Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Dağ)* başında yaşıyan, yâhut amazonlarda, *(Kutup)* larda yaşayıp da islâmiyeti duymıyanlar, öldükden sonra Cehenneme gitmiyecekler. Hayvanlar gibi *(Toprak)* olacaklar. 


Neden? Çünkü *(İnkâr)* yok. İnkâr etmediler ki. *(Cehennem)*, inkârcıların yeri, *(Münkir)* lerin yeri. Duyup da inanmıyanların yeri. Cehennem, *(Küfr)* ün karşılığıdır kardeşim. 


Mü’minin evinde *(Kur’ân-ı kerîm)* okununca, *(Namaz)* kılınınca, oraya dağlar gibi *(Feyz)* gelir. Dağlar gibi. Hattâ dışarı *(Taşar)* efendim. Evin kapısının altından, pencerenin dışından taşar. Konu komşuya gider. 


Müsâit *(Komşu)* ları arar, o *(Ev)* lere girer. Başkasının evinden de size öyle *(Feyz)* gelir. Orada da Kur’ân-ı kerîm okunuyorsa, namaz kılınıyorsa, *(Başkası)* nın evinden de size doğru feyz akar. 


Onun için *(Mü’min)*, mü’minlerin oturduğu mahallede *(Ev)* almalıdır. Bu, çok mühim efendim. 

● ● ●

Vefât etmiş olan bir mübârek zâtın, *(Kabir)* de ne işi olur? O büyük zât, *(Arş-ı âlâ)* dadır, yâni *(Cennet)* dedir. Kabirde olan, sâdece *(Bedeni)* dir. 


Rûhun o *(Kabir)* de ne işi var? İnsan, *(Rûh)* demekdir, o da *(Cennet)* de. Ama biri, onu kabrinde ziyârete geldiği zaman, bir *(İrtibât)* yeri lâzım. 


İşte *(Kabir)*, irtibât yeridir. Bir bağlantı yeridir. Biri onu ziyârete gidip de *(Selâm)* verince, *(Rûh)* ânında o kabre geliyor. Niçin? *(Kim)* gelmiş beni ziyârete, onu *(Görsün)* diye. 


Onun için kabir ziyâretine gitdiğimizde, o zâtın bizi *(Gördüğü)* nü düşüneceğiz. Böyle inanarak ziyâret edeceğiz, çünkü o bizi *(Görüyor)* efendim. 

● ● ●

Bir *(Kız)* ın okuyacağı, yetişeceği yer, onun her şeysi, *(Evi)* dir kardeşim. Evinin dışı *(Ateş)* dir. Ne niyetle olursa olsun.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Vefât etmiş olan evliyâ *(Zât)* lar kabir içinde düşünülürse, hiç *(İstifâde)* olmaz. Çünkü *(Kabir)* de, aşağıda görmek, *(Hakîr)* görmek sayılır. 


*(Kabr)* ini ziyârete gidince, oradaki büyük zâtı, *(Arş-ı âlâ)* da göreceğiz, öyle bileceğiz. Feyz, *(Arş)* dan gelecek.


Peygamber Efendimiz; *(Men ehabbe ehâhü, fel yu’lim iyyâhu)* buyuruyor. Yâni, bir kimse, bir din kardeşini *(Sever)* se, ona, sevdiğini bildirsin. 


Ona sevdiğini bildirmek, (Seni seviyorum) demekle olmaz. Sevginin *(Şart)* larını yerine getirmesi lâzım. Meselâ biri, onun aleyhinde konuşurken; *(Sus! Din kardeşimin aleyhinde konuşma!)* diyecek.


Onu bir *(Müşkilât)* da görünce, hemen *(İmdâd)* ına koşacak, ona *(Yardım)* a koşacak, onun arkasından *(Duâ)* edecek. Bakın ben namazda duâ ederken ne dedim? 


*(Mesâimize, hizmetlerimize iştirak eden din kardeşlerimize…)* diye sizlere duâ etdim. Beş vakit namazda ben size *(Duâ)* ediyorum. Neden? Sizleri seviyorum da onun için. 


Hadîs-i şerîfde öyle buyuruluyor. *(Bir kimse, din kardeşini severse, sevgisini ona bildirsin)*. Bu da, *(Lâf)* la olmaz. Ben seni seviyorum, demek *(Kâfi)* değil. Sevginin *(Şart)* larını yerine getirecek.


Ben seni seviyorum demeye, *(Lisân-ı kâl)* denir. Sevginin şartlarını yerine getirmeğe de *(Lisân-ı hâl)* denir. Sevgimizi, *(Hâlimiz)* le anlatacağız kardeşim.


Elhamdülillah, bizlere, İslâma *(Hizmet)* nasîb oluyor. Peki, bize nasıl *(Nasîb)* oldu bu? Allahın *(Lutf-ü ihsân)* ı kardeşim. Allahü teâlâ, herkese bir şey ihsân etmiş. 


Kimisine, insanların *(Sıhhat)* ine hizmet etmek, yâni *(Tabâbet)* ni’metini vermiş. Bize de, Habîbinin, Resûlünün *(Yolu)* nu göstermek ni’metini vermiş, elhamdülillah.

SEYFEDDÎN-İ FÂRÛKÎ HAZRETLERİ

Evliyanın büyüklerinden. İnsanların îtikâd, ibâdet ve ahlâk hususunda doğruyu öğrenmelerini ve öğrendikleri bilgiler ile amef etmelerini sağlayan ve onları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen İslâm âlimlerinin yirmi beşincisidir. İkinci bin yılının müceddidi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunu, Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî’nin beşinci oğludur. Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî hazretlerinin altı oğlu olup, hepsi kemâle ermiş ve Vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye ile şereflenmişlerdir. Beşinci oğlu Muhammed Seyfeddîn (rahmetullahi aleyh) de tasavvuf bilgilerinin mütehassısı idi. Muhyissünne yâni sünnetin diriltip yayıcısı adı ile şöhret buldu. 1639 (H. 1049)’da Serhend’de doğdu. 1696 (H. 1098) yılında Serhend’de vefat etti. Kabri, mübarek babasının medfûn bulunduğu türbenin birkaç yüz metre güneyindeki türbededir.

