Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İnsanlar *Gülme*’yi unutdu kardeşim. Neden? Çünkü herkesin kalbinde, *Dünyâ* var, yâni dünyâ *Sevgisi* var. Dünyâ meşgûliyeti var. Hâlbuki Allahü teâlâ, bu dünyâyı, *Sıkıntı* ve *Üzüntü* için yaratdı. 


Âhireti ise *Güzellik* için, yâni *Huzûr* ve *Seâdet* için yaratdı. Huzûr demek, bir an olsun dünyâyı *Unutmak* demekdir. Dünyâ o kadar *Kötü* ki, onu bir an unutduğunuz zaman *Huzûr*’a kavuşuyorsunuz. 


Efendi hazretleri buyururdu ki: *Âhiret’e hazır olan, neş’esinden belli olur*. Nasıl belli olur? Âhirete hazır olan kimse, *Neş’eli*’dir. Ama bugün herkesin *Surat*’ı asık. Niçin? Çünkü *Âhiret*’le ilgilenmiyorlar. 


Öyle bir *Düşünce*’leri yok. Öyle bir *Dert*’leri yok. Âhireti dert etmiyorlar. Hâlbuki mü’min, *Âhireti* dert eder. Onun derdi, *Âhiret*’dir. Âhiret derdi olanın da *Dünyâ* derdi olmaz, onun için *Neşeli*’dir. 


Bugün yapılacak en mühim iş, *Büyükler*’imizden aldığımız bu *Emânet*’i, bu ehl-i sünnet *Îtikâd*’ını, bu doğru *Îmân*’ı, bizden sonrakilere aktarmakdır. Eğer bu emânet aktarılmazsa, çok *Kötü* olur. 


*Nankör*’lük olur, ni’mete *İhânet* edilmiş olur. Hem bulunduğu *Yol*’a, hem de kavuşduğu bu *Ni’met*’e ihânet olur. 


Neden? Çünkü bu *Ni’met*’in şükrü, onu herkese *Yaymak*’la olur. Başkalarına *Öğretmek*’le olur. 


Bir insan, bir *Ni’met*’e kavuşursa ve bunun *Kıymeti*’ni bilirse, mutlaka başkasının da *Bilmesi*’ni ister ve bunun için *Çalışır*. Eshâb-ı kirâm Efendilerimiz böyle idiler. 


Kendileri *Îmân* eder etmez, hemen *Arkadaş*’larına koşdular, onların da *Îmân* etmesini sağladılar. Eshâb-ı kirâm, Resûlullah Efendimizden *Mûcize* beklemediler. 


Hiç böyle *Şey*’ler düşünmediler ve konuşmadılar. Çünkü, buna *İhtiyaç*’ları yokdu. Onlar, Peygamber aleyhisselâmın mübârek *Sohbet*’inde bulunmakla şereflendiler.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Tam İlmihâl*, benim hayâtımdır kardeşim. Çünkü ben hayâtımı ona *Vakf*’etdim. Her gün, hiç olmazsa bir iki *Sayfa* okumalı. 


Okuyunca, insan hem birşeyler *Öğrenir*, hem de *Feyz* alır. Feyz, *Sevgi* demekdir. Büyüklere karşı *Sevgi*’si artar. 


Sizin *Yeriniz* orası değil kardeşim, benim *Başım*’ın üstü. Niçin böyle söylüyorum? Çünkü *Ehl-i sünnet* îtikâdında olan bir müslümân, çok *Kıymetli*’dir. 


Hele bu *Yol*’un Büyüklerini *Tanımış*’sa, Onu *Sevmiş*’se, hele de Allahü teâlânın dînine *Hizmet* ediyorsa, o, Allahü teâlânın *Sevdiği*, kıymetli bir kuludur. 


Onun için siz çok *Kıymetli*’siniz kardeşim. Kıymetinizi bilin. Çok *Sevinin*, çok *Şükr*’edin. Bu doğru *Îmân*, bu doğru *Îtikad*, herkese nasîb olmaz.


*Bin* kişide, *Bir* kişiye nasîb olur. *Bin*’de *bir* yâni. Bu dünyâda en *Zor* şey, doğru *Îmân* elde etmekdir. 


