Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Tüccardan biri, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin büyüklüğünü işitmiş. Kendi kendine; *Bu zât, Allahın sevgili kulu, Velî, kerâmetler sâhibi, acabâ nasıl bir adam?* diye merak etmiş. 


Gitmiş Bağdat’a, sormuş, bulunduğu yeri öğrenmiş. Ziyâretine gidip elini öpmüş, huzûrunda oturmuş. Bir de bakmış ki, üzerinde gâyet kıymetli bir *Elbise*, omuzunda çok kıymetli bir *Acem şalı* var. Kaç bin liralık kıymetinde. 


Kendi kendine düşünmüş. Demiş ki: Ben o kadar zengin tüccar olduğum hâlde, böyle kıymetli *Elbise* alamıyorum, giyemiyorum, hele böyle güzel bir *Şal* hiç kullanamıyorum, param yetişmiyor. 


Buna, *Allah adamı* diyorlar. Allah adamı böyle mi olur? Benim giyemediğim elbiseyi giyiyor. Bu Allah adamı dedikleri, tam Dünyâ adamı. Dünyâ adamına Allah adamı diyorlar. 


O böyle düşünürken, bir dilenci odaya giriyor. *Allah rızâsı için bir şey veren yok mu?* diye dolaşıyor. Herkes cüzdanını çıkarıyor. Fakîre vermek için *Bozuk para* arıyor. 


*Abdülkâdir-i Geylânî* hazretlerine sıra geliyor. Fakîr, Allah rızâsı için bir şey verir misin? diyor. Mübârek zât ona; *Şu sırtımdaki şalı al*, diyor. Fakîr de çekip alıyor, sonra çıkıp gidiyor. 


Ama tüccarın aklı da onunla berâber gidiyor. İçinden; *Vây canına, kaç bin akçelik şalı nasıl verdi?* diyor. Aklı ermiyor bu işe. 


Biraz sonra bir zengin geliyor. Elinde bir paket. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin huzûruna geliyor. Elini öperken; *Efendim, bu paketdekini âcizâne size hediye getirdim. Allah rızâsı için kabûl ediniz*, diyor. 


Mübârek zât; *Aç bakalım, nedir o?* buyuruyor. Açıyor, bir de ne görsün. Biraz evvel bir fakire verdiği o kıymetli *Acem Şalı*. Zengin diyor ki: 


Efendim, Fakîrin biri bunu satılığa çıkartmış satıyordu. Bakdım, çok hoşuma gitdi, çok kıymetli, bunu zât-ı âlinize lâyık gördüm, satın aldım. Allah rızâsı için kabûl edin, diyor. 


Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de; *Pekâlâ, omuzuma koy!* buyuruyor. Sonra dönüyor o tüccara, buyuruyor ki; 


Biz dünyâ malını kullanırız, ama *Allah rızâsı için al* diyen olursa, alıyoruz. *Allah rızâsı için ver* diyen olursa veriyoruz. İstiyene *Al* diyoruz, getirene *Koy* diyoruz. 


Öyle deyince, tüccar kalkıyor, *Abdülkâdir-i Geylânî* hazretlerinin ayaklarına kapanıyor. Ve talebesi olmakla şerefleniyor.

Evliyanın kerameti haktır

Evliyanın kerameti, nice kimselerin gafletten uyanmasına, hidayete kavuşmasına vesile olmuştur. Evliyanın kerametlerini anlatan çok kitap yazılmıştır. Hilye-tül-Evliya, Reşehat, Tezkiret-ül Evliya ve Cami’u keramat-il-Evliya bunlardan birkaçıdır.


Evliya olmayan keramet göremez ve kerameti gizlemek farzdır demek ne kadar cahilce bir sözdür. Birkaç örnek verelim:


1- Hazret-i Süleyman’ın veziri Asaf, iki aylık mesafedeki Belkıs’ın tahtını, göz açıp kapayıncaya kadar getirdi. (Neml 40)


Hazret-i Süleyman’ın veziri peygamber olmadığı halde, evliya olduğu için bu kerameti göstermiştir. (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, bu evliya zatın haram işlediği söylenir. Haram işleyen kimse nasıl evliya olur ki?


2- Hazret-i Meryem’e her zaman taze meyve ve yiyecek verilirdi. (Al-i İmran 37)


Hazret-i Meryem kış aylarında yaz meyveleri, yaz aylarında kış meyveleri geldiğini niye gizlemedi ki? (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, Hazret-i Meryem’i haram işlemekle suçlamış oluruz.


3- Musa aleyhisselamla giden gencin sepetindeki pişmiş ölü balık canlandı. (Kehf 86)


(Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, bu genç evliyayı haram işlemekle suçlamış oluruz.


4- Hazret-i Ömer, Medine’de hutbe okurken, İran’a gönderdiği ordu mağlup olmak üzereyken, bu hali görüp, kumandana, (Yâ Sariye, arkanı dağa ver) buyurdu. O da dağa yanaştı ve zafere kavuştu. (Cami-ul-keramat, Kısas-ı enbiya, Şevahid, İrşad-üt-talibin)


Hazret-i Ömer bunu herkesin içinde söyledi. (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, Hazret-i Ömer’i haram işlemekle suçlamış oluruz.


Evliya kerametini gizler, göstermek istemez; ama ihtiyaç duyulunca gösterir. Zaten Evliya durup dururken keramet göstermez. Bir ihtiyaç hissederse, o zaman elinde olmayarak da görülebilir.

İşte dünya bu!

Kalbi Rabbinden gafil olanların akıbeti!..


Bir adam İsa aleyhisselam ile arkadaşlık yapmak ister. Büyük nebi kırmaz, birlikte yola çıkarlar... Bir müddet yürüdükten sonra su başında dururlar...


Bütün kötülüklerin başı, kalbin Rabbinden gafil olmasıdır. Ahiret günü haramın azabı olduğu gibi, helâlin de hesabı vardır. İmam-ı Gazâli (rahmetullahi aleyh) İhya-ül Ulum kitabında bu hususta şu ibretlik kıssayı nakleder:


Bir adam İsa aleyhisselam ile arkadaşlık yapmak ister. Büyük nebi kırmaz, birlikte yola çıkarlar... Bir miktar yürüdükten sonra su başında dururlar. Yanlarında üç ekmek vardır. Ekmeğin ikisini yerler. İsa aleyhisselam gidip su içer, döndüğünde üçüncü ekmeği göremeyince sorar:


-Ekmeğe ne oldu?


-Bilmiyorum, cevabını alır...


Hazret-i İsa arkadaşı ile yola devam eder. Hayli acıkırlar. İki geyik yavrusuna rastlarlar. İsa aleyhisselam yavrulardan birini çağırır, koşa koşa gelir. Keser, pişirir ve yerler. Sonra "Allahın izni ile kalk" der. Geyik yavrusu dirilip annesinin yanına gider. İsa aleyhisselam arkadaşına dönüp yine sorar:


-Sana bu mucizeyi gösteren Allahın adına yemin veriyorum! Söyle o ekmeği kim aldı?


-Bilmiyorum.


Yola devam eder, bir nehirle karşılaşırlar. Köprü yok, sandal yok. Karşıya geçmeleri lâzım. İsa aleyhisselam adamın elini tutar, burula burula akan coşkun suların üstünde yürürler. Tekrar sorar:


-Bana bu mucizeyi veren Allahü teala aşkına söyle ekmek ne oldu?


-Bilmem, haberim olsa söylerim.


Nihayet ovaya inerler. İsa aleyhisselam bir miktar toprak yığar ve dua eder. Küçük tepecik çil çil altın hâline döner. Bunu üçe taksim eder. "Biri benim" buyurur, "biri senin, üçüncü de kayıp ekmeği yiyenin!" Hemen itiraf eder;


-O ekmeği ben yemiştim!..


İsa aleyhisselam;


-Al üçü de senin olsun, deyip ayrılır. Adam altınları nasıl taşıyacağını düşünürken iki harami gelir:


-Bizi de ortak et, eğer eceline susamadınsa...


