Şems-i Tebrîzî hazretleri Şam'danKonya'ya gelirken, yol üzerinde bulunan bir hana uğrayarak burada yatmak istedi. Fakat uğradığı bütün hanların dolu olduğunu, hiç kalacak yerlerinin olmadığını öğrenince, câmide sabahlamak istedi. Câmiye gidip yatsı namazını cemâatle kıldı. Cemâat dağıldığında, o hâlâ duâya devâm ediyordu. Duâsını bitirdiğinde, câmide kimse kalmamıştı. Cübbesini çıkarıp başının altına koyarak uzandı. Günlerce süren yolculuğun verdiği yorgunlukla hemen kendinden geçti. Bir müddet sonra câminin kapılarını kilitlemek üzere gelen görevli, camide birinin yattığını görünce, yanına yaklaşarak: "Burada yatılmaz kalk!" dedi. Şems-i Tebrîzî hazretleri doğrularak: "Benim kimseye bir zararım dokunmaz. Garibim, uzak yoldan geliyorum. Hanlarda da yatacak yer yokmuş, başka kalacak bir yerim de yok. Bırak da burada sabahlıyayım." dedi. Câmiyi kilitlemek için gelen kişi; "Beni uğraştırma, sana kalk dışarı çık dedim, yoksa yaka paça seni dışarı atmasını bilirim." diye karşılık verdi.Şems-i Tebrîzî hazretleri, bu son sözler üzerine bir tuhaf oldu. Hemen ayağa kalktı. Cübbesini toplayarak sessizce kapıdan dışarı çıktı.Câmiden çıkmasını isteyen görevli, onun arkasından bakarken, âniden boğuluyormuş gibi oldu. Bunun üzerine; "İmdât boğuluyorum!" diye bağırmaya başladı. Bu sesi işiten imâm efendi koşarak geldi ve ona; "Ne oldu, niye bağırıyorsun?" diye sordu. Kayyum durumu anlatınca, imâm efendi hemen câmiden çıkıp koşarak, Şems-i Tebrîzî hazretlerine yetişti. Kendisine; "Efendim, o câhildir, bir terbiyesizlik etmiş. Ne olur onu affedin!" dedi. Şems-i Tebrîzî hazretleri imâm efendiye baktı. Üzüntülü bir şekilde: "Onun işi benden çıktı. Benim yapabileceğim birşey yoktur. Ancak îmânla ölmesi için duâ edebilirim." buyurdu.
Hazret-i Hâlid Bin Zeyd Eba Eyyub-ül Ensari hazretlerini görmek ister misin ?
Seyyid Abdülhakîm Arvasi Hazretleri bir cuma namazını müteakip Hazret-i Hâlid Bin Zeyd Eba Eyyub-ül Ensari, yani Eyyub Sultan Hazretleri'nin kabr-i şerifini ziyaret etti. Müridlerinden Abdülkâdir Efendi de beraberlerinde idi. O gün Seyyid Abdülhakîm Efendi Hazretleri inbisat hâlinde idi. Abdülkadir Efendi'ye, "Hazreti Hâlid’i görmek ister misin?" buyurdu. Abdülkâdir Efendi "âh keşke," dedi. "Otur, dizini dizime değdir ve gözlerini yum" buyurdu. Abdülkâdir Efendi öyle yaptı. Bir de ne görsün? Resulullah'ın Mihmandarı Hazret-i Hâlid Eba Eyyub-ül Ensari kabrinden aslî hey'eti üzere çıktı. Güzel yüzlü, seyrek sakallı, uzunca boylu idi. Seyyid Abdülhakim Efendi ile konuşuyordu. Bu hal uzun sürdü. Seyyid Abdülhakîm Efendi: "Haydi, kalk gidelim" buyurduğu zaman müezzin ikindi ezanını okumakta idi.
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Yer bulanlar sandalyeye otursun, yer bulamıyanlar yere otursun. *Gençler* yere, *Yaşlılar* sandalyeye otursun. Yaşlılara hürmet etmek lâzım kardeşim.
*Enver âbi* Yalova’ya gitmişdi. Orada kalıyorlardı. Oradan bana telefon oçdı, konuşduk. Ne yapıyorsunuz? diye sordum. O da, *Kitap okuyoruz*, dedi. Hangi kitâbı? dedim. *Namaz kitâbını*, dedi.
