Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamber Efendimiz; *Kıyâmetde Cehennemin en derin çukuruna, dîni yanlış anlatan ve kendileri ibâdet yapmıyan din adamları gidecek*, buyuruyor. 


Dünyâda en zor iş, Karar vermekdir. Yâni, Peki mi diyecek, Hayır mı? Eğer, Peki denmesi îcab eden yerde, Allah korusun Hayır derse, Küfr’e girer. 


Hayır denmesi îcab eden yerde Peki derse, îmânı Gider, Allah korusun. Onun için, bu dünyâda bun-dan daha Mühim ve daha Zor bir iş Yok’dur. 


*Âlim*, çok kitap okuyan, çok şey bilen kimse değil, *Hakk*’ı *Bâtıl*’dan ayıran kişidir. Yâni bu *Eğri*, bu *Doğru*, veyâhut da, bu *Sevilir*, bu *Sevilmez* diyebilendir. 


Dolayısıyla, çok *Kitap* okuyan, çok büyük *Âlim* olur diye bir kâide yokdur. Peki efendim, *Âlim* kime denir? Anlatayım:


Şimdi bu odanın her tarafı *Raf* olsa ve bu raflarda binlerce *Kitap* olsa, bir kimse de, bu kitapların hepsini *Okumuş* olsa. 


Eğer ki, bu *Doğru*, bu *Yanlış* veyâ şu *Sevilir* şu *Sevilmez* diyemiyorsa, bu kimse *Âlim* değildir. 


Çünkü *İlim*’den maksat, bu *Doğru*, bu *Eğri* diyebilmekdir. Veyâhut da bu *Yanlış*, bu *Doğru* diye ayırabilmekdir. 


Yâni *Hak* olanı *Bâtıl* olandan ayırmakdır. Bunu da, ancak *Ehl-i sünnet* âlimi yapabilir. Yoksa çok *İlim* sâhibi, çok *Amel* sâhibi değil. 


Bu iş, kendi kendine *Okumak*’la da olmaz. Peki, nasıl olur? Bu, ancak bir *Mürşid-i kâmil*’in anlatmasıyla, öğretmesiyle olur. 

● ● ●   

*Cömert*’lik, güzel bir huydur kardeşim. *Mekkî Efendi* de anlatırdı. Derdi ki: 


*Cömert*’lik, Cennetde olan bir *Ağaç*’dır. Bu ağacın kökü *Cennet*’de, dalları ise *Dünyâ*’dadır. Bu dallar, *Cömert*’leri kendilerine yapıştırır.


Ve *Cennet*’e çekerler. Onlar, istese de, istemese de o *Dallar*’a yapışırlar. Çünkü kendi *İrâde*’leriyle olmaz bu iş. *Mıknatıs*’ın metali çekdiği gibi çekilirler. 


*Cimri’lik* de öyle bir *Ağaç*’dır. Onun da kökü *Cehennem*’de, dalları *Dünyâ*’dadır. Bu dallar da, *Cimri*’leri kendine yapıştırır ve *Cehenneme* çeker.


Yine *Mıknatıs* gibi. *Mekkî âbi* böyle anlatırdı efendim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben *Lise*’de iken, okul *Birinci*’siydim. Onun için, her yerde *Ben* konuşayım, herkes *Beni* dinlesin, isterdim. 


Bir *Apartman* görsem, veyâ bir *Araba* görsem, hemen içimden; *Bu, benim olsa*, derdim. Buna, *Enâniyet* denir. Şimdi *Benlik* diyorlar. 


Ama Efendi hazretlerini tanıyınca, bu *Hâl*’ler gayb oldu, gitti. *Kibir* ve *Azamet*, Allaha mahsûsdur. Nitekim Allahü teâlâ; *Gururlu’yu ve Kibirli’yi yakarım!* buyuruyor. 

● ● ●

*İmâm-ı Şâfi’î* hazretlerine; İmâm-ı Mâlik hazretlerini nasıl bilirsin? diye sormuşlar. İmâm-ı Şâfi’î hazretleri cevâben; *O, çok büyük âlimdir*, demiş.


Çünkü bir gün, Ona, *Seksen*’den fazla *Suâl* sordular. Bu suâllerin yarıdan fazlasına; *Bilmiyorum, araşdırayım, öğrenince bildiririm*, diye cevap verdi. 