-Zaten üç parça, gelin paylaşalım.


Altınları koyacak torba ve yiyecek alsın diye haramilerden birini kasabaya gönderirler. Onun da dünya sevgisi ağır basar, "dur şunları zehirleyeyim" der, "altınların hepsi bana kalsın."


Bekleyenler de ihanet içindedirler. "Var mısın onu öldürelim" derler, "üçe değil ikiye bölmek varken..."


Nitekim yemeklerle çuvallarla gelen arkadaşlarına saldırır, acımadan katlederler. Sonra oturup yemeği yerler.


Zehir kanlarına işler, peş peşe toprağa düşerler...


İsa aleyhisselam dönüşte bakar ki altınlar olduğu gibi ortada durmakta ve başında üç ceset yatmakta. İbretle bakar ve şöyle buyururlar: "İşte dünya!"


Evet, işte dünya bu!..

İZ BIRAKANLAR : PROF. DR. ORHAN KARMIŞ

Orhan Karmış 1937 Bursa doğumlu... 1966 Ankara İlahiyat Fakültesi’den mezun... İhtisasını Bağdat Üniversitesi’nde (1969), doktorasını Ankara İlahiyat Fakültesi’nde tamamladı (1975). Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde dekanlık yaptı. Milli Eğitim Bakanlığı’nın isteği üzerine Almanya’daki Türk çocuklarının dinî eğitim ve öğretim müfredatını hazırladı. Uzun yıllar hem Türkiye Gazetesi’nde köşe yazdı, hem de TGRT ekranlarında ilmi, ahlakî konuları anlattı. Lisana çok hakimdi. Fransızca, İngilizce, Arabî, Farisî bilirdi. Başta Tatarca olmak üzere Türk lehçelerine hakimdi. Türkçe’yi berrak konuşur, bir kullandığı kelimeyi bir daha asla kullanmazdı. O muhteşem tefsir programları unutulmadı, sesi hâlâ kulaklarımızda.

Anneciği bir Kur’an-ı kerim âşığı... Elifbayı onun eteği dibinde öğreniyor, ağzı süt kokarken hafız oluyor. Yetim kaldığında daha 13 yaşında... Başında iki abla, bir kız kardeş, bir ana! İmam Hatip okuluna gidiyor ve rahat bitiriyor... Ama o yıllarda İmam Hatip mezunlarını İlahiyata almıyorlar (garabete bak). Bursa Erkek Lisesi’nin (ki zor bir lisedir) imtihanlarına giriyor, bir defada hepsini veriyor. İlahiyat Fakültesinden mezun olduktan sonra bir süre Bursa Alacahırka Mescidinde imamlık yapıyor…


Orhan Karmış Hoca’yı en iyi kim anlatır? Elbette oğlu Mustafa! Sağ olsun kırmıyor, hatıralarını bizimle paylaşıyor.

*

GÖNLÜNE GÖRE...

Vefat edince donduk kaldık. Rahmetli babam vasiyetini yazmış olmalıydı. Binlerce kitabı var, şimdi kim bilir hangisinin arasında? İlk önce lügati açtık. Çünkü o daima elinin altında. Umduğumuz gibi çıktı, vasiyet orada! Sadece iki satır yazmış: Besmele... Hamdele... İstek tek cümle:

“Naaşım Halid bin Zeyd hazretlerinin yakınına defnedile!”

Ağabeyim Mücahit ile o kadar şaşkınız ki birbirimize soruyoruz.

“Halid bin Zeyd kimdi?”

Neden sonra uyandık, tabii yaaa... Eyyûb Sultan! Tam da o gün Üzeyir Garih öldürülmüş, defin kesin yasak. Mezarlıklar Müdürü usulen soruyor “merhumun adı?”

- Orhan Karmış

- Nee! Hocam rahmet-i rahmana mı kavuştu? İnna lillah.. Söyleyin ne emriniz var?

İşler tıkır tıkır... Kıl çekiyoruz tereyağından...

Üç ay sonra annem vefat etti. Onu da yanına defnettik, bıraktık mı baş başa...

 “Abim ve ben babamızın duasını ayan beyan hissediyoruz. İnanıyor musun bize yol gösteriyor hâlâ. Sahip çıkıyor. Geçen rüyamda kabrini ziyaret ediyormuşum... Bir asansörle iniyorum toprak altına. Aaa babam karşımda... Nasıl neşeli, nasıl ferah. ‘Görüyorsun ya oğlum’ diyor, ‘çok rahatım.’ Doğrusu imreniyorum ona...

- Niye diye sormayacak mısın?

- Niye baba?

- Çünkü bir vakit bile borcum yok! Aman namazlarını aksatma!.. Sıçrıyorum, müezzinler minarede, İstanbul yeni bir güne uyanıyor...


HERKESE HER KESİME

Orhan Karmış Hoca halk adamıydı, düğünlere de cenazelere de katılır, sevinci de, hüznü de paylaşırdı. Okuduğu aşr-ı şeriflerle yüreğimizin pasını siler, duygulu dualarıyla ağlatırdı.

Bir gün Bolu dağında mola vermiştik. Bir Kuveytli koştu geldi eline kapandı. “Sırf sizin için uydu anten kurdum. Kıraatınız harika. Arap olmalısınız mutlaka... “

Bir general hanımı aradı yine. “İslamiyet ne muhteşemmiş meğer, siz şimdiye kadar neredeydiniz hocam?”

“Orhan Karmış Sizlerle” adlı bir program yapmıştık. Seviyeli münazaralar.... Bülent Ecevit tam dört kere aramıştı mesela. Demirel, Erbakan, rahmetli Türkeş ve rahmetli Özal’ın istişâre ettiklerini biliyorum. Her dönem “mebusluk” teklifleri gelir. Amerika, Arap ülkelerindeki üniversiteler servet döker ayağına... Yok! Parayla pulla, makamla işi olmaz.

O, Efendimize (Sallallahü aleyhi ve sellem) âşıktı. Gözlerini de Server-i âlem gibi kapadı... Tam 63 yaşında...


BÜYÜKLE BÜYÜK ÇOCUKLA ÇOCUK!

Bizim hayatımızda Ankara yıllarının yeri ayrıdır. Seyyid Emin Garbi Arvas gibi dostumuz vardı zira... “Emin Amcaya gideceğiz” dendi mi Mücahit abimle giyinir, kapıya çıkardık anında. Mübareğin evinden çay (tabii ki kaçak) eksik olmaz... Gülsüm Teyze kekler kurabiyeler hazırlar, bizi hoşça tutar. Meğer Emin Amcanın boyu 170 filanmış. Biz onu dağ gibi sanırdık, devler tıfıl kalır yanında... Tertemiz bir yüz, şık elbiseler ve çok güzel kokar. Eline sarılırız miss. Babamla bir araya geldiler mi girift mevzulara dalar, bambaşka âlemlere yelken açarlar. Menkıbeler, kıssalar... Küçükler de hisse kapar. Babam kimseye mesafe koymaz, gençle genç, çocukla çocuk olur, bir ortak payda bulur mutlaka. 

Almanya’da Türk çocukları için bir program hazırlanıyor. Sonders Inst... Burada kabul görmek kolay değil. Babam Fransızca, İngilizce, Arabi, Farisi bilirdi. Başta Tatarca olmak üzere Türk lehçelerine hakimdi. Almanya’ya gittiğinde yaşı 52’ydi, oturup Almanca öğrendi.

Batılılar çocuklara her şeyi resimle anlatıyorlar. Konu İslam tarihi. Peygamber efendimizi resimlemeye kalkıyorlar. Babam onları, niye olmayacağına ikna ediyor. “Tamam” diyorlar, “sen yaz, biz imzalayalım.”

