KURBAN BAYRAMI

*Bayram günleri, günâhların affedildiği, birlik ve berâberlik duygularının pekiştirildiği, yoksulların sevindirildiği günlerdir.*

       Çok eskilerden beri her kavim, yılın bazı günlerine önem vermiş, bunu çeşitli şekillerde kutlamıştır. Dînî ve millî bakımdan önemi olan, milletçe her sene kutlanan bu günlere çeşitli isimler verilmiştir.

       İslâmiyetten sonra bayram ma'nâsına gelen *"Îyd"* kullanılmıştır. Her yıl *Müslümânların günâhları affedildiği* ve *sevinçli, neşeli günleri tekrar geldiği için* böyle günlere *Îyd,* ya'nî *"Bayram"* denilmiştir.

       Müslümânları sevindirmek çok sevaptır. Bayramlar, müslümânların birbirini sevindirmesine birer vesîledir. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:

       *"Allahü teâlânın en çok sevdiği amellerden biri, mü'mini sevindirmek, üzüntüsünü gidermek, borcunu ödemek, yâhut aç iken doyurmaktır."*

       *"Bir mü'mini sevindireni, Allahü teâlâ da kıyâmetde sevindirir.*  

       Dinimize göre, bayram ikidir. Birincisi arabî aylardan Şevvâl ayının birinci günü Ramazân bayramının, ikincisi, Zilhicce ayının onuncu günü Kurban bayramının birinci günleridir. *Bu iki günde, güneş doğduktan ve kerâhat vakti çıktıktan sonra, ya'nî İşrak vaktinde, iki rek'at bayram namâzı kılmak, erkeklere vâcibdir.* Ramazân bayramı, üç gün, Kurban bayramı ise dört gündür.

       Kurban bayramı namâzından önce birşey yememek, namâzdan sonra, önce kurban eti yemek, namâza giderken, yüksek sesle, özrü olan yavaşça *(Tekbîr-i teşrîk)* getirmek müstehabdır. 

       Bayram günlerinde şunları yapmak sünnettir.

*1-* Erken kalkmak.

*2-* Gusül abdesti almak.

*3-* Misvâk ile dişleri temizlemek.

*4-* Güzel koku sürünmek.

*5-* Yeni ve temiz elbise giyinmek.

*6-* Sevindiğini belli etmek.

*7-* Kurban kesen, o gün ilk olarak kurban eti yemek.

*8-* O gün yüzük takmak.

*9-* Câmiye erken gitmek.

*10-* Bayram tekbîrlerini,  Kurban bayramında açıktan, yüksek sesle söylemek.

*11-* Dönüşte başka yoldan gelmek. Çünkü, ibâdet yapılan yerler ve ibâdet için gidip-gelinen yollar, kıyâmet günü şehâdet edeceklerdir.

*12-* Mü'minleri güler yüzle ve "Selâmün aleyküm" diyerek karşılamak.

*13-* Fakîrlere sadaka vermek.

*14-* Dargın olanları barıştırmak.

*15-* Akrabâyı ve dîn kardeşlerini ziyâret etmek.

*16-* Ziyârette hediye götürmek.

*17-* Erkeklerin kabirleri ziyâret etmeleri de sünnettir.

BU DERGÂHTA DÜNYÂ İLE MEŞGUL OLANIN İŞİ YOK!

Akbıyık Sultan, İkinci Murâd Han ve Fâtih Sultan Mehmed devrinde yaşayan büyük velîlerdendir. Asıl adı Ahmed Şemseddîn'dir. Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin sohbetinde yetişti. 


Bir taraftan hocasının sohbeti ile bereketlenirken diğer taraftan İkinci Murâd Han'ın seferlerine katıldı. 


Bu gazâlarda gösterdiği başarılardan birinin sonunda İkinci Murâd Han tarafından Yenişehir köylerinden bir tanesi kendisine temlik edildi. Bu parayı ticarette kullanan Akbıyık Sultan kısa zamanda malının hesâbını yapamayacak kadar zenginleşti. 


Bu sebeple bir gün hocası Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, dünyâya ve onun geçici lezzetlerine bağlanmanın mahzurlarından bahsederek Akbıyık Sultan'a; "Evlâdım bu dünyâ fânidir. Malı mülkü elde kalmaz. Ne kadar malın olsa murâd alamazsın. 


