Afiyet

 Adamın biri bir zata “Sen her gün afiyette değil misin?” dedi. “Allahu Teala’dan öyle bir gün istiyorum ki sabahtan akşama kadar günah işlemeyeyim. Afiyetle geçen gün böyle olur.” buyurdu.Cenab-ı hak size de böyle afiyetli günler ihsan eylesin.


(İmamı Rabbani kuddise sirruh)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Şehîd olanların *(kanları)*, Allahın dînini *(kitap)* ile yayanların *(mürekkebi)* ile tartılsa, mürekkep *(ağır)* gelir. 


Bundan maksad; *(kitap)* ile yayanların sevâbı, *(cihâd)* ile yâni döğüşerek şehîd olanların sevâbından daha çokdur. 


Ne mutlu Allahın dînini yayanlara! İşte islâmiyeti kitapla yayma hizmetini, siz yapıyorsunuz kardeşim. 


*(Cihâd)* etmek, harb etmek değildir, harb etmeği hükûmet yapar. Biz, kendi kendimize bu mânâda cihâd yapamayız. Kendi kendimize cihâd, *(emr-i mâruf)* dur.


Yâni Allahın dînini yaymakdır. Biz, bunu yapıyoruz el-hamdülillah. Allahın dînini yayanlar, beden ile cihâd edenlerden daha *(hayırlı)* dır. 


Hazret-i Alî ne buyuruyor? *(Bir kimse, Allahın dîninden bana bir kelime, yâni bir mesele öğretirse, ben onun kölesi olurum)* diyor. 


Elhamdülillah, İslâma hizmet bize nasîb oluyor kardeşim. Bize nasıl nasîb oldu? Allahın lûtf-u ihsânıdır bu. Allahü teâlâ herkese bir şey ihsân etmiş. 


Kimine, insanların sıhhatine hizmet etmeyi, yâni *(tabâbet)* ni’metini vermiş. Bize de Habîbinin, Resûlünün yolunu göstermek ni’metini vermiş. 


*(El ulemâ vereset-ül enbiyâ.)* Yâni âlimler, Peygamberlerin vârisleridir. Bunu, Peygamber Efendimiz buyuruyor. Peygamber Efendimizin vârisleridir bunlar. 


Vâris, mûrisin yanındadır. Ne büyük ni’met içindeyiz kardeşim. Sevinelim, şükredelim. Allahın dînini yaymak ni’metinin devâm etmesi için, bu ni’mete şükretmek lâzım. 


Şükretmek ne demek? Nasıl şükredeceğiz? Ni’mete şükretmek, o ni’meti yerinde kullanmak demekdir. Yerinde kullanmanın birinci şartı, *(fitne)* den sakınacağız kardeşim.

Büyüklere sevgiyi elden kaçırmayınız

 Allahu Teala’yı seven ve unutmayanlardan uzak kalman o saadet tohumunun açılıp büyümesine mani oldu.Fakat, o tohumun çürümemiş olması bu yavrunun yetişmeye elverişli, nefis bir cevher olduğunu göstermektedir. Her pahasına olursa olsun o büyüklere sevgiyi elden kaçırmayınız.


(İmamı Rabbani kuddise sirruhu)

Dedikodu yapanın sözü kabûl edilmez

 Mektûbât-ı Ma'sûmiyye 2.cild, 123. mektûb. Bu mektûb, hakîkatler menba'ı yüksek oğulları Şeyh Ebûl Kasım'a gönderilmiş olup dostların kusûrlarını afv ve dedikodu yapanı dinlemekten men' etmektedir:

Allahu teâlâya hamd olsun! Sevdiği, seçtiği kullarına selâm olsun! Kıymetli mektûbunuz geldi. Bizi çok sevindirdiniz. Huzûr ve safâ hâsıl olduğunu yazıyorsunuz. Ne iyi haber! Fitne ateşi ne kadar söner, bastırılırsa, o kadar iyidir. Dostlarından, sevdiklerinden insanlık icâbı bir kusûr, sevgiye uymıyan, ters düşen bir şey meydana gelirse, bağışlamalı, iyi taraflarını görmelidir.

 Mısra':

Mert isen, kötülük yapana, iyilik yap.

Derler ki, bir kimse, bir kimsenin yanında, bir kimsenin bir kötülüğünden bahsetmiş. "Biz, bize iyiliğine bakarız; iyiliği kötülüğünden fazla ise, iyiliklerini alır, kötülüklerini geçeriz. Nitekim Efendi de kölesine böyledir. O hâlde kul kula karşı nasıl olmalıdır!" demiştir. Yazıyorsunuz ki, bazı sâlihler, bazı haberler getirdi. Hüsn-i zan gereği sözlerine inandım. Bu yüzden kalbim ağırlandı. Deriz ki, ilim sâhibinin böyle söylemesi, hayret vericidir. Onların sözlerini hüsn-i zanla kabûl etmişsiniz ve hüsn-i zan etmeğe lâyık olan diğer tarafa hüsn-i zan etmemişsiniz. Dedikodu yapanın sözü kabûl edilmez,red edilir. Kenz-ül hafi kitabında diyor ki:

Halid bin Sinân: "Dedikoduyu kabûl etmek, dedikodudan daha kötüdür". Çünkü dedikodu, delâlet, işâret; kabûl ise, icâzet ve tasdîktir. Bir şeye delâlet eden ile onu kabûllenip, hükmeden bir değildir. O hâlde dedikodu yapanın azâbı, sadece dedikodusudur. Eğer doğru ise ayıblamasında, bir kimsenin gizli bir şeyini ortaya dökmek, hürmetini gidermek, nâmusuyla oynamak vardır. Yalan ise Allahu teâlâya karşı gelmek, yalan ve iftira söz ile şeytana uymak vardır. Sana bir kimse gelip, filân kimse, senin hakkında şöyle şöyle dedi, senin için şöyle şöyle yaptı dese, senin üzerine altı şey vâcib olur:

1- Tasdîk etmemelisin, ya'nî doğruluğuna inanmamalısın. Çünkü nemmâm, ya'nî dedikodu yapanın şâhidliği, İslâmda merdûddur. Allahu teâlâ Hücûrât sûresi altıncı âyetinde: 

"Ey îmân edenler, eğer size bir fâsık, bir haber getirirse, onu araştırın, (doğruluğunu anlayıncaya kadar tahkîk edin). Değilse, bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da, yaptığınıza pişman olursunuz" buyuruyor.

2- Dedikodu yapanı men ediniz. Çünkü dedikodu yapmak münkerdir. Kötü işdir. Münkerden nehy ise vâcibdir. Allahu teâlâ Âl-i İmrân sûresi yüzonuncu âyetinde:

"Ey Muhammed aleyhisselâmın ümmeti! Siz beşeriyyet içim meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emr eder, fenalıktan alıkorsunuz ve Allaha îmânınızda devâm edersiniz!" buyuruyor.

3- Dedikodu edene, söz taşıyana, getirip götürene, ALLAH için kızmalısın. Çünkü o âsîdir, günâhkârdır, fâsıktır. Günâhkâra buğz ise vâcibdir.

4- Yanında olmıyan din kardeşine, onun sözü ile sû-i zan etmemelisin. Çünkü Müslümana sû-i zan haramdır. Haramdan sakınmak ise vâcibdir.

5- Dedikodu yapanın sözüne bakıp, tecessüs etmemeli, araştırmamalıdır. Çünkü Allahu teâlâ tecessüsü nehy ediyor ve Hücûrat sûresi onikinci âyetinde:

"Ey îmân edenler, zannın birçoğundan sakının, çünkü zannın bir kısmı günâhdır. [Müslümanların ayıb ve kusurlarını] araştırmayın..." buyuruyor.

6- Bu dedikoducunun yaptığını, beğenmediğin şeyi sen yapma. Âlimlerden biri buyurdu: " Bu zamanda günâhtan kurtulmak ve din kardeşleri ile kardeşliğinin devâmını istiyen, kendini hâkim yapsın, hâkimler gibi hükmetsin. Bir kimse hakkında, tek bir kimsenin sözünü kabûl etmeyip, birden çok şâhid olmayınca ve şâhidler âdil olmayınca, bir kimsenin sözünü tasdîk etmesin".

Mektûbât-ı Ma'sûmiyye 2.cild,137.ci mektûbun bir kısmı

 Bu mektûb Urvetü'l Vüska Muhammed Ma'sûm Fârûkî "kuddise sirruh) hazretleri tarafından Şeyh Cüneyd Mihtî'ye yazılmış olup, vâkı'asının ta'bîri, zarûrî nasîhatler ve on latîfeden bahsetmektedir. Mektûbun tamamı değil bir kısmı alınmıştır. 

... Soruyorsunuz: Şerîatta kula fâil-i muhtâr deniyor. Halbuki naslarda ve hadîslerde geldi ki: 

"Allahu teâlânın hidâyet verdiğini kimse delâlete götüremez. Allah kimi şaşırtırsa, artık onun için yol gösteren yoktur. Allah onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir" gibi âyetler ve;

"Îmân, Rahmanın iki parmağı arasındadır"

"Kaderin, hayır ve şerri Allahdandır"

"Kendisinden başka ilah olmayana yemin ederim ki, sizden biriniz Cennet amelleri işler, hatta kendisi ile Cennet arasında bir kol boyu [bir arşın, yarım metre] mesafe kalır ve alın yazısı öne geçer ve Cehennemlik amelleri işler ve Cehenneme girer. Bir kimsede cehennemlik amelleri işler ve kendisi ile cehennem arasında bir arşın mesafe kalır, kitab yazısı önüne geçer ve cennet amelleri işler ve cennete girer".

Deriz ki, sorudan hâsıl olan şudur ki, şerîat âlimleri kulda ihtiyâr vardır derler, ama bu âyetler ve hadîsler bunun aksini bildirmektedir ve ihtiyâr olmadığını haber vermektedir; burada bir çatışma olmuyor mu?

Cevab: Hiç çatışma yoktur. Açıklayalım, hiç şübhe yoktur ki, hidâyet ve delâlet Allahu teâlâya mahsûstur. Hayır, şer, îmân, küfür, tâat, isyan gibi ne varsa hepsi Allahu teâlânın takdîri ve irâdesi ile yaratılmaktadır. Âyet ve hadîsler de bunu göstermektedir.

Kulların yaptıklarını yaratan Hak teâlâdır, kullar değildir. Mu'tezile insanlar işlerinin yaratıcısıdır dediler ve delâlet, sapıklık derecesinde kaldılar. Çünkü Allahu Teâlâ:

"Sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı" [Saffat-96] buyuruyor. Yine hiç şübhesiz biliyoruz ki, kul, işin de mecbûr değildir. Cebriye mecburdur dedi ve doğru yoldan saptı. Çünkü bir şeye isteyerek dokunma ile, elin veya bir uzvun titremesi farklı şeylerdir. Teklîf ve dâimî azâb hükmü cebriyyeyi nakz ve nefyetmektedir. Bununla beraber Allahu teâlâ sevâb ve azâbı kullarının ameline bağlamış ve:

"Yaptıklarının cezâsı [karşılığı] dır" buyurmuştur. O hâlde anlaşılmış oldu ki, kulun yaptığı işte dahli vardır, her ne kadar yaratması Allahu teâlâ tarafından ise de, işte kulun bu dahline kesb [kazanma] deniyor. Kula irâde ve ihtiyâr verildi. Lâkin kendi irâdesine bırakmadılar. Teklîf, azâb ve sevabı bu irâdeyi kullanarak iş yapmasına bıraktılar. İşte kul irâdesini sarf ettikten sonra, o işin yaratılması Hak teâlâdan vuku'a geliyor. O hâlde âyet ve hadîsler yaratma itibâriyle olanı ifâde ediyor ve din âlimlerinin sözü kesb bakımından oluyor ki, bu da irâdeyi sarf etmektir.

Derseniz ki, Allahu teâlâ ezelde ilm-i kadîmi ile biliyordu ki, filân kul filân zamanda filân işi, tâat veya ma'siyyeti işleyecek. O hâlde o işin o kimseden meydana gelmesi elbette olacaktır ve kul bunda mecbûrdur. Çünkü meydana gelmese Allahu teâlânın ilmi cehle dönüşür, bu ise muhaldir.

Cevabında deriz ki, ilim vuku'a tâbidir. Nasıl yapılacaksa ilm-i ilâhî ezelde ona bağlandı. Ya'nî sonra olacakları Hak teâlânın ezelde bilmesinde bir mahzûr yoktur.

Derseniz, tâat ve masiyet hep ezelî takdîr ve irâde iledir, ihtiyâr nerededir? Deriz ki, ezelde takdîr ve irâde öyle işledi ki, filân kendi ihtiyârı ile şu işi yapacaktır. Bu ihtiyârın isbâtı olup nefyi [olmaması] değildir. Şu kadar vardır ki, bu ihtiyâr lâzımdır ki, elbette ondan vuku'a gelecek. Gelecek ki, takdîr-i ezeliye muhâlif vâkî olmasın.