Aradan yıllar geçti, bi vesile ile Almanya’ya gittik. Enstitü ayaklandı, elini öpen öpene. Müdür kapıda karşıladı, kollarını kocaman kocaman açmış. Adam ağlamaklı “Vay Herr Karmış vayyy!..”

İrfan Özfatura

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Kıymetsiz Yazılar* kitâbını akşamları okuyoruz kardeşim. *F* harfinde birinci kelime *Fâsık*. Fâsık, farzları yapmıyan, harâm işliyen kimseye denir. 


*Fâsıkın ve bid’at sâhibinin dâvetine gitmemeli, yemeğini yememelidir!* diye akşam okudum. 


*Celâleddîn-i Rûmî* hazretleri bile *Mesnevî* sine başlarken, daha ilk satırında; *Benim kitâbım düdük gibidir*, diyor. 


Düdükden çıkan ses kimin sesidir? Düdüğü kim çalıyorsa onun sesidir. *Beni de kim söyletiyorsa, Onun sözüdür* bunlar, diyor. 

********

Namaz kılmıyanın duâsı kabûl olmaz. Onun için sebebe yapışmayı emrediyor cenâb-ı Hak. *El kâsibü habîbullah*. hadîs-i şerîf bu. *Kâsib*, kesbeden, çalışan, sebebe yapışan demekdir. 


Dertlerden, belâlardan ve sihirden korunmak için, *Bismillâhillezî lâ yedurru ma’asmihî şey’ün fil erdı ve lâ fissemâi ve hüves semî’ül alîm* okumalı. Bunu okuyana sihir te’sîr etmez. 


Meselâ, bana sihir te’sîr etmez. Niçin? Çünkü ben her gün *Kul eûzüleri*, bir de bu *Duâyı* okuyorum. Büyüklerimiz diyorlar ki: *Bunları okuyana sihir te’sîr etmez!* 


Onun için *Sihir yapmışlar* diye hiç üzülmeyin. Asıl mühim olan, bunu okuyana sihir te’sîr etmez ve her türlü belâlardan o gün Allahü teâlâ muhâfaza eder. 


O hâlde, *Ben büyü yaparım, şöyle yaparım! Böyle yaparım!* diyenlere hiç aldanmayın, ehemmiyyet vermeyin kardeşim. 


*Bunu okuyana, sihr te’sîr etmez*, diye kim yazıyor? *İslâm âlimleri*. Şaka değil. Onun bunun sözü değil. 


*Sihir nasıl yapılır?* diye, biri, büyü kitâbı basdırmış. Onun için herkes büyücü oldu şimdi. 


Herkes, birinden intikam almak için; *Ben ona bir büyü yapdırayım da görsün!* diyor. Hâlbuki yukardaki duâyı okuyana büyü te’sîr etmez ki. Allahü teâlâ kullarını hiç sâhipsiz bırakır mı?

Büyüklük Sadece Allahu Teâlâ'ya mahsûstur

 “Allahu tealadan başka bir şey yok ki ondan daha büyük olsun.”

(İmam-ı Gazâlî “Rahmetullahi teala aleyh”)

ÖYLEYSE SULTANIMIZI ÜZME !

Yıldırım Bayezıd Niğbolu zaferinde kazanılan gânimetlerle muhteşem bir mescid yaptırmak ister. Mimarlar bugün Ulucami'nin bulunduğu mevkide karar kılarlar. Söz konusu arsa üzerinde evi, bahçesi olanlara başka yerden muadil yer verilir. Hatta ceplerine birkaç kese altın sıkıştırılır gönülleri hoş edilir. Ancak yaşlı bir kadıncağız bir "Evim de evim" feryadı tutturur ki sormayın. Değerinin fevkinde ücretlere omuz silker, bütün tekliflere "olmaz" der. Önce vezirler, sonra bizzat Sultan, kadının ayağına gider, iknaya çalışırlar. Ama o direnir. Sultan Bayezid caminin yerini sevmiştir. Hiç hesapta olmayan pürüz canını sıkar. Hatta divanı toplar, çözüm yolu arar. Kadılar "mal onun değil mi" derler, "satarsa satar, satmazsa satmaz!" Meclis çaresizlik içinde dağılırken Bayezid'in aklına damadı gelir. Emir Sultan'ı bulur meseleyi anlatır. Mübarek sadece tebessüm eder. "Acele etme!" der, "Bir gecede neler değişmez?" İhtiyar kadın o gece rüyasında mahşer meydanını görür. Annenin çocuğundan kaçtığı bir dehşet anıdır. Kalabalıkta korkunç bir azab endişesi vardır. O arada bir dalgalanma olur. İnsanlar âlemlere rahmet olarak yaratılan Efendimiz'in yanına koşarlar. Şefaate kavuşan kavuşana. Kadıncağız da niyetlenir, ama bırakın yürümeye, kıpırdamaya mecâli yoktur. Ayakları vücudunu taşıyamaz, ıstırapla yerleri tırmalar. Elinden kaçan büyük fırsat ciğerini dağlar. Feryad figan ağlamaya başlar. İşte tam o sırada Emir Sultan'ı görür, "Herkes cennete gitti" der, "Ben bir başıma kaldım burada!" Mübarek o gönül ferahlatan tatlı sesiyle sorar, "Kurtulmak istiyor musun?" Kadın nefes nefese cevap verir:-Hiç istemez miyim?-Öyleyse Sultanımızı üzme!Ertesi gün kadın ayağı ile gelir, evini verir. Üstelik önüne konulan ücreti bağışlar camiye.

SEDAD IŞIK AMCA

Mehmed Sedad Işık Amca, Hüseyin Hilmi Işık Hazretlerinin küçük kardeşi ve Abdülhakim Arvasî Hazretlerinin bağlılarındandır. İstanbul’da dünyaya geldi.

Babasını iki yaşında kaybettiği için ağabeyi tarafından büyütüldü. Sarf ve nahvi ağabeyinden okudu. Emâlî Kasîdesi’ni ezberledi. Abdülhakîm Hazretlerini çok defalar gördü. Tekkede, deniz gezintilerinde ve daha çok yerde beraber bulundu.

 

Ağabeyi Hilmi Işık Efendi anlattı:

“Kardeşim Sedad yedi-sekiz yaşlarındaydı. Elinden tutar, Efendi Hazretleri’ne götürürdüm. Orada divanın üstüne çıkar, annemden öğrendiği bir şiiri okurdu:

Hazret-i Bekir, dilinde zikir, dâimâ şükür efendim, aşk meydanında, dost meydanında.

Hazret-i Ömer, belinde kemer, hû deyip döner efendim, aşk meydanında, dost meydanında.

Hazret-i Osman, cem etdi Kur’ân, dâim okunan efendim, aşk meydanında, dost meydanında.

Hazret-i Alî, şüphesiz veli, Allah’ın aslanı efendim, aşk meydanında, dost meydanında.

Hazret-i Musa, elinde âsa, çıkıyor Tûr’a efendim, aşk meydanında, dost meydanında.

 

Efendi Hazretleri onun sözünü kesmez, dinlerdi. Sonra utanıp kaçardı. Nereye gittiğini bilemezdik. Meğer kadınların arasına gider, orada da okurmuş.”

 

Sedad Işık Bey, bilahare Ankara fen fakültesini bitirerek, yüksek kimya mühendisi oldu. Ankara’da uzun yıllar kaldıktan sona emekliye ayrılarak İstanbul’a geldi; Türkiye Gazetesi’nde yazar iken, 11 Ağustos 1997 tarihinde vefat etti. Kaşgârî Dergâhı yakınında, ağabeyinin ayakucunda defnedilmiştir.

Az konuşan, çok dinleyen, kimseye ağırlık vermek istemeyen, ciddi, mütevâzı bir zât idi. Bir dostundan ayrılırken; ‘Hakkı âlinizi hibe buyurunuz efendim’ diyecek kadar nezâket timsâli idi.

