattı: “Hocamız, Emîr Hüseyn’e, kış mevsiminde çok odun toplamasını emr etti. Odun toplama işi bittiğinin ertesi günü, kırk gün devam eden kar yağmaya başladı. Sonra Hâce hazretleri, Hârezme gelmek için yola çıktı. Şeyh Şadî de hizmetinde idi. Hıram nehrine geldiklerinde, suyun üzerinden yürümesini ona emir etti. Şeyh Şâdî korktu. Çekindi. Bir defa daha emr etti. Yine yapamadı. O zaman bir teveccühle ona baktı. Bununla kendinden geçti. Kendine gelince, ayağını suyun üzerine koyup yürüdü. Suya batmadı. Hocamız da arkasından yürüdü. Suyun üzerinden karşıya geçince, Hocam; “Bak bakalım, pabucun hiç ıslandı mı?” buyurdu. Baktığında, Allahü teâlânın kudreti ile, en küçük bir ıslaklık yoktu.”


Alâüddîn-i Attâr şöyle anlattı: “Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin vefâtı sırasında Yâsîn-i şerîf okuyorduk. O da bizi dinliyordu. Yarısına gelince, nûrlar gözükmeye başladı. Kelime-i tevhîdi söyleyerek son nefeslerini verdiler.”


Alâüddîn-i Attâr anlattı: “Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, ömrünün son günlerinde bana kabrini kazmamı emr buyurdu. Gidip, emredildiği gibi kabri kazdıktan sonra huzûruna geldim. Bu sırada, acaba kendilerinden sonra irşâd emrini kime verecekler diye hatırımdan geçmişti. O ânda mübârek başını kaldırıp; “Söyleyeceğimi, Hicaz yolunda söylemiştim. Her kim bizi arzu ederse, Hâce Muhammed Pârisâ’ya nazar etsin” buyurdu. Bu sözü söyledikleri günden sonraki gün vefât etti.”


Alâüddîn-i Attâr, hocasını şöyle anlattı: “Hâce Behâeddîn Nakşibend hazretleri o derece fakir idi ki, evlerinde kış günleri namaz kılmak için yere serecek birşey bulunmadığından, eski bir kilim serip, onun üzerinde namaz kılarlardı. Maişetlerine bir çekirdek bile haram karıştırmazlardı. Kendilerinin ve aile efradının helâlden yemesine çok dikkat ederdi. Şüphelendiği herhangi bir şeyden uzak dururlardı. “İbâdet on kısımdır. Dokuzu helâl rızık aramaktır. Diğer kısmı, sâlih ameller ve ibadetlerdir” buyurulan hadîs-i şerîfi bildirirlerdi. Fakir olmalarına rağmen, lütuf ve keremleri bol olup, cömert idiler. Bir kimse bir hediye getirse, mümkünse getirilen hediyenin iki misli kıymetinde bir hediye verirlerdi. Tanıdığı veya tanımadığı bir kimse evlerine ziyârete gelse, güleryüzle karşılar, nezâketle yol gösterir, evlerinde ne bulunursa ikram ederlerdi. Misâfirlerine bizzat kendisi hizmet ederdi. Eğer ev soğuk olursa, kendi giyeceğini ve yatağını misâfire verirdi. Misâfirin hayvanı varsa, hayvanın yemîni ve suyunu verirdi. Nafakasını çalışarak te’min ederdi. Bunun için eker, biçerdi. Bir miktar arpa, biraz da hayvan yemi eker kaldırır, bununla geçinirdi. İşinde bizzat kendisi çalışır, bütün işlerini görürdü. Zamanındaki âlim ve sâlihler onun ziyâretine gelip, hâlis ve helâl yemek yiyelim diye onun sofrasında yerlerdi. Her zaman ve her işte sünnet-i seniyyeye uyar ve bilhassa yemek husûsunda Peygamberimize ( aleyhisselâm ) uymaya çok dikkat ederdi. Çoğu zaman ekmeği kendi pişirir ve sofra hizmetini kendi yapardı. Yemek yerken; “Sofra başında, kendinizi Allahü teâlânın huzûrunda biliniz. O’nun verdiği ni’meti yediğinizi unutmayınız” buyururdu. Cemâat ile toplu hâlde yemek yerlerdi, içlerinden biri gaflet ile ağzına bir lokma alsa; “Önündeki yemeği, Allahü teâlânın huzûrunda olduğunu unutmadan ye! Allahü teâlâyı hatırla, başka şeyler düşünme. Allahü teâlâ, sana senden yakındır. O’nu düşün” buyururdu. Bir yemek gafletle, öfkeyle veya zorla pişirilse, o yemekten kendisi yemez, yedirmezdi.”