Nitekim yazısı öne geçti hadîsinde buna işâret vardır. Bununla mektûbumuza son verelim. Gaybi en iyi bilen Allahu teâlâdır.

Mahdûmâ; kaza ve kader mes'elesi en ince mes'elelerdendir. Herkesin anlayışı bu konuyu kavrayamaz. Belki bu mes'elenin hakîkatini en iyi Allâmül-guyub hazretleri bilir. Kısaca şu kadar îmân etmek lâzımdır: Kaderin hayrı da, şerri de Allahdandır. İnsanlar yaptıklarının karşılığını görürler, iyilik yapmışlarsa iyilik, kötülük yapmışlarsa kötülük görürler. Bundan ileri gitmek bize lâzım gelmez. İlmini Allahu teâlâya bırakmalı ve Onun emir ve yasaklarına uygun yaşamalıdır. Böyle yapmazsa kul âsi olmuş olur ve çeşitli cezâlara müstehak olur. Açık olarak ve kendi vicdanımızla anlıyoruz ki, Hak teâlâ bize emir ve yasaklarını yerine getirecek kadar kudret ve kuvvet vermiştir ve Hakka karşı gelmeyi, âsi ve günahkâr olmayı serkeşlik bilmeliyiz.

Yâ Rabbi, sen bize katından rahmet ver ve işlerimizi düzgün ve güzel yapmayı bize nasîb eyle.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Cihâd)* etmek, harbetmek değildir. Harb etmeği hükümet yapar kardeşim. Hükümet bize izin verirse, onun emrinde cihâd yapılır. 


Biz kendi kendimize cihâd yapamayız. Kendi kendimize cihâd, *(emr-i mâruf)* dur. Yâni Allahın dînini yaymakdır. Biz bunu yapıyoruz işte. 


Elhamdülillâh. Allahın dînini, *(söz)* ile, *(kitap)* ile yayanlar, beden ile yâni kılıç ile dövüşerek cihâd edenlerden daha kıymetli ve hayrlıdır. 


İşte Allahü teâlâ bâzı kullarına *(hâdî)* ismiyle tecellî etmiş, yâni onlara hidâyet nasîb etmiş, bunları kendi hizmetinde kullanıyor. 


Allahü teâlânın bir de *(mudil)* sıfatı, yâni dalâlete götürücü sıfatı vardır. Bu dalâlete gidenler de, hidâyete erenlerin yapdıklarının tersini yapmaya çalışırlar.


Allahü teâlâ, mülkün sâhibidir. Neden böyle yapar? suâl edemeyiz. Sebebini O bilir. Yâni *(hidâyet)* de, *(dalâlet)*  de, Allahü teâlânın takdîridir. 


Hidâyete erecek olan kullarını, bir *(mürşid-i kâmil)* ile karşılaşdırır. O mürşid-i kâmil, aynen mıknatısın cevheri çekdiği gibi, kendisine tâbi olacakların hepsini kendine çeker. 


*(Kendi)* si çeker, *(kitap)* ları çeker, *(talebe)* leri çeker, ama eninde sonunda çeker. Sevindirici haber şudur ki, bu büyükleri seven, şakî olmaz, yâni mürted olmaz. 


Amaaa, hâlisen değil de, şeklen inanır ve bunun kıymetini bilmezse, bu sefer mudîl sıfatı tecellî eder ve *(mürted)* olur. Allah korusun. Mürted olarak giden çok vardır. 


Çünkü bu verilen hidâyet sıfatının gereğini yerine getirmediği, ni’metin kıymetini bilmediği için, elinden gitmişdir. Öyleyse biz, elimize geçen bu ni’metin kıymetini bilelim, bu fırsatı iyi değerlendirelim kardeşim. 


Bu beden, bu îmân, bu ahlâk, bu fırsat çok kıymetlidir. Bize, hem *(îmân)*, hem de *(hizmet)* ihsân edildi. Bunlardan daha büyük ni’met düşünülemez. Elimizden gitmemesi için çalışalım. 


Bir gayri müslim; *(Müslümânlık çok kolay, eğer müslümânlık dünyâya anlatılsa, bütün dünyâ müslümân olur)* diyor. Bir kız söylüyor bunu, hem de fransız. 