Uzun boylu, esmer, heybetli, gözleri büyükçe ve sakalının iki tarafı seyrekçe idi. Zahir ve bâtın ilimlerinde çok yüksek olan Muhammed Seyfeddîn-i Fârûkî hazretlerinin doğumundan îtibâren büyük bir zât olacağı ve insanlara hidâyet yolunu göstereceği belliydi. Nakledilir ki: Doğum zamanında bir melek görünüp; “Doğduğu, öldüğü ve tekrar dirildiği gün Allah’ın selâmı üzerine olsun” meâlindeki, Meryem sûresi on beşinci âyet-i kerîmesini okuyarak müjde vermişti.

İlim, irfan kaynağı ve kerametler sahibi Seyfeddîn-i Fârûkî hazretleri, küçük yaşından îtibâren ilme yönelip ders okuyabilecek yaşa geldiğinde, Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Sonra amcası Muhammed Sa’îd’den aklî ve naklî ilimleri tahsîl etti. Zamanının bir tanesi ve marifet deryası olan babası Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî’nin teveccühü ve sohbetleriyle, Nakşibendiyye yolunun usûl ve âdabı üzere tasavvuf yolunda ilerleyip, az zamanda Vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye’ye kavuştu. Bir çok hâller ve kerametler sahibi oldu. Önce ve sonra gelenlerin olgunluk, üstünlük ve güzel ahlâkını kendisinde topladı. Manevî derecelere kavuşup, arifler semâsının ayı ve âlimlerin baş tacı oldu. Kendisine İlâhî hazînelerin kapıları aralanıp, birçok ihsanlara kavuştu.

Zahiren ve bâtınen olgunlaştıktan sonra, yüksek babasının emriyle insanlara, Allahü teâlânın dînini, sevgili Peygamberimizin güzel ahlâkını anlatmak ve vaktin sultânı Âlemgîr Şâh’ın dînî terbiyesi ile vazifelendirilip Delhi’ye gitti.

Muhammed Seyfeddîn-i Fârûkî hazretlerinin himmet ve bereketiyle, Hindistan’ın her tarafında İslâmiyet yayılıp müslümanlar kuvvetlendi. Bid’at sahipleri ve kâfirler perişan olup, hiç bir yerde kabul görmediler.

Muhammed Seyfeddîn-i Fârûkî hazretleri, Delhi’deki bu gelişmeleri ve Sultan Âlemgîr Şâh’ın sevindirici hâlini babasına mektupla bildirince, çok sevinip dua etti.

Sultan Âlemgîr Şah, bir gün Muhammed Seyfeddîn Fârûkî’yi (r. aleyh) husûsî bahçesine davet etti. Bahçenin ortasındaki süslü havuzun içinde, gözleri elmas olan, altından yapılmış balık şekilleri var idi. Sultan oturmak için burayı seçmişti. Seyfeddîn Fârûkî (k. sirruh) buraya gelince; “önce bu balıkları kırın” buyurdu. Hepsini kırıp yok ettiler. Sultan; zekî, kabiliyetli, tasavvuf ehline ve Allah adamlarına karşı muhabbet beslediği için, bu durumlara memnun oluyor, Allahü teâlâya şükredip; “Benim saltanatım zamanında böyle evliya yetiştiği için, Rabbime sayısız şükürler olsun” diyordu.

Delhi’deki sohbet meclisleri çok bereketli ve kalabalık olurdu. Kâfirler, tacirler, fâsıklar bile bu meclise gelip, yüksek huzuruyla şereflenince, hidâyete kavuşup eski günahlarına tövbe ve istiğfar ederek dönerlerdi. Onun sohbeti bereketiyle, binlerce kişi hidâyete ve kemâle kavuşup, yüksek derecelere ulaşmıştı. Dergâhına her gün binlerce insan gelip, feyz alırdı.

Muhammed Seyfeddîn (rahmetullahi aleyh), insanlara ve kardeşlerine karşı hürmet eder, haklarını gözetirdi. Bir gün Şehzade Muhammed a’zam Şah kendisini davet edince, kardeşlerinden, yaşça kendinden büyük olanını da beraberinde götürmüştü. Şehzade, bu velî kardeşlerin ellerine su dökmek için leğen ve ibriği almış bekliyordu. Muhammed Seyfeddîn hazretleri, şehzadenin elinden ibriği ve leğeni alıp, ağabeyinin eline su döktü. Sonra ibriği şehzadeye verdi. Şehzade de onun eline su döktü.

Dünyâyı sevenler ve dünyalık isteyenlerle arkadaşlık etmekten ve beraber oturmaktan şiddetle kaçınırdı. Yüksek sohbet meclisinde bulunanlar onun bir an evvel gelmesini şevkle beklerlerdi. Meclisinde olanlardan birisi, “Allah” ismi celâlini söylese, Muhammed Seyfeddîn (rahmetullahi aleyh) dehşete düşerek, kendinden geçip, kuş gibi çırpınırdı. Elinde olmayarak pek çok hâller ve kerametler zuhur ederdi.

