Allahu teâlânın ilmi

 -Allahu teâlânın ilmi hakkında: Sular mürekkeb olsa, bütün bitkiler kalem olsa, bütün insanlar, cinler, melekler kâtib olsa, âlemin yaradılmasından inkırazına kadar yazsalar, Allahu teâlânın bildiklerini bitiremezler. Zirâ nihâyetsizdir.

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

Sihir ve Mu'cize

 Sihir, bir şeyin hakîkatinden çıkarılmasıdır. Sihir edenin vefâtıyla hakîkî hâline döner. Mu'cize ise değişmez. 

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

Mevlûd-i Seâdet

 Mevlânâ Celâleddin Rûmî (kuddise sirruh): "Mevlûd-i seâdet menkıbesi nerede okunursa, belâların gitmesine, kalkmasına sebeb olur" buyurmuştur.

Râbıta ehli

 -Râbıtaya ehil üç kişi olsaydı, bu fenâlıklar zuhûr etmezdi. 

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

Not: Bir suâle cevaben, itimad eden bize râbıta edebilir, buyurmuşlardır. [Menemen'de mevkuf iken, yanında bulunan Mustafa kaptan: " Efendi Hazretleri! Uyuyamıyorum; müsâde buyurursanız, size râbıta etmek istiyorum" diye arz edince, sukût ikrârdan gelir kaidesince, cevab vermediler. Eğer râzı olmasalardı, herkes bilir ki, katiyyen müsâde etmezdi].

Asıl başarı nedir?

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, bize verdiği *(Ni’met)* ler karşısında, bizden ne istiyor? *(Tanınma)* yı istiyor, yâni kendisini tanımamızı istiyor. Onu tanımaya *(Mârifet)* denir.


Allahü teâlâ, yaratdığı mahlûkların içerisinde, yalnız *(İnsana)* bu mârifeti verdi. Yâni Allahü teâlâyı tanımak *(Ni’met)* ini verdi. 


Ama, *(Tanımak)* başkadır, *(Görmek)* başkadır. Peygamber Efendimizi herkes görüyordu. Ama çoğu tanımadılar. Tanımak *(Zor)* dur kardeşim. Tanıyanlar, *(Eshâb-ı kirâm)* oldu. 


İkincisi, Allahü teâlâ, ihsân etdiği *(Ni’met)* lere karşılık olarak, bizden *(Teşekkür)* istiyor. Allahü teâlâya *(Nasıl)* teşekkür edilir? Beş vakit *(Namaz)* kılmakla. 


Çünkü *(Zekât)*, malın varsa farzdır, *(Hac)*, şartları varsa, *(Oruç)* da kezâ öyle. Ama namazda, hiçbir *(Engel)* yok. Yâni kılmamak için bir *(Mâzeret)* yok.


Teyemmüm ederek kılar, *(Îmâ)* ile kılar, yatarak kılar, *(Hasta)* iken kılar, yâni hiçbir *(Engel)* olmadığı için, Allahü teâlâ teşekkürü, *(Namaz)* la başlatmışdır. 


Namaz kılmıyanın hiçbir *(Teşekkür)* ü, Allahü teâlâ tarafından kabûl edilmez. Hattâ *(Îmân)* ın alâmeti, *(Namaz)* dır. Başarının en büyük engeli de, insanın kendi *(Nefsi)* dir. 


Bir arkadaşımız sordu: Efendim, Avrupalılar, Amerikalılar, hepsi *(Küfr)* içindeler. Buna rağmen çok da *(Başarı)* lılar? Bu, nasıl oluyor? dedi. Ben de ona dedim ki:


Kardeşim, siz, *(Başarı)* deyince, neyi kastediyorsunuz? Allahü teâlânın, sivrisineğin kanadı kadar *(Önem)* vermediği bu *(Dünyâ)* da yapılan işlere, başarı mı diyorsunuz? 


Asıl *(Başarı)*, öldükden sonra *(İşe)* yarıyandır. Bu görünenlerin hepsi *(Hayâl)* dir, yâni *(Rüyâ)* dır. Öldükden sonra hiçbir işe yaramıyacakdır. 


Bir kimse, dünyanın en *(Zengin)* i olsa, en meşhûru olsa, herkes ona *(Gıbta)* etse, ama öldükten sonra Cehenneme gidecekse, buna *(Başarı)* lı denir mi?


