Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Hindistân'a *Enver âbi* ile gitdiğimiz zaman, büyüklerin kabirlerini ziyâret etdik. Böyle mübârek kabirlerden, ancak *mürşid-i kâmil*’ler istifâde edebilir. 


Çünkü başkaları doğru dürüst *Râbıta* bile yapamıyor ki, nasıl istifâde edebilsin. Ama *Enver âbi* istifâde etdi efendim. 


Allahü teâlâ, her şeyden önce Peygamber Efendimizin *Rûh’u* nu yaratmışdır. Peygamber Efendimiz, bir gün Eshâb-ı kirâmın yanına gelmişler. 


O sırada sahâbîler, *Yaş*’dan bahs ediyorlarmış. Peygamber Efendimiz; *Ne konuşuyordunuz, mevzû neydi?* buyurmuş. 


Eshâb-ı kirâm da, birbirlerinin yaşından konuşduklarını arz etmişler. Peygamber Efendimizin Eshâbı, birkaç amcası hâriç, hepsi yaşça Efendimizden *Küçük*’müş. 


Peygamber aleyhisselâm, karşısında oturan hazret-i Abbâs’a; *Hangimiz büyüğüz?* diye sormuşlar. 


Amcası da; Yâ Resûlallah, sen her şeyden *Büyük*'sün. Ben sizden, yalnız üç yaş *Eski*’yim demiş. 


Peygamber Efendimize karşı, *Büyük* kelimesini kullanmazlarmış. Peygamber Efendimiz, Cebrâil aleyhisselâma bir kere, *Kardeşim Cebrâil*, dedi.


Cebrâil aleyhisselâm; *Ben senin ağabeyinim, niye bana kardeşim diyorsun?* demiş. Peygamber Efendimiz Ona, *Kaç yaşındasın?* buyurmuş. 


Cebrâil aleyhisselâm da; *Gökde bir Yıldız vardır, 360 bin senede bir görülür. Ben bu yıldızı, 360 bin defâ gördüm*, demiş. 


Peygamber Efendimiz, Cebrâil aleyhisselâma; *Şimdi o yıldızı görsen tanır mısın?* buyurup, hemen o yıldızın şekline girmiş. 


Cebrâil aleyhisselâm o yıldızı görüp, hemen tanımış. Meğer o *Yıldız*, Peygamber Efendimizin *Rûh’u* imiş.

Hazreti Fatıma validemizin Hazreti Hasan ve Hüseyin efendimize söylediği ninni

İnne fil cennati nehrun mil leben,

Arzuha ma beyne Yesrib vel Yemen,

Tuluha ma beyne Mekke vel Aden

Lil Aliyyin ve-l Hüseyni ve-l Hasen...


Anlamı ise şöyle:


Cennette bir süt nehri var

Yesrib’ten Yemen'e dek geniş

Mekke Aden yolu gibi uzun

Ali, Hasan, Hüseyin için...

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Îmân*, bilgi değildir. Îmân, inanmakdır, inançdır. *İnanç* da kalbde olur. Onun için bilmek, insanı kurtarmıyacakdır. Ama o güçlü *Îmân*, en zor şartlarda bile insanı kurtarır. 


Bu büyüklerin *Sohbeti*, kalbi temizler. Büyüklerin sohbeti bulunmazsa, rûhlarından istifâde edilmeye çalışılır. Ruhlarından istifâde etmek için *râbıta* etmeyi de beceremiyorsa, onların *Kitapları*’nı okur. 


*Göz* ne ile meşgûl olursa, *Kalb* de onunla meşgûl olur. Göz, büyüklerin yazılarına ne kadar çok bakarsa, kalb de, o kadar istifâde eder, yâni *Feyz* alır. 


Eskiden, her gün bir kaç sâat *Mektûbât* okumaya vakit ayırırlarmış ve istifâde ederlermiş. Hattâ yarım sâat olsa bile, hattâ birkaç mektûb olsa bile, anlasa da, anlamasa da *Feyz* alır. 


Mânâsını bilmese de *Feyz* alır. İstifâde edebilmek için, o zâtın Peygamber Efendimizin *Vârisi* olduğunu, *Vekîli* olduğunu, Allahü teâlânın sevdiği bir *Dostu*, bir *Velîsi* olduğunu bilmelidir.


Hattâ inanmalıdır ve onu çok sevmelidir. Bizim sohbetimiz de onların bir *Kırıntısı*’dır kardeşim. Çünkü, hep onlardan, o büyüklerin sözlerinden anlatıyoruz. Kendimizden bir şey eklemiyoruz. 


Şâir öyle söylüyor. Diyor ki: *Hak tecellî eyleyince, her işi âsân eder*. Yâni Allahü teâlâ irâde ederse, dilerse, isterse, her işi kolaylaşdırır. 


*Halk eder esbâbını*. Sebebini halk eder, yaratır. *Bir lâhzada ihsân eder*. Bir anda verir. Bizim işlerimiz hep böyle. Allahü teâlâ âfiyet versin. *Âfiyet*, hiç günâhsız olmak demekdir. 


Hazret-i Alî radıyallahü anh; *Hiç günâh işlemeden geçirilen gün, âfiyetle geçirilen gündür*, buyurdu. Birinin günâh işleyip işlemediğini, işin ehli hemen anlar. Peki, nasıl anlar?