Çok *Sevindim* efendim. Kitaplarımızın okunduğunu öğrenince seviniyorum kardeşim. Okunmadığını öğrenince de üzülüyorum.
Ben bu kitaplara ömrümü verdim. Niçin? İnsanlar *Okusun*, istifâde etsin diye. *Raf* da dursun diye değil.
Hem bu kitaplar benim değil ki, *Büyükler* in sözleri. *Efendi* hazretlerinden öğrendiğim bilgilerin her cümlesi *Pırlanta* gibidir, bunları okuyana *Müjde* ler olsun.
*Îmânı* ve *Îtikâdı* doğru olan bir insan, çok bahtiyârdır. Her an hâline şükretmelidir. *Şükr* edenleri ve *İstiğfâr* edenleri Allahü teâlâ sever.
Allahü teâlânın sevdiği seçilmiş büyüklerin *Kitapları* nı okumakla şereflenmek, *Ni'met* lerin en büyüğü ve en kıymetlisidirdir.
Bu büyük, bu kıymetli *Ni'mete* kavuşmak, okumakla şereflenmek ve okumakla lezzet almak seâdetine kavuşan kimse, çok *Tâlihli* dir.
Böyle bir kimse, dünyânın neresinde olursa olsun, kimlerin arasında bulunursa bulunsun, *Yalnız* değildir, *Garip* değildir, hep o *Büyükler* le berâberdir.
O büyüklerin yazıları okunduğu, isimleri anıldığı yere *Rahmet* yağar. Bugün için, bu *Allah* adamlarını bulup sohbet etmek, konuşmak, görüşmek, dertleşmek, hemen hemen *İmkânsız* hâle gelmişdir.
Biz, eczâneye giderken, polislere *Kitap* dağıtıyoruz efendim. Kimi bize *Âbi* diyor, kimi de *Baba* diyor. Eskiden, biz küçükken büyüklerimiz bize; *Yaşlılara yer verin!* derlerdi.
Biz onu, sâdece *Hürmet* için sanırdık, öyle zannederdik. Fakat şimdi biz de yaşlanınca, yaşlılar *Muhtâc* olduğu için yer vermek lâzım olduğunu iyi anladık.
*Neş’eli* bir bayram geçiriyoruz elhamdülillah, bir sıkıntımız yok. Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâmı *Ateş* in içinde yakmadığı gibi, elhamdülillah bizi de bu *Fitne Fesat* ateşi içinde yakmıyor kardeşim.
Ruh ve beden
İmâm-ı Gazâlî hazretleri rahmetullahi aleyh buyuruyor ki:
Âdem aleyhisselam yaratılıp, beli mesh edilince, zerreler halinde nesli çıktı. Bir kısmı sağ tarafına, bir kısmı sol tarafına kondu.
Allahü teâlâ buyurdu ki:
— İşte bu sağdakiler, Cennet ehlinin amelini yapacaklarından, Cennetlik olanlardır. Bunların amellerinden bana bir fayda ve zarar yoktur. Bu soldakiler, Cehennem ehlinin amelini yapacaklarından, Cehennemlik olanlardır. Bunlardan da, bana bir fayda ve zarar yoktur.
Âdem aleyhisselam sordu:
— Ya Rabbi! Cehennem ehlinin ameli nedir?
— Bana şirk koşmak ve gönderdiğim peygamberlere inanmamak ve onlar vasıtasıyla gönderdiğim kitaplardaki emir ve nehyimi tutmayıp, bana isyan etmektir.
Âdem aleyhisselam dua etti:
— Ya Rabbi! Bunları kendilerine şahit kıl! Umulur ki, Cehennem ehli ameli işlemezler.
Allahü teâlâ da, nefslerini şahit yapıp, (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) buyurdu. Hepsi, (Evet, biz şahidiz, Rabbimizsin) dediler.
Allahü teâlâ, melekleri ve Âdem aleyhisselamı da şahit tuttu ki, onlar Allahü teâlânın Rab olduğunu tasdik ve ikrar ettiler.
Bu sözleşmeden sonra, onları tekrar eski mekânlarına gönderdi, çünkü bunların hayatları yalnız ruhani bir hayat idi. Cismani bir hayat değildi.
Allahü teâlâ, bunları Âdem aleyhisselamın sulbüne yerleştirdi. Ruhlarını kabzedip, Arşın hazinelerinden birinde muhafaza etti.