Rabbim gani gani rahmet eylesin inşallah. Amin…

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Abdülhamîd hân* hazretleri, Beğlerbeği sarayında iken, sabâhları, hava almak için gezinti yaparmış. Bahçede, kafeste bir *Arslanı* varmış. 


Arslan bakıcısını kandırmışlar, *Kafesin kapısını açık bırak!* demişler. O da mecbûr kalmış, kafesin kapısını açık bırakmış. 


O sabâh, *Sultân* gezintiye çıkdığında, o *Arslan* la karşılaşmış. Arslanı sevmiş. Sevdikden sonra; *Haydi oğlum, sende kabâhat yok!* demiş ve götürüp kafesine koymuş. 

********

*Abdullah Beylânî* diyor ki; Dervişlik, yalnız namaz, oruç ve geceleri ibâdet yapmak değildir. Bunlar, herkesin yapacağı kulluk vazîfeleridir. Asıl dervişlik, kalp kırmamakdır, demiş. 


Yaaa, kalp kırmamakdır. Kalp, *Beytullah* dır. Allahü teâlâ; *Ben, yerlere ve göklere sığmam, ama mü’min kulumun da kalbinden çıkmam!* buyuruyor.


Onun için kalp, *Beytullah* dır. Ne demek Beytullah? *Allahın evi*. Mâdem ki, hiç çıkmam diyor, o hâlde *Kalp*, Allahın evidir. Onun için beytullahı kırmamalı, yâni hiçbir kalbi incitmemeli. 


Hattâ kâfirin kalbini bile kırmak câiz değil. Kâfire; *Sen kâfirsin!* demiyeceğiz. Kalp kırmak yok. Rabbimize şükürler olsun. Allahü teâlâ ihsân ediyor. 


*Hak tecellî eyleyince, her işi âsân eder. Halk eder esbâbını bir lâhzada ihsân eder*. 


Hak teâlâ arzu ederse, irâde ederse, isterse, her işi *Âsân* eder, yâni kolaylaşdırır. Sebeplerini gönderir ve o kulunun istediğini bir anda *İhsân* eder. 


Müslümânlar Allahü teâlâya *Tevekkül* eder. Tevekkül ne demek? Yâni Allahü teâlâdan bekleriz, başka kimseden beklemeyiz. Tevekkülün mânâsı bu. 


Ooh! O hâlde hiç çalışma, sırt üstü yat, Allahdan bekle. Tevekkül buna denmez. Çalışdıkdan sonra, sebebine yapışdıkdan sonra, o sebebin *Te’sîri* ni Allahdan bekleriz. Tevekkül budur. 


Yoksa sen sebebe yapışma, ondan sonra, *Yâ Rabbî sen bana ver!* Namaz kılma, *Yâ Rabbî, sen benim günâhlarımı affet!* demeye benzer bu. Olur mu öyle şey?

Çıktım erik dalına Niyâzî-i Mısrî şerhi

Çıktım erik dalına anda yedim üzümü 

Bostan ıssı kakıyıp der ne yersin kozumu


İlk beyitten murad olunan, her amelin ağacının belli bir meyvesi olduğudur. Zahirde her meyvenin belli bir ağacı olduğu gibi, aynı şekilde, her amelin kendine özgü bir aleti vardır, onunla ortaya çıkar. Örneğin, zahir ilminin ortaya çıkma aleti dilbilgisi, mantık, adab, kelam, maâni, usul, hadis, tefsir, felsefe, matematik ve astronomidir. Ve batın ilminin ortaya çıkmasının aleti, öncelikle, sürekli ihlas içre olmaklık [hulus-i daim] ve mürşid-i kamilin nefesi ile sürekli zikir ve az yeme ve az konuşma ve az uyuma ve halktan uzak durmadır [uzlet-i ani’l enam]. Ve hakikat ilminin ortaya çıkmasının aleti, dünyayı terketme ve ahireti terketme ve terki terketmedir.


İmdi, Aziz [Yunus Emre Hazretleri] kuddise sırruhu, “erik,” “üzüm” ve “ceviz” ile şeriat ve tarikat ve hakikat’a işaret eder. Çünkü eriğin dışı yenir, içi yenmez. Erik gibi olan bütün meyveler amelin zahirine misaldir. Ve üzüm, amelin batınına misaldir. Çünkü, üzüm yenir ve ondan aynı zamanda çeşit çeşit nimetler zuhura gelir. Sucuk ve kefter ve reçel ve turşu ve sirke ve bunların benzeri birçok nimetler ortaya çıkar. Ama içinde bir miktar riya ve kendini beğenmişlik [ucb], tezkiye vardır. Çekirdeği olmasından dolayı, batın ilmi denilir, hakikat denilmez. Ve hint cevizi katıksız hakikate misaldir. Çünkü, cevizin içinde asla yabana atılacak [yani, değersiz olarak kabul edilebilecek] bir şey yoktur. Hem yenir, hem de nice hastalıklara şifa olur. İmdi, bir kimse erik isterse, erik ağacından istesin. Ve üzüm isterse, bağdan istesin. İmdi, her kim üzümü erikte ararsa, o kimse ahmaktır ve boş yere zahmet çeker. Emeği boşunadır. Ondan ortaya çıkan zahmet ve meşakkattir. İmdi, bu bilindi ise, bunu da bil ki, bir kimse zahir ilminin salâhını ve fesâdını bilmek isterse, onu elbette şeriat’tan ister ve fıkıh kitaplarına başvurur. Ondan bilip ve öğrenip amel eder.


Ve eğer bâtın ilminin ve hakikat’in salâhını ve fesâdını ve tenezzül ve terakkisini bilmek isterse, mürşidin telkini ile ve usul-i esma ile gönül kitabına ve tabir ilmine başvurur. Her gün rüyada ne görürse mürşidine arz eder ve o da ona bulunduğu halleri beyan eder. Ondan o müşkil de kalkıp ihlas ile süluk eder. Ve bir kimsedeki hakikat ilmi, nefsin bilinmesidir ve bu da Rabb’in bilinmesinin ta kendisidir. Ve bu ilmin deneyimlenmesini [zevk] ve halini isterse, bunun gerçekleşmesi, mürşid-i kamil terbiyesiyle zor-gelen riyazet ateşiyle nefsin bütün vasıflarını ve beşeriyet ve enaniyet ahlâkını yakıp, gönlünden Allah’tan gayrı olanları [masiva] bütünüyle çıkarmakla ve gölgeden ibaret olan varlığı [vücud-ı zıll] yok ettikten sonra hakiki varlığın [vücud-i hakiki] ta kendisi olup, fenası bekanın ta kendisi olmakla olur.


İmdi bu üç ilmin başka başka yolları vardır. Yoluyla istenirse, az zamanda istediğinin gerçekleşmesi ümit olunur. Nitekim, erik ve üzümün ve cevizin başka başka ağaçları olup herbiri kendi ağacından istendiği gibi, bu bâtın ilmi ve hakikat ilmi de erbabından istenir. Örneğin bir kimse zahir ilmi çalışırken, “ben batın ve hakikat ilmini, zahir ilmi ile idrak ederim” dese ve bu şekilde çok zahmetler çekse, örneğin, kendince esma’ya devam etse ve oruçlar tutsa ve halvetler ve uzletler etse, bu kişinin misali erik ağacından üzüm talep etmeye benzer.