Buyururdu ki: “Açlık ve mücâhede, hârika ve kerameti arttırır. Evliyanın sohbeti kalbe zikri yerleştirir. Sünnete tâbi olmayı kolaylaştırır. Yetecek kadar yiyiniz. Zîrâ yolumuzun büyükleri, bu yolu vukûf-ı kalbiye yâni kalbe ait şeyleri bilmeye devam ve sohbet üzerine kurmuşlardır. Zühd ve şiddetli mücâhedenin (nefsin istemediği şeyleri yapmak) netîcesi, keramet ve tasavvuftan ibarettir. Biz bunları işden bile saymayız. Bizim maksadımız, ancak zikre devam, Allahü teâlânın yasaklarından kaçınıp emirlerine uymak, Resûlullah efendimizin sünnet-i şerîfine tâbi olmak ve daha çok feyz ve bereketlere kavuşmaktır.”

Nakledilir ki: Bir gün Muhammed Seyfeddîn hazretlerinin meclisinde bulunanlardan birinin hatırından; “Şeyh çok büyükleniyor” diye geçti. Bu durum, Muhammed Seyfeddîn’e (k. sirruh) malûm olunca, ona; “Benim bu hâlim, Allahü teâlânın kibriyâ sıfatının tecellîsidir” buyurdu.

Bir başka defa da, birisi onun büyüklüğünü kabul etmeyip, inkârda bulunmuştur. O gece rüyasında bir grup gece bekçisi gelip kendisini acımasızca döğmeye başladılar ve; “Allahü teâlânın sevgilisi olduğu hâlde, sen Muhammed Seyfeddîn hazretlerinin üstünlüğünü inkâr ediyorsun öyle mi?” dediler. Bu korkuyla uyanıp, tövbe etti ve talebeleri arasına girdi.

Cüzzâm hastalığına yakalanan biri, Muhammed Seyfeddîn hazretlerine gelip şifâ bulması için dua isteyince, okuyup dua etti ve hasta iyileşti.

Muhammed Seyfeddîn hazretleri bin dört yüz velî yetiştirdi. Böylece, insanların hidâyete kavuşmalarına vesîle oldu. Seyyid Muhammed Bedevânî, yetiştirdiği talebelerinin en büyüğü ve kâmilidir. Sekiz oğlu vardı. Üçü kendi huzurunda kemâle geldi. Beşi henüz küçük idi. Büyük olan oğulları Şeyh Muhammed âzam, Şeyh Muhammed Hüseyn ve Şeyh Muhammed Şuayb’dır. Diğer oğulları; Muhammed Îsâ, Muhammed Mûsâ, Muhammed Kelimetullah, Muhammed Osman ve Abdürrahmân’dır. Altı kızı vardı. Bunlar; Cennet, Habîbe, Şâire, Şehrî, Refîunnisâ ve Zehra’dır.

Oğlu Muhammed âzam’ın toplayıp kitap hâline getirdiği Mektûbât-ı Seyfiyye adlı eseri, yüz doksan mektubdan meydâna gelmiştir. 1913 (H. 1331) senesinde Hindistan’ın Haydârâbâd şehrinde basılmıştır.

AKILLI OLAN NE YAPAR?

Seyfeddîn-i Fârûkî hazretleri bir mektûbunda buyuruyor ki: “Sonsuz nîmetlerin sahibi Allahü teâlâya hamd olsun. Peygamberlerin efendisine salât ve selâm olsun. Allahü teâlâ hepimizi dâima kendisiyle bulundursun ve bizleri mâsivâ ile meşgul olmaktan korusun.

Beyt:

Allah sevgisinden başka ne varsa,

Hepsi cana zehirdir, şeker de olsa.

Allahü teâlâ sonsuz ihsânıyla kendi rızâsına uygun yaşamamızı nasîb eylesin. Çok eski bir düşman olan bu alçak dünyâ, ister dostu, ister düşmanı olsun hiç kimseyi kendi hâline bırakmaz ve hiç kimseye acımaz. En sonunda herkesi aldatarak vefasızca ebediyyen terk eder. Akıllı o kimsedir ki, şu bir kaç günlük ömründe, Allahü teâlâya kulluk ederek, O’nun vâd ettiği sonsuz saadet yolunu tutar.

Beyt:

Saadet topu ortaya kondu,

Topu kapan yok, erlere n’oldu?

Bütün hareketlerde, yemede, uyumada, konuşmada, ahkâm-ı İslâmiyyeye tam uymalı, bilhassa bu zamanda, giyinmede dikkatli olmalıdır. Erkeklere ipek elbise giymek haramdır. Âdet hâlini almış olan bu tehlikeye düşmemek için çok uyanık olmalıdır. Zikre o kadar devam ediniz ki, Allahü teâlâdan başka hiç bir şey asla kalbinize gelmesin. Bu hâle, bu yolun büyükleri; “Kalbin fâni olması” demişlerdir.” (Kırk birinci mektup)

RESİMLER İNDİRİLMEDİKÇE!..

Ömrünün her saatini, emr-i bil-mârûf ve nehy-i anil-münker yapmakla geçiren Seyfeddîn-i Fârûkî hazretleri, Delhi’ye gelince, şehrin kapısında iki azgın fil ve bunları zabt etmeye çalışan iki heybetli pehlivanın resimlerinin asılı olduğunu gördü. Sultâna o resimleri indirtip yok edinceye kadar şehre girmeyeceğini bildirdi. Sultan resimleri indirtip yok edince şehre girdi. Sultan Âlemgîr kendi isteğiyle ve samîmi olarak Seyfeddîn-i Fârûkî hazretlerine talebe olup, sohbetleriyle şereflendi. Yaşı ilerlemiş olmasına rağmen Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Sohbetlerinin bereketiyle Hindistan’da yayılmış bir çok bid’at ve sapıklık, Sultan Âlemgîr Şah tarafından ferman çıkartılarak ortadan kaldırıldı ve Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem unutulmuş ve kaybolmuş sünnetleri ortaya çıkarıldı. Diğer vezirler, valiler ve devlet adamları da Seyfeddîn-i Fârûkî hazretlerinin sohbeti eriyle şereflenip hidâyete kavuştular. Ona olan saygılarından, huzurunda ayakta dururlardı.