Kendisini *(Ateş)* de yanmaktan kurtaramıyan, hattâ sonsuz olarak *(Yanacak)* olan kimse, hiç *(Başarı)* lı olabilir mi? Asıl başarı, kendisini ateşte *(Yanmak)* tan kurtarandır kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Kitap)* okuyan kimse, o kitâbı yazan *(Zât’ı)* düşüneceği için ve onların kelâmı olduğu için, hep *(Râbıta)* hâlinde olur. 


Onların *(Rûh’u)*, anıldığı yerde *(Hâzır)* olur. Her zaman hâzırdır denmez, böyle söylemek *(Küfr)* olur. O, Allaha *(Mahsûs)* dur. Evliyânın rûh’u, anıldığı zaman gelir. 


Efendim, Evliyâlar, Büyükler, vefâtlarından sonra daha çok *(Feyz)* verirler. Ama alanlar, daha az alırlar. Onlar *(Çok)* verirler; alanlar *(Az)* alırlar. Yâni alma güçleri azalır. 


Onun için *(Kabir)* lerden, hiçbir zaman, hayâtdaki gibi *(İstifâde)* edilemez. Çünkü, hayâtlarında olduğu gibi, memâtlarında da aynı *(Edebi)* gösterebilmek zordur. 


Hâlbuki *(Feyz)*, ancak *(Edeb)* sâhibine gelir. Edebsize feyz gelmez. Vefâtlarından sonra kabirlerine gidildiğinde, aynı *(Edebi)* gösteremezler. 


Akılları dağılır, fikirleri dağılır, başka *(Şey)* ler düşünürler. Hâlbuki *(Hayât)* da iken her şeyi unutup, sırf *(Ona)* bakdıkları, karşısında *(Edebli)* oldukları için, çok *(Feyz)* alırlar. 


Bir *(Kabr)* in başına gitdiğiniz zaman, *(Birleşik kaplar)* usûlü, eğer gelenin derecesi yüksekse, *(Kabir)* dekine *(Feyz)* verir. Eğer kabirdekinin derecesi yüksekse, *(Gelene)* feyz verir. 


Mutlaka bir *(Akım)* olur, kanun böyledir. Bir büyük zâtın kabrine gitdiğimiz zaman, o *(Zât’ı)* kabir içinde düşünürsek, onu *(Aşağı)* da ve *(Hakîr)* görmüş oluruz.


Bunun için de *(İstifâde)* edemeyiz. İstifâde edebilmemiz için, o zâtı kabirde değil, *(Arş-âlâ)* da düşünmemiz lâzım, *(Feyz)*, Arş’dan gelecek. Çünkü *(Rûh)* Arş’dadır.


Yâni *(Cennet)* dedir. *(Kabir)* de değildir. Kabirdeki, *(Ceset)* dir. Ceset, çamurdan, toprakdan yapıldı, *(Toprak)* olmaya mahkûmdur. Peki, biz niye kabre gideriz? 


*(Rûh)*, devâmlı sûretde içinde bulunduğu bedeni, yâni *(Cesedi)* tanıdığı için, yâni o cesetle *(İrtibâtı)* olduğu için, o irtibât vâsıtasıyla, biz o büyüklerin rûhlarından *(İstifâde)* ediyoruz.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Mü’min)* in alâmeti nedir? Efendimiz aleyhisselâm buna cevap veriyor; Mü’minin alâmeti, *(Güler yüzlü)* olmakdır, buyuruyor. 


Peki, *(Münâfık)* olanın ve yetmişiki *(Bid’at)* fırkasından olanın alâmeti nedir? O da, *(Çatık kaşlı)* olmakdır. 


Bir *(Evliyâ)* dan istifâde edilebilmesi ve ondan *(Feyz)* gelebilmesi için, iki *(Şart)* vardır kardeşim. 


Birincisi, o evliyânın yolu, *(Sahîh)* ve *(Sağlam)* olmalı, yâni *(Silsile)* si, Peygamber aleyhisselâma kadar sağlam ve belli olmalıdır. 


İkincisi, feyz almak istiyen kimse, o zâta tam *(Teslîm)* olmalı ve teslîm olduğu zâtda bir *(Kusûr)*, bir *(Eksik)* lik görmemelidir. 


İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: Bu kâinatda yaratılan her şey *(İnsan)* için, yâni insana *(Fâide)* li olması için yaratılmışdır. 