*Maddî* şeylerin, renk, koku, tat gibi sıfatları olduğu gibi, *Mânevî* şeylerin de sıfatları vardır. Günâh işliyen bir insanda, o günâhın *Sıfatı* bulunur. Bunu, ehli anlar. 


Büyükler, birinin yüzüne bakınca, ne tür bir *Günâh* işlediğini hemen anlar. Nasıl anlar? O kimsede, işlediği  günâhın sıfatını görür. Bu gözle değil tabii, kalb gözleriyle görür.

Hacer-i Esved meşhûr hâdisesi

 Kâbe-i muazzama İsmâil aleyhisselâmın zamanından itibaren avâm ve havasın tavafgâhı olan bir mukaddes yerdir. Asırların geçmesiyle harab olmuş, yıkılmış, taşları ve enkazı yağan yağmurlarla öteye beriye dağılmıştı. Bu taş ve enkaz toplanmış ve Kâbe ta'mîr edilmiş idi. Vakta ki Beyt-i muazzamın bir köşesine konmuş olan Hacer-i Esved'i yerine koymak mes'elesi, aynı zamanda bir şeref ve haysiyet mes'elesini meydana çıkardı.

Mekke'de reislik mevkı'inde dört büyük kabîle ve aşîret vardı. Bu kabîlelerin reislerinin her biri cebbâr, mütekebbir ve son derece kenûd ve anûd idiler. Bu aşiret reisleri, Hacer-i Esved'i yerine koymak şerefinin kendisine âid olduğunu iddia ediyor idi. Harem-i şerîfde muhâvere [karşılıklı konuşmalar] Sen nasıl yazıyorsun şiddetlendi. Kavga ve çatışmaya varmak üzere iken içlerinden yaşlı bir zât şöyle bir teklîfte bulundu: Biraz bekleyelim. Buraya, ya'nî Harem-i şerîfe dışardan ilk gelecek kimseyi hakem ta'yîn edelim. Onun bulacağı çareyi hepimiz birlikte kabûl edelim ve birbirimizi incitmeyelim, demiş Ve bu teklîf kabûl edilmiş.

O esnâda Sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, Harem-i şerîfe girdiler. O zaman yirmibeş yaşlarında idi ve sıdkı [doğruluğu], emâneti [eminliği] iffet ve istikameti, vakar ve sükûneti bakımından mümtâz ve Kureyş içinde Muhammed-ül emîn güzel ünvânı ile meşhûr idiler. Bu sebeble Kureyş'in aşîret reisleri: İşte Muhammed-ül emîn geldi dediler ve kendisinin bu mes'elede hükmüne râzı olduklarını söylediler. 

Sallallahü aleyhi ve sellem hemen ridâ-ı seâdetlerini [kaftanlarını] çıkardılar. Mubârek elleriyle Hacer-i Esved'i içerisine koydular ve dört köşesinin her birini dört kabilenin reislerine tutturarak o sûretle Kabe-i muazzamanın ona mahsus yerine götürüldü. Aleyhissalâtü vesselâm yine mübârek eliyle Hacer-i Esved'i aldılar ve yerine koydular. Mes'eleyi bu şekilde halletmesinden hepsi râzı ve memnûn oldu ve münaza'a da bu şekilde bertaraf oldu.

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

[Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı, 2.cild, sf: 250-251]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendi hazretlerinin evi *Eyüp*’de idi. Bizim ev *Fâtih*’de idi. Her gün, sabah namazından önce *Eyübe*, Efendinin sohbetine giderdim. Gece yarısına kadar kalkmazdım.


Daha doğrusu kalkamazdım efendim. Kalkınca da, Eyüp Sultân’dan vapurla *Köprü*’ye giderdim. Köprüden tram-vayla *Fâtih*’e. 


Dâima son vapuru beklerdim. Bakardım, son vapurun kalkmasına yarım saat var. Efendinin sohbetinden ayrı-lamazdım efendim. İçimden; *Hele 5-10 dakîka daha oturayım*, derdim. 


Bir de bakardım ki, vapurun kalkmasına 10 dakîka var. Yine içimden; *Koşa koşa inerim yokuş aşağı, 5 dakîkada giderim*, diye düşünürdüm. 


*5 dakîka daha otursam kârdır*, derdim. Bir de bakardım ki, 5 dakîka var. Yine içimden; *Kalkmıyacağım, ne olursa olsun*, derdim. İskeleye gidince bakardım ki, vapur kalkmış. 


Hattâ yarım sâat, bir sâat olmuş. Yürüyerek Fâtih'e giderdim. *5-10 dakîka* diyerek, vapuru kaçırırdım. Başka vâsıta da yokdu. Geceleyin yürüyerek giderdim. 


Mübârek, bana *Arabcayı* ve *Farscayı* öğretdi. Her gidişimde, Mevlânâ Hâlid Efendimizin *Dîvânını* okuturdu bana. Kelime kelime okutup, mânâsını anlatırdı. Böylece o *Dîvânı* başından sonuna kadar hatmetdik. 


Askerî okulda, lise birinci sınıfa başlamışdım. Ramezân-ı şerîfde oruç tutmak istiyenleri, doktor muâyene edip, tutabilip tutamıyacak olanları ayırdı. 