Bunu da, Rabbimiz bize *Nasîb* etmiş kardeşim, ne büyük *Ni’met*. Bizler çok şanslıyız. Neden? Çünkü bu Büyükleri *Tanıdık*. Ve onları *Seviyor*’uz. 


Bu yolun *Büyük*’lerinden istifâde etmenin birkaç *Şart*’ı var. Bunları îfâ eden, onlarla berâberdir, onlardan *Feyz* alır. Başka bir kâidesi, *Merâsim*’i yok efendim.


Nasıl ki, müslümân olmak için *Müftü*’ye gitmek, *İmzâ* atmak gibi bir merâsim yoksa, bu *Büyük*’lerin rûhâniyetinden, *Feyz*’inden istifâde etmenin de merâsimi yok, sâdece birkaç *Şart*’ı var. 


Bu şartları kim yerine getirirse, *İhlâs*’ı nisbetinde *İstifâde* eder, *Feyz* alır. Şartın biri, bu *Zât*’ın, bir Allah adamı olduğuna *İnanmak* ve bunda aslâ şek ve şüphe etmemek. 


İkincisi, onu *Sevmek*. Üçüncüsü de Ona *İtâat* etmek. Bunları yapan, *İhlâs*’ı nisbetinde o zâtdan *Feyz* alır efendim. Feyz, *Nûr* demekdir, *Sevgi* demekdir kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Her bir *Rızk*’ın üzerinde, *Kime* âitse, onun *İsmi* yazılıdır. O rızık, döner dolaşır o kimseye *Nasîb* olur. Kimse, kimsenin rızkını *Yiyemez*. Herkes, kendi rızkını *Yer*. 


Meselâ *Afrika*’daki bir *Elma*’nın üzerinde kim’in ismi yazılıysa, döner dolaşır, sonunda o elma, o *Kimse*’ye nasîb olur. Çünkü üzerinde onun *İsmi* var. Başkası onu yiyemez. 


Onun için dünyânın en *Ahmak* insanı, rızkı için *Üzülen*’dir. Bir *Kedi* yavrusuna, tâ İstanbul’dan *Pirinç* tânesi gidiyor kardeşim. 


Çünkü *Cenâb-ı Hak*, daha biz yaratılmadan evvel, daha biz dünyâya gelmeden evvel, *Rızk*’ımızı ve *Nefes* sayımızı yazdı. O, *Ezel*’de biliyordu ve takdîr etdi, yazdı. O, bir *Program*’dır.


Ve mutlaka olacakdır. Onun için insan *Ömrü*, ne bir nefes *İleri* gider, ne bir nefes *Geri* gelir. Ezelde nasıl *Takdîr* edildiyse, *Öyle* olur. Hiç kimse, hiç kimsenin *Rızk*’ını yiyemez.


Hiç kimse, *Rızk*’ını bitirmeden *Ölmez*. Ölmek, rızkın bitdiğine *Alâmet*’dir. Bir insanın rızkı bitdi mi, o artık yaşıyamaz, *Ölür*. 


Kardeşim, ben yeni evlendiğim zaman, bir gün *Efendi* hazretlerine gitmişdim. Bana buyurdular ki: 


Hanımını *Üzersen*, kayınpederini *Üzersen*, kayınvâlideni *Üzersen*, bil ki kabirde kemiklerim *Sızlar*. Kemiklerim sızlar ne demek? Yâni haberim olur, *Üzülürüm*. 


Kabirdekiler, *Dünyâ*’dan haber alırlar, dünyâda olanlardan *Haberdâr* olurlar. Ben de haber alırım ve *Üzülürüm*, buyurdu. 


*Kerâmet*’lerin en büyüğü üç tânedir kardeşim. Birincisi, bu *Büyük*’leri, yâni Allah dostlarını *Tanımak*, ikincisi, onları *Sevmek*, üçüncüsü de onlara *İtâat* etmekdir.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Efendimiz*’in güzelliği, *Yûsuf* aleyhisselâmın güzelliğinden daha *Fazla*’dır. Nitekim *Âişe* vâlidemiz, Peygamber Efendimize buyurmuş ya: 


*Yûsuf* Peygamberi gören kadınlar, *Seni* görmüş olsalardı, *Parmak*’larını değil, *Kalp*’lerini doğrarlardı da yine hiç *Acı* duymazlardı. Böyle buyurmuş efendim.