Âhiretten gâfil olma. Zîrâ gidişin dönüşü yoktur. Allahü teâlâdan gayri işlere tutulmaktan kurtul. Devamlı bâki kalan işlerle meşgul ol" buyurdu.


Hocasının bu sözleri üzerine Akbıyık Sultan; "Hocam! Peygamber efendimiz; (Dünyâ, âhiretin tarlasıdır) buyuruyor. Bu sebeple dünyâ malı ile de meşgul olmak gerekmez mi?" der.


Hacı Bayram-ı Velî hazretleri uzun bir sükûttan sonra; "Evlâdım! Mâdemki dünyâyı terk edemiyorsun, öyle ise bizi terk et. Bu dergâhta dünyâ ile meşgul olanların işi yoktur" buyurdu.


Akbıyık Sultan bu sözler üzerine kapıdan dışarı çıkarken tam eşik üzerinde başından sarığını düşürdü.  Bunu hocasının bir kerâmeti bilip günü gelince sebebi meydana çıkar, düşüncesiyle alıp başına giymedi...


Akbıyık Sultan'ın bundan sonra topladığı altın ve gümüş para sayılamayacak ölçüde arttı. Ancak gönlünü hiçbir zaman para ve pula kaptırmadı. Eline geçen para da hiçbir zaman kendisinde kalmadı. Fakir, fukarâ, kimsesiz, öksüz, yetim, dul, borçlu ve gariplerin sığınağı oldu. 


Bursa'da büyük bir imâret yaptırarak gelen geçen yoksullara ikramlarda bulundu. Misâfirleri ağırladı. O dağıttıkça parası artıyor, parası arttıkça o da dağıtmaya devâm ediyordu... Bu arada Alâeddîn Ali el-Arabî hazretlerinin derslerine devam ederek ilimde ilerlemeye de gayret sarfediyordu... 


Nihâyet hocasının kerâmeti tahakkuk etti. Sarığının eşik üzerinde düşmesinin esrârı aydınlandı. Yine şeyhi ve üstâdı Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin eşiğine yüz sürdü. Mübârek sohbetlerine tekrar kabûl olunarak tasavvuf yolunda ilerledi. Hocasının sekiz halîfesinden biri olma şerefine kavuştu.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(İstigfârı)* çok söylemek lâzım. İnsan iyi birşey yaparken de günâh işliyebilir. Onun için namazlardan sonra *(üç)* kere istiğfâr söylüyoruz. Duâdan sonda da *(yetmiş)* e tamamlıyoruz.


Bir harâmı *(hafif)* görmek, îmânı götürür kardeşim. Meselâ; *(Bu şey harâm olmasaydı)* demek. Veyâ, *(Bundan ne çıkar?)* demek, îmânı götürür. 


Dikkat etmek lâzım kardeşim. Yine çok büyük günâh olan ve çok kimsenin kıymet vermediği, en çok işlenen günâh, *(gıybet)* dir. 


Meselâ; *(Ben doğruyu söylüyorum, bu da günâh olur mu?)* dese, îmânı gider. Harâmı hafife almış olur. Allah korusun kardeşim.


Ebül Hasan-i Harkânî hazretleri, bin sene evvel, Sultân Mahmûd-i Gaznevî zamânında yaşamış. 


Sultân Mahmûd-i Gaznevî, bir gün arkadaşlarıyla ava çıkdığında bir ev görmüş. *(Bu ev kimin?)* diye sormuş. Arkadaşları da;


*(Ebül Hasan-i Harkânî hazretlerinin tekkesidir)* demişler. Sultân Mahmûd-i Gaznevî de, Ebül Hasan-i Harkânî hazretlerinin büyüklüğünü duymuş, ziyârete gitmek istemiş. 


Tekkeye gelmişler. Sohbet esnâsında Sultân Mahmûd-i Gaznevî, Ebül Hasan-i Harkânî hazretlerine; *(Hocanız Bâyezid-i Bistâmî hazretleri nasıl biridir?)* diye sormuş. 