Onun bu *Bilmiyorum* sözünden, büyüklüğünü anladım, buyurmuş. 


Şimdi herkes, her *Aklı*’na geleni söylüyor, yazıyor. Hâlbuki söylediklerinin ve yazdıklarının *İslâmiyet*’le hiç alâkası yok. *Kendi* kafasından çıkan şeyleri yazıyor.


Biz, bir *Kelime* yazabilmek için, kaç tâne *Kitap* karışdırıyoruz, defâlarca *Tashîh* yapıyoruz. 


Başka yerde, başka bir *Şey* görünce, tekrar değişdiriyoruz. Allah’ın dîninde *Söz* söylemek kolay mı? 

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bâzı *Mektup*’larında bunu bildiriyor. 


Diyor ki: Bir kimse, senin *Üstâd*’ının bir sözünde bir *Kusûr* bulursa, sen de onu *Beğenir*’sen, onu *Sever*’sen, sen de *Köpek*’den daha aşağı olursun, diyor. Böyle buyuruyor kardeşim

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu *Büyük*’lere kavuşan, hattâ bunların *Sâdık* talebelerine kavuşan, kurtulur efendim. *Nebî, Sıddîk ve Selmân, Kâsım, Ca’fer, Bistâmî* diye gelen bu büyüklerin çok üstün bir *Âdet*’leri vardır. 


Bu, diğer hiçbir *Yol*’da yokdur. Diğer yollarda olanlar, kendilerini sevenleri ana caddeye çıkartırlar ve *Bu yolun sonu Cennetdir, devâm et, çalış, Cennete gir!* derler. 


Onlar da çalışırlar. Kavuşan kavuşur, kavuşamıyan *Yol*’da kalır. Bu yolun *Büyük*’leri ise böyle değildir. Bu yolun büyükleri, kendilerini sevenlerin *Eli*’nden tutar.


*Kolu*’na girer, *Cennet*’in içine sokuncaya kadar bırakmazlar. Hattâ *Kendi Cenneti*'ni de ona gösterip; *İşte, şu köşk senin!* der, sonra bırakırlar. 

● ● ●  

İnsan oğlunun tek sermâyesi, *Âciz* olmasıdır. İnsan âhirete giderken ne *Malı*’nı, ne *Mülkü*’nü, ne çoluk çocuğunu, hiçbir *Şeyi*’ni götüremiyor. Sâdece Allah için olan *Amel*’lerini götürüyor. 


Seyyid *Tâhâ-i Hakkârî* hazretleri, Seyyid Fehîm Arvâsî hazretlerine; *Bize ne getirdin?* diye sormuş. Seyyid Fehîm hazretleri de; 


*Size, sizde olmıyan birşey getirdim, günâhlarımı getirdim*, demiş. Biz Cenâb-ı Hakka ne götüreceğiz? Dağlar kadar *Günâh*’lar, Everest Tepesi kadar *Kusûr*’lar. 

● ● ●  

Mürşid *Olgun*, mürîd *Uygun* olunca, yâni mürşid, kâmil ve mükemmil olunca, mürîdde de *Sevgi* ve *Muhabbet* varsa, *Sene*’lerin işi, *Sâat*’lere ve *Sâniye*’lere döner. Mürşid-i kâmilin bir *Bakış*’ı yeter. 


Diğer *İlimler*’de de aynı kâide vardır. Yâni *Hoca*, mâhir ve müşfik olursa, *Talebe* de zekî ve çalışkan olunca, öğrenilmiyecek hiçbir *İlim* yokdur. 


Efendi hazretleri bize husûsî *Emek* verirdi. Biz ne öğrendiysek, hepsini *Efendi*’den öğrendik kardeşim.

KÂMUS

Eskiden ilm ehlinin başvuru lugati idi; Kâmus-i Okyanus, kısaca Kâmus.
Merhum Süleyman Kuku Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh);
“Kâmus okuyan belki âlim olmaz, ama çok büyük malumat sahibi olur”
demişlerdi.
İş bu Kâmus’un tercemesi (Osmanlı Türkçesi) de mevcud olub, isteyen internetten e kitab olarak bulabilir. Biz, Toronto Üniversitesi kütüphanesinden bulduk.
Meraklısına tavsiye ederiz.