*Efendi* hazretleri buyurdu ki: Dînimizin bütün *Emir* ve *Yasak*’larını bilen ve hepsini *Yerine* getiren bir kimsenin, âhiretde azabdan *Kurtulma* ihtimâli vardır. Yâni kurtulabilir. 


Ama, bu yolun *Büyük*’lerine muhabbeti olanın, *Kurtulmamak* ihtimâli yokdur. Neden? Çünkü bu *Büyük*’ler, aldıkları emânete *Sâhip* çıkarlar. 


Ona herşeyi öğretirler, yetişdirirler ve âhiretde elinden tutup, tâ *Cennet*’in içine kadar götürür, hattâ *Köşk*’ünü bile ona gösterip; *İşte, senin köşkün şu!* derler. 


Efendim her *Yol*’un, kendine has bir husûsiyeti vardır. Bu Büyüklerin *Yolu*, aldıklarını *Cennet*’in içine kadar götürürler. 


Ötekiler, nihâyet otobana çıkarırlar ve derler ki: *Bak kardeşim, işte Cennete giden yol, budur. Sağa sola sapmadan gidersen, netîcede Cennete varırsın*. 


Onlar *Bu* kadar yaparlar. Bundan sonrası o *Kimse*’ye kalmış. 


Bu yolun *Büyük*’leri ise o *Kimse*’nin elinden tutarlar, tâ ki *Cennet*’in kapısına kadar götürürler, hattâ *Birlikde* içeri girerler, hattâ makâmını, *Köşkünü* bile gösterir, sonra bırakırlar.


Dünyânın en tâlihsiz, en bedbaht, en şanssız insanı, bu *Büyük*’leri tanımıyandır kardeşim. Çünkü bu Büyükleri *Tanıyan*’lar ve *Seven*’ler, yarın âhiretde kurtulacak. 


*Tanımıyan* ve *Sevmiyen*’ler, kurtulamıyacak. Bir de tanıdığı hâlde *İstifâde* etmiyen insanlar var. Peki, tanıdığı hâlde istifâde etdi mi, etmedi mi? 


Bu nasıl anlaşılır? Eğer o kimse, *Âhiret* menfaatini, *Dünyâ* menfaatinin üstünde tutuyorsa, *İstifâde* ediyor demekdir. Yok, bunun *Tersi* ise, hiçbir şey alamamışdır.

Önemli bir HADİSE

İmam-ı Rabbani (kuddisesiruh) şöyle bir hadiseyi naklediyor;

“Bizim bir komşumuz vardı, Müslüman olmasına rağmen bazı yanlışları vardı. Vefat etmek üzereydi, komşuluk hakkı üzere beni çağırdılar. Gittim ve gördüm ki baygın halde. Kendini kaybetmiş olarak onu gördüğümdendir ki teveccühte bulundum, mânevî bir yönelişle kendisine yanaştım. Kalbine nazar ettim (baktım), zifiri karanlık bulutlar çökmüş, iman nuru sönecek bir mum gibi kalmış olarak gördüm. Komşuluk hakkını mülâhaza ederek ne yapabileceğimi düşündüm. Karanlıkları dağıtmak amacıyla teveccüh ettim, dua ettim lakin zerre kadar karanlık açılmadı, dağılmadı. Bunu bir iki kere denedim ama fayda yok. Üçüncüde de olmayınca 