*Seksen* kişi oruç tutmak istiyen vardı. Bunların içinden güçlü kuvvetli olanlarından *otuz* kişiyi, *Tutabilir* diye ayırdı. *Elli* kişiyi de, zaîf gördüğü için *Tutamaz* diye ayırdı. 


Ben de ufak tefekdim, zaîfdim. Beni de, *Tutamıyacak* ların içine ayırdı. Hâlbuki ben, tutmak istiyordum. Çünkü evimde de öyle terbiye almışdım. Önceden de tutuyordum. 


Doktora; *Ben tutmak istiyorum*, deyince, doktor bana bir kızdı, bir bağırdı. *Sen oruç tutacak adam mısın, sınıfda kalırsın, hasta olursun, ölürsün*, dedi. Doktor iriyarı bir yüzbaşıydı. 


Ramezân-ı şerîf geldi. Oruç tutacak olan otuz kişiye *Yemek* çıkıyordu. Ben de onlarla berâber kalkıyordum. Onların yemeklerinden yiyordum. Ben de orucumu tutdum. 


Seksen senedir de tutuyorum, oruçdan dolayı *hasta* bile olmadım. Doktor bana; *Sınıfda kalırsın*, demişdi. Ben oku-lun birincisi oldum. 


Bir sonraki sene oruç tutanların sayısı daha azaldı. Sonra azala azala, son sınıfda iken bir tek *Ben* kalmışdım. Ben namâzımı da kılardım. Başka kılan yokdu. Ben hademelerin odasına gider kılardım.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Hanım anne* küçük çocukken kabakulak olmuşdu. Efendi hazretleri, haftada üç gün vaazdan çıkıyor, Ziyâ beyin evine geliyor, hanım annenin baş ucunda oturuyordu. 


O ise ateşler içinde yanıyorken, Ona okuyor, okuyor ve *Nasıl?* diye gözlerinin içine bakıyordu. Sonra hanımanne kendine gelince; *Nasılsın Sîret, bugün daha mı iyisin?* diye soruyordu. 


Arkada babası Ziyâ bey; *İyiyim de, iyiyim de*, diye işâret ediyordu. Hanımanne ateşler içinde, her tarafı dökülüyor. Fakat babası orada ya; *İyiyim efendim, iyiyim*, diyordu. 


Rahmetli *Tâhâ Efendi*, Seyyid Fehîm Arvâsî hazretlerinin torunlarındandır. Çok uzun seneler evvel, Hanımanne için; *Zevcet-is Sultân, binti Sultân, ümmü Sultân* demişdi. 


Ne demek bu? Yâni, Sultânın *Hanımı*, Sultânın *Kızı* ve Sultânın *Annesi.* 


Hanımanne ve biz, Efendi hazretleriyle birlikde *Çamlıca*’daydık. Hanımanne beş-altı yaşlarındaydı, oynuyordu. *Ehibbâ*’nın hepsi orada idi. 


Efendi hazretleri bir sandalyede oturmuş, en çok Ona bakıyordu. Bakdıı, bakdııı, en sonunda cebinden küçük bir defter çıkardı, oraya bir *Beyt* yazdı. 


Sonra hanımanneyi çağırıp; *Al Sîret, bunu sakla!* buyurdu. O da götürdü, babasına verdi. Ziyâ bey deftere bakdı, o beyti okudu ve *Mâşallah!* dedi.


Sonra da hanım anneye; *Amân kızım, bu çok kıymetli, bunu iyi sakla. Şimdi ben saklıyayım, sonra sen saklarsın*, dedi. Hâlâ saklı, duruyor. Allah şefâatlerine nâil eylesin. 


Abdülhakîm Efendi hazretleri kuddise sirruh oraya şöyle yazmış: *Nefîse-i Sîret, Hasene-i sûret, rü’yet-i aliyyesiyle müşerref olan zevât-ı kirâm, bahtiyârdır*. 


Yâni, kim onun mübârek yüzünü görürse, o, sıradan insan değildir. O, *Zevât-ı kirâm*’dır, büyük insandır ve bahtiyârdır. 


Abdülhakîm Efendi hazretleri gene birgün buyurdular ki: 


Ey Sîret, ben sana *İnsan* diyemem, ben sana *Hûri* diyemem, ben sana *Melek* diyemem, ben sana *Peri* diyemem. Çünkü sen, hem *İnsan’sın*, hem *Hûri’sin*, hem *Peri’sin*, hem de *Melek’sin*. Sen nesin ey Sîret!

İmam-ı A'zamın (radıyallahü anh) Ravda-ı mutahharadaki münâcâtı

 Süleyman Kuku (rahmetullahi aleyh) efendi tarafından Arabîden terceme edilmiştir.

Ey seyyidler seyyidi, sana niyetle geldim,

Rızanı ümid eder, himâyeni isterim.

Ve Ey hayrül-halâik, yemin ile söylerim,

Kalbimdeki muhabbet yalnız sanadır derim.

Makamın hakkı için ki ben sana aşıkım,

Ve Allah biliyor ki, ben seni çok severim.

Sen o zâtsın ki, eğer yaratılmasaydın sen,

Tek bir kişi bile halk olmazdı erkeklerden.

Hayır, yanlış söyledim, yalnız erkekler değil,

Hiçbir şey var olmazdı, haber budur Rabbinden.