KAFTANI, KENARA TAKILDI

Bir gün Şehzade Muhammed âzam Şah, teveccühüne kavuşmak ve sohbetiyle şereflenmek için Muhammed Seyfeddîn hazretlerinin dergâhına geldi. Dergâhın kapısı çok kalabalık olduğundan huzura zorlukla varabildi. Bu sırada başından sarığı düşüp, kaftanı kenara takıldı. Muhammed Seyfeddîn’in feyzli ve bereketli sohbetiyle şereflendikten sonra babasının yanına döndü, insanların, Muhammed Seyfeddîn hazretlerine karşı duyduğu iştiyakı, arzuyu ve gösterilen rağbeti anlatınca, Sultan çok sevinip; “Allahü teâlâya hamd olsun ki, benim zamanımda sultanların bile huzuruna zorlukla çıkabileceği evliya kullar yarattı” diye şükr etti.

SEYYİD NÛR MUHAMMED BEDEVÂNÎ HAZRETLERİ

Evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakka da’vet eden, doğru yolu gösterip hakîkî saadete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmialtıncısıdır. Hindistan’ın Bedevân şehrindendir. Doğum târihi bilinmemekte olup, 1135 (m. 1722) senesinde vefât etti. Türbesi Hindistan’ın Delhi şehrinin güney tarafındadır. Nizâmüddîn Evliyâ’nın türbesinin batısında olup ziyâret edilmektedir.


Seyyid nûr Muhammed Bedevânî hazretleri, ilmini ve feyzini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunu, büyük âlim ve mürşid-i kâmil Muhammed Seyfüddîn-i Fârûkî’den aldı. Ayrıca Mirzâ Hâfız Muhsin’den de ilim öğrendi. Seyfüddîn-i Fârûkî hazretlerinin derslerinde ve sohbetlerinde yetişip icâzet aldı. İlimde o kadar yükselmişti ki; sarf, nahiv, mantık, me’ânî, tefsîr, hadîs ilimlerinde ve tasavvufda zamanının yegâne âlimi ve rehberi idi. Tasavvuf ehli onunla iftihar etmişlerdir. İnsanlar ondan feyz almak için sohbetine koşmuşlardır. Bir teveccühü ile talebelerinin kalbleri zikretmeye başlardı. “Sokakda fâsıkla karşılaşmak kalbde zulmet hâsıl eder” buyururdu ve talebelerinin hangi fıskı, günahı işleyenle karşılaştığını haber verirdi. Yetiştirdiği talebelerin en meşhûru ve halîfesi, “Mazhar-ı Cân-ı Cânân” hazretleri olup, evliyânın büyüklerindendir.


Seyyid nûr Muhammed Bedevânî hazretleri, dînin emirlerine tam uyardı. Şüpheli şeylerden ve haramlardan sakınma husûsunda gayreti son dereceye ulaşmıştı. Yiyeceği ekmeğin ununu helâlden tedârik eder, hamurunu kendi yoğurup, pişirir ve açlık ağır bastıkça azar azar yerdi. İstiğrak ve cezbe hâlleri ya’nî tasavvufda ilâhî aşk ile kendinden geçme hâli pek ziyâde idi. Onbeş sene bu hâl üzere tasavvufî hâllere gark olmuştur. Ömrünün son zamanlarında bu hâlden ayıklık hâline dönmüştür. Sünnet-i seniyyeye uymakta, edeb ve âdetlerde de Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) tâbi olmakta büyük bir dikkat gösterirdi. Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) hayatını ve yüksek ahlâkını anlatan kitapları devamlı yanında bulundurur, bunları okuyup, hâllerinde ve işlerinde Resûlullaha ( aleyhisselâm ) uymaya çalışırdı.


Bir defasında helaya girerken, yanlışlıkla önce sağ ayağını içeri atmıştı. Bunun üzerine tasavvufdaki halleri bağlandı. Üç gün Allahü teâlâya yalvarıp, tazarru ve niyazda bulunduktan sonra hâlleri tekrar açıldı. Dünyâya düşkün olanlar ile görüşmekten tamamen sakınırdı. Yiyeceklerinin helâl olması husûsunda çok dikkatli davranırdı. O kadar murâkabe yapardı ki, ya’nî Allahü teâlâdan başka herşeyi unutup, Allahü teâlâya yönelerek o kadar çok ibâdet ve tâat yapardı ki, bu sebeple beli bükülmüştü. Buyurmuştur ki: “Otuz seneden beri kalbimden insanın tabiî gıdası olan şeyleri yemek geçmedi. Ne zaman yiyeceğe ihtiyâç duysam yanımda bulduğumu yerdim. Günde yalnız bir defa yemek yer idi. Kazançları ve yemekleri şüpheli olanların yemeğini asla yemezdi.