Ana rahminde, çocuğun cismani sureti tamam olduğu zaman, henüz ölüdür. Allahü teâlâ, rahimde ölü olan bu çocuğa ruh vermeyi murat buyurduğunda, Arş’ta muhafaza edilen ruhu, o cesede iade eder. Çocuk o zaman hareket etmeye başlar.
Allahü teâlânın ruhlara, (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) diye sorduğu misaktan [sözleşmeden] sonraki ölüm, yani ruhun Arşın hazinelerine gönderilmesi, birinci ölüm ve şimdiki ana karnındaki hayat, ikinci hayattır.
(Dürret-ül-Fahire)
YÛSUF ZİYÂ AKIŞIK BEY
Yûsuf Ziyâ Bey yakınlarından birine şöyle anlatmıştı: “Rüyâda Abdülhakîm Efendinin elinin ayasını öpmüştüm. Ertesi günü, Eyüpsultan’daki evine giderek, rüyâmı anlatmak istedim. Her zaman olduğu gibi eline öpmek için eğildiğimde, mübârek elini, ayası yukarı doğru olarak uzattı ve “Akşam rüyânda öptüğün gibi öp!” dedi ve iltifât buyurdu.”
Son derece cömert olan Yûsuf Ziyâ Bey, hocaları Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin “Yâ Rabbî! Bu Ziyâ kuluna her türlü nîmetlerini ihsân eyle!” duâsına mazhar olmuştur.
Yûsuf Ziyâ Bey, Vefâ’daki Karamürsel Kumaş Fabrikasının uzun zaman müdürlüğünü yaptı. İdâreciliği, meslekteki bilgisi örnekti. Çalıştırdığı yüzlerce Müslüman fakirin sığınağıydı. Cömertliği ve merhâmeti herkes tarafından takdir edilirdi. İşçilerin her şeyiyle ilgilenir, onlara müşfik bir baba gibi davranırdı. Tekstil Sanâyiinde çalışmaları, gayretleri devlet adamlarınca da beğenilir, takdir edilirdi.
Kendisini ziyârete gelen temiz gençlerden biri ne kıyâmetle alâkalı bir suâline verdikleri cevapta; “Bir insanın ömrü boyunca söylediği her sözün, yaptığı her işin, her hareketin hesâbının yapıldığı o günde, ebedî azaptan kurtulabilenlere imrenilerek, büyük kahraman, diye bakılacaktır.” dedi.
Peygamber efendimizin torunları olan Seyyidleri çok sever, hürmet gösterirdi. Bunlardan biri de Seyyid Fehim’in (kuddise sirruh) torunlarından Seyyid Tâhâ idi. Seyyid Tâhâ, Van’dan her gelişinde, muhakkak Yûsuf Ziyâ Beyi ziyâret ederlerdi. Böyle ziyâretlerden birinde, berâberce son devrin hattatlarından Safi Beye gittiler. Hasta olan Safi Bey gelen misâfirlerden şöyle bir ricâda bulundu. “Seyyid Fehîm Efendinin kabrinde gül vardır. Ondan mektupla birkaç yaprak gönderin. Ziyâ Beye gözlerime, ağzıma kalbime koymalarını vasiyet edeceğim. İnşallah yetiştirirsiniz.” Aradan zaman geçti. Bir ziyâretlerinde açılmış gülü gören Seyyid Tâhâ ricâyı hemen hatırladı. Gül yapraklarını koparıp mektupla gönderdi. Ziyâ Bey mektubu aldığında açmadan telefondan Hattat Safi Beyin vefât haberini aldı. Mektubu açtığında Safi Beyin vasiyet ettiği gül yapraklarını gördü. Cenâzeye gidip arzularını yerine getirdi.
(Yegâne evladı Sîret Nefise hanım, tam bir Osmanlı hanımefendisi olup iffet ve asalet timsaliydi.. 1940 senesinde Hüseyin Hilmi Işık ile evlenmiştir. 28 Şubat 2009 tarihinde vefat etmiş ve Eyüpsultan’da zevcinin yanına defnedilmiştir.)
Yûsuf Ziyâ Akışık 1958’de İstanbul Fâtih’te vefât etti. Kabirleri Edirnekapı Kabristanındadır.
Fotoğraf: Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri, Necip Fazıl ve Yusuf Ziya Bey (sağ başta ayakta)
Kaynak: Yeni Rehber Ansiklopedisi, Cild-20, Sh.280
Allahü Teala rahmet eylesin, mekanı Cennet bahçesi derecesi âli olsun inşaallah. Amin...