Ebül Hasan-ı Harkânî hazretleri de; *(Benim hocam Bâyezid-i Bistâmî hazretleri öyle biridir ki, Onu gören yehûdî ve hıristiyanlar müslümân olurdu)* buyurmuş. 


Bu söz üzerine Sultân Mahmûd-i Gaznevî kahkahalarla gülüp; *(Olur mu öyle şey?)* demiş ve şöyle devam etmiş: 


Resûlullah Efendimizi, en yakınları, amcaları, *(Ebû Leheb)* ler, *(Ebû Cehil)* ler gördü. Peygamber Efendimiz onlara yalvardı, gene müslümân olmadılar da, senin hocanı gören yehûdîler ve hıristiyanlar mı müslümân oluyordu? demiş. 


Ebül Hasan-i Harkânî hazretleri de buyurmuş ki: 


Ebû Leheb ve Ebû Cehil gibi kâfirler, Resûlullah Efendimizi *(Peygamber)* olarak görmediler. Abdullahın *(yetîmi)* olarak gördüler. Ona, Abdullahın yetîmi olarak bakdıkları için îmân etmediler.


Eğer hazret-i Ebû Bekr gibi, Allahın *(Peygamberi)* olarak görselerdi, onlar da inanır, *(Eshâb)* dan olurlardı. 


Hocam hazretlerini gören yehûdîler ise, hocamın, Allahın *(evliyâsı)* olduğunu bildikleri ve Ona bu gözle bakdıkları için *(îmân)* ediyorlardı, demiş.


Bu cevap, Sultân Mahmûd-i Gaznevî’nin çok hoşuna gitmiş. *(Çok doğru söyledin)* demiş ve Ebül Hasan-i Harkânî hazretlerine olan sevgisi daha da artmış.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ebül Hasan-i Harkânî hazretleri, talebelerini uzak bir yere göndermiş. O zamanlar böyle otobüsler falan yok. Dağlardan gidilirdi. Yollarda *(eşkıyâ)* lar olurdu. 


Ebül Hasan-i Harkânî hazretleri, talebelerine; Eğer yolda eşkıyâ ile karşılaşırsanız, kalbinizden *(yâ Ebel Hasen!)* diye beni çağırın, buyurdu. Talebeleri eşkıyâ ile karşılaşdılar. 


Ama bu tenbîhi unutup, *(yâ Rabbî, bizi kurtar)* diye yalvarmağa başladılar. Tabii hepsi soyuldular. Sabahleyin bir de bakdılar ki, arkadaşlarından bir tânesi soyulmamış. 


Eşyâları, elbiseleri, aynen duruyor. Merak etmişler ve soyulmıyan o arkadaşlarına; *(Sen ne yapdın da, seni görmediler?)* diye sormuşlar. O da demiş ki: 


Eşkıyâlar beni görünce, kalbimden *(yâ Ebel Hasen!)* dedim, hocamızı çağırdım, onun için bana dokunmadılar. Soyulan arkadaşları şaşırmışlar.


Nasıl olur, biz *(Allah)* dedik, Allah’dan istedik, soyulduk. Sen *(kul)* dan istedin, soyulmadın, bunun hikmeti nedir? demişler. Oradan geri dönmüşler, hocalarına sormuşlar. 


Hocaları onları dinlemiş ve cevap olarak buyurmuş ki: Siz Allahdan istediniz, ama hangi *(ağız)* la istediniz? Siz henüz, ağzınızdan *(harâm)* girip çıkmasına dikkat edemiyorsunuz. 


Harâm giren ve harâm çıkan bir ağızla yapılan *(duâ)* yı Allahü teâlâ kabûl etmez. Arkadaşınız benden yardım isteyince, ben onu duydum. Arkadaşınız için duâ etdim.


Onun kurtulması için Allahü teâlâya yalvardım. Allahü teâlâ da benim duâmı kabûl etdi. O arkadaşınız öyle kurtuldu, buyurmuş. 


Harâm giren ve harâm çıkan ağız ile yapılan duâyı Allahü teâlâ kabûl etmez. Ağızdan harâm girmesi ne demek? *(Yiyecek)* lerin nereden, nasıl geldiğinin belli olmaması. 