Birgün birisi yiyecek bir şey hediye getirmişti. Kendisine takdim edilince, nâzik bir tavırla; “Bu yiyecekde bir zulmet gözüküyor, bir araştırnız!” buyurdu. Bu yiyecek helâldendir diye arzettiler. Fakat araştırınca, bu yiyeceğin gösteriş niyetiyle hazırlanıp getirildiğini anladılar. Dünyâya düşkün olan bir kimse, kendisinden emânet bir kitap istediğinde verirdi. Kitap geri getirilince o kitabı bir yere kor üç gün bekletirdi. Verdiği kimseden kitap üzerine sirayet eden zulmet, sohbeti bereketiyle dağıldıktan sonra alıp okurdu. Evliyânın büyüklerinden ve Seyyid nûr Muhammed Bedevânî hazretlerinin en başta gelen talebesi olan Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri ondan bahsederken, gözleri yaşla dolar ve talebelerine şöyle derdi; “Sizler Seyyid nûr Muhammed Bedevânî hazretlerine yetişemediniz, onu görmediniz. Eğer görmüş olsaydınız, îmânınız tazelenir ve Allahü teâlâ ne büyük kudret sahibidir ki, böyle mübârek bir zât yaratmış derdiniz. Onun keşfi son derece kuvvetli idi. Başkalarının baş gözüyle göremediklerini o, kalb gözüyle görür ve anlardı. Hayatı baştan sona fazilet ve kerâmetler ile doludur.”


Bir defasında bir talebesi huzûruna giderken, yolda gözü yabancı bir kadına takılıp ona bakmıştı. Hocası Seyyid nûr Muhammed Bedevânî’nin huzûruna girince, sende zinâ zulmeti görüyoruz buyurarak yabancı kadına bakması sebebiyle günaha girdiğine işâret etmiştir.


Bir gün ihtiyâr bir kadın, Seyyid nûr Muhammed Bedevânî hazretlerinin huzûruna gelip; “Cinler kızımı kaçırdılar! Ne yaptıysak bir çâre bulup onların elinden kurtaramadık. Sizden istirhâm ediyorum, kızımın cinlerin elinden kurtulması için bir çâre bulunuz!” dedi. Bunun üzerine Seyyid nûr Muhammed Bedevânî hazretleri bir müddet oturup murâkabeye daldı. Sonra da o ihtiyâr kadına dedi ki: “İnşâallah kızın falan vakit gelecek!” Buyurduğu gibi vâki olup, cinlerin kaçırdığı kız işâret ettiği vakitte geldi. Cinlerin elinden kurtulup gelen kıza nasıl kurtulup geldin? diye sorduklarında; “Sahrada cinlerin elinde esîr idim. Birden bire mübârek bir zât gözüküp beni onların elinden kurtardı ve bir anda buraya getirdi” dedi. Bu hâdiseye şâhid olan bir zât, Seyyid nûr Muhammed Bedevânî hazretlerine; “Neden oturup murâkabeye daldıktan sonra, kadına kızın falan vakit gelecek dediniz de murâkabeye dalmadan hemen söylemediniz?” diye sorunca; “O kızın kurtulması için himmet gösterip Allahü teâlâya duâ ettim. Sonra bana ilhamı ilâhî ile kurtulacağı bildirildi. Bu fakirin teveccühü ve himmeti bu işe te’sîr etti” buyurdu.


Bir defasında râfizî i’tikâdlı iki kişi, Seyyid nûr Muhammed Bedevânî hazretlerinin huzûruna gelmişlerdi. Râfizî olduklarını saklayıp, kendisine tâbi olmak istediklerini söylemişlerdi. Onların sapık i’tikâdda olduklarını anlayıp; “Önce bozuk i’tikâdınızdan vazgeçin sonra tâbi olma arzusunda bulunun” buyurdu. Bu iki râfizîden biri huzûrunda tövbe edip, sapık i’tikâdından vazgeçti ve saadete erdi. Diğeri ise sapıklığında ısrar edip, saadetten mahrum oldu.


Seyyid nûr Muhammed Bedevânî hazretlerinin evinin yakınında oturan bir kişi, bir dükkân açıp, afyon, esrâr satmaya başladı. Bunun üzerine Seyyid nûr Muhammed Bedevânî hazretleri, “Afyonunun zulmeti bizim bâtın nisbetimizi kederlendirdi” dedi. Bunu işiten talebeleri afyon satan adamın dükkânını yıkıp harâb ettiler. Seyyid nûr Muhammed Bedevânî hazretleri, bu işi duyunca üzülüp; “Onun dükkânını harâb etmeniz bizi daha çok kederlendirdi. Çünkü onun afyon, esrâr satmasına mâni olma işi, devletin hâkiminin vazîfesidir. Siz başkasının işine müdâhale ettiniz. Böylece dînin emrine muhalif iş yapıldı. Önce ona; haram olan bu işten vazgeçmesi yumuşak bir dil ile anlatılır. Sonra vaz geçmezse mâni olunurdu” dedi. Sonra dükkânı harâb edilen kimseye altın gönderdi. Talebelerine onunla helâllaşmalarını söyledi. Talebeleri altını verip onunla helâllaştılar. Bunun üzerine, afyon ve esrâr satmaktan vazgeçip, tövbe etti. Sonra da Seyyid nûr Muhammed Bedevânî hazretlerinin talebesi olup, sâlih bir zât oldu.


Seyyid nûr Muhammed Bedevânî hazretleri şöyle anlatmıştır: “Bir gün hocam Mirzâ Hâfız Muhsin’in kabrini ziyârete gitmiştim. Kabri başında murâkabeye daldım. Bu hâlde iken kendimden geçtim ve hocamı kabrinde görüp, konuştum. Kefeni ve bedeni hiç çürümemişti. Sâdece ayaklarının alt kısımlarına toprak te’sîr edip hafif dökülmüştü. Bunun sebebini kendisinden sordum, dedi ki: “Sahibinden izinsiz, sahibi geldiği zaman geri vermek niyetiyle bir taş alıp, abdest aldığım yere koydum. Abdest alırken o taşın üzerine bastım. Ayaklarımda gördüğün toprağın te’sîri bu sebepledir.” Şu muhakkakdır ki, takvâda çok ileri giden evliyâlıkta çok yükselir.”