Ama insanoğlu, *(Kalbi)* ni, islâmiyetin beğenmediği, Rabbimizin sevmediği şeylere bağladığı *(Müddet)* çe ve bağladığı *(Miktar)* ca, Allahü teâlâdan uzaklaşır. 


Kalbi kararır. Kalp *(Bozuk)* olursa, hocasında *(Kusûr)* ve *(Eksik)* lik görürse, ne olur? Yine o feyz gelir, ama bu sefer ters *(Te’sîr)* yapar, yâni onu *(Zehir)* ler. 


Nasıl ki *(Şeker)*, şeker hastasına *(Zarar)* verirse, o feyz de, kalbi bozuk olan kimsede *(Zehir)* şekline döner. Nitekim, Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; 


*(Kur'ân-ı kerîm, îmânı olanların îmânını artdırır, kâfirlerin de küfrünü artdırır)* buyurdu. Çünkü Kur'ân-ı kerîm, *(Nûr)* dur. 


Şâh-ı Nakşîbend hazretleri; *(Hocasını imtihân eden, mel'ûndur)* buyurdu. İnkâr eden, kavuşamaz. Ona gelen feyz, dahâ çok *(Sapıtma)* sına sebep olur. 


İlk önce arkadaşlarını *(Tenkîd)* etmeğe başlar. Sonra *(Hizmet)* leri beğenmez olur. En sonunda *(Hocası)* nı ve bu *(Büyük)* leri beğenmez ve inkâr eder.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri zamânında, bir *(Ada)* da yaşıyan bir *(Kutub)* varmış. Bir gün, denizin üzerine *(Yağmur)* yağarken, bu kutub, kalbinden;


Yâ Rabbî, hikmetinden *(Suâl)* olunmaz ama, Afrikada çöller *(Susuz)* lukdan kavrulurken, burada *(Su)* yun üzerine *(Yağmur)* yağıyor, diye düşünmüş.


O anda mânevî *(Derece)* si düşmüş. Gene *(Evliyâ)* lıkdan çıkmamış da, sâdece derecesi *(Aşağı)* düşmüş. Kendisi de bunu fark etmiş.


Bu düşüncesine *(Pişmân)* olmuş ve Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinden *(Yardım)* istemiş. O büyük *(Velî)* de, o esnâda talebeleriyle *(Sohbet)* ediyormuş. 


O anda penceredeki *(Perde)* kıpırdamış. Perdenin  kıpırdadığını bâzı talebeleri görmüşler, merak edip, hocalarına, *(Bu neydi?)* diye sormuşlar. 


O da, bu *(Hâdise)* yi anlatmış ve biraz önce o *(Zât)* buraya geldi, benden *(Yardım)* istedi. Ben de ona *(Duâ)* etdim, eski *(Derece)* sine kavuşdu, buyurmuş. 

● ● ●

Bu zamanda *(Küfr’e)* girmek çok kolay kardeşim. Meselâ insan, bir harama, *(Ne güzel)* dese, mâzallah *(Küfr)* e girer. 


Fakat efendim *(Îmân)* a gelmek de çok kolaydır. Bir *(Tövbe)* etse, *(Küfr)* den kurtulur. 


Meselâ; Yâ Rabbî, bilerek veyâ bilmiyerek bir *(Günâh)* işledimse veyâ *(Küfr)* e girdimse çok *(Pişmân)* ım, beni affet, dese, o anda günâhları affolur.


Îmânı gitdiyse, *(Geri)* gelir. Yalnız iki şey geri gelmez. Kılınmayan namazların *(Kazâ)* sı, bir de *(Kul hakkı)*. Öyleyse helâllaşacığız, kazâmız varsa, bir an önce kılıp bitireceğiz kardeşim. 


Namâzını *(Kazâ)* ya bırakan, iki *(Suç)* işlemişdir. Biri, Allahın *(Namaz)* emrini yerine getirmemekdir ki, bu günah ancak kazâsını *(Kılmak)* la affolur. 


İkincisi, o namâzı *(Vaktinde)* kılmamak suçudur ki, o da, *(Emr-i mâruf)* yapmakla affolur. 


Meselâ bizim kitapları dağıtmak, hem *(Cihâd)* dır, hem *(Emr-i mâruf)* dur, hem de büyük *(Günâh)* ların affına sebepdir.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Kardeşim, *(Tam İlmihâl)* Seâdet-i Ebediyye’de, büyüklerin *(İsim)* leri de, *(Kitap)* ları da, her *(Şey)* leri belli. *(Kaynak)* ları belli. Bu kitâbı okuyan, *(Âlim)* olur. 