Ağızdan harâm çıkması ne demek? *(Yalan)* söylemiyeceğiz, *(dedikodu)* yapmıyacağız, *(gıybet)* etmiyeceğiz *(söz)* taşımıyacağız, *(iftirâ)* etmiyeceğiz. 


Böyle olursa, Allahü teâlâ duâmızı kabûl eder. Dikkat etmezsek, duâmız kabûl olmaz.

İbrahim aleyhisselam

İbrâhim aleyhisselâmın oğlu Hazreti İsmail’e vasiyeti: “Ey oğlum! Alnında parlayan bu nûr, son peygamber Muhammed aleyhisselâmın nûrudur. Bütün baba ve dedelerimizin vasiyeti; bu nûru iyi muhâfaza edip, zâyi etmeyip ehline teslim etmektir. Bu mübârek nûru iyi muhâfaza et, nikâhlı, afif ve temiz kadınlara teslim eyle. Sen evlâdına da böyle vasiyette bulun.” Bu hususta Hz. İsmâil’den kuvvetli söz alıp vasiyetini tamamladı... 

“Seni bu eve kim koydu?”

İbrâhim aleyhisselâmın ibâdet ettiği bir evi var idi. Bir gün evden çıkıp kapıyı kilitledi ve bir müddet sonra döndü. Kapıyı açıp girince, içeride birisinin oturduğunu gördü. “Bu eve seni kim koydu?” diye sorunca, o şahıs; “Ev sâhibi koydu” diye cevap verdi. “Ev sâhibi benim. Ben seni içeri koymadım!” deyince de; “Senden ve benden başka bir sâhib vardır. O her şeyin sâhibidir” dedi. Bunun üzerine oturanın melek olduğunu anladı. “Kimsin” diye sordu ve Melek-ül-mevt, yâni ölüm meleği Hz. Azrail olduğunu öğrendi. Sonra İbrâhim aleyhisselâm; “Mü’minlerin rûhunu nasıl alırsın bana göster” buyurdu. Azrâil aleyhisselâm; “Mübârek yüzünü yan tarafa çevir” dedi. Yüzünü çevirince gâyet güzel bir sûret gördü. Hiç öyle güzel yüz görmemişti. Bunun üzerine; “Ey Azrail! Eğer ölen bir kimseye bu suret gösterilirse ona kâfidir” buyurdu. "Bundan sonra îmân etmeyenlerin, kâfirlerin rûhunu nasıl alıyorsun onu da göster?” deyince, Azrâil aleyhisselâm; “Tahammül edemezsin” buyurdu. Görmek isteğinde ısrâr edince; “Yüzünü yana çevir” dedi. İbrâhim aleyhisselâm yan tarafa dönüp bakınca, çok korkunç bir suret gördü ve kendinden geçti. Kendine gelince de; “Eğer kâfire bundan başka kötü şey göstermeseler bu ona yeter” buyurdu.

“Canımı cânâna kavuştur”

İbrâhim aleyhisselâm bundan sonra da Azrâil aleyhisselâma; “Ziyârete mi geldin? Rûhumu almaya mı?” buyurdu. “Eğer izin verirsen rûhunu almaya!” diye cevap verdi. İbrâhim aleyhisselâm; “Dost dostun canını alır mı?” deyince; “Yâ İbrâhim bu husûsu Allahü teâlâya arz edeyim, ne buyurursa sana bildireyim” dedi. Azrâil aleyhisselâm gidip hemen geldi. Allahü teâlâ; “Dost dosta kavuşmak istemez mi?” buyurdu dedi. İbrâhim aleyhisselâm bunu işitince; “Çabuk gel kardeşim, hemen canımı cânâna kavuştur, benim için bundan büyük müjde olamaz” buyurdu. Bunun üzerine Azrâil aleyhisselâm mübârek rûhunu kabzetti.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Osmanlılar zamânında Beylerbeyi’nde, büyük bir *(zahîreci)*, karşısında da küçük bir *(arpa)* dükkânı varmış. 


Zahîreciye gelenler, *(zahîre)* aldıktan sonra, hayvanlarına lâzım olan *(arpa)* yı da, aynı yerden alıp çıkarlarmış. O zahîreci bakmış ki, karşıdaki arpacıdan alışveriş eden yok. 