Alâüddîn-i Attâr hazretleri buyurdu ki:


“Hakîkat, zenginliğin gösterişinden korkmak ve titremek gerektirir. Zenginlik taslamamalı, Allahü teâlânın verdiğine şükretmelidir.”


“Evliyâ ile sohbet, aklın artmasına sebeptir.”


“Evliyânın mezarlarını ziyâret eden, kabirdeki zâtın büyüklüğünü ne kadar anlamış ise ve o velîye ne düşünce ile teveccüh etmiş, ya’nî kalbini ona bağlamış ise, ondan o kadar feyz alabilir. Kabir ziyâretinin faydası çok olmakla beraber, evliyânın rûhlarına teveccüh edebilen kimse için uzaklık zarar vermez.”


“Bu yola taklid ederek girenin, birgün hakîkate kavuşacağına kefil olurum. Hocam Behâeddîn-i Buhârî, bana kendilerini taklid etmemi emr ettiler. Onları taklid ettiğim ve hâlen etmekte olduğum her şeyde, onun eser ve neticesini görüyorum.”


“Nefsi terbiye etmekten maksad, bedenî bağlılıklardan geçip, rûhlar ve hakîkatler âlemine yönelmektir. Kul, kendi istek ve arzularından vaz geçip, Hakkın yoluna mâni olan bağlılıkları terketmelidir. Bunun çâresi şöyledir: “Kendisini dünyâya bağlayan şeylerin hangisinden istediği ân vazgeçebiliyorsa, bunun maksada mâni olmadığını anlamalıdır. Hangisini terkedemiyorsa ve gönlünü ona bağlı tutuyorsa, onun Hak yoluna mâni olduğunu anlamalı ve o bağlılığın kesilmesine çalışmalıdır. Bizim hocamız Şâh-ı Nakşibend, o kadar ihtiyâtlı idi ki, yeni bir elbise giyse; “Bu elbise falan kimsenindir” diyerek, onu emânet gibi giyerlerdi.”


“Kalbe anî olarak gelen çeşitli vesveseler ve telkinler, insanın kemâline mâni olmaz. Ancak, kalbe yerleştirmemelidir. Kalbe gelen bu vesveseleri tamâmiyle uzaklaştırmak imkânsızdır. Ba’zı âlimler; “Kalbe yerleşmediği müddetçe, onların hiçbir kıymeti yoktur” dediler. Eğer kalbe yerleşirse, feyz yollarını keser. Bunun için batın hâllerini murâkabe etmelidir.”


“Aradaki mesafe ne kadar çok olursa olsun, talebe, hocasına durumunu ma’nevî yol ile arzetmelidir ki, gafletten kurtulabilsin.”


“Bir âlimi ve evliyâyı ziyâret etmekten maksad, Allahü teâlâya yönelmektir. O büyüklerin rûh-ı şerîflerini tam bir yönelme ile ziyâret, cenâb-ı Hakkın rızâsına kavuşmaya vesiledir. Nitekim görünüşte halka tevâzu, hakîkatte Hakka tevâzudur. Çünkü insanlara tevâzu göstermek, Allahü teâlânın rızâsı için ise makbûldür.”


Seyyîd Şerîf Cürcânî, Muhammed Pârisâ, Ya’kûb-i Çerhî gibi âlimler ve velîler Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin talebesidir. Bunlardan başka pekçok kimseler, onun vasıtasıyla hidâyete kavuştu, başkalarını yetiştirecek irşâd makamlarına yükseldi.