Vakt çok azîzdir
Vakt çok azîzdir [kıymetlidir]. En azîz ve kıymetli şeyler için kullanmak gerekdir ki, bu da, sâhibine hizmet etmekdir.
Her-çi maksûd-ı tüst, ma’bûd-i tüst
[Maksadın ne ise, tapdığın odur].
İmam-ı Rabbani Hazretleri
Büyük İslam Alimi İmâm-ı Gazâlî Hazretleri'nin vefatı
Büyük İslam Alimi İmâm-ı Gazâlî Hazretleri'nin vefatı 18 Aralık 1111
Çocukluğundan îtibâren ilim tahsîl eden Muhammed Gazâlî, fıkıh ilminin bir kısmını kendi memleketinde okudu. Bir müddet sonra Cürcân’a giderek İmâm Ebû Nasr İsmâilî’den ders aldı. Üç sene kadar Cürcân’da ilim öğrendi. Sonra tekrar memleketi olanTûs’a dönmek üzere yola çıktı. Memleketinde bulunduğu üç sene içinde âlim zâtların derslerine ve ilim meclislerine devâm etti. Üç yüz binden fazla hadis-i şerifi ravileriyle ezbere bilen İmam-ı Gazali hazretleri “Hüccetül-İslam” adıyla meşhurdur.
Nişâbûr’dan Bağdâd’a...
Zaman zaman büyük velî Ebû Ali Fârmedî hazretlerinin sohbetlerinde bulundu. Daha sonra zamânının büyük ilim ve kültür merkezi olan Nişâbur’a gitti. Nişâbûr’da tahsîlini tamamlayınca, büyük bir ilim ve edebiyat hâmisi olan Selçuklu vezîri üstün devlet adamı Nizâm-ül-Mülk’ün dâveti üzerine Bağdâd’a gitti.
Bu sırada otuz dört yaşında bulunan İmâm-ı Gazâlî’nin İslâmiyete yaptığı büyük hizmetleri gören Selçukluların büyük vezîri Nizâm-ül-Mülk, onu Nizâmiye Medresesi (Üniversite)’nin Başmüderrisliğine, şimdiki tâbiriyle Rektörlüğüne tâyin etti. Bu medresenin başına geçen İmâm-ı Gazâlî hazretleri, üç yüz seçkin talebeye, lüzumlu olan bütün ilimleri öğretti.
Müctehid idi. İctihâdı, Şâfi’î mezhebine uygun oldu. O kadar çok kitâb yazdı ki, ömrüne bölününce, bir güne onsekiz sahîfe düşmekdedir. Hacca gidip gelince, Şâm’da profesörlük yaptı. Sonra Nişâpûr’da profesörlüğü zorla kabûl etti. Kitâbları çok kıymetlidir.
Kefenini giydi ve...
Ömrünü İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmek ve öğretmekle geçiren İmâm-ı Gazâlî hazretleri 1111 (H.505) senesi Cemazil-evvel ayının 14. Pazartesi günü, büyük kısmını zikir, tâat ve Kur’ân-ı kerîm okumakla geçirdiği gecenin sabah namazı vaktinde, abdest tâzeleyip namazını kıldı, sonra yanındakilerden kefen istedi. Kefeni öpüp yüzüne sürdü, başına koydu:
“Ey benim Rabbim, mâlikim! Emrin başım gözüm üzere olsun” dedi. Odasına girdi. İçeride, her zamankinden çok kaldı. Dışarı çıkmadı. Bunun üzerine orada bulunanlardan üç kişi içeri girdiklerinde, İmâm-ı Gazâlî hazretleri kefenini giyip, yüzünü kıbleye dönüp, rûhunu teslim ettiğini gördüler..
Rum Kayseri’nin kızı
Allahü ehad ver-resulü Ahmed
İbrahim Havvas hazretleri anlatır:
Bir sene hacca gitmeye niyet ettim. Bu niyetle yola çıktım. Maksadım Kâbe-i şerif tarafına gitmek olduğu halde, istemeyerek ters yöne gidiyordum. Allahü teâlânın iradesi beni batı tarafına çekiyordu. En sonunda İstanbul’a gitmeye karar verdim. Şehre girdim. Yüksek bir köşk gördüm. Kapı önünde bir kısım insanlar, bir araya toplanmışlardı. Yaklaştım ve (Niçin toplandınız?) diye sordum. (Rum Kayseri’nin kızı delirdi. Çare bulmak için doktorları toplandı) dediler.