‘Yâ Rabbi! Acaba bende mi bir kusur var bugün’ diye düşündüm. ‘Bu kadar Sana müracaat ettim ama hiçbir faydası olmadı’ diye niyâz ederken tam o esnada kalbime bir nida: ‘Ey İmam! Eğer sen bu teveccühlerini dağlara yapmış olsaydın, senin hürmetine ve teveccühün bereketine dağları yerinden sökerdim. Ama bu adamdan sen bir karanlık açamazsın, *çünkü bunun karanlığı bazı amel noksanlıklarından değil, bazı günahları işlediğinden değil, dinsizlerin ve müşriklerin Hindu’ların şirk merâsimlerine katılmasındandır.* Burada şirk vardır ve bu nedenle senin teveccühüne iltica edilmiyor’ diye bir ilham geldi. O zaman Hindistan’da şirk bayramlarında boyalı, renkli pilav pişirip birbirlerine bunu hediye ediyorlarmış. *_Bu Müslüman adam da onlardan etkilenmiş aynı günde aynı şekilde pilav pişirip yiyor, dağıtıyor ve de kutluyormuş.*_  (Mektubat-ı İ. Rabbani 1/266.) Müceddid-i elf-i sani 


 *Kıssadan hisse* 


 /İmam-ı Rabbani hazretlerinin bu izahlarıyla, başka dine mensup olanların bayramlarını bayramımız kabul edip kutlamanın bize vereceği zararlar zahirdir.


Hadis-i şerifte: “Herkim  kendini başka bir kavme, millete benzetse O kişi onlardandır”, buyurulmuş.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Beş vakit *Namâz*’ını, özenerek, şartlarına uygun olarak *Güzel* kılanlar, aslâ *Zelîl* olmazlar ve *Zillet* içinde ölmezler. Zillet içinde ölenler, *Namaz* kılmadıkları içindir. Namaz kılsa da, *Îmân*’ı bozukdur. 


Allahü teâlâ, *Îmân*’ı ve *Namâz*’ı, azîz kılmışdır. Bu iki *Cevher* kimde varsa, Allah onu *Zâyi* etmez. Namâzını düzgün kılan, *Azîz* olur. Çünkü bu, *İzzet*’dir. Allahü teâlâ cevheri *Çöplüğe* koymaz kardeşim. 


Biz *Efendi* hazretlerinden *Ben* kelimesini duymadık, hep *Biz* derlerdi. Ama bir defâsında *Ben* dedi, biz de duyduk, o zaman işin *Dehşet*’ini, ve *Vehâmet*’ini anladık. 


Nitekim, Efendi bir gün; *Bu memleket neydiii, ne oldu, onu ancak (Ben) bilirim!* buyurdu. İbrâhîm aleyhisselâm, nasıl ki *Ateş*’in içinde *Râhat* etdiyse, biz de *İbrâhîm* aleyhisselâm gibi, ateşin içinde çok râhat ediyoruz kardeşim. 


Onun için bu *Büyük*’lerden ayrılan, bu *Ehl-i sünnet*’den ayrılan, *Ateş*’e gider, Allah korusun. Ne kadar *Bahtiyâr*’ız kardeşim, bütün gün ona *Hamd*’ediyoruz. 


Bu *Büyük*’leri görmeseydik, hâlimiz ne olurdu? Allahü teâlâ bizleri *Seçdi*, yoksa biz aramadık. Aramadan önümüze *Çıkdı*. Sahâbe-i kirâmın ömürleri, hep *Savaş*’larda geçdi. Neden? İnsanlar *Îmân* etsin diye. 


Ama îmân etmek *Zor*’dur. O günlerden sonra 1500 *Sene* geçdi. Biz, bu ni’mete *Bedava* kavuşduk. Bu gün, *Ehl-i sünnet* îtikâdında olmak, Peygamber aleyhisselâmın zamânında olmak gibi *Kıymet*’lidir. 


Her müslümân *Vefât* ederken Sevgili Peygamberimizi *Görecek* efendim. Allahü teâlâ gösterecek. Onu görünce, Onun o akıl almaz *Güzelliği* karşı-sında *Rûh*’unu nasıl teslîm etdiğinin farkına varmıyacak. 


Yâni *Öldü* mü, *Ölmedi* mi? Anlamıyacak. *Yûsuf* aleyhisselâmı gören kadınların,*Turunç* yerine parmaklarını doğradıkları gibi. O güzellik karşısında hiç *Acı* hissetmiyecekler.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Din* ilmi ve *Ehl-i sünnet* bilgileri, *Mürşid-i kâmil*’den öğrenilir kardeşim, *Kitap*’dan öğrenilmez. Niye kitapdan öğrenilmez? 