Vefâtlarından evvel, talebelerinden biri şöyle bir rü’yâ gördü: “Büyük bir otağ kurulmuş. Otağda Peygamber efendimiz de bulunuyordu. Alâüddîn-i Attâr hazretleri ile hocası Behâeddîn-i Buhârî hazretleri de otağın yanında duruyor ve içeri girip Peygamber efendimizi görmek istiyorlardı. Bir ara Behâüddîn-i Buhârî içeri girdi ve bir müddet sonra sevinç ile çıkarak buyurdu ki: “Bize, kabrimizin 100 fersah mesafesine defnedilecek her müslümana şefaat etmemiz ihsân edildi. Alâüddîn-i Attâr’a da 40 fersah mesâfedekilere şefaat ihsân edildi. Bizi sevenlere ve ihlâs ile bağlılık gösterenlere de, bir fersah mesafede olanlar ihsân edildi.” (Bir fersah altı kilometredir.)


Talebelerine birgün vasıyyet ederek buyurdu ki: “Birbirinize sığının! Her işte yolunuz, dînî ölçülere bağlılık olsun! Ölçüleri yerine getirmek azminden dönmeyiniz! Sohbet mühim sünnettir. Bu sünnete riâyet edin, umûmî ve husûsi şekilde ona devam ediniz! Eğer bu yolda sebat ve istikâmet gösterirseniz, bir ânda büyük derecelere kavuşursunuz. Hâlinizin dâima yükselişte olması lâzımdır.”


802 (m. 1400) senesinde, bel ağrısıyla başlayan bir hastalığa yakalandı. 2 Receb Perşembe günü yatağa, yattı.


Talebelerinden Şeyh Safiyyüddîn anlattı: “Hocam, hayatlarının sonunda ve yakınlarının huzûrund; bu fakîr hakkında buyurdu ki: “Yirmi yıldan fazla bir zamandır Safıyyüddîr ile aramızda, Allahü teâlânın rızâs için olan bir dostluk vardır. Elbette bu dostluk bozulmaz.” Ben orada olmadığım birgün de; “Ondan râzıyım. Allahü teâlânın Resûlünün, Eshâb-ı kirâmından râzı oldukları gibi” buyurmuşlar.”


Alâüddîn-i Attâr, vefâtına yakın buyurdu ki: “Allahü teâlânın inâyeti ve Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin himmeti ile, müsâade edilseydi, bir nazarda bütün insanları vilâyet mertebesine kavuştururdum. En önce Allahü teâlânın ezelî inâyetini görmek ve bundan ümitli olmak lâzımdır. Bundan bir ân gâfil kalmamalıdır. Dâima muhtaç olduğunu düşünmelidir. Allahü teâlânın küçük bir gadabını çok büyük görmeli, titremeli ve çok korkmalıdır.”


Son hastalıklarında, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin rûhâniyeti ile hayli sohbet etti. Buyurdu ki: “Dostlar ve azîzler hep gitti. Ba’zıları da arkalarından gitmek üzeredir. Elbette o âlem, bu âlemden üstündür.” Bundan sonra bir ara bahçedeki yeşilliğe gözleri takıldı. Yakınlarından biri; “Ne güzel sebzelik” deyince; “Toprak da güzeldir. Bu âleme hiç meylimiz olmamıştır. Dostların gelip bizi bulamayınca, gönülleri kırık dönmelerinden başka kederimiz yoktur” buyurdu. Receb ayının yirmisine rastlayan Çarşamba gecesi, son nefesinde “La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah” diyerek vefât etti. Vefât ettiği gece, sevenlerinden biri onu rü’yâsında gördü. Buyurmuş ki: “Allahü teâlânın bize verdiği ni’metler ve ihsânlar, yazı ile, söz ile anlatılamaz. Bunlardan en küçüğü şudur ki: kabrimin kırk fersah uzaklığına defnedilmiş olanların, benim şefaatim ile affolunacağı, mağfiret buyurulacağı bildirildi”