(Dursun Cihan)

Not: Bu eser  Yazma Eserler kurumunca basılmıştır.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendim, Allahü teâlâ İbrâhim aleyhisselâma emir vermiş. *Kazma'yı, küreği al, dağa çık. Orada bir mezar var, onu kaz, bak ne var içinde?* demiş. 


İbrâhim aleyhisselâm bu *Emr*’i alınca hemen o tepeye çıkmış. Bakmış ki, orada büyük bir *Mezar* var. Onu *Kazmış*, içinden bir *Levha* çıkmış. Levhada şöyle yazıyormuş: 


Ben, *Âd Kavmi*’nin pâdişâhıydım. *Bin Sene* yaşadım, *Bin Ordu*’yu yendim, *Bin defâ* evlendim, *Bin Çocuğum* dünyâya geldi. *Servet*’imin sınırı yok. 


Artık bana kimse dokunamaz, derken, *Devâ*’sı olmıyan, *Şifâ*’sı bulunmayan bir *Hastalığa* yakalandım. Her tarafdan, ne kadar *Doktor* varsa getirtdim. 


Onlara; Ne isterseniz vereceğim, yeter ki beni bu hastalıkdan kurtarın, dedim. Bakdılar, etdiler, sonunda; *Biz bu işten âciz kaldık, bir şey yapamıyacağız*, dediler. 


Velhâsıl bu *Dünyâ* beni kandırdı, aldatdı, bâri *Sizi* aldatmasın. Dünyâ bana; *Senin servetin var, sana bir şey olmaz!* dedi. Ona inandım. 


Ama bakdım ki, meğer ben ne kadar *Âciz*’mişim. Bütün *Varlığım*, *Şöhret*’im, *Servet*’im, her *Şey*’im, bu hastalığa *İlâç* olmadı. Onun üzerine bunları yazdırdım. 

● ● ●  

*Büyük*’lerin rûhlarından *İstifâde* edebilmek için bâzı şartlar vardır. Birincisi *Tanımak* ve *Bilmek* dir. 


Ama bu tanımak, *Şeklen* değil, falan yerde bir *Zât* varmış da değil. Ya nasıl? O zâtın büyük bir *Velî* olduğunu, *Mürşid-i kâmil* olduğunu bilecek. 


İkinci şart, *İnanmak*’dır. Bu, geniş mânâlı bir inanmakdır. Şöyle ki, o kişiyi hâtırladığı anda, *Hemen* geleceğine, işiteceğine, yardım edeceğine inanacak. 


*Acaba?* derse, olmaz! Üçüncü şart *Sevmek*’dir, bağlantı kurmakdır. Bu da, başlı başına zâten *Tasavvuf* demekdir.

Yâdigâr mektûblar 53.mektûb

 Bu iki mektûb, Kuleli'den Hüseyin Yaşar'a Arabî harflerle yazılmıştır.

17 Cemâzi'l-Âhire Pazar 1378 [29.12.1958]

Ve aleyküm selâm kıymetli kardeşim Yaşar Efendi

Mektûbunuzu okudum. Ruhunuzun çırpındığı, figân etdiği ma'lûm oluyor. Nur ile zulmet bir arada sükûnet bulur mu? Nur ne kadar nûrânî ise, zulmet de ne kadar çok şiddetli ise, ızdırab o nisbette fazla olur. Cenâb-ı Hakka sonsuz şükrler olsun ki bizlere hakkı tanıtdı ve bâtıldan nefret duyurdu. Hakkı, bâtılı, fâideliyi, zararlıyı ayırabilmek en büyük bir ni'metdir, en büyük seâdetdir. Kalbin pası giderse, nûrâniyyeti zâhir olursa, zulmetin sıkleti his olunmağa başlar. Cenâb-ı Hak hepimizi zulmetten, dalâletden kurtarsın ve zulmet ve dalâlete alışmak felâketinden muhâfaza buyursun. Peygamber efendimiz, bugünün mü'minlerine müjdeler veriyor, zemânımızı bize haber veriyor ve âhır zemân fitnelerinden kurtulmanın en büyük seâdet olduğunu müjdeliyor. O halde hâlimize çok şükr edelim, hem yalvaralım, hem şükr edelim.