Kendisininki ise yarı olmuş. O da çoluk çocuğuna ekmek götürecek diye, kendi arpa çuvalının üzerini örter ve müşteriler arpa da isteyince;


*(Arpamız kalmadı, onu da karşı dükkândan alın)* dermiş. İşte din kardeşliği budur efendim. *(Osmânlı)* da böyle olursa, ya *(eshâb-ı kirâm)* nasıldı? 


İmâm-ı Muhammed Şeybânî hazretleri şâhzâde idi. Şehzâde değil de *(şâhzâde)* idi. Arkadaşlarıyla bir gün ava gitdiklerinde bir topluluğu gördüler, araştırdılar.


*(İmâm-ı A’zam)* hazretlerinin, talebeleriyle sohbet etdiğini anladılar. İmâm-ı A’zam hazretlerini çok merak ediyordu. *(Gidip dinliyelim)* dediler. Fakat kalabalıkdan yaklaşamadılar.


Uzakdan, ancak birkaç dakîka dinlediler. İmâm-ı A’zam hazretleri o esnâda talebelerine, *(helâ)* da islâmiyete uygun nasıl oturulacağını anlatıyordu. 


İslâmiyetde, helâda oturmanın dahî âdâbı vardır. Sağ kol *(bacak)* da, sol el *(yanak)* da olacak. İmâm-ı Muhammed Şeybânî hazretleri bunu dinledi ve *(Sonra tanışırız)* diyerek, ayrıldılar. 


Biraz sonra abdest bozması îcab etdi. Arkadaşlarından ayrılıp, sâkin bir yere gitdi. *(Zengin)* olduğu için eşkıyâlar Onu tâkip ediyordu. İmâm-ı A’zam’dan öğrendiği gibi çömeldi. 


Eşkıyâlar onu yalnız görünce, *(kement)* atdılar. Eli başında olduğu için, kemendi asılınca, sıyrıldı ve çıkdı. O da hemen kalkıp, *(imdaat!)* diye bağırdı, eşkıyâlar kaçdılar. 


İmâm-ı A’zam hazretlerinin sohbetinde birkaç dakîka bulunduğu için hayâtı kurtuldu. Eve geldiğinde babasına olanları anlatdı ve İmâm-ı A’zam hazretlerinin sohbetine gitmek istediğini söyledi. 


*(Birkaç dakîka sohbetinde bulunmakla hayâtım kurtuldu. Daha fazla sohbetine gidersem, âhiretim de kurtulur)* dedi. 


Babası da uygun görünce, İmâm-ı A’zâm hazretlerinin talebesi oldu. Muhammed Şeybânî hazretleri, çok da *(güzel)* di. Onun için İmâm-ı A’zâm hazretleri, Onu kürsünün arkasına oturturlardı.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâm Mekke’den Medîne’ye hicret edince, Medîneli müslümânlar, evlerinin arsalarının yarısını onlara verdiler. Odayı verince, *(Bunun kirâsı ne kadar?)* diye sordu Mekkeliler. 


Onlar da; *(Ne kirâsı, burası eşyâsıyla birlikde sizin)* dediler. Kendi evlerini verdiler. Mühim olan da zâten, kendine lâzım olmıyanı değil de, kendine lâzım olandan verebilmekdir. 


Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri zamânında, bir adada yaşıyan bir *(kutub)* varmış. Bir gün, denizin üzerine yağmur yağarken, bu kutub, kalbinden;


*(Yâ Rabbî, hikmetinden suâl olunmaz ama, Afrikada çöller susuzlukdan kavrulurken, burada suyun üzerine yağmur yağıyor)* diye düşünürken, bir anda derecesi düşmüş. 


Gene evliyâlıkdan çıkmamış da, sâdece derecesi aşağı düşmüş. Kendisi de bunu fark etmiş, o düşüncesine pişmân olmuş ve Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinden yardım istemiş. 


O büyük Velî de, o esnâda talebeleriyle sohbet ediyormuş. O anda penceredeki perde kıpırdamış. Perdenin  kıpırdadığını bâzı talebeleri görmüşler, merak edip, hocalarına, *(Bu neydi?)* diye sormuşlar. 