Sen o zâtsın dolunay nûrundan biraz almış,

Güneşse ziyâsını yalnız veriyor senden.

Sen o zâtsın ki, semâ sevindi mirâcınla,

Ve sevindi yedi kat gökler yükselişinden.

Sen o zâtsın ki, Rabbin sana "merhaba" dedi,

Haber verdi bununla kurbundan, sevgisinden.

Sen o zâtsın, şefâat istedin bizim için,

Rabbin buyurdu: Rızam ayrılmaz seninkinden.

Sen o zâtsın ki Âdem zellesiçün Rabbine,

Seni tevessül ile kurtuldu eleminden.

Sen o zâtsın ki Halîl, seninle dua etti,

Nâr soğudu, hıfz oldu, Nemrud'un ateşinden.

Sen o zâtsın ki, Eyyûb yıllarca hastalandı,

Ve nihâyet kurtuldu duasiyle isminden.

Sen o zâtsın ki, Îsâ seni tebşîr eyledi,

Ve hep hikâye etti o güzel hallerinden.

Sen o zâtsın ki, Mûsâ firavun belâsından,

Necât buldu isminle Râbbine tevessülden.

Sen o zâtsın ki, kısaca nebîler ve resûller,

Kıyamette pay alır senin şefâatinden.

Bütün müminler, nebî, resûller ve ulular,

Senin livâ-i hamdin altında bulunurlar.


[Herhalde bundan daha güzel ve ma'nidâr bir şiir çok zor yazılır. Bütün bir kitaba (Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı) bedeldir dense yerindedir. Yedi iklimdeki her müminin ezbere bilmesi, üzerine lâzımdır. Allahu teâlâ şefâatine mazhar eylesin ve mezhebi üzerine bulundursun. Âmin.]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini *Kabr’e* koydular. Oranın imâmı, Mekkî Efendi’ye; *İn de, babanın başındaki sargıyı aç, sünnetdir*, dedi. Kefenin başı da bağlı böyle. O bağı aç dedi. 


Mekkî Efendi; *Ben inemem, Hilmi insin*, dedi. Çünkü ağlıyordu Mekkî Efendi. *Hilmi insin*, dedi Mübârek. Kabrin içine girdim efendim. Mübârek kefenin baş ucundaki düğümü çözdüm. 


Bakdım, mübâreğin başı çıkdı meydana. Eh, sakallarını filân gördüm. Efendimiz aleyhisselâm; *Mü’minin kabri, Cennet bahçelerinden bir bahçedir*, buyuruyor. 


İşte ben, o bahçeye girdim efendim. Şimdi ben yemîn etsem ki, Cennet bahçesine girdim, yalancı olmam efendim. Hadîs-i şerîf çünkü. 


*Mü’minin kabri, Cennet bahçelerinden bir bahçedir*. Ben Efendi hazretlerinin kabrine girdim. Sonra çıkdım, top-rakları örtüldü. Yine imâm efendi, Mekkî Efendi’ye;


*Gel, babanın başında telkîn ver!* dedi. Mekkî Efendi; *Ben veremem, söyliyemem*, dedi. Çünkü ağlıyordu devâmlı. 


*Telkîni Hilmi versin*, dedi. Mekkî Efendi’nin bana o iyiliği oldu işte. 


*Babam Hilmi’yi çok severdi, sesini iyi tanır, hoşuna gider*, dedi Mekkî Efendi. Aynen böyle söyledi. Hâtırımda kalmış. 


Babam Hilmi’nin sesini iyi tanır ve hoşuna gider, dedi. Mekkî Efendi’nin sâyesinde oldu. Kendisini ben de çok severdim. Hürmet ederdim. Velhâsıl hürmet eden, edebli olan, kazanıyor kardeşim. 


Hemen paltosunun cebinden bir sayfa *Yazı* çıkardı. Meğer o *Telkîn* imiş. Onu bana verdi, *Al, bunu oku!* dedi. Oradan okudum efendim elhamdülillah. 


Sonradan bu telkîni, Türkçe *Namaz Kitâbı*’nın arkasına koyduk. Hem okudum, hem ağladım. Cennet bahçesinde bırakdık Efendi’yi. 


Bunlar öyle kıymetli bir hâtıradır ki, *Târihî* sözü, bunun kıymetini ifâde edemez. Öyle bir hâtıradır bu. Çok şükür. Allahü teâlâ, Onların himmetlerini dâima üzerimizde bulundursun.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir *İdris hoca* vardı Efendi hazretlerinin zamânında. Sultânahmet Câminin baş imâmı. Bir gün Efendi hazretlerine gitdim. Beni görünce; *Hilmi, ne oldu biliyor musun?* buyurdular. 


*Bilmiyorum efendim*, dedim. Merak etdim efendim, acabâ ne oldu diye. 


Buyurdular ki: *İdris hoca, bu gün, iki kızını Sultânahmet câmiinde, o kadar cemâatin önünde, hatim cemiyetine çıkarmış. O iki kız, câmide hatim duâsı yapmışlar*. 


14-15 yaşlarında iki kızına, erkeklerin önünde hatim duâsı yapdırmış. Eğer o kızları, çırılçıplak soyup, Beyoğlunda yürütseydi, bu kadar günâha girmezdi. 