Seâdet-i Ebediyye'yi hepiniz her zemân okuyunuz. İlik, kemik, bütün vücud, Seâdet-i Ebediyye kitâbının tadını tatmalı, onu ezber etmelidir. Sarf ve avâmili okumak, bugün Cenâb-ı Hakkın seçdiği, sevdiği kimselere nasîb olmakdadır. Birgivî Vasıyyetnâmesi çok lâzımdır ve çok fâidelidir. Fârisî'yi şimdilik bırakınız, hoca bulunca okursunuz.

Fenâ zan ve düşünceler günâh değildir. Fakat şeytanın tekarrubunun [yaklaşmasının] alâmetidir. Bunun için Kul eûzüleri okumalıyız. Nemâz kılmayan, zararlı arkadaşlarla güler yüzle konuşmalı, fakat yakın arkadaşlık etmemeli ve Seâdet-i Ebediyye'nin 36 ve 42'nci maddelerine göre hareket etmelidir. Cenâb-ı Hak size ve oradaki müslimân kardeşlerinize maddî ve ma'nevî iyilikleri ihsân buyursun ve nefs ve İblis ve sû-i karîn [kötü arkadaş] şerrinden muhâfaza buyursun. Âmin.

Abdülhamid Han'ın Seyyid Fehim Arvâsî hazretlerine hediyye ettiği saat

Sultan Abdülhamid Han'ın Seyyid Fehim Arvâsî hazretlerine hediyye ettiği saat.

"Çektiğimiz sıkıntılar Sultan Abdülaziz'in ahıdır. Sultan Abdülhamid Han'ın ahına daha sıra gelmedi."

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)


Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendim, insanlar *Rızk*’ını arar, rızık da, *Sâhib*’ini arar. Hiç kimse, rızkını *Bitirme*’den ölmez. Hiç kimse, hiç kimsenin *Rızk*’ını yiyemez. 


Neden? İsmi yazılı değil çünkü. Herkes, kendi *İsmi* yazılı olan *Rızk*’ı yiyebilir, değilse kursağında kalır. Cenâb-ı Hakkın *Ni’met*’leri, bizi peşimizden *Tâkib* eder. 


Ama *Biz* onları görmeyiz, bilmeyiz. Cenâb-ı Hak onlara emretmişdir; *Sen falancanın rızkısın!* diye. O rızık, bizi *Tâkib* eder. 

 

Nitekim bir adam *Pilâv* yerken bir *Pirinç* tânesi, boğazına *Takılmış*. Kursağında kalmış, bir türlü çıkmıyor. Çıldıracak.


Doktorlar; *Yarmamız* lâzım, sen en iyisi bir *Hoca*’ya git, diyorlar. O da gidiyor bir *Hoca*’ya. Hoca diyor ki: Bu işi, ancak *Bağdat*’daki falan *Hoca* hâlleder, sen oraya git. 


Adam kalkıyor, *Bağdat*’a gidiyor. O hoca da vaziyeti görünce; Bu *Pirinç* tânesini çıkaracak olan *Hoca*, *Buhâra*’da, sen oraya *Git*, diyor. O da kalkıyor, *Buhâra*’ya geliyor.


*Tekke*’yi buluyor. Hoca efendi *Sohbet* yapıyormuş. İçerisi kalabalık, *İğne* atsan yere düşmez. Kapının *Eşiği*’nde yer bulup oturmuş. O anda bir *Hapşırık* geliyor adama. 


Hapşırınca, o *Pirinç* tânesi fırlayıp *Önüne* düşüyor. Orda bir *Kedi* yavrusu varmış, o *Tâne*’yi alıp kaçıyor. 


Adam da şaşırıyor. *Bu ne hâl yâ Rabbî!* diyor. Geliyor ilk *Hoca*’ya. Vaziyeti anlatıyor. Hoca diyor ki: 


Allahü teâlâ, bu *Pirinc*’in üzerine, o kedinin *İsmi*’ni yazmış, ben ne yapayım. Seni tâ *İstanbul*’dan getirtdi ki, o *Pirinç* tânesini bu *Kedi* yesin diye.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Molla Câmî* hazretlerinin bir kitâbı var. *Şevâhid-ün Nübüvve*. Orada buyuruyor ki: Allahü teâlâ bir kulunu *Sever*’se, onu *Fıkh* ilmiyle meşgûl eder. 


Sonra da *Fıkh âlimi* olur. Demek ki, *Seâdet-i Ebediyye*’yi, bizim kitapları okumak, Allahü teâlânın *Sevdiği* kulu olmanın *Alâmet*’idir efendim.


*Allah* celle celâlüh, eğer bir kulunu *Sever*’se, pek çok kulunu, onun için *Fedâ* eder, hattâ *Yakar* efendim. Pek çok kulunu, o sevdiği kul için *Telef* eder. Nasıl mı? 


Meselâ o sevdiği kula *İftirâ* ederler, hakkında *Dedikodu* yaparlar, daha *Kötü* şeyler yaparlar. O sevdiği zât, *Sabr*’eder, ama öbürleri de *Helâk* olurlar. 


Çünkü bir *Mü'min*’in kalbini kırmak, incitmek, gücendirmek, *Kâbe*’yi yıkmakdan daha büyük *Günah*’dır. Onu yapanlar *Helâk* olur, ama bu, o mü’minin *Lehin*’e olur. 


Onun için, ne biz *Yanalım*, ne de bizim yüzümüzden bir başkası *Yansın*, tehlikeli çünkü. Peygamber Efendimiz aleyhisselâm; *Susan kurtuldu!* buyuruyor. Hadîs-i şerîfdir bu. 

● ● ●

Eyüplü *Hüseyin efendi* vardı. O bir gün; Size, Efendi hazretlerinin bir *Kerâmet*’ini anlatayım dedi. Ve şöyle anlatdı: 


*Câhillik* işte, biliyorum ki, piyango *Kumar*’dır, kumar da *Harâm*’dır, câiz değildir. Ama kendi kendime, içimden dedim ki: 


Eğer bana piyangodan *Para* çıkarsa, kışın *Odun Kömür* parası yaparım. Yâni *Yanacak* şeye harcarım. O parayla *Yiyecek*, *Giyecek* cinsinden bir şey almam, dedim.


Ve kimse görmeden bir *Piyango bileti* alıp, gizlice *Cüzdan*’ımın içine sakladım. Kimseye de söylemedim. O gün Efendi hazretleri, *Bâyezid* câmiinde *Vaaz* veriyordu. 


Ben de gidip, *Efendi*’yi dinlemeye başladım. Ama ben oturur oturmaz, Efendi hazretleri *Mevzû*’yu değişdirdi ve; 


Ey cemâat! *Harâm*’dan alınan parayı *Yiyecek* için, *Giyecek* için kullanmak harâm olduğu gibi, o parayla *Odun* ve *Kömür* almak da harâmdır, dedi. 


Hem de bunu söylerken *Bana* döndü de söyledi. Bu, Efendi hazretlerinin bir *Kerâmet*’i işte.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Şimdi bir *Dünyâ* var, bir de *Âhiret* var efendim. Dünyâda iken, âhiretden hiç haberimiz yok! Şimdi bâzıları; *Kim gitmiş, kim görmüş?* diyorlar. Kâfirler ne diyor? 


Gidip gören *Var mı?* Cenneti, Cehennemi gören *Var mı?* diyorlar. Hâlbuki dünyâda iken âhireti görmek *Mümkün* efendim. Dünyâda, *Âhiret* nasıl görülür? *Kalp gözü* ile.  


Kalpden bir *Pencere* açılır, o pencereden *Âhireti* seyreder. Hattâ *Sırat* köprüsünü, *Mîzânı* yâni *Terâzi* yi, *Hesâbı*, *Kitâbı*, her şeyi görür. 


Zâten âhiretde *Zaman* yok ki. Zamansızdır orası. Peygamber Efendimiz *Mîrâca* çıkınca, *Hazret-i Osmân* ın koşa koşa *Cennete* girdiğini gördü. 


Peki, Hazret-i Osmân radıyallahü anh koşa koşa *Şimdi mi* girdi Cennete? Hayır, kıyâmet kopunca, *Âhiret* de girecek. 

● ● ●   

Rabbimize *Nasıl* şükredeceğimizi bilemiyorum kardeşim. Çok *Râhat* ız. *Ni’met* ler içinde yüzüyoruz. Nereden geliyor bu *Ni’met* ler? Hep Efendi hazretlerinden. 