İşte biz, o kızın dediği işle uğraşıyoruz. Yâni müslümânlığı bütün dünyâya anlatmağa çalışıyoruz. Arapça, fransızca, ingilizce, alamanca kitaplarımızla, hep dünyâya islâmiyeti tanıtmağa öğretmeğe çalışıyoruz. 


Çünkü biliyoruz ki, müslümânlığı doğru öğrenen, seve seve müslümân olur. İslâm dîni, kadınlara kızlara iltimas ediyor, kolaylık gösteriyor. Fakat kâfirler tam tersini söylüyor, yalan söylüyor, böylece gençleri aldatıyorlar.

Nefsin şehvetlerine dalmanın kötülüğü

 - Nefsin şehvetlerine dalıp ruh cevherini fâsid edenin [bozanın, kirletenin] her azası günâha giriftâr olur. Böyle kimseler ölüm hastalıklarında da o kayıttan kurtulamazlar. Sekerâtı anlarında serab hükmünde olan matlûblarının hiçliğine kani' olurlar. Ruh cesedden ayrılıp, bu şehvet sevgisi elemi ve bağlılığı gittikçe çoğalır ve onu, maddesiz aleme girdiğinde, o âlemlerin zevklerinden mahrûm eder. O maddesizlik âlemine girdiklerinde cemâl-i ilâhîyi göremezler.

İnsan vefât edince, rûhun dünyevî alâkası nerede ise, dâima nazarı ondadır. Ve mütemadiyen tezâyüd eder [çoğalır]. Dünya arzularının nihâyeti yoktur. Bu erişememezlik bir hararet doğurur ki, bunun hararetinin şiddetinden rûh elem ve eziyet görür. Zirâ ölüm kavuşmağa mâni'dir.

Nefsin iştihasından olan ayrılık, ruhlar âleminde bir elem husûle getirerek gittikçe çoğalır. Bu da cemâl-i ilâhînin nûrunun tecellisinden mahrûm kalmağa sebeb olur.

Nefsin müştehiyâtı [iştiha ettikleri], şer'an haram olanlardır.

Hedef lutf-i ilâhî olursa, marifetullah deryasına dalar. Bütün azaları ile Allahu teâlânın rızasına müştâk olur. Ma'rifet, arzu ve şevk-ı ilâhî çoğalır. Akıl münevver olup, hisler de nurlanır. Rûh tenevvür ederek lika-ı ilâhîye [Rabbine kavuşmağa, O'nu görmeğe] müştâk olur. Namaz huşû' ile nurlanır. Kalbi tam Kâ'beye müteveccih olur [yönelir]. Ve kalbine hiçbir keder girmez. Vucûdu hastalıklardan muâf olur. Elbiseyi yıpratan ve vucûdu çürüten günâhlardır.

Kalb mâsivaullahdan tahliye olup, muhabbet ve meveddet-i ilâhî ile ünsiyet peyda ettikçe, zâhirî beş his [duygu] ile müşâhede edilen her şeyi müşâhede ettikten sonra, yeryüzündeki medfunatı [gömüleri], ölüleri, hazîneleri ve bütün mükevvenattaki mahlûkatı idrâke başlar.

Küfr ve îmana mahsûs olan pis ve temiz kokuları idrâk eder. Kur'ândaki, namazdaki, salavatlardaki temiz kokuları almağa,duymağa başlar.

(Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı, sf: 289-290) 

İşrete [içkiye] âid hadîs-i şerîfler

İşrete [içkiye] âid hadîs-i şerîfler:

-"İşret [içki meclisine devam] edenler tevbesiz ölürse, haşra şişe ve kadehleri ile birlikte gelirler". 

-" Bir yudum içince kalbi kararır. İkinci defa içince meleküt-ül mevt ondan teberri eder [uzaklaşır]. Can vermesi çok şiddetli olur. 3 defa içince, Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem)  ondan teberri eder. Dördüncüde hafaza melekleri, beşincide Cebrâil aleyhisselâm,altıncıda İsrâfil aleyhisselâm, yedinci Mikâil aleyhisselâm, sekizinci Semâvât [Gökler], dokuzuncuda göklerde bulunanlar, onuncuda Cennet kapıları bağlanır, onbirincide cehennem kapıları açılır, onikincide Arşı tutan melekler, on üçüncüde Kürsü, on dördüncüde Arş, on beşincide Cebbâr celle celâlühü ondan teberri eder."