Bostan sahibi ile kastedilen mürşid-i kamil’dir. “Niçin yersin cevizimi” diye azarlaması, tenbihtir. Ki, “niçin olmaz yere riyazet ve eziyet ve meşakkat çekersin; sen bu üç ilmi tek bir yoldan elde edeceğini mi sanırsın; onların herbirinin başka başka zevki ve ameli ve vakti ve öğretmeni ve mürşidi vardır,” diyerek, mürşid-i kamil bunlar gibi kendince süluk edenleri gördüğünde, “niçin böyle yaparsın, öncelikle sana lazım olan her meyvanın hangi ağaçtan bittiğini bilmendir. Ondan sonra amele sarıl,” diye azarlar. Senin salik olmaklığın, bir kimsenin bir başkasının bahçesine girmesine ve çıkıp ceviz taşlamasına ve bostan sahibinin onu görmesine ve taşlayıp, “niçin yersin cevizimi” demesine benzer. Çünkü hakikat ilmi, mürşid-i kamil’in ilmi ve mülküdür ve onun ilmini ve aletini mülk edinmek ve istidat hasıl etmek mürşid-i kamil’in izin vermesiyle ve terbiyesiyle ve zor gelen riyazet etmekle ve ona bütünüyle teslim olmakla olur. Ve, aynı zamanda, kendi renginden çıkıp mürşidin rengiyle aynı renk olmakla olur. İmdi, mürşid-i kamil, bir kimsenin kendiliğinden esmaya devam ettiğini ve riyazet yaptığını görse, ona “sahibinden izinsiz bahçeye niçin hırsızlığa girersin?” der.


İmdi, tarikat ve hakikat ilmi, mürşid-i kamil’in bahçesi ve mülküdür. Onun izniyle esma’ya devam etmek ve riyazet etmek o bahçenin kapısıdır. Her kim ki, kendiliğinden süluk ederse, bir başka kimsenin bağına hırsızlığa girmiş gibi olur. Bunun hariçte bir misali de şuna benzer: Bir kimse bir sürü marangoz aletini pazardan satın alsa ve kendiliğinden marangozluk yapmak istese, o kimse o sanatı işlemeye giriştiğinde, her dilediği işte hangi aleti kullanacağını bilmez. Bir usta marangoz onu görse, “bre sanat hırsızı, bizim sanatımızı çalmak mı istersin, bu bizim aletlerimizi sen niçin aldın?” der. Her ne kadar kişi o aletleri pazardan kendi parasıyla almışsa da hangi aletin nerede kullanılacağını bilmediği için ona sanat hırsızı derler. Ve kendi başına süluk edene tarikat hırsızı derler. İmdi, Aziz’in bu beyitten muradı, “şeriata ve tarikata ve hakikata kendi bildiğimle amel etmekle ulaşırım” diye çabalayanların ahvalini misal yoluyla beyan etmektir. Yani mesela böyle olan kimsenin hali, hangi meyvenin hangi ağaçtan yetiştiğini bilmeyip, gönlü üzüm istediğinde erikte yetişir sanıp, erik ağacını ceviz ağacı sanıp, ceviz ağacından erik talep eden kimseye benzer ve mürşidsiz tarikat ve hakikat yoluna gidenler buna benzerler, demek olur. Örneğin, kör olan bütün renkleri siyah sandığı gibi, mürşidsiz süluk edenler de köre benzerler. Bütün taraflar birdir sanırlar. Bütün meyvelerin bir ağaçtan ortaya çıktığını kıyas edenler gibidir. İmdi Yunus Emre Hazretlerinin, kuddise sırruhu, bu hali kendine nisbet etmesi şundandır ki, kendisi bir zaman böyle mürşidsiz çalışıp, bir şey elde edemeyip, sonra bir mürşide varıp kemal mertebeye teslim olduktan sonra usul-i esmaya devam edip seyr-i süluk ettiğini beyan eder. Ve şu da olabilir ki, kendi yüzünden başkalarına dokundurma ve tenbih ola.


Kerpiç koydum kazana poyraz ile kaynattım / Nedir diye sorana bandım verdim özünü


Yunus Emre Hazretlerinin, kuddise sırruhu’l aziz, bu beyitten muradı kendiliğinden riyazet edenlerin riyazetinin sonucunu benzetme yoluyla beyan etmektir. Yani, bu, poyraz ile çamuru kaynatıp yemeye ve yedirmeye benzer. Çünkü bir kimse kendi ne yerse, isteyene de ondan verip yedirir. İmdi, poyraz yemeği pişirmeyip dondurur. Çamur da, diyelim ki caiz olsa, yemeğe yaramaz. Bunun gibi riyazetlerden ruhun gıdası ortaya çıkmadığı gibi, ruh gıdası olmayınca marifetullah ve Rabbanî ilhamlar ve ilahi varidatlar da ortaya çıkmaz. Gıda olmak bir yana, çamur yiyenlerde bedensel hastalık ortaya çıktığı gibi, mürşidsiz kendiliği ile riyazet eden kimselerde de o riyazetinden kalp hastalığı ortaya çıkar. Örneğin, kötü huy, şeytanî vesvese ve kötü fikirler ve benzerleri ortaya çıkar. Hatta bunlar kalbi ve ruhu öldürücü ve engel olabilirler. Poyraz ile kaynattım dediği maye-i Muhammedî’den gelen mürşidin telkininin onlarda olmadığına işarettir. Ve bunun misali, kış günlerinde meyvenin ortaya çıkmamasıdır. İmdi, kendince mücahede etmesiyle bir şey ortaya çıkmaz. İmdi, mürşidin nefesinin ateşinden, telkin çakmağı ile talibin kalbinin kulağına bir kıvılcım erişmezse veya kâmilin billur nazarına talip kendini tam teslimiyet ile mukabil kılmazsa, emeği boşadır. Ve her ne kadar çabalarsa çabalasın boşunadır. O ateşi bulup çiğlerini pişiremez. Nitekim ocağa yüzünü tutmayan, her ne kadar üflese ocağı yakamaz ve yemeği pişiremez. Çamur yemesi lazım gelir. Ve bunların benzeri kimseler daima çamur yerler ve sonunda sapkınlığa düşerler ve –Allah saklasın– kendilerine muhtaç olanlara da çamur yedirirler. Çoğunlukla sapkınlığa düşenler bunlardan zuhur eder. Bir ehl-i süluk bunlardan birine rastlarsa o kişiyi kar gibi savurur ve buz gibi dondurur. Süluk ehlinin bunun gibi olan her soğuk nefesliden sakınması lazımdır. Aziz’in bu beyitten muradı, talib’i kendince mücahededen korumak ve alıkoymaktır. Ve kolay aldatılabilen saf talipleri, bu gibi kimselere yaklaşmaktan alıkoymaktır.


İplik verdim çulhaya sarıp yumak etmemiş / Becid becid ısmarlar gelsin alsın bezini


Aziz’in bu beyitten muradı, nâkıs [yani, eksikli] mürşidin ahvalini beyandır. Talib kemâl bulmadan, ona hilafet teklif eder. İmdi, kişi mürşidin Hakk’a vasıl olduğunu bildikten sonra, mürşide kendini teslim etmelidir. Yoksa, her mürşide gönül vermemelidir. Kâmil ve akıllı bir üstad ve kâmil bir mürşid bulmaya çalışmak gerekir. Ve talibin kalb-i perişan mürşide kendisini teslim etmemesi gerektiğini beyan buyururlar. Çünkü, talib, kalbinin selamet bulması için bir kalb-i perişan mürşide kendini teslim ederse, o derdli talib henüz birine derman bulmadan ve dahi kalbine ilaç etmeden kendisine hilafet teklif eder ve “sen hilafet makamına erdin, işin tamam oldu, gel halife ol” der. Bundan bilindi ki, kendisi nâkıstır. Çünkü iplik ilk ayrım’a [tefrika-yı ula] işaret eder, yumak cem haline işaret eder ve bez olmak da cemden sonraki fark’a [fark-ı bade’l-cem] işaret eder ki, kemâl bundadır.