O da, bu hâdiseyi anlatmış ve *(Biraz önce o zât buraya geldi, benden yardım istedi. Ben de ona duâ etdim. Eski derecesine kavuşdu)* buyurmuş. 


Bu zamanda *(küfr’e)* girmek çok kolay kardeşim. Meselâ insan, bir harama, *(ne güzel)* dese, mâzallah küfr’e girer. Fakat efendim îmâna gelmek de çok kolaydır. Bir tövbe etse, küfrden kurtulur. 


Meselâ *(Yâ Rabbî, bilerek veyâ bilmiyerek bir günâh işledimse veyâ küfr’e girdimse çok pişmânım, beni affet)* dese, o anda günâhları affolur, îmânı gitdiyse, geri gelir. 


Yalnız iki şey geri gelmez. Kılınmayan namazların *(kazâsı)*, bir de *(kul hakkı)*. Öyleyse helâllaşacığız, kazâmız varsa, bir an önce kılıp bitireceğiz kardeşim. Namâzını kazâya bırakan, iki suç işlemişdir. 


Biri, Allahın *(namaz)* emrini yerine getirmemekdir ki, ancak kazâsını kılmakla affolur. İkincisi, o namâzı vaktinde kılmamak suçudur ki, o da, *(emr-i mâruf)* yapmakla affolur. 


Meselâ bizim kitapları dağıtmak, hem *(cihâd)* dır, hem *(emr-i mâruf)* dur, hem de büyük günâhların affına sebepdir.

Yâdigâr mektûblar 60. mektûb

 Ve aleyküm selâm kıymetli kardeşim Ali Aygün

Mektûbunuzu okudum. Maşa[allah] ne güzel yazmışsınız. Bu yazılar [yani İslâm harfleri], ne büyük hazînedir. Zemânla artık yazınız terakki eder. Cenâb-ı Hak hepinizi câhillerin, ahmakların sözlerine aldanmaktan muhâfâza buyursun.

1- Sabah ve ikindiden başka nemâzların farzlarını kıldıktan sonra cemâat yapıldıkda,nâfile olarak cemâate uyulur. Sevâb olur. Sabah ve ikindi farzından sonra [nâfile] nemâz kılmak mekrûhdur.

2- Dağda ve tarlada giyilen mest çizme üzerinde necâset bulunmadığı ma'lûm ise, bunlara mesh edilir. Necâset varsa edilmez. Meshin yolcu iken müddeti üç gün üç gecedir.

3- Oruç adayan kimse, gün adedi söylemedi ise, bir gün oruç tutar. Adak yaparken gün adedi söylemelidir. 

4- Kitâblı kâfirlerin hediyyeleri kabûl edilir. Onlara birşey ısmarlanır. Sadaka, hediyye verilir. Zekât verilmez.

5- Büyük günâh işleyenin geçmiş amelleri bozulmaz. Hiçbirini kazâ etmez. Fakat bir kimse mürted olursa geçmiş amelleri bozulur, yok olur. Tekrar İslâma geldiği zemân, kâfirlikde geçen nemâzları ve oruçları ve kâfir olmadan evvel kıldığı nemâzları ve tuttuğu oruçları kazâ etmez. Ya'nî müslimân olunca bu ibâdetler tekrar geri gelir. Kâfir olmadan evvel kazâya bırakdığı nemâzları ve oruçları tekrar müslimân olunca kazâ etmesi lâzımdır. Kâfir olmadan evvel yapdığı hac geri gelmez, tekrar hac etmesi lâzımdır.

Ali Karaduman'ın mektûbunu aldım. Duâlarınıza şükr etdim. Onun sualini bir yerde okumadım. Zannedersem, İslâm memleketlerinde velî bulunur. Ahkâm-ı şer'iyye tatbik edilmeyen memleketlerde [kolay kolay] bulunmaz. O halde bugün, Seâdet-i Ebediyye 164'ncü sahîfede yazılan kutbü'l-aktâb vardır; diğerleri yokdur. Hakîkî mü'min, Ehl-i sünnet pek az, evliyâ nerede olacak? Hadîs-i şerîf, [müslümanların] kıyâmete doğru garîb olacağını bildiriyor.

Hüseyn Hilmi 

Muhabbet kesbî değil vehbîdir

“Muhabbet, çalışarak elde edilmez. Muhabbet verilir ise, bir daha geri almazlar.”