Hak yolda bölünme olmaz

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İnsan, bu dünyâda yaşadığı müddetçe, ister istemez günâhı artar efendim, ister istemez. Çünkü *(Kirli hava)* her tarafı sardı. 


Eskiden *(İbâdet)* ler ayrıydı, *(Günâh)* lar ayrıydı. *(Küfr)* ler de ayrıydı. Eskiden helâl haram düşünülürdü, günah işlememeye çalışılırdı, buna dikkat edilirdi. 


Ama şimdi, *(Îmân)* ve *(Küfr)* düşünülüyor efendim. Eskiden (günâha girmek) korkusu vardı. Şimdi *(Kâfir olmak)* korkusu sardı ortalığı. 


Çok tehlikeli efendim. Çâresi belli, iyi kimselerle görüşeceğiz. Çünkü hadîs-i şerîfde; *(Kişinin dîni, arkadaşının dîni gibidir)* buyuruldu. 


Âhir zamanda, sabahleyin evinden *(Müslümân)* olarak çıkanlar, akşama *(Kâfir)* olarak dönecekler. Bunu hadîs-i şerîf bildiriyor efendim. 


Veyâhut da, akşam *(Müslümân)* iken, sabahleyin *(Kâfir)* olarak yatağından kalkacak. O arada kâfir olmuş. Neden? 


Gece eğlencelerinde, bâzı yayınlarda, din ile, islâmiyet ile *(Alay)* edilen bir şeye *(Gülmüş)* olsa, *(Îmân)* gider efendim, mâzallah *(Küfr’e)* girer. İşte hadîs-i şerîf, bunu bildiriyor bize. 


*(Tam İlmihâl)* e uyan arkadaşlar, korkmasınlar efendim. Uymıyanlar korksun. Yâni kendi menfaatini, kendi çıkarını düşünenler, bizden ayrılabilir. 


Bizde bölünme olmaz. Neden? Çünkü biz *(Hak yol)* dayız. *(Hak)* da bölünme, parçalanma olmaz efendim. Benden sonra da olmaz. Bu *(Topluluk)* da bölünme olmaz. 


Ama *(Ayrılan)* olur, nitekim oldu da. Sevmiyenler olabilir, şöyle böyle diyenler olabilir, ayrılan olabilir, ama *(Bölünme)* olmaz. *(Hak)* da bölünme olmaz efendim.

Müslümanlar dört mertebe içinde yer alırlar

 Seyyid Ahmet Arvasi'den (Doğrudan Kur'an diyerek milletimizi mezhebsizliğe teşvik ederek 1400 seneden beri bozulmadan bize kadar gelen dinimizi, itikadımızı bozmak isteyenlere cevap )


«Tarik-ün Necat» adlı kitabın yazarı H. Muhammed Serhendî'ye göre, yukarıda sayılan kaynaklar karşısında, müslümanlar, dört mertebe içinde yer alırlar:


 1. mertebe yüce Peygamberimizin mertebesidir. Dinimizin en yüce ve şerefli merkezi O'dur. Kitap O'na indirilmiştir. O, Kur'ân-ı Kerîm'in bütün sırlarına vakıf tek kişidir. Peygamberimiz, «doğrudan doğruya Kur'an-ı Kerimden ilham alan ve başka bir kaynağa ihtiyacı olmayan tek insandır» ve O'ndan gayrisi bu iddiaya kalkışırsa küstahlık etmiş olur. Hiç kimse. yüce Kitabımızı, Peygamberimizin tebliğleri dışında tefsir ve tevil edemez.


 2. mertebe, Ashab-ı Kiram'ın mertebesidir. Onlar yüce Peygamberimizin sohbetiyle bereketlenmiş yüce bir kadrodur. Onlara Kitap ve Sünnet kâfi geldi. Yüce Peygamberimiz, hazır bulundukça, onlar asla başka bir kaynağa baş vurmadılar.


 3. mertebe, Tabiînin mertebesidir. Tabiinin, Peygamberimizi göremeyip O'nu görenleri (yani Ashab'ı) görenlerdir. Bunlar, ashab'dan Kitap ve Sünnet'i öğrenmekle kalmadılar, onların icma'ına da şahit oldular ve onlara uydular. Peygamberimizin «Ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız kurtulursunuz» hadîsine uyarak yaşadılar. Üçüncü nesil olan <te-be-i tabiin» de onların izlerinden gittiler. Yani onlar için üç kaynak vardı: Kitap, Sünnet ve İcma-ı Ümmet. Bunlara «Selef-i Sâlihin» adı verilir.


 4. mertebe, yukarıda saydıklarımızdan sonra gelen müslümanların mertebesidir. Nur kaynağından uzaklaştıkça müslümanların işi güçleşiyordu. Yüce Allah, dinini, büyük âlimler eliyle korudu ve müslümanların işini kolaylaştırdı. Hicretin birinci ve ikinci asrında büyük müctehidler yetişti. Aralarından Imam-ı Âzam, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Hanbel gibi «mutlak müctehidler» çıktı. Ümmetin büyük çoğunluğu, onların «mezhep»lerini kabul ettiler, işleri kolaylaştı ve sapıklığa düşmediler.


Bu «mezhep' imamlarının» Kitaba, Sünnete, İcma'a uygun olarak ortaya koydukları «ictihadlarından» Ehl-i Sünnet Vel Cemaat» adı verilen «ana cadde» açıldı. Selçuklu ve Osmanlı âlimleri bunların izlerinde yürüyerek tertemiz bir dinî hayat yaşadılar ve Türk milletine yaşattılar. Bunun tabiî bir neticesi olarak da Türkler, tam dört yüzyıl «Yüce Peygamberimizin Halifesi olmakla» şereflendiler. Dinde sapık akımların ve yolların doğmasını engellediler.