Aziz’in, kuddise sırruhu, bu beyitten muradı, talibin şeyhine teslim olmaktan maksadının ne olduğunu bildirmektir ki, talib uyanık [âgâh] olup maksadın ne olduğunu bilsin ve mürşide vardığı zaman o şeyhi ve mürşidi kim ise kâmil mi değil mi malum olsun. Çünkü kendisi derdi bilmeyince dermânı bulamaz. Öncelikle, talibin bilmesi gerekir ki, mürşide varma amacı kendi varlığında bilkuvve konulmuş olan kemâlat-ı insaniyye her ne ise, bunun bilfiil vücuda gelmesine çabalamaktır. Mesela, bir çekirdek kendisini bağcıya teslim eder ve hal diliyle bağcıya şöyle der: “Ey bağcı, lûtfeyle bana, bir hoşça terbiye et. Öyle ki, içime konulan bilkuvve kemâlatım dışa çıksın, birim bin olsun ve sen de bana kemâl ile yâr olasın. Öyle ki, ben de kemâl bulayım ve benden meyve zahir olsun.”


İmdi, bahçenin iyisi terbiyesinden bellidir. Ama Aziz’in, kuddise sırruhu, bu beytini “İplik verdim çulhaya sarıp yumak etmemiş / Becid becid ısmarlar gelsin alsın bezini” diye temsil eylemesi gayet latiftir. Çünkü kemâlat-ı insaniyye’de etvâr ve menâzil çoktur. Ama usulü üçtür. Biri fark ve biri cem ve biri de cemü’l-cem’dir ki, meşâyih ona fark-ı bade’l-cem [yani, cem’den sonra fark] derler.


İmdi, iplik fark’a işarettir. Yumak cem’e işarettir. Bez, cemü’l cem’e işarettir. Asıl maksat ise ipliğin yumak olması değildir. İstenen, bez olmasıdır. O ise yumak etmemiş, “gel al bezini” der. Nâkıs şeyhle nâkıs tâlibin hali bu minval üzeredir. Tâlib kemâl bulmadan, ona hilafet teklif eder. El ıyâz u billâhi Teala bu akıllıca iş gören nâkıs şeyhlerden sakınmak gerekir. İmdi, Hakk’ı anlamak kolaydır, çünkü şahidleri ve delilleri çoktur. Hakk’a vasıl olduktan sonra dönüp halk’ı bulmak güçtür. Çünkü müstakil varlığı yoktur. Kemâl ise, yine dönüp halk’a gelip, halk’ı Hak ile bilip; Hakk’ı halk’a ve halk’ı Hakk’a ayna bulup iki olanın birliği ile ötekinden örtülü [mahcub] olmamaktır. İmdi, henüz benim kalbimin perişanı dururken ve işimden bir işim bitmeden “sen kâmil oldun” diyerek, beni boş sözlerle “halife ol” diye kendi gibi şöhret esiri edeyim der ve çabuk çabuk ısmarlar. Ve burada, Aziz, kuddise sırruhu, gayet ince bir şekilde apaçık kılar ki, mürşid ile talibin muradı ve amacı birbirinden farklıdır ve mürşidin uzak olduğuna, talibin mürşidin halini bildiğine ve mürşidin talibin halini bilmediğine işarettir. Çünkü talib kendinin “yumak” haline gelmediğini ve kemal bulmadığını bildi. Mürşid ise talibin bu halde olduğunu bilmedi. Ya da, olabilir ki, mürşid talibin ahvalini bilir ama, “bir vasıta ile kendisine hilafet teklif edeyim, göreyim kendisinin kemâl bulmadığını bilir mi ve kendisine halife ol dediğime aldanır mı” diye böyle yapar.


Bu bîçare fakir, Yunus Emre Hazretlerinin bu dokuz beyitini bazı ihvanın isteğiyle şerh etmeye ve açıklamaya girişmiş ve sekiz ay kadar kağıtlar arasında şöyle perişan kalmıştı — acaba Aziz’in muradı üzere oldu mu yoksa olmadı mı diye. Bir gece Yunus Emre Hazretlerini gördüm. Bu fakire büyük bir güleryüzlülük gösterip, “Benim bu sözlerime yazacağın şerhi ve dediğin latif manaları fukaradan ve taliblerden esirgeme, ver faydalansınlar” diye tenbih buyurdu. Ve bu fakire, “Benim ‘iplik verdim çulhaya..’ beyitine yazdığın manayı yazma, işte şu manayı yaz” diyerek yazacak sözü beyan buyurdular. Çünkü bu beyite bir başka mana yazmış idim, ondan vazgeçilip bu mana yazıldı.


Bir serçenin kanadın kırk kağnıya yüklettim / Çifti dahı çekmedi şöyle kaldı kazını


Bu beyit tarikat ilminin şerefini ve gereğini ve süluk ehlinin süluka istekli olmasını [tergib] beyan eder. Ve aynı zamanda da zahirin düzeltilmesinden sonra batın tarafına ihtimamın fazla olması gerektiğini beyan eder. Çünkü ilmin zahirinin kolay, batınının ziyade olması gerektiğini beyan eder. Çünkü, ilmin zahirinin kolay, batınının ziyade güç olduğunu bildirir. İmdi kağnı ile yürümek zahir ilmine misaldir. Kanat ile uçmak batın ilmine misaldir. İmdi, batın ehlinin ilmi, zahirîn olan ehl-i riya’ya fazlasıyla ağır gelir. Çünkü riyalı amel kolaydır ve her ne kadar çok olsa da değeri azdır. Ve ihlas ile olan amel güçtür ve ağırdır ve her ne kadar az olursa da değeri fazladır — altın gibi. “Bir saatlik tefekkür bin saatlik ibadetten hayırlıdır ve rahmanî bir cezbe insanların ve cinlerin bütün amellerine denktir.” Ve dahi bunlarda terk vardır. Ameli, kağnı ile ile gitmek gibi değildir. Çünkü tarikat ehlinin ilk ameli dünyayı terktir. Terk ise melekut alemine doğru uçmaya kanattır. Murad, yakîn ile tayin olunan ibadettir. Beyit:


Lehüm ecnihatün yetatîrûn bihâ ve bigayrı / Rişin ilâ melekûti Rabbi’l-alemina


Yani, tarikat ehlinin kanatları vardır, tüyü yoktur. Çünkü nurdandır. Melekut alemine doğru uçarlar. O kanatlar bunlarda terkleri sebebiyledir. Ve şeyhlerin telkini ile ve maye-i Muhammedî ile usul-i esma’ya devam ile ve şer’i riyazet ile oluşurlar. Sonuçta, tarikat ehlinin en aşağısının ihlasını ve sıdkını ve nefsini ve hüsn-ü itikadını kırk âbid’in gönlü çekemez. Çünkü bunlarda [yani, tarikat ehli olanlarda] terk vardır. “Dünya sevgisi her kötülüğün başı ve dünyayı terk ise her ibadetin başıdır.”


Bir kimse, “nohut kadar cevheri kırk kağnıya yüklettim, çekemedi” dese, bundan kastettiği o cevherin kıymetidir. Yoksa yüz bin altınlık cevheri kırk-elli kağnıya yükletmek olasıdır. Bu benzetme hal ehlinin en aşağı mertebesinde olanlar içindir. Çünkü serçe kuşların en zayıfıdır, uzak seferlere varamaz. Yüce mertebede olanlar ise doğanlar ve şahinler gibidir. Onların birinin ilmi ve yakîni ve zevki yüz bin âbid’in yakînlerinden ve amellerinden fazladır. Ve onların kanadını değil kağnı, belki yer ve gök ve Arş ve Kürsî çekemez.