(Murad-ı Münzevî)

“Kaddesallahu teâlâ sirreh”

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim hizmetlerimizin esâsı, *(Sünneti)* ihyâ etmek ve *(Bid’ati)* yok etmekdir. Bu da çok zordur, gayret ister. Zor olduğu gibi, çok da kıymetlidir. Niçin kıymetli? Çünkü bu, *(Emr-i mâruf)* dur efendim. 


Bir insan çok zengin olsa, öyle ki, bütün dünyânın serveti onun olsa ve hepsini muhtaçlara dağıtsa, kazandığı *(sevap)*, bir sünneti ihyâ etmenin sevâbına yetişemez. Hattâ onun yanında *(damla)* gibi kalır. 


Kaldı ki, bizim kitâblarda yalnız sünnet yok efendim, *(vâcib)* ler var, *(farz)* lar var, alınacak sevâbı bir düşünün. *(El mer'ü mea men ehabbe)*. Hadîs-i şerîfdir bu. 


Yâni insan, sevdiğiyle berâberdir. Gece de berâberdir, gündüz de berâberdir. Neş’eli zamanda da, sıkıntılı zamanda da, dünyâda da, kabirde de, âhiretde de berâberdir. 


Sevince, berâberlik böyle olur. Büyükler buyuruyorlar ki: Hiçbir üstünlük, hiçbir şifâ, *(sohbet)* inki kadar olamaz.  


İnsan kendi başına kitap okuyabilir. Buna, kitap okumak derler. İyidir, fâidelidir. Ama biri okur, diğerleri dinlerse, buna *(sohbet)* denir. Her türlü feyz ve bereket, sohbetdedir, yâni birlik ve berâberlikdedir. 


Peygamberimiz aleyhisselâm eshâb-ı kirâm ile sohbet ederken, kuşlar gelir, Eshâbın üzerine konarlardı, hem de defâlarca. Biri uçardı, öbürü konardı. Çünkü onları *(ağaç)* zannederlerdi. 


Niçin? Hiç hareket etmezlerdi ki. Edeblerinden kıpırdamazlardı. Mümkün olsa, nefes almıyacaklar. Hattâ nefes almaları zorlaşırdı efendim. Eli böyle kalmışsa, aşağı indirmezdi, saygısızlık olmasın diye. 


İşte o edebe riâyet etdikleri için *(feyz)* aldılar ve vâsıl-ı ilallah oldular. Efendim, ben kitâplarda okuduklarımı unutuyorum, ama Efendi hazretlerinden duyduklarımı unutmuyorum. 


Meselâ şimdi size Efendi hazretlerinden duyduğum bir hadîs-i şerîfi söyliyeceğim, onu hiç unutmuyorum. Peygamberimiz aleyhisselâm; *(İnnallahe yuhibbu en yürâ esera ni’metihî alâ abdihî)* buyuruyor. 


Yâni Allahü teâlâ, muhakkak ki, verdiği *(ni’met)* in eserini, kulunun üzerinde görmek ister. O ni’meti, kulunun üzerinde görmeyi sever. 


Çok kitap dağıtalım kardeşim. İşimiz bu bizim. Bu kitaplar, ehl-i sünnet âlimlerinin sözleridir, o büyüklerin kelâmıdır. Nasîbi olan *(feyz)* alır. Dağıtdığımız bu kitâpları herkes okur zannetmiyelim. Nasîbi olan okur. 


Çünkü miknatıs, *metal* parçasını çeker, *(cevheri)* çeker, saman çöpünü çekmez efendim. Bu, bir nasîb meselesidir. Peygamber aleyhisselâm herkese anlatıyordu. Anlıyanlar *(eshâb-ı kirâm)* oldu, anlamıyanlar ise *(düşman)* oldular.

Hilmi Efendi'nin, Enver Bey'in kızıyla izdivac talebine verdiği cevap

 Enver Ören Bey'in izdivac talebine cevab mahiyetinde Arabî harflerle yazılmıştır.

Bismillâhirrahmânirrahîm

Selâmün aleyküm kıymetli oğlum Enver Ören bey

Esselâmü aleyküm ve alâ ittibea'l-hüdâ vessalâtü vesselâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ve ezvâcihi ve etbâihi ecmaîn. Âmin.