Çünkü bu günâh, *İbâdet* diye yapılıyor, *Din* adına yapılıyor ki, *Küfr*’e kadar gider. Günah günahdır, ama ibâdet diye işlenirse, sevap diye yapılırsa, *Felâket*’dir. 


Din adamlarının işlediği suç, Beyoğlunda işlenen suçlardan *Bin kat* daha büyükdür kardeşim. Çünkü *Emsâl* teşkîl eder, böyle yapmanın *Câiz* olacağına *Fetvâ* vermiş gibi olur, Allah korusun efendim. 


Bir hizmet ne kadar *Kıymetli* ise, onu yaparken o kadar çok *Sıkıntılar* olur efendim. Yâni bir hizmetde hiç sıkıntı yoksa, o iş, gerçek hizmet değildir. Veyâhut cenâb-ı Hakkın rızâsına uygun değildir. 


Çünkü cenâb-ı Hakkın rızâsına uygun olan bir hizmetde mutlaka *Çile* olur, *Sıkıntı* olur, *Üzüntü* olur, bu böyledir. 


Hayrlı bir hizmetde mutlaka sıkıntı olur. Çünkü bu, bir sünnetdir. Peygamberimiz aleyhisselâm ne buyuruyor? 


*Benim çekdiğim sıkıntıyı, ne benden evvelkiler, ne de benden sonrakilerin hiçbiri çekmemişdir*, buyuruyor. Hâlbuki Efendimiz aleyhisselâm, Allahın sevgilisidir. Habîbidir. 


Bütün Peygamberler Onunla iftihâr etmişlerdir. Efendimiz; *Ben de İmâm-ı âzam ile iftihâr ederim*, buyuruyor. 


Bütün âbilere söylüyorum, tavsiye ediyorum, hattâ vasiyyetime bile yazdım, *Arkadaşlar, her gün muhakkak bir iki sayfa da olsa İlmihâl okusunlar*, diye. 


*Mektûbât* kitâbımızın ilk sayfasında da var bu. Bizim Abdülhakîme hitâben bir yazı yazdım oraya. 


*Oğlum! Bu kitap süs eşyâsı değildir. Okumak, öğrenmek ve tatbîk etmek için yazılmışdır*, diye devâm ediyor. Dînimizi öğrenmek farz. Okumayınca nasıl öğrenilecek?

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 MUBAREK HOCAMIZ BUYURDULAR Kİ:-34


25 ARALIK 1992


ELHAMDÜLİLLAHİ HÂZÂ MİN FADLİ RABBİ. BİSMİLLAH TEVEKKELTÜ ALALLAH. LÂ HAVLE VELÂ KUVVETE İLLÂ BİLLAHİL ALİYYİL AZÎM.

 Nûr yağıyor. Acele etme, kardeşim.

“EL-ACELETÜ MİNEŞŞEYTÂN”. (ACELE ŞEYTÂNDANDIR.) “ET TEENNİ”, TEENNİ, YAVAŞ DEMEK. “MİNERRAHMÂN.” “RAHMÂN” ALLAHÜ TEÂLÂNIN İSMİ. “ELHAMDÜLİLLAHİ RABBİL ÂLEMÎN. ERRAHMÂNİRRAHÎM”.


 Bakınız! Rahmân, Allahü teâlânın ismi. (Mektûbât)ın, birinci cildi, 65.ci mektûbunu okuyunuz. Bizim hizmetler anlatılıyor. Söz ile, yazı ile yapılan cihâd, kılınç ile top ile yapılan cihâddan dahâ kıymetlidir, diyor. Ne güzel. Bizim arkadaşların ne kadar sevâb kazandığını yazıyor. Allahü teâlânın lütfu. Cenâb-ı Hak dilediklerini seçer, sever, kullanır, hizmetde kullanır. Biz Allahü teâlânın kuluyuz.

Peygamberinin ümmetiyiz.


 PEYGAMBER EFENDİMİZİN İKİ DÜRLÜ ÜMMETİ VAR. BİRİSİ, ÜMMET-İ İCÂBET, YA’NÎ KABÛL ETMİŞ. BİZ, ÜMMET-İ İCÂBETİZ. İKİNCİSİ DE, ÜMMET-İ DA’VET. BÜTÜN AVRUPA, AMERİKA, HEPSİ PEYGAMBER EFENDİMİZİN ÜMMET-İ DA’VETİDİR. ONLARI DA’VET EDİYOR. ONLARA ÜMMET-İ DA’VET, BİZE ÜMMET-İ İCÂBET DENİR.


Bugün öğleden sonra, inşâallah kandil başlıyor. Allahü teâlânın ni’metleri içinde yüzüyoruz. [Nemâzdan sonraki düâları okuyorlar.] Onbir ihlâs, Kül-e’ûzüler. Sübhâne rabbike... âyeti. Receb ve şa’bân aylarında oruç tutmak sevâb. Resûlullah efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” böyle Eshâbı ile oturuyordu. Böyle halı yok orada. Asfalt da yok. Kır, kum dolu. Hep kum Arabistân. Mubârek elinde ekseriyâ Âsâ taşırdı. Âsâ demek, baston demek. Kumun üzerine âsâ ile düz bir çizgi çizmiş. Sonra bu doğru çizginin yanlarına ufak ufak ince-ince çizgiler çizmiş, iki yan tarafına. Balık kılçığı gibi. (Nasıl lüfer yirken kılçıklarını görüyoruz.) Ortada ana çizgi.