Bir sinek bir kartalı salladı urdu yere / Yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu


Bu beyit bazı riyaset ve makam sahipleri ve ilimde kâmil geçinen dünya leşi kuzgunlarının ve tarikat ehlini inkar edenlerin hallerini ve görünüşte hor ve hakir ve fakir, miskîn gezen arif ve zarif kişiler topluluğunun kemâllerini beyan eder. Yani, bunların fakr u fenasını ve alçalma [tezellül] ve meskenetini görüp istihza yoluyla onlara bazı sorular sorup, onlardan birisi bunların gözüne sinek kadar görünmeyip, arifler ile söze ve irfana geldiği zaman, sinek misali olan fakir ve hakir dervişin, şahin misali olan zahir ulemasını kartal gibi kaldırıp yere vurduğunu beyan eder. Yani, “görünüşte hor olan derviş azamet ve şöhret sahibi olan ve zahir ilminde fâzıl ve kâmil olan falanca efendiyi yenip susturdu,” diye beyan eder. “Ben de gördüm tozunu” demekle, Aziz, kuddise sırruhu, kendinde olan ahvali beyan eder. Çünkü kendileri de ümmi olup, zahirde hal fakiri olan nice zahidler ve âbidler ve alimler onu susturmak için bazı sorular sorduklarında, Aziz, kuddise sırruhu, sorularına cevap verdikten sonra kendileri de zahir ulemasına bazı sorular sorduklarında zahir ulemasının kendine cevap vermede aciz kaldıklarını beyan eder. Yani bu, “o hal bana da vaki oldu; onlar gibi kartallara ben de rasgeldim” demektir. Çünkü, hadis-i şeriflerde buyurulmuştur ki, bir kimse kırk gün halis ve muhlis olarak sabahlarsa, ilim pınarları onun kalbinden diline akar. İmdi, bunların bazısı kırk hafta ve bazısı kırk gün ve bazısı kırk ay ve bazısı da kırk yıl ihlas ile sabahlamışlardır. Ya ömründe kırk gün ihlas üzre olmayan boş gönüllere galip olmaları şaşılacak bir şey midir? İmdi, kartalın ve kuzgunun bal arısı ile ne münasebeti vardır? Kartal her ne kadar büyük ise de yediği leştir ve kendinden çıkan da leştir. Ama bal arısı ne kadar görünüşte küçük ise de yediği güzel kokulu çiçektir ve kendisinden çıkan da güzel, lezzetli ballardır. İmdi, doğan ve şahin ve kuzgun gibi olanlarla hiçbir münasebeti olmadığı ortadadır.


Bir küt ile güreştim elsiz ayağım aldı / Anı da basamadım göğündürdü özümü


Bu beyitten muradı, yukarıdaki beyitten bir miktar anlaşılır. Ama Aziz, kuddise sırruhu, yine taliblere nefsin kırılması yolunu öğretip şöyle buyururlar:


“Bir küt ile güreştim” sözüyle demek istenen nefs-i emmaredir ki, gözüne şehvet sevgisi süslü görünmüştür. Sürekli bir şeyleri arzu eder. Ve “elsiz” ile demek istenen şeytandır ki, ateşten yaratılmıştır. İnsandaki öfke [gazab] sıfatı o ateşin alevindendir. Nefs ise çocuk gibidir. Gıdasını vermezsen kesilir ama açlıktan bir hararet ve kuruluk ortaya çıkar. Ve bu hararetin galip olmasıyla, nefsin muradı olan soğukluk ve nemi çaresiz vermeye zorlanıp, bunun tersini murad ettim. Ömrün sonuna kadar nefsin istediği şey yeme, içme ve cima’dır. Yine nefsin istediğini verdim. Yani, muradım üzre nefsime galip olup da nefsimi yenemedim.


Bu beyit, yukarıdaki beyitin zıddıdır, yani şöyle der: “Görünüşte her ne kadar zayıfsam da düşmanımı Hakk’ın izniyle yendim, ama nefs-i emmare ile şeytanı tümüyle yenip de ellerinden kurtulamadım, özümü göğündürdü.”


Ve bu beyitte, nefs-i şeytan’a galip olsa da olmasa da, salik-i arif’in dava ehli olmaması, fena ehli ve züll ve iftikar ehli olması, kendini daima âciz ve zelil göstermesi ve kendini beğenmişlikten [ucb] çok sakınması tenbihi vardır. Çünkü, her kim nefsini beğenir ve onunla dost olursa, herkese düşman olur ve her düşmana mağlup olur. Aziz ise de zelil olur. Ve her kim ki nefsiyle düşmanlık üzere olur ve nefsine muhalefetten geri durmaz, herkese dost olur ve her düşmana galip olur.


İmdi “küt,” yani kötürüm ile kastedilen şehvet sıfatıdır ki cazibedir, yani eli var ayağı yoktur. Zahire alet şehvet ola ki kastedilen nefsdir. Ve “elsiz” ile kastedilen öfke [gazab] sıfatıdır. Yani eli ve ayağı yoktur. Öfkeye alet olmak için zahirde görünür. Bununla kastedilen şeytandır. Yani, “Allah’ın muradına uygun amel murad ettiğimde, nefs ve şeytanın muradlarına muhalefet üzre oldum ve nefsi susturmayı başardığımda, şehvet ve öfke şeytana yardım edip ve nefsime yardımcı olup, ikisi elbirliği ederek beni yendiler. Ve aynı zamanda da, ibadetlere ve taatlere yöneldikçe şeytan beni alıkoyar ve uzaklaştırırdı, ben vazgeçmezdim. Nefs, şeytana yardım edip ve üzerime gevşeklik verip ibadetlerin terkini sevdirirdi ve tatlı gösterirdi. Daima bu savaşla onlara kimileyin galip ve kimileyin mağlup olurdum. Bütünüyle ellerinden kurtulup kötülüklerinden emin olamazdım” diye süluk ehlini bu ikisi ile sürekli muhalefet üzre olmaya kandırır gider.


İmdi, dervişin ne acaib bir “sinek” olduğunu gör ki, devler ve periler ile Kahraman ve Süleyman gibi savaşır. Nefs ve şeytan ne yaramaz düşmanlardır ki, bu ikisinin elinden enbiya ve evliya –kendiliğinden tümüyle fani olmadıkça– ağlayıp inlemekten kurtulamamışlardır.


Kaf dağından bir taşı şöyle attılar bana / Öğlelik yola düştü üzeyazdı yüzümü


Kaf dağıyla kastedilen şer-i şerif’dir ki, bütün mahlukatı kuşatmıştır ve büyük alimler [ulema-i izam] –Allah onların sayılarını çoğaltsın ve şanlarını yüceltsin– o dağ üzerinden her tarafın ahvaline bakarlar ki, her ne taraftan bir hal zahir olursa, etraftan ona taş atıp katl mi gerekir veya hadd mi gerekir veya azarlama mı veya cezalandırma mı gerekir, hemen gerekeni yerine getirip o tarafın yıkılan yerini tamir ederler. Çünkü alemin düzeni onların varlıkları sayesinde durur ve her ne taraftan İslam dinine ve şer-i şerif’e muhalif bir kimse görseler ve işitseler, kendilerine din uğrunda çaba harcamak düşer ve onu alıkoymaya çalışırlar.


Büyük şeyhlerin sözleri ise çoğunlukla mutlak olmakla anlaşılması da muğlak olup, zahir uleması bunların mutlak kelamlarını şer-i şerif’e muhalif zannederek çoğu kez yergi [ta’n] taşını onların üzerine bırakırlar ama o sözlerden şeyhlerin kastettiği zahir ulemasının anlayışına doğan manalara uygun düşmediğinden, onların yergi taşları şeyhlere dokunmaz. Çünkü zahir uleması batın ulemasının üzerine saldırırsa, batın uleması söyledikleri sözlerin şeriata uygunluğunu beyan eder ve o yergiden kurtulur. O yergi taşı onlara erişmiş olmaz. Yunus Emre Hazretleri buyururlar ki, “Zahir uleması benim sözümü mutlak anlamamakla, hakikatına erişmemeleri sebebiyle bana yergi taşlarını atarlar. Benim muradım, onların anladıkları gibi olmadığı için taş yol ortasında kaldı.” Öğlelik yola düştü demekle Aziz’in muradı şudur ki: öğle günün ortasıdır, zahir ilmi de yarım ilimdir [ilm-i nısf]. Çünkü ilmin akaide ve amellere ilişkin olanı kelam ilmi ve fıkıh ilmidir ki, bunlara zahir ilmi derler. Ve ahlâka ve batın’ın tasfiyesine ilişkin olan ilim de yarım ilimdir. Ona batın ilmi derler ki, ahlak ilmi ve hakikat ilmidir. Batın ilmi ve hakikat ilmini zahir uleması anlayamaz ve en fazla anlayanın ilmi yol ortasındadır. Öğlelik yol dediği buna işaret eder. “Üzeyazdı yüzümü” sözü, “Neredeyse muradımı anlayacaklar ve üzerime örtülmesi [setr] farz olan ilmi onlara açıp beyan etmiş olmaktan korktum” demektir. Çünkü rububiyet sırrını açmak küfürdür. Tefsir-i Kâdı’da “Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et,” [Maide Suresi, 5/67] ayetinin tefsirinde, “ilahi sırlardan bazı sırlar vardır ki, ifşası haramdır” der. İhya-yı Ulûm’da, Zeyne’l Abidin radıyallahu anh’den naklen Gazzali şöyle buyurur: “Nice ilim cevherleri vardır ki eğer onlardaki ilahi sırları açıklasaydım, benim için puta tapıyor denirdi.” Bunun anlamını açıklamak gerekmez, ki ehline malumdur.