Seyyid *Abdülhakîm Arvâsî* hazretlerinden geliyor. O büyüklerin *Himmeti*, onların *Teveccüh* leri, çok şükr bizleri böyle *Mesrûr* ediyor. Öyle seviniyorum ki, nerdeyse uçacağım.


Yâni *Sevinc* imden uçacağım. Bu kardeşlerimizin *Hizmet* leri beni o kadar sevindiriyor ki, Allah *Râzı* olsun. Efendi hazretleri *Nûr* saçıyor, onların *Nûr’u* bunlar. 


*Vücûdumun her zerresi gelse de dile, şükrünün binde birini yapamam bile* buyuruyor İmâm-ı Rabbânî hazretleri. Ne büyük *Ni’met* yâ Rabbî. 


Hak teâlâ, kendi *Dîni* ni yaymak *Ni’met* ini bize nasîb ediyor. Çok büyük ni’mete mazhar olmuşuz elhamdülillah. Bu *Ni’met*, bütün dünyâ ve âhiret *Ni’met* lerinden daha *Üstün* dür. 


Evliyâ-i kirâm, bir *Sofra* ya oturdu mu, Besmelesiz pişen yemeğin *Zulmet* ini görürmüş. *Zulmet var bu sofra* da dermiş.

Bir gencin tövbesi

 Ebû Türâb-ı Nahşebî hazretleri nefsin istemediklerini yapma ve haramlardan kaçmada kuvvetliydi. Yıllarca başını yastığa koyup uyumadı. Geceleri ibâdet ve zikirle meşgûl olur, bâzan dışarı çıkıp dolaşır, ihtiyaç sâhibi olanlara yardımcı olurdu. Bir gece Nahşeb'in mahallelerinde dolaşırken, âniden kulağına sesler geldi. Dikkat edince bâzı erkeklerin, bir kadınla tartıştıklarını anladı. Kendi kendine, buraya gitmeliyim, bir mazlum ise ona yardım etmeliyim." dedi. Yanlarına varınca kadın onu gördü ve yanına geldi. "Ey üstâd! Fâsık ve ömrünü kötü şeylerle harcayan bir oğlum var. Yaptığı kötülükler, işlediği günahlar hakîkaten çoktur. Dün gece fısk meclisi kurmak ve şarab içmek istedi. Akşamdan sonra, Allahü teâlâ ona bir hastalık gönderdi. Şimdi hasta yatağında yatıyor. Evimiz mescidin yanındadır. Cemâat geceki sesleri duyup geldi ve onu mahalleden çıkarmamı istedi. Ben de ağır hasta olduğunu bildirdim. Ölürse hepimiz ondan kurtulur, yâhut tövbe eder, kendisi kurtulur. Ölmez ve tövbe de etmezse, o zaman onu şehirden dışarı çıkarın dedim." Ebû Türâb-ı Nahşebî, kadına yardım etti ve kalabalık dağıldı. Sonra aklına o genci görmek ve tövbe ettirmek geldi. Evden içeri girince, genç onu görür görmez feryâd edip ağlamaya başladı. "Allah'ım ne kadar kerîmsin. Benim gibi ömrünü boşa geçirmiş bir zavallının duâsını ânında kabûl eyledin." dedi. "Ey genç! Ne duâ ettin?" dedi. "Üstâdım, bugün seher vaktinde iki duâ ettim. Biri; yâ Rabbî sabahleyin bana, Ebû Türâb'ın yüzünü görmek nasîb eyle, ikincisi; yâ Rabbî, nasûh tövbesi ihsân eyle dedim. Duâmın birini şu anda kabûl edilmiş görüyorum, umarım ikincisi de kabûl edilir. Ey hocam çok günahkârım. Tövbe etsem, kabûl olur mu?" deyince; "Ey genç! Ümitsiz olma! Çünkü Allahü teâlânın rahmet denizleri dalga dalga geliyor. Allahü teâlâ ziyâdesi ile tövbeleri kabûl edici ve affedicidir. Kulların günahlarını bağışlayıcıdır. Âsilerin tövbelerini kabûl edicidir. Âcizlere kâfidir. Düşkünlerin en iyi vekîlidir. Bütün günahlardan tövbe makbûldür." buyurdu. Genç elinde tövbe etti ve gözlerinden yaşlar döküldü. Ebû Türâb oradan ayrılınca, genç annesine; "Ey anneciğim! Sana bir