Çünkü kitaplarda, *Hak* ve *Bâtıl* karışıkdır, çeşitli *Rivâyet*’ler vardır. Hangisi doğru? Herkes bunu anlıyamaz. Bunu ancak *Mürşid-i kâmil*’ler anlar. Yâni *Din*, mürşid-i kâmilden öğrenilir.


Kendisi yoksa, *Kitap*’larından öğrenilir. *Rastgele* kimselerden din öğrenilmez. Çünkü hadîs-i şerîf var. Meâlen; *İslâmiyeti, büyük âlimlerin ağızlarından alınız!* buyuruluyor. 


Yâni onların *Sohbet*’lerinden veyâ *Kitap*’larından öğreniniz. 


*Küfr* çok çabuk yayılır kardeşim. Hele bu zamanda küfr, *Sel* gibi akıyor. *Câhil* müslümân ise, o sele kapılmış bir saman *Çöpü* gibi. Nasıl kurtulacak? Bir yere sığınması lâzım. 


Bir *Kaya* kovuğuna, bir *Ağaç* oyuğuna girerse, yâhut da bir *Kütüğe* yapışırsa, kurtulabilir. İşte bu kaya kovuğu, bu ağaç oyuğu, bu kütük, bizim *Arkadaş*’lardır. Yâhut da bizim *Kitap*’lardır. 


Yâni o saman *Çöpü*, bizim *Âbiler*’den birine rastlarsa veyâ bizim *Kitap*’lardan birini okursa, kurtulur efendim. Yoksa mümkün değil, *Sel* alır götürür. 


*Efendi* hazretlerinin bir *Cep* saati vardı. Namaz vakti yaklaşınca o *Saat*’i çıkarırdı. Bir de *Ziyâ* beyin verdiği namaz vakitlerini bildiren küçücük bir *Bloknot* vardı. 


Her bir *Yaprak*, bir günün namaz *Vakit*’lerini bildiriyor, *İslâm* harfleriyle yazılmış. *Efendi* hazretlerinin bir elinde o *Bloknot*, diğer elinde cep *Saati*. 


Arada bir bakıyorlar, namâza *Beş* dakîka var, biraz sonra *İki* dakîka kaldı, sonra *Bir* dakîka kaldı, en sonunda, *Tamaam, vakit oldu*, der ve namâza kalkardı Mübârek.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim *Hanım* bana ne diyor, biliyor musunuz? Kırk senedir durmadan *Yazdın*. Hâlâ da *Yazıyorsun*. 


Uykudan kalkıyorum, bakıyorum ki *Yoksun*. Bir de görüyorum ki, yine *Kitap* yazıyorsun. Velhâsıl *Gece* yazdın, *Gündüz* yazdın. Böyle diyor bizim hanım.


Elhamdülillah. İşte o *Aşkı*, o hizmet *Aşkı*’nı Efendi bize verdi kardeşim. Bir kasîde yazdım, bizim kitapda var. *Habîbin yanında olsun, bu aşkı bizlere sunan*, diye. 


*Aşk*’la oluyor bu işler. O büyüklerin *Himmeti*, teveccühü, üzerimizden eksik olmasın inşallah. İşte o *İlim*, o *Himmet* ve o *Teveccüh*, insanları bağlıyor birbirine. Başka bir şey değil. 


Sizin gibi *Hâlis* müslümânların yanında çok *Mutlu* oluyorum. Sizin gibi hâlis *Allah* adamlarının arasında öyle *Neş’e* leniyorum ki, şu anda *Ölsem*, gam yemem. 


Bütün bu *Hizmet*’ler, bütün bu *Kitap*’lar, hep Abdülhakîm Efendi hazretlerinin *Sadaka*’sıdır kardeşim. *Mektûbât*’da buyuruluyor ki: 


*İnsanlar, yalnız şu sonsuzluğu düşünseler, yemekden içmekden kesilirler*. Ne demek sonsuz? Yâni sonu yok.


*Bin* değil, *Milyon* değil, *Milyar* değil, *Katrilyon* değil, velhâsıl sonu yok. Ehl-i sünnet vel cemâat îtikâdında olan, mutlak *Cennete* girecek kardeşim. 