Bunda bir hikmet olsa gerektir, dedim ve içeri girdim. Orada Kayser’in kızını parlak ay gibi gördüm. Bana bakıp dedi ki:
- Hoş geldin, ey İbrahim Havvas!
- Beni nereden tanıyorsunuz?
- Canımı, Cânâna teslim etmek istedim ve Hak teâlâdan sevdiği bir kulunu yanımda bulundurmasını niyaz ettim. Rüyamda buyuruldu ki: “Yarın İbrahim Havvas sana gelecek!”
- Hastalığınız nedir?
- Bir gece dışarı çıkıp ibret nazarıyla gökyüzüne baktım. Kendimden geçtim. “Allahü ehad ver-resulü Ahmed” kelimesi dilime, manası kalbime geldi. Bu kelimeyi dilimden düşürmez oldum. Bu sebepten hâlime delilik alameti, bana da deli dediler. [Bu sözlerin manası, “Allah birdir ve Peygamberi Ahmed (yani Muhammed aleyhisselam)‘dır].
- Bizim diyara gelmek ister misin?
- Sizin diyarda ne var?
- Mekke, Medine ve Beytül-mukaddes (Mescid-i Aksa) oradadır.
- Sağ tarafına bak!
Baktım bir düzlükte Mekke, Medine ve Beytül-mukaddes karşımda duruyor gördüm. Az sonra dedi ki:
- Vakit yaklaştı. İstek ve arzu haddi aştı.
Kelime-i şehadet getirip ruhunu teslim etti.
Bir gün gelecek, din bilgileri Hilmi’den sorulacak
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Çalışmak bir *Ni’met* dir kardeşim. Babam öldüğünde, ben 18 yaşında ve *Lise son* sınıfdaydım. Üç kız kardeşim vardı. Bir de annem vardı. *Sedat* küçüktü o zaman.
Bir gün Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri bana sordular: *Senin annen, kardeşlerin ne yapıyor?* dediler.
Ben de; Efendim, kız kardeşlerim ücretle *Nakış* işliyorlar. Her gün, sabahdan akşama kadar göz nûru döküyorlar. Çok zahmet çekiyorlar, zorlanıyorlar, dedim.
Efendi hazretleri, beni dinleyince; *Hiç zor gelmesin. Meşgûliyet ni’metdir. Meşgûliyet olmazsa şeytân musallat olur. Onların dinleri için, dünyâları için, bu iş çok iyi*, buyurdu.
********
İstanbuldan Ankaraya, bana mektup yazardı *Efendi* hazretleri. Bir mektûbunda; *Bir gün gelecek, din bilgileri Hilmi’den sorulacak*, diye yazmış.
Ben bunu okuyunca, içimden; *Allah Allah! Efendi hazretleri benimle şaka mı yapıyor acabâ? Din bilgisi nerdeee, ben nerde?* dedim.
Ama dediği çıkdı. Şimdi hakîkaten soruyorlar. Hem de bütün dünyâ soruyor. Efendi nin kerâmeti bunlar işte.
Bana, *Arabî* öğretdi, *Fârisî* öğretdi. Gençler gelirlerdi Efendi hazretlerine, elini öpüp bahçeye çıkarlar, bahçede birbirleriyle oyun oynarlardı, latîfe yaparlardı. Öyle geçerdi zamanları.
Ama ben gitdim mi, *Efendi* nin yanından hiç ayrılmazdım. Bâzen *Sabah* namâzında giderdim, *Yatsı* ya kadar hiç yanından ayrılmazdım efendim.
********
Bizim *Herkese Lâzım Olan Îmân* kitâbımız var ya, orada Efendimiz aleyhisselâmın fazîletleri diye bir başlık var. Orada şöyle yazıyor:
*Namazlardan sonra, 11 ihlâs-ı şerîf okuyan, Cennete istediği kapıdan girsin*, diyor Peygamber Efendimiz. Ama, mü’min olanlar tabii, mü’min olmak şart.
Kul hakkı olmamak da şart. Bunu, *Eshâb-ı kirâm* için söylüyor Peygamber Efendimiz, bizim için değil ki. *Îmânı* olacak, *Kul hakkı* olmıyacak, namazları *Kazâya* kalmıyacak.