vasiyetim var. Yerine getir." dedi. Annesi; "Evlâdım, ne vasiyetin var, söyle!" dedi. Beni bu yataktan ve yumuşak yastıktan, hakîr ve zelîl toprağa indir. Ebû Türâb'la tövbe ettiğim andan sonra, yerde Allahü teâlâya tekrar tövbe edeyim. Çünkü bu hastalık beni iyice sardı. Artık bu hastalıktan öleceğimi anlıyorum." dedi. Annesi isteğini yerine getirdi ve onu yere indirdi. Genç, yüzünü toprağa sürdü, kalp ve rûhunun derinliklerinden gelen bir ses ile; "Ey Allah'ım! Yaptıklarıma pişman oldum. Tövbe ettim. Senin dergâhından başka kapım yok. Dertlilerin dayanağı, muhtaçların sığınağı sensin. Toprakla bir olmuş, zamânını boşa geçirmiş ben kuluna rahmet et." diye yalvarıp inledi. Onu topraktan kaldırıp, yatağa yatırdılar. Gece olunca genç vefât etti. Ebû Türâb; "O gece rüyâda Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem gördü. Yanında iki yaşlı zât var idi. Onlarla berâber çok kalabalık geldi. Birisi ona; "Bu, Muhammed Mustafâ'dır sallallahü aleyhi ve sellem, diğer taraftaki yaşlı zât ise, İbrâhim Halîlullah'tır (aleyhisselâm), diğer taraftaki ise Mûsâ Kelîmullah'tır (aleyhisselâm). Bu kalabalık ise, yüz yirmi bin küsûr peygamberdir." dedi. Ebû Türâb ileri koştu. Selâm verdi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem selâmına cevap verdi. Onunla müsâfeha etti. "Yâ Resûlallah, siz Nahşeb'e gelmiş miydiniz?" diye arz etti. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Ey Ebû Türâb! Dün senin elinde tövbe eden genç, bu gece vefât etti. Allahü teâlâ onu, dostları derecesine kavuşturdu. Ona velîlik makâmı ikrâm eyledi. Beni ve yüz yirmi bin küsür peygamberi, onu ziyârete gönderdi. Ey Ebû Türâb! O gence izzet gözü ile bakın. Cenâzesinde hazır bulunun." Ebû Türâb-ı Nahşebî uyandığında bu halden kalbine bir incelik geldi ve; "Ey Allah'ım! Ne kadar kerîmsin. Daha dün fıskı yüzünden, mahalleden çıkarmak istedikleri bir fâsıkı, bir ağlama ve inleme, bir tövbe ve pişmanlık ile bu dereceye kavuşturdun." dedi. Bu zevk ve halde iken, diğer odadan küçük kızın feryâdını duydu. Ağlıyordu. "Evlâdım, seni ağlatan şey nedir?" dedi. "Babacığım, rüyâmda filan mahallede tövbe eden bir gencin vefât ettiğini ve her kim onun cenâzesine bakarsa, Allahü teâlâ, ona, kendisinden istediği her şeyi verir dendiğini görüp duydum. Babacığım, evden dışarı çıkmayı aslâ istemezdim, fakat şimdi izin verirsen, gidip o gencin cenâzesini göreyim ve Allahü teâlâdan kendim ve diğer kullar için necât, kurtuluş isteyeyim." dedi. Ona izin verdi. Cenâzesine giderken yolda yaşlı bir kadın gördü. Ona; "Ey Ebû Türâb! Hakk'ın rahmetinin neler yaptığını gördün mü? Fıskının çokluğu yüzünden mahalleden çıkarılmak istenen genç, bu gece vefât etti. Evliyâ silsilesine dâhil edildi. Rüyâda bana, cenâzesinde bulunan magfiret olunur diye söylediler." dedi. Başka âlim zât da aynı rüyâyı gördü. İnsanlara bu durum haber verildi. Bütün şehir halkı akın akın gencin cenâzesine katılmak için geldi. Tam bir izzet ve ikrâm ile onun namazı kılındı, sonra defnettiler.