 ( Seyyid Ahmet Arvasi Türk-İslam Ülküsü 2. cilt )

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Ateş)*, Allahü teâlâya karşı işlenen *(Suç)* ların karşılığı değildir. İlmihâl’de geçiyor ya. Cehennemde kimler sonsuz yanacak? *(Namaz)* kılmıyanlar mı? *(Oruç)* tutmıyanlar mı? *(Günâh)* işliyenler mi? 


Hayır, Cehennemde *(Kâfir)* ler sonsuz yanacak. Cehennem, *(Küfr)* için yaratıldı kardeşim, *(Kâfir)* ler için yaratıldı. Cehennem, *(Suçlu)* ların yeri değil, *(Düşman)* ların yeridir. 


*(Kâfir)*, Allahü teâlânın *(Düşmanı)* dır. Cehennem de, Allahü teâlâya düşman olanların *(Yeri)* dir. Allah düşmanlarının *(Cezâ)* sı, Cehennem ateşinde sonsuz olarak *(Yanmak)* dır. 

● ● ●  

Namazda, Ettehiyyâtü’yü okurken, *(Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü)* diyoruz ya. Sana selâm olsun yâ Resûlallah, diyoruz. 


Evliyâların *(Rûh’u)*, isimlerinin söylendiği yerde hâzır olur. Ya Peygamber aleyhisselâmın *(Rûh’u)* O anda, orada hâzır olur. Hemen, derhâl, ânında. 


Ve *(Bana kim selâm verdi?)* diye bakar, selâm vereni görür ve hâfızasına alır. O müslümân *(Vefât)* ederken, ânında karşısına gelir.


Ona *(Gözükür)*. O mü’min de Onu *(Görür)* ve zerre kadar ölüm *(Acısı)* çekmez. Öldüğünün farkına bile varmaz. 


Neden? Çünkü Resûlullahın o mübârek *(Cemâl)* ini gördü. Onun *(Zevk)* inden hiç bir şey duymaz efendim, aynen *(Narkoz)* almış gibi. 


Sonra, Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhis sâlihîn deyince de, bütün *(Peygamber)* lere, bütün *(Eshâba)*, bütün *(Evliyâ)* lara, bütün *(Melek)* lere.


Ve bütün *(Müslümân)* lara selâm veriyoruz, duâ ediyoruz. Onlar, bu selâmı alınca; *(Bize bu selâmı kim verdi?)* diye bakıyorlar, 


*(Bizi)* tanıyorlar ve *(Hâfıza)* larına kaydediyorlar. Niçin? Âhiretde *(Şefâat)* etmek için. Çünkü o büyükler, *(İyiliğin)* altında kalmazlar efendim.

Birinci Cild 80. Mektûb (Mektubatı Masumiyye)

Allahu teâlâ sizi, arzularınıza kavuştursun. Belki bütün arzûlardan kalbinizi boşaltsın ve kendi irâdesi ile bulundursun. Kulluk makamı olan yokluk ve kendinden haberi olmamak, varlık ve kendinde olmanın işaret ve alâmeti olan istek ve arzûyla bulunmak gibi değildir. Varlık noktası ve benlik davası, muhibbin, ya’nî sevenin kalbinde Kafdağı gibi ve Sedd-i İskender gibidir. Ezelî bir ihsân olmayınca, bunları aşmak imkânsızdır. Manevî kuvvetle bir çekilme olmadan, yalnız sûrî ameller ile, bu girdâbdan kurtulunmaz. Aşk ateşi kalbde, alev alev parlamayınca, sevgiliden başka bütün sevilenler bu ateş ile yanmayınca, bu kasırga ve fırtınadan kurtulmak muhâldir. Sâlik, kendi arzûsuna bağlı olduğu müddetçe, irâde, istek sâhibidir. İrâdeden, istekten ve bütün arzûlardan geçer ve Allahu teâlânın irâdesi ile sıfatlanırsa, irâde, istek ve müridlik makamından kurtulur. Üstâdlık makamına lâyık olur. Bu zamanda evliyâlığın ilk kemâl mertebesi olan bu hâl ve bunun gibi evliyâlığın diğer olgunlukları, yüksek önderimiz, imâmların imâmı, doğru yolu göstericimiz İmâm- ı Rabbânî’nin (kuddise sırruh) feyizli mezârından, elde edilmektedir. O nûrlu bahçede hizmet edenler, hattâ etraftan, civârlardan sıdk ile gelen talebeler, o temiz yüksek yere ihtiyaç yüzlerini iştiyakla sürünce, bu saâdet ve devletten istifâde ediyor, o feyze kavuşuyorlar. Muhabbet şarabından, o huzûrda bir yudum içince, yüzlerce coşma, kaynama ve dalgalanma ile, kendilerinden geçiyor, matlûb ve maksuduna götürülüyorlar. Onların hallerini şu beyit ne güzel anlatıyor:


 *Vakta ki sâkî şaraba afyon kattı,* 

 *Sarhoşlarda ne baş ne başlık kaldı.*


Safâ yolunda gidenler de bunu gayet iyi görmektedirler. Onun esrar denizinden elde edilen cevher, diğer yerlerde bulunmaz. O muhabbet meclisinden, arzû edenlerin şevk ile arayanların damağına değen bir yudum şerbet, âlemi de, kendini de unutturuyor.