Onlar için bu, yâni *Eshâb-ı kirâm* için. Eğer biz de onlar gibi olursak, onlara benzersek, biz de dâhil oluruz o zümreye. *Zümre-i fâizîn*; yâni âhirette Cehennemden kurtulan zümre. Kurtulan cemâate inşallah biz de dâhil oluruz kardeşim.
Mevlânâ Celaleddin-i Rumi Hazretleri'nin vefatı
Mevlânâ Celaleddin-i Rumi Hazretleri'nin vefatı -17 Aralık 1273-
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, büyük bir velî idi. Onun; Müslümanların haricindekileri de kendisine hayran bırakan merhameti, insan sevgisi, tevâzuu, gönül okşayıcılığı gibi üstün vasıfları, İslâm dîninin emrettiği güzel ahlâkından bâzı nümûnelerdir. Hazreti Mevlânâ’yı yalnız bir mütefekkir, şâir gibi düşünmek çok yanlıştır. O, tasavvuf deryâsına dalmış bir Hak âşığıdır. İlmi, teşbihleri, sözleri ve nasîhatleri bu deryâdan saçılan hikmet damlalarıdır.
“Şeb-i Arûs=düğün gecesi”
Mevlânâ ölüme, “Şeb-i Arûs=düğün gecesi” adını vermektedir. Onun için, tasavvuf ehline göre ölüm; bir felâket değildir. Tekrar Allah’a dönmek olduğundan, ancak bir sevinç vesîlesidir...
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin son hastalığında, yanına hocası Sadreddîn-i Konevî ve şehrin ileri gelen âlimleri geldiler. Ziyâret esnâsında Mevlânâ’ya;
-Allahü teâlâ âcil şifâlar versin. İnşâallah en kısa zamanda sıhhat bulursunuz? Zîrâ siz, âlemin rûhusunuz, âlem sizinle hayat bulur, dediler.
Mevlânâ hazretleri ise onlara;
-Bundan sonra cenâb-ı Hak, size şifâlar, sıhhat ve âfiyetler ihsân eylesin. Artık bizim işimiz bitmiştir. Rabbimle aramızda, kıldan yapılmış bir gömlek kaldı. Kısa zamanda o gömleği de çıkarıp nûru nûra ulaştırırlar. Artık bana duâ ediniz, buyurdu.
Dostları, talebeleri;
-Cenâze namazınızı kim kıldırsın? diye sordular. Ona da;
-Hocam Sadreddîn Konevî hazretleri kıldırsın, buyurdular.
“Artık gitmek zamânıdır”
Hüsâmeddîn Çelebi anlatır:
-Mevlânâ hazretlerinin son günüydü. Bir delikanlının, hocam Mevlânâ’nın bulunduğu yerde belirdiğini gördüm. Mevlânâ, kalkıp bu delikanlıyı karşılayarak, bana; “Döşeği kaldırın” buyurdu. Ben hayret ettim. Çünkü hocam hasta idi. O yiğidin yanına varıp; “Siz kimsiniz ki, hocam hasta yatağından kalkarak sizi karşıladı?” diye sordum. O da; “Ben Azrâil’im. Rabbimizin emrini yerine getirmek, Mevlânâ’yı öbür âleme dâvet etmek için geldim” dedi. Mevlânâ da; “Rabbimiz, beni kendi hazretine dâvet ediyor. Artık gitmek zamânıdır. Yâ Azrâil! Çabuk ol! Beni Rabbime çabuk kavuştur!” deyip Kelime-i şehâdet getirdi
Cemâzil-âhır’in beşine rastlıyan Pazar günü ikindi vaktinde fânî hayâta gözlerini yumdu.”
Mevlânâ vefât edince, İmâm İhtiyârüddîn gasl eyledi. Gasl ânında gördüklerini şöyle anlatır: “Mevlânâ’nın mübârek cesedini yıkamağa başladım. Üzerime öyle bir ayrılık acısı çöktü ki, ağlamaktan kendimi alamadım. Yıkamak şöyle dursun, zerre kadar hareket etmeye kadir olamadım. Yüzümü yüzüne dayayıp ağladım. Yardımcılarım hiç ses çıkarmıyor, bana mâni olmuyorlardı. Bir ara dayanamadım, vücûduna sarılarak ağlamak istedim. O anda Mevlânâ’nın eli bileğimi sıkıca tuttu. Korkumdan aklım başımdan gitti. Bayılmışım. Kulağıma uğultu hâlinde, sahibini göremediğim sesler geliyordu. Diyordu ki: “Nûr, nûra karıştı. Âşık, Ma’şûka kavuştu. Bunda endişe edecek birşey yoktur. Çünkü, Allahü teâlânın velî kulları için, hiçbir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmazlar. Mü’minler ölmezler, belki fânî âlemden, sonsuz âleme nakil olunurlar.” Bu sözler beni kendime getirdi.”