İşte bu doğru *Îtikad*, bu doğru *Îmân*, Cennete giden *Yol*’dur. Ehl-i sünnet yolu demek, Cennete giden *Yol* demektir. 


Cenâb-ı Hak *Bize*, Cennete gitmeyi *İhsân* etmek istemeseydi, hiçbirimize bu *Îmânı* vermezdi. Bu ni’met, Rabbimizin bize *İhsânı* kardeşim, hem de karşılıksız. 


İki mü’min *Muhabbet*’le bir araya gelse, hiçbirşey konuşmasalar bile, sâdece birbirlerinin yüzüne *Sevgi*’yle baksalar, mutlaka birbirlerinden *İstifâde* ederler. 


Hiç *Şüphe* yok. Hiç konuşmasalar da *İstifâde* ederler. Çünkü kalpden kalbe *Yol* vardır, aynen *Bileşik kaplar usûlü*.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Namaz kılmıyan, mürted olmaz, *Günâhkâr* olur. *Şeytân*, secde etmediği için değil, *Secde* emrine *Karşı* geldiği için, bu emri beğenmediği için *Tard* edildi, onun için *Kovuldu*. 


Secde etmedi, secde etmediği gibi, *Secde emrine* karşı geldi, beğenmedi. *Bu emir yanlış!* dedi. 


Ben, *Buna mı* secde edeceğim? Ben bu kadar *Kıymetli* iken, toprakdan yaratılmış bir *Adam*’a mı secde edeceğim, dedi ve *Kovuldu*.


*İyilik* ve *Kötülük* nedir efendim? İyilik, öldükden sonra karşımıza çıkacak olan *Ni’met*’lerdir. *Kötülük* de, öldükden sonra başımıza gelecek olan *Sıkıntı*’lardır. 


O hâlde *Dünyâ* yok efendim. Dünyâ, bir *Hayâl* dir, Hayâlden ibâretdir. *Asıl* değil, *Hakîkat* değil, *Hayat* değil. Nedir peki? *Hayâl*’dir. Asıl hayât, öldükden sonra başlıyacak. 


Bir kimse *Dînini öğrenmek* için yola çıksa, Peygamber aleyhisselâm buyuruyor ki: 


Gökdeki *Kuş*’lar, karadaki *Hayvan*’lar, denizdeki *Balık*’lar, yâni bütün mahlûkat, bu kul için *İstiğfâr* ederler. 


*Yâ Rabbî, affet bu kulunu. Bu, senin dînini öğrenmek için gidiyor*, derler ve *Bu, ne şerefli bir insan*, diye duâ ederler. 


Bunu *Kim* buyuruyor? Peygamber Efendimiz buyuruyor. Bu, dînini *Öğrenmek* için giden kişiye verilen *Sevap*’dır. Ya *Öğretmek* için giderse? 


Yâni birine bir *Kitap* verirse, yâhut da bir kitap verilmesine *Sebep* olursa? *Vesîle* olursa? Buna verilen sevap, öğrenmek için gidenden çok daha *Fazla*’dır kardeşim. 


Çünkü bu, *Emr-i mâruf*’dur, bu hizmetle şereflenenler, Resûlulluh Efendimizin *Vâris*’i olurlar, bu kadar *Kıymetli*.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Kıyâmet günü, harplerde şehîd olanların *Kanı* ile, kitap dağıtarak İslâmı yayanların *Mürekkebi* tartılsa, mürekkep daha *Ağır* basarmış. Hadîs-i şerîf böyle bildiriyor. 


Bundan maksad, İslâmiyeti, *Kitap* ile, emr-i mâruf yaparak yayanların *Sevâbı*, cihâd ile, savaşarak, dövüşerek *Şehîd* olanların sevâbından daha *Çok* demektir. 


*Ehl-i sünnet* demek, Peygamber aleyhisselâmın *Yolu* demekdir. *Vel-cemâat* demek, eshâb-ı kirâmın *Yolu* demek. 


O hâlde ehl-i sünnet vel-cemâat demek, Peygamber aleyhisselâmın *Yolu* ve Onun eshâbının *Yolu*, demekdir. 