Yanlarda ince çizgiler. Buyurmuş ki, işte, bu ortadaki kalın çizgi doğru yoldur. insanları se’âdete kavuşduran, Cennete götüren yoldur. Yandakiler de şeytân yolları. “Sübüleşşeyâtîn.” “Sebîl” yol demek. “Sübül” yollar. “Sübüleşşeyâtîn”, şeytânların yolu. Sonra buyurmuşlar ki: “Setefteriku ümmetî”. “Setefteriku” demek, ayrılır, demek. Bir zemân gelecek ki, benim ümmetim ayrılacak, bölünecek.


 “SELÂSETEN VE SEBÎNE FIRKATEN.” “SELÂSETE”, ÜÇ, “SEB’İL” YETMİŞ. “BENİM ÜMMETİM YETMİŞÜÇ FIRKAYA AYRILACAK” BUYURUYOR. “KÜLLÜHÜM FİNNÂR İLLÂ FIRKATEN VÂHİDETEN...”


Bir dânesi Cennete gidecek. “Küllühüm” demek, geri kalanların hepsi, demek. Cehenneme gidecek. Yetmişiki dâne fırka Cehenneme gidecek.

İşte şeytânların yolu dediğimiz ince yollar. Bir dânesi ortadaki kalın çizgi Cennete gidecek. “Kâlû”, söylediler, ya’nî sordular. Orada bulunan Eshâb-ı kirâm sordular. “Menhüm”. Onlar kimdir. “Men” kimdir. “Hüm” onlar. O bir doğru yolda olanlar, Cennete gidecek olanlar kimdir. Yâ Resûlallah! Söyle anlıyalım, diye Eshâb-ı kirâm soruyorlar. Peygamber efendimiz cevâb veriyor: “Hüm” onlar. “Hüm alâ”, onlar üzerinedirler.

“Ma” şol şey ki, “ene aleyhi” ben onun üzerindeyim. Benim üzerinde olduğumun üzerindedirler, ya’nî benim yolundadırlar. Kısacası, onlar, benim yolumda bulunanlardır. Ama dahâ, bitmiyor. “Ve eshâbî” ve eshâbımın yolunda olanlardır. Peygamber efendimizin yolu nereden belli olacak.


ESHÂBIN YOLU. DEMEK Kİ ESHÂBIN YOLU, PEYGAMBER EFENDİMİZİN YOLU.

“ONLAR, BENİM YOLUNDA OLANLARDIR, YA’NÎ ESHÂBIMIN YOLUNDA OLANLARDIR.

ESHÂB-I KİRÂM OLMASA, PEYGAMBERİMİZİN YOLUNU NEREDEN ÖĞRENECEĞİZ?

Kitâb yok ki o zemân. Eshâb-ı kirâm anlatdı.


 İSLÂMİYYETİ BÜTÜN DÜNYAYA ESHÂB-I KİRÂM YAYDI. “ESHÂBIMIN YOLUNDA OLANLAR, CENNETE GİDECEK.” PEYGAMBER EFENDİMİZİN YOLU NE? SÜNNET. “BENİM YOLUMDA OLANLAR, EHLİ SÜNNET”. CEMÂ’AT DE, ESHÂB-I KİRÂM. ESHÂB-I KİRÂMA HEM “ESHÂB” DENİR.

HEM DE, PEYGAMBER EFENDİMİZİN CEMÂ’ATİ DENİR.


Şimdi biz Kenân beğin cemâ’atiyiz. Kenân beğ imâm oldu. Eshâb-ı kirâm da nemâzlarını kılmak için “Mescid-i Se’âdet”e gelirlerdi. “Mescid-i Nebevî” de cemâ’at olurlardı. Peygamber efendimizin cemâ’ati, ya’nî Eshâb-ı kirâmın yolunda olanlar. işte, Cennete gidenler Ehl-i sünnet vel cemâ’at. Peygamberimiz ismi ile cevâb veriyor. Ehl-i sünnet ne demek; Peygamber efendimizin yolunda olanlar demekdir. O yolu nereden bileceğiz? Cemâ’atden.

Vel-cemâ’at: Peygamberimizin yolu, Eshâb-ı kirâmın bildirdiği yoldur.

Doğru yol budur. Sağa sola sapmış olanlar da, kendi kafasında olanlardır. Benim düşüncem, benim bilgim doğrudur diyenlerdir. Hâlbuki Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde ne buyuruyor:


 “SİZ BİRÇOK ŞEYE DOĞRU DERSİNİZ, HAYRLI DERSİNİZ. HÂLBUKİ ONLAR HEP EĞRİ, BOZUKDUR. “VE HÜVE KÜRHÜN LEKÜM”, “VE HÜVE HAYRÜN LEKÜM”. ÂYET-İ KERÎMEDİR BU. [BEN TABÎ’Î ÂYETİ BİLMİYORUM.] “LE KÜM”, SİZİN İÇİN HAYRLI DEĞİLDİR, ZARARDIR ONLAR. İŞTE ŞİMDİKİ MEZHEBSİZLER. KENDİ KENDİLERİNE FETVÂ KESİYORLAR. HAYRLI-DOĞRU YOL BUDUR,