Mevlânâ’nın vefâtında, uzaktan ve yakından o kadar çok insan geldi ki, köylerden, yakın şehirlerden, kadın-erkek, büyük-küçük, müslim, gayr-i müslim, yahûdiler ve hıristiyanlar, muhtelif mezheblere mensûp bütün halk mahşeri bir kalabalık hâlinde Konya’ya toplandılar. Cenâze için, herkes kendi dîninin icâblarını yapmak üzere hazır oldular. Herkes kendi inancında cenâzeye nasıl hizmet etmek lâzımsa onu yapmaya çalışıyorlardı. Mevlânâ’nın kitaplarını, güzel sesli kimselere yüksek sesle okutup ağlaşıyorlardı. Başlarına toprak saçıp, göğüslerini yumrukluyorlar, elbiselerini yırtarak cenâzenin etrâfında dolanıyorlardı. Bunların bu hâlleri müslümanları çok rahatsız ettiğinden, müslümanlar onları men etmeye, oradan göndermeye uğraşıyorlardı. Fakat buna bir türlü engel olamıyorlardı. Nihâyet Mu’înüddîn Pervane onların ileri gelen kimselerine, “Mevlânâ; müslüman, ilim ve irfan sahibi bir kimse idi. Sizin, böyle bir kimseye hizmet etmek için yaptığınız bu uygunsuz hareketlerin sebebi nedir? Lüzumsuz yere halkı izdihama sokmanızın hikmeti nedir? Böyle bir kimseyle sizin uzaktan ve yakından ne münâsebetiniz vardır?” dedi. Onlar da; “O, bizim Peygamberlerimizin güzel huylarını, üstün sıfatlarını üzerinde taşıyan büyük bir güneş idi. Bütün âlem onun ışığı ile aydınlanıyordu. O, her düşküne, her çaresize yardımcı oluyordu. Hâl böyle olunca, hangi kimse o güneşi istemez?” dediler. Sözü bir başka papaz alarak; “Mevlânâ dünyâda bir ekmek gibi idi. Ekmekten vazgeçen, onu sevmiyen kimse görülmüş müdür? İşte bunun gibi biz de Mevlânâ’dan vazgeçemeyiz. Biz, onun hasret acısına sabredemeyiz” dedi. Onların bu cevapları karşısında herkesi kendi hâline bıraktılar. Mevlânâ hazretlerinin tabutunu götürmek için bütün halk hücum ediyordu. Bu sebeble çiğnenenlerin ayak altında kalanların haddi hesabı yoktu. Mahşerî bir kalabalık tabutu elden ele almaya çalışıyorlardı. Bu izdihamdan tabut parçalandı, yerine yenisini getirdiler. Yine parçalandı, yenisini getirdiler. Bu şekilde altı defa tabut değiştirdiler. Nihâyet musalla taşına kondu.
Şerâfeddîn-i Kayserî anlatır: “Sadreddîn-i Konevî hazretleri, talebesi Mevlânâ’nın cenâze namazını kıldırmak için ilerlediği zaman, ona birden bire bir hıçkırık gelip kendinden geçti. Bir müddet sonra kendine gelip namazı kıldırdı. Mevlânâ’nın vefâtına çok üzülmüştü. Talebelerinin ileri gelenlerinden ba’zıları; “Efendim! Namaz kıldıracağınız zaman, üzerinizde hiç görmediğimiz bir hâl vardı. Acaba hikmeti nedir?” dediler. Bunun üzerine; “Namaz kıldırmak için ilerlediğim vakit, meydanda meleklerin saf saf dizilip, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) arkasında cenâze namazını kılmakta olduklarını gördüm. Gökteki meleklerin hepsi mavi elbiseler giyinmiş ağlıyorlardı” buyurdu.