-"Her sarhoş eden haramdır". Hadîs-i şerîf.

(Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı, sf: 291)

Ölümü unutmak nefse uymaya sebep olur

 İmâm-ı Gazâlî “rahime-hullahü teâlâ” buyurdu ki, Allahü teâlânın insana yardımına mâni olan perdelerin en kötüsü,(Ucb)dur. Yani ayıplarını görmeyip, ibadetlerini beğenmektir. İsa aleyhisselâm buyurdu ki, (Ey havariler! Rüzgâr, çok ışıkları söndürmüştür. Ucb da, çok ibadetleri söndürmüş, sevaplarını yok etmiştir.)

Hadîs-i şerifte, (Ümmetimin iki kötü huya yakalanmalarından çok korkuyorum. Bunlar, nefse uymak ve ölümü unutup, dünya arkasında koşmaktır) buyuruldu. Nefse uymak, İslamiyete uymağa mâni olur. Ölümü unutmak, nefse uymağa sebep olur. 

(İslam Ahlakı)

Hakikat

"Ahir zamanda insanlara

Hakikati söylediğinde 

İnsanların senden uzaklaştığını görürsün."


[Abdullah bin  Sehl radıyallahü anh]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Mü'min olmıyanlar *(dedikodu)* yaparlar, mü’min ve sâlihler ise *(duâ)* ederler. Aradaki farka bakın. Elhamdülillah, biz dedikodu etmeyiz, buna tenezzül eylemeyiz.


Harâma yanaşmayız, müslümânlara hayır duâ ederiz. Bütün insanların hidâyeti için duâ ederiz. 


Rabb-i teâlânın sıfatları çok. Bâzı kullarına *(Hâdî)* ismiyle tecellî etmiş, bâzı kullarına da *(Mudil)* ismiyle tecellî etmiş. Cenâb-ı Hakkın ef’âlinden suâl olunmaz. 


Şuna inanırız ki, cenâb-ı Hak *(Hakîm)* dir, yâni hikmet sâhibidir. Her fi’linde bir hikmet vardır. Nitekim Kur’ân-ı kerimde;


*(Ben mahlûklarımı abes olarak yaratmadım. Boş, fâidesiz, lüzûmsuz olarak yaratmadım)* buyuruyor. Kâinatta yarattığı her zerrenin, kullarına fâidesi vardır. 


İşte bâzı kullarına *(hâdî)* ismiyle tecellî etmiş, yâni onlara hidâyet nasîb etmiş, bunları kendi hizmetinde kullanıyor. 


Ötekilere de *(mudil)* sıfatıyla tecellî etmiş. Bunlar da dalâletdedirler. Bunun için yıkıcıdırlar, bölücüdürler. 


Elhamdülillah, Rabbimiz bize *(doğru yolu)* nasîb etmiş. Elhamdülilah, Rabbimiz bizi mes’ûd ve bahtiyâr kullarından eylemiş. 


Allahü teâlânın *(hâdî)* sıfatı ile doğru yola, yâni hidâyete kavuşan, diğer insanların da hidâyeti için uğraşır. Çünkü artık, o büyük bir ni’mete kavuşmuşdur.


Diğer insanların da hidâyete gelmesini ister. Dolayısıyla hâdî sıfatına kavuşan, hidâyete eren, mutlaka başkalarının da hidâyete gelmesi, yâni *(Ehl-i sünnet)* olması için uğraşır. 


Bu hizmeti yapmazsa ne olur? O ni’met elinden alınır. Çünkü âhirette herkese; *(Din için, islâmiyet için ne yapdın?)* diye soracaklar efendim. 


*(Şeref-ül mekân bil mekîn)* buyuruluyor. Yâni bir yerin mübârek olması demek, içindekilerin mübârek olması demekdir. Bir yerin içinde olanlar mübârekse, o yer de mübârekdir. 


Kâfirlerin, fâsıkların bulunduğu yer mübârek olamaz. Sâlihlerin, mücâhidlerin bulunduğu yer mübârekdir. Meselâ burası, *(mübârek)* bir yerdir. Niçin?


Çünkü burada müslümânlar *(ibâdet)* ediyorlar, *(cihâd)* ediyorlar, yâni *(emr-i mâruf)* yapıyorlar. Cihâd etmek, harbetmek değildir, harb etmeği hükümet yapar kardeşim.