 *Burada bitsin artık, aklı olanlar anlar,*

 *İki kere seslendim, duymak isteyen duyar.*


Alıntı Şuradan:

Muhammed Ma'sûm ve Ezkâr-ı Ma'sumiyye

Süleyman Kuku ( A.Fârûk Meyân)

Seyyîd Ahmed Taha Üçışık amcayla yaşadığımız bir anı

Kendisini 2016 yılında ramazan (Haziran)  ayında İstanbul-Kadıköyde ki evinde ziyaret etmiştim. Kendisi bizi iyi karşılamıştı. Kendisiyle hoş sohbetler etmiş, mübarek ellerini öpmekle şereflenmiştim.  Sohbetin bir yerinde kendisine "Taha amca ben Hüseyin Hilmi Işık hocamızı çok seviyorum" demiştim.  O da benim daha sözümü bitirmeme fırsat vermeden " kardeşim bende Hilmi hocamızı çok seviyorum. Nasıl sevmeyeyim, dedem bu zatı sevmiş, onu talebeliğe kabul etmiş,  önünde diz çöktürmüş, ben nasıl onu sevmeyeyim, haşa dedemden daha mı akıllıyımda dedemin sevdiğini ben sevmeyeyim" buyurmuştu. 

Bugün (2-5-2022 Pazartesi) Ramazan bayramının ilk gününde Taha amcayı maalesef kaybettik. Taha amcanın vefâtı dolayısıyla çok müteessirim. İnşaallah bir bayram günü sabahında Taha amcamız sevdiklerine kavuştu. Onun vefatı dolayısıyla onunla aramızda geçen bu anıyı burada yazmak istedim. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn. Allahu Teâlâ rahmet eylesin. Mekanı cennet olsun. Rabbim derecesini âli eylesin. Amin. Rabbim şefaatlerine bizleri de nail eylesin.  

(Mesut Aslan) 

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Fitne)* çıkmaması için, birbirimizi çok seveceğiz. Sevgimizi de ona bildireceğiz. Çünkü *(Bir kimse birini severse, sevgisini ona bildirsin)* buyuruluyor.   


Sevgisini ona bildirsin ne demek? Yâni, *(Sevgi)* nin şartlarını yerine getirsin de, o da onun *(Sevdiğini)* anlasın. 


Ben seni seviyorum, demeye, *(Lisân-ı kâl)* denir. *(Kâl)*, söz demekdir. Ama sevginin şartlarını yapsın, yerine getirsin demek, *(Lisân-ı hâl)* dir. 


Yâni hâlimizle, tavrımızla sevdiğimizi bildireceğiz. Nitekim büyüklerimiz; *(Lisân-ı hâl, lisân-ı kâlden entakdır)* buyuruyorlar. 


*(Suç)* işliyen, *(Günahkâr)* olan, sonsuz olarak Cehennemde yanmaz efendim. Suçlu insanları, nasıl ki *(Anne)* si affederse, *(Baba)* sı affederse, Allahü teâlâ da *(Suçlu)* kullarını affedebilir.


Belki Cehenneme bile sokmaz. Ancak Allahü teâlâyı *(İnkâr)* eden, Resûlullah Efendimize inanmıyan, yâni *(Kâfir)* olan, Allahın *(Düşmanı)* dır  ve Cehennemlikdir. 


Onlar *(Sonsuz)* olarak Cehennemde yanacaklar. *(İnkâr)* etmek başka, *(Suçlu)* olmak başkadır. Cehennem ateşi, *(Suçlu*) lar için değildir, *(Düşman)* lar içindir. 


Allahü teâlâ, her an *(Mü’min)* kulunun *(Kalb)* indedir. Onun için kalp, *(Arş)* dan da kıymetlidir. 


Şuûru yerinde olan *(Kalp)*, Allahü teâlâyı *(Bilen)* ve O’na *(İbâdet)* eden kalp, çok kıymetli bir varlıkdır. 


Hattâ, *(Îmân)* eden de odur, *(Küfr’e)* giren de odur. O kalp, yâni o gönül, ne emrederse, melekler onu yazarlar.  

Bayram o bayram ola

Cân bula cânânını

Bayrâm o bayrâm ola

Kul bula sultânını

Bayrâm o bayrâm ola


Hüzn ü keder def' ola

Dilde hicâb ref' ola

Cümle günâh af ola

Bayrâm o bayrâm ola


Mevlâ bizi afv ede

Gör ne güzel 'ıyd ola

Cürm ü hatâlar gide

Bayrâm o bayrâm ola


Feyz-i mehabbet-i Hakk

Nur-i hidâyet siyâk

Cennet-i a'lâ durak

Bayrâm o bayrâm ola


Hakk'ı seven merd-i şîr

Kalbi olur müstenîr

Allah ola destigîr

Bayrâm o bayrâm ola


El tuta kitâbını

Dil tuta hitâbını

Cân tuta şitâbını

Bayrâm o bayrâm ola


Mevlâ'yı cândan seven

Rızâ-yı Hakk’a eren

Lutf-i Hudâ'ya güven

Bayrâm o bayrâm ola


Hakk’ı seven dil ü cân

Aşkı eden heyecân

Feth ola bâb-ı cinân

Bayrâm o bayrâm ola


Ganîler ede kerem

Ref’ ola derd-i verem

Sahî ola muhterem

Bayrâm o bayrâm ola


Nûr-i hidayet dola

Dilde hidâyet bula

Nâsırın Allah ola

Bayrâm o bayrâm ola


Tevhîd ede zevk ile

Hakk’ı seve şevk ile

Tasdîk inerse dile

Bayrâm o bayrâm ola


Dildeki Rahmân ola

Derdlere dermân ola

Âzâde fermân ola

Bayrâm o bayrâm ola


Lutfî’ye lutf u kerem

Dâhil-i bâb-ı harem

Dâima Allah direm

Bayrâm o bayrâm ola.


(Alvarlı Efe hazretleri)