DİYORLAR. HÂLBUKİ, ALLAHÜ TEÂLÂ KUR’ÂN-I KERÎMDE BUYURUYOR Kİ, “O SİZE HAYRLI DEĞİLDİR, ZARARLIDIR” DİYOR. HAYRLI YOL BİR DÂNEDİR. PEYGAMBER

EFENDİMİZİN HABER VERDİĞİ YOL. O DA EHL-İ SÜNNET VEL CEMÂ’AT YOLU. EHL-İ SÜNNET BU YOLU NEREDEN ÖĞRENMİŞ? ESHÂB-I KİRÂMDAN ÖĞRENMİŞ. CEMÂ’ATDEN ÖĞRENMİŞ. ESHÂB-I KİRÂMIN YOLU BİZİM YOLUMUZ.


Ne güzel! Peygamber efendimiz hadîs-i şerîfde ne buyuruyor: “Eshâbî”, benim eshâbım. “Bî” demek, benim demek. “Kitâbî” benim kitâbım demek. “Ümmî” benim annem demek. “Δ denildi mi, benim, demek. “Allahümmagfir lî” diyoruz. “Beni afv et”. “Lî” benim için demek. Benim için afv et, ya’nî beni afv et. Onun için Peygamber efendimiz hadîs-i şerîfde ne buyuruyor:

“Eshâbî”, benim eshâbım. “Kennücumi”. “Ke”, gibi demek. Kelimenin başına gelirse “Ke”, gibi demek. Sonuna gelirse senin demek. “Kitâbî” benim kitâbım. “Kitâbike” senin kitâbın demek. Sonuna “ke” geldi, senin oldu. “Kitâbî” benim kitâbım, “Kitâbike” senin kitâbın. “Ümmî” benim annem. “ümmîke” senin annen. Kelimenin başına gelirse, “gibi” demek olur. “Eshâbî”, benim eshâbım. “Kennücûmî”. “Nücûm” yıldızlar, demek. Gökdeki yıldıza necm denir. “Necmeddîn” çocuk adı. Ne demek. Dînin yıldızı. “Bedreddîn” dînin ayı. Onbeşinci gecedeki aya “Bedr” denir.

Baş tarafdaki ince aya “hilâl” denir. “Hilâl” demek ince ay demek. “Bedr” demek, yuvarlak ay demek. Peygamber efendimiz, “Kennücûmi” diyor.

Benim eshâbım, gökdeki yıldızlar gibidir, diyor. Eskiden, yola giderlerken, köylüler, çölde, dağlarda, köyden-köye gece giderken yıldıza bakarlar. Yıldız yol gösterici. “iktedeytüm”, iktidâ edersiniz, uyarsınız. imâma iktida ediyoruz, uyuyoruz. imâma uyanlara ne denir, söyledim, cemâ’at denir. Veyâ muktedî de denir. imâm arkasındakiler de muktedî. “Muktedî” demek, iktida eden, uyan, imâma uyanlar demekdir. Peygamber efendimiz buyuruyor ki: Benim eshâbım, bi-eyyihim, hangisine olursa olsun, “iktedeytüm” iktida ederseniz, uyarsanız, “ihtedeytüm” hidâyete kavuşursunuz” demekdir. “Hidâyet demek, se’âdet yolu, doğru yol demek. Doğru yola, hidâyete kavuşursunuz, demekdir.


 ESHÂBIMIN HANGİSİ OLURSA OLSUN, ŞUNA, BUNA DEĞİL, HERHANGİBİRİNE UYAN HİDÂYETE KAVUŞUR.


Peygamber efendimiz vefât etdiğinde Medînede otuzüçbin sahâbî vardı. Mekkede, Tâifde, Tebükde, bütün Arabistân şehrlerinde müslimânların sayısı 124 bin idi.Ya’nî Peygamber efendimiz vefât etdiğinde yeryüzünde124 bin sahâbî vardı. Bir dânesine sahâbî, hepsine eshâb denir.

Medînedekiler otuzüçbin kişi idi. Hepsi Resûlullah efendimizin cenâze nemâzını kıldılar. Nasıl sığdılar câmi’e veyâ meydâna. Câmi’de kılınmaz ki,cenâze nemâzı. Açıkda kâfile, kâfile kıldılar. Peygamber efendimiz Pazartesi günü vefât etdi. Salı günü sabâhdan akşama kadar, cenâze nemâzı kılındı. Çarşamba gecesi, ya’nî salı akşamı bitdi; defn etdiler. Demek ki, Pazartesi ve Salı günü iki gün cenâze nemâzı kılındı. Meselâ 50 kişi geliyor gidiyor. Tekrâr bir elli kişi dahâ. Peygamber efendimize mahsûs bu. Mu’cize işte. Ona husûsiyyet denir. Meselâ Peygamber efendimiz birçok husûslarda böyle ümmetinden ayrılır. Ümmetine yasak olan ba’zı şeyler Peygamber efendimize câizdir. Demek ki cenâze nemâzını sahâbîler, iki gün kıldılar. Bu sahâbîlerden de dînimizi, Ehl-i sünnet âlimleri öğrendiler.

Ehl-i sünnet âlimleri, sahâbîlerin talebeleri. Ehl-i sünnet âlimlerinin bir dânesi, en üstünü, reîsi imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretleridir. ilk kitâbı, onun talebeleri yazdılar. O söyledi, talebeleri, kâtibleri yazdılar. Kendi eli ile yazmadı, talebeleri yazdı. ilk kitâb, meselâ, “Fıkh-ı ekber” var.

Biz onu basdırdık. Hanefî olmadıkları hâlde, her yerden, Afrikadan o kitâbı istiyorlar. Çünki islâmiyyeti anlatıyor. O hanefî kitâbı değil, islâm kitâbı. Hangi mezhebden olursa olsun, o kitâbı arıyorlar. [i’tikâd kitâbı.]

İmâm-ı a’zam mubârek altı sahâbîyi gördü. 80 senesinde dünyâya geldi.90 senesinde 10, 100 senesinde yirmi yaşında idi. O senelere kadar yaşıyan sahâbîleri gördü. Altı kişi idi onlar. Ötekiler hep ölmüşler, şehîd olmuşlardı. Hepsi de yüz senesine kadar yaşamadı. Çoğu, hazret-i Ebû Bekr 63, hazret-i Ömer 63, hazret-i Alî 63, hazret-i Osmân 82 yaşında 36yılında vefât etdi. O altı sahâbîyi imâm-ı a’zam aradı, buldu, elini-ayağını öpdü. Neden, Resûlullah efendimizin sahâbîleri oldukları için. Onlardan hadîs-i şerîfler öğrendi. Ehl-i sünnet mezhebi demek, dînini Eshâb- ı kirâmdan öğrenen âlimlerin mezhebi demekdir.

Abdüllah ibni Sebe’ isminde bir yehûdî hazret-i Osmân zemânında Yemenden geldi. Ben müslimân oldum, dedi. Hazret-i Osmân onu yanından kovdu. Mısıra kaçdı. Mısırdan adamlarını gönderip, hazret-i Osmânı şehîd etdirdi. Mısırdan gelenler hazret-i Osmânın evini sardılar. Kapıda iki aslan gibi delikanlı nöbet tutuyordu. Kim idi onlar. Hazret-i Alînin oğulları, hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn. Korkudan yanaşmadılar. Yehûdînin adamları arka kapıdan girdiler. Hazret-i Osmânı şehîd etdiler. İşte o yehûdî, hazret-i Alîye geldi. “Sen Allahın adamısın, tanrısın” dedi. Hazret-i Alî, “Ben Allahın kuluyum, def ol” deyip, onu kovdu. O yehûdî, ordu kurdu. Hâricî denir onlara. Hazret-i Alî hep bu yehûdînin adamları ile, hâricîlerle harb etdi. Yüzlerce yehûdî müslimân şekline girip, hazret-i Mu’âviye ile harb etdiler. Hazret-i Alîyi Kûfede, hazret-i Mu’âviyeyi şâmda, Amr ibni Âsı Mısırda şehîd etmek istedi hâricîler. Karâr verdiler aynı günde öldürmeğe. Hazret-i Alîyi, Abdürrahmân ibni Mülcem adlı hâricî,

sabâh nemâzında mihrâbda vurdu. Hemen ölmedi. Abdürrahmân ibni Mülcemi yakaladılar. Ölmeden kısas olmaz. Öldürtse idi, kendi kâtil olurdu. Hazret-i Alî şehîd olunca, onu kısas yapdılar. Mısırda Amr ibni Âs vardı. O öldürüleceği gece râhatsızlandı. Evinde kaldı. Yerine vekîl gönderdi. Câmi’ye kendi gitmiyor. O vekîl olarak câmi’deki imâm secdede iken öldürülüyor.

Gelen hâricî [yehûdî] onu öldürüyor. ismini yazıyor kitâb. [Sehl Âmiri]. Hadîs-i şerîfde, (Eshâbıma uyan Cennete gidecek) buyuruluyor.

(Eshâbıma düşman olanlar da gelecek Bunlar ile konuşmayın, bunlarla evlenmeyin, alış-veriş etmeyin, ziyâretlerine gitmeyin) buyuruluyor. Peygamber efendimiz, bunlar kâfirdir, buyuruyor. işte bir ana çizgi. iki tarafında ufak çizgiler. Doğru yol kalın çizgi, Ehl-i sünnet işte bu. Diğerleri yetmişiki fırka. Bunun hangi kitâbda olduğunu arıyorum. Arabî kitâbların kapağına koyacağım. Bütün dünyâ anlasın. Ehl-i sünnetin ne olduğunu. İşte bir fırka doğru Cennete gidecek. Gerisi Cehenneme gidecek.


 “BENİM VE ESHÂBIMIN YOLUNDA OLANLAR CENNETE GİDECEK.” EHL-İ SÜNNET VEL CEMÂ’AT BUNLAR.

Tevrât'ın yirmide onsekiz kısmı

 - Tevrât'ın yirmide onsekiz kısmı Resûlullahın (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hilye-i seâdeti hakkında idi. Yahudî ulemâsı hep teşrîflerine muntazır idi [gelmesini bekliyorlardı]. Teşrîf ettikleri vakit, bir kısım yahudî uleması hased ederek tahrîf ettiler.

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

[Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı, 2.cild, sf: 209-210]