“Helâl kazanıp helâldan yemeli, giyinmeli, çalışmalıdır. Her hareketi Resûlullaha ( aleyhisselâm ) uydurmalıdır.”
“Dargınlar barışmalıdır. Önce davranan önce Cennete girer.”
“Tenhâda yalnız kalınca da günahtan sakınmalıdır.”
“Nefsi mağlup etmek için, onu rahatsız etmelidir, istediği şeyi vermemelidir. En te’sîrlisi, gündüzleri oruç tutmak, geceleri az uyuyup namaz kılmaktır.”
“Az konuşmalıdır. Altı yerde dünyâ kelâmı ile meşgûl olmak uygun değildir. Bu konuşma yerleri: Mescidler, ilim meclisleri, ölü yanı, kabristanlar, ezân okunurken ve Kur’ân-ı kerîm okunurkendir.”
“Gurûrlu olmayınız, nefsinizle mücâdele, riyâzet ediniz, Peygamberimiz hep riyâzet çekmiş, zenginlik istememiş, arpa ekmeğini bile doyuncaya kadar yememiştir.”ve bu fânî hayâta gözlerini yumdu...
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Büyüklerden biri; *Herkes âhirinden, sonundan korkuyor, îmânlı mı gideceğim, îmânsız mı? diye. Ben ise Ezel'den korkuyorum*, buyurmuş. Yâni kazâ ve kaderden korkuyorum demek istemiş.
O kadar ni’met içindeyiz ki kardeşim, elhamdülillah. Hele bu büyüklere olan *Muhabbet*, en büyük *Ni’met* dir. Evvelâ onları tanımak, sonra sevmek ve tâbi olmak.
*Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri* ile görüşmeğe, *Bir gün* için, hattâ *Bir sâat* için Ankara’dan gelirdim. Bir sâat sonra geri giderdim, trenle. Mevsim *Kış*. En çok Eskişehir *Soğuk* olurdu.
Bir keresinde yine Ankaradan gelirken, trende hiç *Yer* bulamadım. Kompartımanlarda yer yok. Kompartımanların önünde *Koridor* var, daracık bir yer. Orada da köylüler yatakları istiflemiş, yığmışlar, yatıyorlar.
Aralarından atlıya atlıya geçiliyor. Orda da yer yok. Yâni oturacak, çömelecek kadar bir *Yer* bulamadım. Hattâ ayakda duracak bir yer bile *Yok* du.
Mecbûren iki vagonu birbirine bağlıyan o körüklü yerde *Ayakda* geldim. Bir ayağımı bir vagona basdım, ikinci ayağımı öbür vagona basdım. Öylece geldim.
*Dondum, dondum!* Ama tren Eskişehire varıp da, oradan *İstanbula* doğru hareket etdi mi, bana ferahlık gelirdi. *Oohh, Efendiye yaklaşıyoruz*, diye sevinirdim.
Tren İstanbula doğru ilerlerken *Neş’e* içinde olurdum, *Sevinç* ten bayılırdım, *Efendi* ye yaklaşıyoruz, diye. Trenden inerdim, doooğru *Vapura*, oradan *Köprü* ye, köprüden de *Eyüb*’e.
Vapurdan iner, Eyüp’deki o yokuşu *Zevk* le çıkardım. Yorulurdum tabii. Huzûruna girince, beni yanına oturturdu Mübârek. *Ne var ne yok, nerden geliyorsun?* derdi. Ben de anlatırdım, o soğukları filân.
********
İmâm-ı Rabbânî hazretleri; *Bin sene uğraşsam, dünyâyı kalbime getiremem*, buyuruyor. Bu, hiçbir iş yapmıyacak demek değildir. Zîra *Kalp* başkadır, *Akıl* başkadır.
Dünyâ işleri *Akıl* ile olur. İster matematik öğretmeni olsun, hesap yapsın, ister diş tabîbi olsun. *Kalp* ise, Allah sevgisi ile doludur, dünyâ ona zarar vermez.
Efendi hazretlerine ilk gittiğimde, oda hayli kalabalıkdı efendim. İçeriye girmeye utandım, kapının dışında edeble oturdum. *Efendi* hazretleri beni görmüş.
Oturduğu yerden, *Küçük Efendi, içeri gel, benim yanımda otur!* diye seslendi. Beni, dizinin dibine oturttu efendim. O büyüklerin dizinin dibine oturmak çok *Kıymetli* dir.