İşte bunlar, *Cennete* gidecekler. Geri kalan yetmiş iki fırka, yoldan sapıtmışlar. İslâm âlimi geçiniyorlar. *Bunlar, İslâm âlimi değildir*, diyor Peygamber Efendimiz. 


Böyle din adamlarına, *Din hırsızı* denir. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: *Hayr-ün-nâs hıyâr-ül ulemâ*. Yâni âlimlerin iyileri, insanların en *İyileri*’dir. 


*Şirâr-ün-nâs şirâr-ül-ulemâ*. İnsanların en kötüleri, âlimlerin en kötüleridir. Âlimlerin *Kötüleri* kimlerdir? 


Kendi kafalarına göre *Fetvâ* verenler, kendi bozuk düşüncelerine göre *Fikir* yürütenler. İşte yetmişiki *Fırka*, bunlardır. Elhamdülillah. Ne büyük *Ni’met* kardeşim. 


Ne büyük *Seâdet*. Bir ehl-i sünnet *Âlim*'ini, bir *Evliyâ* zâtı, bir *Allah adamı*’nı tanımak, onu sevmek, dünyâ ve âhiret ni’metlerinin en *Büyüğü*’dür.


Çok büyük *Seâdet*’dir. Elhamdülillah, hepimiz *Seviyoruz* onları. Görmek şart değil ki. Onlar dünyânın bir *Ucunda* da olsalar, yine haberdâr olurlar. Onları sevdiğimizi bilirler. 


Bu kitapları okumak kolay mı? Hele yazmak! Çok zor. Ancak *Himmet*’le ve *Aşk*’la yazılabiliyor.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Efendi hazretleri*’ne ilk gitdiğim sıralarda, henüz odada *Kimse* yokken, beni alırdı yanına. Kendisi *Sandalye*’ye oturur, beni de yanındaki *Sandalye*’ye oturturdu. 


Sonra elini bana uzatıp, *Tut elimi*, derdi. Tutardım. Sonra *Sık* derdi. Elini sıkardım, sıkardım, *Daha sık, daha sık* derdi. Artık yorulurdum efendim. 


Bakardım ki gözlerini kapamış, *Uyudu* zanneder, elimi *Gevşetir*’dim, çünkü yorulurdum. Tam elimi gevşetirken gözlerini açar ve *Sık* derdi. 


Bu şekilde, bir *Sene* müddetle hep elini *Sıkdırdı* bana. Kim bilir? Onların bütün hücreleri *Zikr* edermiş efendim. Evliyânın bütün *Zerre*’leri *Zikr* edermiş. Mektûbât’da var bu. 


*Bütün zerreleri zikr eder*, diye yazılı. Biz bunu sonradan öğrendik ve *Seâdet-i Ebediyye*’ye de yazdık bunu. Mübârek, elini bana sıkdırıyor ki, o *Zikr* benim *Hücre*’lerime ve *Kalb*’ime de sirâyet etsin. 


*Cihâd* demek, tek başımıza *Harb*’etmek demek değildir. Harb etmeyi *Devlet* yapar, *Hükümet* yapar. Bugün cihâd yapılamıyor. Hükümet, devlet bize emir verirse, onun emrine uyarak *Cihâd* yapılır. 


Yoksa kendi kendimize *Cihâd* yapamayız. Kendi kendimize cihâd, *Emr-i mâruf*’dur, yâni Allahın dînini Onun kullarına bildirmek, yaymak, *Cihad*’dır. İşte biz bunu yapıyoruz. 


O hâlde Allahın dînini *Yayacağız*. Allahın dînini yayanlar, silâh ile, beden ile cihâd edenlerden daha *Kıymetli’* dir kardeşim. 


Bir hadîs-i şerîfde de buyuruluyor ki: *Fitne fesâd zamânında, benim sünnetime sarılan kimseye, yüz şehîd sevâbı verilir*. 


Resûlullah Efendimizin sünneti demek, *Ehl-i sünnet vel cemâat* mezhebi demekdir. Ehl-i sünnet vel cemâat, bizim yolumuzdur işte, elhamdülillah. 


Buna sarılana, yüz *Şehîd* sevâbı var. Ya neşredene? Yâni herkese *Yayana?* Artık hesâbı belli değil. O kadar çok *Sevap* var.