Balık kavağa çıkmış zift turşusun yemeğe / Leylek koduk doğurmuş baka şunun sözünü


Batın alimleri balık için, ilham yoluyla gönlüne varid olan marifetullah’dır, derler. Tevhid denizinde olur. O deniz de arifin gönlünün fezasındadır. Deniz dalgalandığında elbette balık dışarı gelip sahilde olan ariflere saçar ve lezzetinden can ve gönül ruhani gıdalar elde eder.


Kavak meyvesiz, boylu, güzel bir ağaçtır. Bununla kastedilen, marifet davası güden kaba zahiddir, ki baş olma [riyaset] esiridir. Büyük ehlullahın ibadetleri ve ıstılahlarından bazı kelimeler ezberleyip, yanına gelen gözü bağlılara bu marifeti kendi hali olmak üzere satar ve maksadı dünyayı yemektir. “Zift turşusu” dediği odur ki, ne kendisi hazzeder ne de dinleyenler hazzeder. Kendisi hazzetmez, bilir ki kendi hali değildir. Zira candan gelmeyen marifet lezzetsizdir. Bunun benzerini kamillerden birisi şöyle beyan etmiştir. Arabî’nin beyti:


Çadırları onların çadırları gibidir / İçinde bulunanlar ise onlar değildir


Yani cahil, marifet sözünü dünyayı yemek için ağzına alır, arif onu görür bilmezmiş gibi yapar [tecahül]. Marifet sözlerini öyle sözlerle dile getirir ki, örttüğünü kâmiller bilirler ve onun bu durumu “leyleğin sıpa doğurması” gibi olur. Ve “leylek” ile kastedilen ehlullah’ın büyükleridir. Çünkü leylek, zahirde yeme-içme ve teamül yüzünü gösterir. Ve zahirde ahvalini halka gösterir ve halk bilir. Ama batın ahvalinin ne olduğunu ve arifin gönlünün hangi düşüncede ve hangi halde olduğunu kimse bilmez. Yedi kat yerleri ve Arş ve Kürsî’yi ararlarsa da arif-i billah’ın nerede olduğunu bilmezler. “Leyleğin sıpa doğurması” büyük ehlullahın genellikle halin örtülmesi [tesettür-i hal] ile kayıtlı olmalarıdır. Özellikle, “balığın kavağa çıktığını” görünce daha fazla örtünür, gayb kubbelerinin altında gizlenirler. Hallerini örtmek için cahilâne sözler söylerler. Nitekim kavağa benzeyen cahiller arifâne sözler söylerler, ki onlara bakıp seyrederler. Daima yüksekte olan “leylek” cahilâne hareket edip kendini öyle gösterir — halk bana iltifat etmesin, yolculuğumdan geri kalmayayım diye. Halk ise “kavağın” sözüne inanıp “leyleğin” sözünü kınarlar. “Şunun söylediğine bak!” diye ayıplarlar. Ama ehl olanlar ikisinin de sözüne itimad etmeyip “Şunun sözüne bak!” diye şaşkınlık içerisinde kalırlar.


Yunus bir söz söyledi hiçbir söze benzemez / Erenler meclisinde bürür mana yüzünü


Aslına bakılırsa, Yunus Emre’nin bu sözü gibi bir söz önceki şeyhler tarafından söylenmemiştir. Gerçi görünüşte eğlence, şaka ve çocuk oyununa benzer ama batınen Allah’ın süslediği ilahi sırların ve sanatlı bir şekilde söylenmiş Hakkanî manaların yüzlerine na-mahremden örtmek için çekilmiş duvak ve yüz örtüsü [nikab] gibidir. Öyle ki, na-mahrem gözü görmesin ve eli ermesin. Yunus Emre için şu beyit doğrudur:


Her bir âşık bu yolda bir türlü nişân demiş / Biri nişân demedi nişânımdan ileri


Bu meselenin bir misali şuna benzer ki, buzağının burnuna kirpi derisinden burunsalık bağlarlar, anası tepsin de emzirmesin diye. İmdi, na-mahrem olanlar her bir beytin manasının sütünü emmek istedikçe, bu beyitlerin hakikat manası sütünü vermez, onları geri çevirir.


Melîk ve Vehhâb Olan’ın yardımıyla kitap tamamlandı…

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ankarada, gazetemizin bir abonesi, rüyâsında, örtülü, nûr yüzlü bir *Teyze* yi görmüş, meğer o, Enver âbinin *Annesi* ymiş. O kimseye demiş ki: 


Oğlum Enver'e söyleyin, Çankaya semtinde, uzun uzun sütunlar, direkler varmış. Çocuklar, oraya tırmanıp tırmanıp yere düşüyorlarmış. Çoğunun kolu bacağı kırılmış. 


Oğlum Enver'e söyleyin de bir *Hastâne* yapdırsın, o insanları *Tedâvi* etdirsin, demiş. İşte, Enver âbi, *Türkiye Hastânesi* ni bunun üzerine kurdu kardeşim. 

********

Allahü teâlâ, müslümânlara her ihtiyâcını gönderse, kâfirlere göndermese, o zaman arada *Fark* olur. Hâlbuki cenâb-ı Hak *İmtihân* ediyor. 


Biz müslümânlar da sebebe yapışacağız, fakat sebebin te’sîrini *Allah* dan bekliyeceğiz. Onlar, *Sebep* den bekliyor, aradaki fark bu. 


Görünüşte aynı. Onlar da sebebe yapışıyor, biz de. Ama onlar, *Sebep* den bekliyor, biz ise *Müsebbib* den bekli-yoruz. Müsebbib, *Allahü teâlâ* dır. Sebepleri gönderene, *Müsebbib* denir. 


Bu dünyâ fânî, her şey geçer. Ne *Beyi*, ne *Paşası*, hiç kimse kalmaz bu dünyâda. Gördüklerimizden, tanıdıklarımızdan kimler gitdi, kimler gitdi. 


Her şey geçer gider, fakat büyüklerimizden gelen *Feyz* ve *Nûr* ayrı, o geçmez, o gitmez. 

********

Dünyâda kimi severseniz, âhiretde de onun yanında olacaksınız. *Hadîs-i şerîf* bu. *El mer’ü me’a men ehabbe* İnsan dünyâda kimi severse, âhiretde de onun yanında olacak. 


Bu, büyük bir *Müjde* bizim için. Biz onları seviyoruz. İnşallah dünyâda onların *Himmet* leri bizimle berâber olduğu gibi, âhiretde de *Şefâat* leri olacak, kendileri bize yardım edecekler. 


O büyüklerin *Rûhâniyet* leri şimdi burada hazır. Onların rûhâniyetleri hâzır olur. O gün de hepimize *Şefâat* leri olur inşallah. 


Ben yukarı gidiyorum, size, *Enver âbi* yi vekîl bırakıyorum. Enver âbi den gelir *Feyz* ler.