Muhterem vâlideniz hanım, fakirhânemize teşrîf ederek kerîmem Âişe Dilvin Hanım'a tâlib olmuşlar. Sizin selâmınızı getirerek kerîmem ile izdivâc etmek istediğinizi bildirmişler. Siz, ahbâbım ve talebem arasında İslâm ahlâkını, insanlık fazîletlerini câmi bulunmakla, din ve dünyâ seâdetini te'min eden tarîk-i müstekîme sâlik olmakla [doğru yolda bulunmakla], mümtâz,afîf,nezîh ve halîm bir şahs-ı âlisiniz. Maddî ve manevî ni'metlere mazhar, güzide ve bahtiyarsınız. Cenâb-ı Hak size olan ihsanlarını artdırsın. Râzı olduğu yoldan ayırmasın. Veliyy-i kâmil Seyyîd Abdülhakîm Efendi (kuddise sirruh) hazretleri ve silsile-i aliyyesi ekâbirinin [büyüklerinin] feyzleri, teveccühleri ve himâyeleri altında bulundursun. Seâdet-i dâreyn ihsan buyursun. Şeytan ve düşman ve nefs-i emmâre şerrinden muhafaza buyursun. Âmin.

Sizin bu arzu ve teklîfiniz, bizim de arzumuzdur. Kerîmem Âişe Dilvin Hanım naz-u ni'am [nimetler] ile büyüdü. Ulûm-i diniyyesini iyi öğrendi. İslâm ahlâkı, iffet, edeb, nezâket sahibi olarak ve bir İslâm hanımına lâzım ve lâyık mezâyâ ve mekârim ve kemâlâtı iktisâb ederek [meziyetleri, şerefleri ve olgunlukları kazanarak] yetişdi. Bütün hayatı müddetince, hiçbir kimseden hiçbir tekdîre ve ihtâra bile sebeb olacak nâ-ma'kul bir hareketi sâdır olmadı. Ailemizden ve ahbablarından kimseyi incitmedi. Hiç kimse tarafından, hiçbir zaman, hiçbir suretle incitilmedi. Bir inci, bir pırlanta gibi yetişdi.

Böyle misli bulunmayan bir cevherimizi, büyük ihtimamla yetiştirdiğimiz gözbebeğimizi, ancak sizin gibi seçilmiş, kıymetli bir müslimâna aile ve zevce yapmağı muvâfık buluyorum. Mahbubum olan kerimem Âişe Dilvin Hanımı, makbulüm olan Enver Bey'e zevceliğe uygun görüyorum. Bu arzunuzu kabul ediyorum. Çünki kerimemin hayatı müddetince mes'ud ve bahtiyar olması, din ve dünya seâdetine kavuşması birinci emelimdir. Onun hiçbir suretle incinmemesini, ölünceye kadar rahat ve neş'eli kalmasını istiyorum.

O daima tatlı dile, güler yüze, iltifata, ikrama alışmışdır. Acı bir söz, sert bir nazar, onu çok kırar, perişan eder. Biricik mahsul-i hayatım olan ve ömrüm boyunca üzerine toz kondurmadığım, her arzusunu seve seve karşıladığım, gözümün nuru kızımın, dünyada ve âhiretde mes'ud olmasını istiyorum. Sizin nikâhınızda kalmakla bu seâdete kavuşacağından emin olarak Cenâb-ı Hakka şükr ediyorum. Onun ibâdetlerinde kusur yapmamasına, şerî'atden aslâ ayrılmamasına dikkat ve itinâ etmenizi ehemmiyetle ricâ ediyorum. Allahü teâlâ her ikinize hayırlı ömür, helâl rızk, rahat ve huzur ve selâmet-i îman ihsan buyursun. Yevm-i kıyâmetde Habîb-i Ekrem'in havz-ı kevseri yanında hepimizi cem' eylesin. Âmin ve'l-hamdü lillahi rabbi'l-âlemîn. 26 Şevvâl-i Mükerrem 1386-Pazartesi. 6 Şubat 1967.

Muhtac-ı duâ Hüseyn Hilmi Işık