Hele hele içindekileri tatbîk eden, *(Evliyâ)* olur. Çok *(Lüzûmlu)* varken, az *(Lüzûmlu)* yu okumak, dünyâ ile meşgûl olmakdır. 


Bugün *(Fıkh)* okumak varken, *(İlmihâli)* öğrenmek varken, İslâm Ahlâkı kitâbımızdan *(Küfr)* bahslerini okumak varken, 


*(Gülistân)* okumak, *(Bostan)* okumak, başka bir kitap okumak, yine de *(Lüzûmsuz)* dur, yâni *(Fuzûliyât)* dır. Benim ömrüm *(Aramak)* la geçdi. 


Neyi aramakla? Efendi hazretlerinden öğrendiklerimin *(Vesîka)* sını aramakla. Biliyorum, ama benim, vesîkalarını göstermem gerekir. *(Efendi hazretlerinden işitdim)* diyemem. 


Efendi hazretlerinden öğrendiklerim elbette *(Doğru)* dur. Fakat başkalarına *(Anlatmak)* için vesîkalarını bir bir aradım, buldum. Onun için bizim *(İlmihâl)*, kalıcı bir eserdir kardeşim. 


Ben *(Erzincan)* da iken Kayseri’li bir *(Asker)* vardı, bana *(Hizmet)* ederdi. Bir gün geldi ve; 


Efendim, çamaşırhânede sizin yatak takımlarını falan yıkayan bir *(Hanım)* var, sizi görmek istiyor. Sizi çok merak ediyor, dedi. 


Ben de; *(Hay hay, buyursun)* dedim. Bir de bakdım ki, akşam üzeri Kayserili asker geldi; Efendim o hanım geldi dedi. *(Buyursun gelsin)* dedim. 


Kapıdan *(Dev)* gibi, *(İri yarı)*, uzun boylu bir hanım girdi. Beyaz iş gömleği vardı arkasında. *(Nasılsın anneciğim?)* dedim, yaşlıydı. Cevap olarak ne yapdı bilseniz. 


Başladı hüngür hüngür *(Ağlama)* ya. Dedim ki: Elhamdülillah de, sevin, ağlıyacak ne var? O da; *(Elhamdülillah)* dedi. *(Sevincimden ağlıyorum)* dedi. 


*(Sizin gibi, müslümân bir albay görmek nasîb oldu)* dedi. Benim babam Erzincan’da *(İmâm)* dı dedi. Başından geçenleri anlatdı. Allah rahmet eylesin o kadıncağıza.

Muhaddis ve Müctehid

 Muhaddislerin vazîfesi,hadîsleri tesbît ve taksîmdir. Bunlardan ahkâmı istinbât [çıkarmak] vazîfesi de müctehidlerindir. Hadîsleri okuyup anlamak biz mukallidler için câiz değildir.

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

Erkeklerle kadınların karışık bulundukları yerde Mevlûd okunması çok günahdır

 -Meyyitin [ölünün] kırkıncı günü hakkında kitablarda bir şey yoktur. Lâzım olan meyyit kabre girmeden evvel iskatını ve diğer dua ve hizmetleri yapmaktır. Kırkıncı gününü beklememelidir. Erkeklerle kadınların karışık bulundukları yerde Mevlûd okunması çok günahdır. Dışarıda kadınlarla beraber bulunmağa nazaran Mevlûdde de ihtilat daha fenâdır. İbâdet şeklinde ma'siyet [günâh], yalnız ma'siyetten daha günâhtır. Mekrûh vakitlerde namazın, nehyi de bunun gibidir. Menhi olan zamanda, mekânda yapılan ibâdetin sevabı olmadığı gibi sıhhati de yoktur. Bunlardan mâada günâhı da vardır. Zirâ menhî [yasak] olduğu halde yapılıyor. Bu halde muhtelit [erkek-kadın bir arada] Mevlûdler menhîdir. Bu nehy, ibâdet yeri olan câmilerde ibâdet şeklinde olursa, daha ziyâde günâhtır. 

-Yabancı bir kadının okuduğu Kur'ân-ı kerîm,ibâdet niyyetiyle dinlenirse, küfr olur.

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh")