Yâdigâr mektûblar 47.mektûb

 Kıymetli kardeşim [Ali Karaduman]

Bu dünyâ bir zindandır. Zindanda seâdet aramak hayâldir. Mes'ûd görülenlerin hemen hepsi elemli ve kederlidir. Eğlence aramalar bunun en büyük delilidir. Bu dünyâda seâdet, kadere rızâ göstermektir. Bu dünyâ imtihân yeridir. Hayatın en tatlı zemânları,elemli, kederli hallerde, Rabbine şükr olunduğu zemânlardır. Bu zemânlar ölünceye kadar hep lezzet ile hatırlanır.

Sebebe yapışmak lâzımdır. Şerî'atin hemen bütün mes'elelerinde,hem azîmet, ya'nî takvâ; hem de ruhsat, ya'nî fetvâ yolları vardır. Bulunduğu yerin şartlarına göre her işi ayarlamak lâzımdır. Aklî bilgisi, siyâsî zekâsı bulunan, her işinde takvâ veya fetvâ şeklinden birini seçer ve râhat eder. [Oğlan] Çocuğu mektebe vermek fetvâ, vermemek takvâdır.

Müziğe mübtelâ olmıyan kadın, yok gibidir. Akl ve siyâset ve mehâretle ve yumuşaklıkla, bunun imkânlarını azaltmağa çalışmalıdır.

Hemşirelerinizin ve yeğenlerinizin bekâr kalması doğru değildir. Sâlih bir dâmâd nasîb olması için duâ ediyoruz. Hayat mücâdelemizi şerî'ata uygun olarak yapmamız lâzımdır. Ne mutlu yapanlara!

Cenâb-ı Hak din ve dünyâ işlerinizde yardımcınız olsun.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


O büyükler öyle *Büyük*’dür ki, meselâ *İmâm-ı Mâlik* hazretleri bir hadîs-i şerîf okuyacağı zaman, kürsüden iner, *Edeb*’le oturur ve öyle okurdu. 


Okumaya başlarken; *Kâle Resûlullah!* deyince, rengi *Sararır*, bedeni *Titrerdi*. 


Bu zamanda halk *Câhil* kardeşim, bilmiyorlar. Mezhebsizler de bu zavallıları aldatıyorlar. Bizim *Kitap*’lar sâyesinde insanlar *Doğru*’yu öğreniyor, mezhebsizlere aldanmıyorlar kardeşim. 


*Sizin kitaplar geldi, artık aldanmıyoruz!* diyorlar. Her yerden, bize böyle müjde haberleri geliyor. Onun için Rabbimize *Şükr*’ediyoruz.  


Gençler bu kitapları alınca, okuyacaklar, anlıyacaklar. Ne büyük *Ni’met*, ne büyük *Seâdet*. Şimdi burada da mü’minler toplanmış, ne güzel şey. Acabâ dünyâda böyle bir *Yer* daha var mı? 


Ne *Güzel* yâ Rabbî! Elhamdülillah. *Mektûbât*’da birinci cildde *204*.cü mektup var. Bunu hepiniz okuyun. Yarım sahîfecik, çok *Güzel* bir mektup.


Tam bu zamana göre. *Kâfir*’lere hiç cevap vermiyeceğiz kardeşim, hiç. İşte o mektûb, bu zamana göre *Nasıl* hareket edeceğimizi gösteriyor. 

● ● ● 

*Mir’ât-ı kâinât*, büyük bir târih kitâbıdır. Abdülhakîm Efendi hazretleri bana; *O kitâbı al, oku!* buyurdu. Efendi hazretlerinin emriyle aldım. Ben bu kitâbın *İsmi*’ni bile işitmemişdim. 


Bizim birâder *Sedat*, bir gün bize gelmişdi. Bana sordu: *Âbi, gazetede Çihâr-ı yâr-i güzîn kitâbından yazdığım tefrika bitiyor, ondan sonra ne yazayım?* dedi. 


Ben de düşündüm, taşındım, *Mir’ât-ı kâinât kitâbından yaz!* dedim. Neden bu kitâbı söyledim? Çünkü Efendi hazretlerinin, vaktiyle bana; *Onu al, oku!* diye emretdiği kitap. 


Efendi hazretleri, bana ayrıca; *Baş tarafını okuma! Baş tarafı ağırdır, ikinci kısımdan başla!* buyurmuşdu. Elhamdülillah, yol gösteren bir *Mürşid*’imiz var. 


Kim o mürşid? *Mektûbât*. Mektûbât, mürşidimiz bizim. Onun için kafamızdan *Uydurma* hiçbir şey söylemeye lüzûm yok. Sizinle müsâfeha edelim, *Tekrâr-ı hasen*’dir kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*İslâmiyeti* anlatmak demek, *Peygamber* efendimizi anlatmak demekdir. Bir *Kâfir* müslümân olsa, ilk yapacağı şey, Efendimizin *Hayât*’ını öğrenmekdir. 


İnsan *Ne ile* meşgul ise, *Alın yazısı* odur. Herkes, alın yazısının iktizâsını yerine getirir. 


Dünyâdan çok mektup geliyor kardeşim, hepsi de bizim kitaplara hayrân. *Allah râzı olsun, sizin kitaplar gibi kitap, bugün yeryüzünde yok!* diyorlar. *Yok… yok… yok!...* 


Dünyâda *Kitap* yok kardeşim. Ne Hindistân’da, ne Afrika’da. Elhamdülillah, dünyânın her yerinden *Mektup*’lar yağıyor bize. *Şerîf bey* bir rapor yazmış. 


*Son aylarda dünyâdan gelen mektuplar, kitap sipârişleri çok artdı efendim, başa çıkamıyoruz!* diyor. Ne güzel, ne güzel. Çok sevindim bu habere. 


Her mektupda en çok neye seviniyorum biliyor musunuz? *Gönderdiğiniz kitapları aldık!* diyorlar. Buna çok seviniyorum kardeşim. 


Ürdün’e de, Afrika’ya da, Amerika’ya da Filipinler’e de, her nereye göndersek, *Gönderdiğiniz kitapları aldık!* diye cevap geliyor. Çok seviniyorum. 


Bizim kitaplarımız, *Bizim* değil ki. Peki kimin? Bizim kitaplarımız, o *Büyük*’lerin kitaplarıdır. 


Kimimiz *Tercüme* etdik, kimimiz *Basdırdık*, kimimiz *Para* yardımı yapdık, kimimiz de *Sırtlayıp*, câmi câmi dolaşıp dağıtıyoruz. 


Birbirimizden üstünlüğümüz yok! Üstünlük, *İhlâs*’dadır. Yâni Allah için yapılan iş, *Makbûl*’dür. Dünyâ için yapılanlar *Mel’ûn*’dur, ancak Allah için yapılanlar *Kıymetli* dir.

● ● ● 

Efendi hazretlerinin huzûrunda *Çay* içerdik. Bana; *Hilmi! çay koy!* buyururlardı. Ben kalkardım, semâverden doldururdum. *Bir Şeker*’le, bir *Bardak* içerdi Mübârek. 


*Çok lezzetli olmuş, bir daha koy!* buyururlardı, tekrar koyardım. İki üç kere içerler, sonuncu bardağı yarıya geldi miydi, *Tamaaam, al bunu da sen iç!* buyururdu. 


Bana verirdi. Efendi’den kalan çayı içerdim. Ne güzel günlerdi yâ Rabbî!. Şimdi de o niyetle içiyorum kardeşim, *Tatlı* geliyor, *Lezzetli* oluyor çay.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamberimiz aleyhisselâm; *Cemâatde rahmet, ayrılıkda azâb-ı ilâhî vardır!* buyuruyor. Ama kolayı var efendim, *Gemi*’ye bin, kurtul. Sonra da karışma başka şeye. Bu *Yol*’un esâsı budur. 


İki mü'min, Allah rızâsı için *Müsâfaha* ederse, günâhları dökülmeden o *İki el* ayrılmaz. Gelin, müsâfaha edelim de, Allahü teâlâ hepimizin günâhlarını *Affetsin* kardeşim. 


Abdülhakîm Efendi hazretleri, *Nâzik*’di Mübârek, *Kibar*’dı, ayrıca *Merhamet*’liydi. Herkes, hepimiz, gideceğimiz zaman izin isterdik. *Efendim, müsâde ederseniz gidebilir miyiz?* derdik.


O da, *Buyurun!* derdi. Ne güzel günlerdi yâ Rabbî, *Sohbet*, ne tatlı şeydir. Sabaha kadar dinlesek, söyliyen *Yorulmaz*, dinliyen *Bıkmaz*. Rabbimize *Şükr*’ler olsun ki, biz de bu sohbetler sâyesinde kurtulacağız kardeşim. 


En büyük *Musîbet* nedir? En büyük musîbet, *Evliyâ-i kirâm*’dan birine tesâdüf edip de, ondan istifâde etmekden *Mahrum* kalmakdır. Bundan büyük musîbet olmaz. Bu, neye benzer? 


Bir kimse, içi *Altın* dolu bir *Hazîne*’ye rastlıyor, fakat ona sâhip olamıyor, başkalarına kapdırıyor. Hazîneye rastlıyor, ama kapdırıyor. En büyük *Musîbet* budur işte. 


Zamânımızda düşmanlar çok *Kuvvet*’li, müslümânlar ise *Zayıf*, üstelik de çalışmıyorlar. Ne demişdik? *Düşman*’da olanı bizim de yapmamız lâzım. Ama insanlar *Keyf*’inde, herkes *Dünyâ* kazancında. 


Hiç Allahü teâlânın *Emr*’ini düşünen ve yapan *Yok* gibi. Evet, kendisi *İbâdet* ediyor. Fakat din kardeşlerinin Fısk-ı fücûra, Zevk-i sefâya daldığını gördüğü hâlde, *Emr-i mâruf* yapmıyor. 


Olmaaz! Bu çok yanlış. Hiç olmazsa *Kitap* ver, herkese *Dağıt*. Bu gün, en büyük *Emr-i mâruf* nedir biliyor musunuz? *Kitap vermek*’dir. Biz bunu yapıyoruz işte, elhamdülillah. 

● ● ● 

*İki şey* var ki, bu iki şeye, göz ne kadar çok *Ağlasa*, yeridir. Nedir bu iki şey? Biri, *Firkat-i şebâb*, öbürü, *Firkat-i ahbâb*. Ne demek bunlar?


Yâni *Gençlik*’den ayrılmak ve *Dostlar*’dan ayrılmak. Bu iki şeye, *Göz* ne kadar *Kan* ağlasa yeridir, Gençlik gidince, bir daha geri gelmez. 


*Ahbap*’dan, yâni din *Kardeş*’inden ayrılmak da öyle. Bu söz, tam *Bana göre* kardeşim. Hem *Gençlik*’den ayrıldım, hem de *Abdülhakîm* Efendi hazretlerinden ayrıldım.

Cimri olma

 “Ey Esma! Cimri olma ki, Allah da sana eksik vermesin. Saymadan ver ki, Allah da sana saymadan versin. Kesenin ağzını bağlama ki, Allah da sana nimetini eksik etmesin, kesenin ağzını bağlamasın. İnfak et ki Allah da sana infak etsin.”


(Buhari, Zekat 21;Müslim,Zekat 88; Tirmizi,)


"Ebu Hanife cimrilerin şahitliğini kabul etmezmiş. Bunun sebebi sorulduğunda şöyle cevap vermiş:

Cimri, enine boyuna düşünür ve meseleyi kendisine fazla bir hak gelecek şekilde anlatır."


(Şerhu İbn Battal ale'l-Buhari)

Yâdigâr mektûblar 46.mektûb

 Ve aleyküm selâm kıymetli talebem Ali

Mektûbunuza ve bilhassa duâlarınıza çok teşekkür ederim. Bağlum'u ziyâretinize ve [Abdülhakîm] Efendi Hazretleri'ne ve [orada medfun bulunan] anneme duâlarınıza çok memnûn oldum. Hem onlar sizden istifâde etmiş, hem de siz Efendi hazretlerinden çok istifâde etmişsiniz.

Kardeşim, bu zemânda dünyânın her tarafı berbad. Hele orası pek feci! Sizin orada nefsinize ufak bir muhalefetiniz, size dağlar kadar sevâb kazandırır. Ben de sizin gibi fakültede okurken kızlar etrafımızda cıvıl cıvıl dolaşırlardı. Efendi Hazretlerinin teveccühleri bizi korudu. Cenâb-ı Hak, sizin yardımcınız olsun.

Bu günler çabuk geçer. İnsan yapdığı ile kalır. Sonra pişman olmak fâide vermez. Çok dikkatli ve uyanık olunuz. Sabr edin. Subay olunca helâlinden herşeye kavuşursunuz. Nefs çok şeyler ister. Fakat çabuk bıkar. Sonra daha fenâsını ister. Ve insanı felâkete sürükler. Aman kardeşim, nefse aldanmayın. Sonra insan dünyada ve âhiretde mahcûb olur. Allahü teâlâ müslümanlara dünyâ zevklerinin helâl yolunu göstermişdir. Aklı olan helâl yoldan zevklenir.

Sapık olan ahbâb ve akrabâ ziyâret edilmez. Onlar dost değil, düşmandır. Onlarla görüşme! Darılırsa darılsın! Allahü teâlâyı darıltmamalıdır. Seâdet-i Ebediyye'nin 42'nci maddesini iyi okuyunuz.

Din ve dünyâ seâdetinize duâlar eder, duâlarınızı beklerim efendim.

Yâdigâr mektûblar 45.mektûb

 Kıymetli kardeşim Ali Karaduman

Güzel harflerle yazmış olduğunuz mektûbu ve duâlarınızı ve hepinizin sıhhatde ve âfiyette olmanızı seve seve okudum. Cenâb-ı Hak din ve dünyânızı ma'mûr eylesin. Büyüklerimiz hürmetine, zemânın zulmetinden,nefs ve şeytan ve düşman şerrinden hepimizi muhâfaza buyursun.

İmtihânlarınız inşaallah iyi olarak geçmişdir. Hayri [Aytepe] Bey'e bir def'a daha gidiniz. Seâdet-i Ebediyye de götürürseniz iyi olur. Ona da tebrîk yazdım, bakalım almış mı?

[Dizlerinizdeki] Hastalığınız için arı balı ile tuz çok muvâfıkdır. Her ikisi de şifâdır, inşâallah fâideli olur. Hastalığınızı Bekir Sıdkı [İzmirli] Bey'e de anlatınız. Benden de selâm söyleyiniz. Sizi iyi bir dâhiliyeciye muayene ettirsin. Ben de şimdi ona tebrîk yazacağım, sizden bahsedeceğim.

Menâkıb-ı Çihâr Yâri Güzîn'in her baskısında tanrı diyor. Eskiden bu kelimeyi ma'bûd yerine kullanırlardı. Günâh olmazdı. Şimdi ise lâfz-ı celâl yerine kullanılıyor, çok çirkin oluyor.

Kızkardeşinizin düğününe hediye götürünüz. Kendiniz de gidebilirseniz çok iyi olur. Erkekler ayrı, kadınlarda ayrı evde oturursunuz. Koltukda [dâmadın gelini almak üzere kız evine geldiği merâsimde] yalnız siz ve babanız ve kardeşiniz bulunabilirsiniz. Fakat kadınlar içinde oturmayınız.

Sizin mektûblarınızdan çok zevk alıyorum. Duâ gidiyorum, fakat cevâb yazmağa vakit bulamıyorum. Kusura bakmayınız.

Hilmi

Yâdigâr mektûblar 44.mektûb

 Kıymetli kardeşim Ali Karaduman

Lehü'l-hamd râhat ve sâlimen Erzincan'a vâsıl oldum. Ve istirâhat etdim. Bütün kardeşlerimin Mi'râc kandilinizi tebrîk eder,din ve dünyâ seâdetinize duâ ederim. Hepinizin duâlarınızı beklerim, efendim!

Kardeşiniz Hüseyn Hilmi Işık [1959]

Bana Kız Kardeşini Mut'a Olarak Versene

 EHLİ SÜNNET İTİKADI EBEDİ KURTULUŞ İÇİN ŞARTTIR.


Malumunuz, Mut'a denilen geçici süreliğine nikah batıldır. Kadın ve erkek belli bir süreliğine mesela 1 aylığına evlenip boşanmış oluyorlar. Sonra o yoluna! Öbürü de yoluna! Ve Ehli Sünnet mut'aya gayri meşru gözüyle bakarlar. Peygamber efendimiz onu yasaklamıştır. Hz. Ömer efendimiz o yasağı teyid etmiş, yaygınlaştırmıştır. 


Şia ise mut'aya helal derler. Aralarında yaygındır. Kadın erkek geçici süreliğine beraber olup sevap kazandıklarına inanırlar.


Önceden Şii olup sonra Ehli Sünnet'e geçmiş "Şehid" Murtezâ Radmehr'in hayat hikayesi, İHH çalışanlarından rahmetli Faruk Aktaş tarafından Türkçe'ye çevrilen "Nura Yolculuk" isimli eserde kendisince yazılmıştır. Orada geçen bir hatırasını nakletmek istiyoruz. Hatıra yaşandığı sırada halen Şii olup daha sonra Ehli Sünnet olmuş olan Murtezâ Radmehr anlatıyor:


"Bir defasında Kum’daki arkadaşlarımdan Ali Rıza Muhammedî, Tahran Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi'nden bir arkadaş ve Ebu Talib Salihî’yle beraber, biraz vakit geçirmek için Tahran’ın güney taraflarına doğru gittik. Yolda bir yerde aileme telefon açmak istedim. Telefon merkezine girdik ve sıramızın gelmesini bekledik.


Telefon merkezinde Beluçi elbisesi giyen bir adam oturuyordu. Adamın görüntüsünden, Ehli Sünnet'in âlimlerinden biri olduğu anlaşılıyordu. Adamın yanında bir grup genç oturuyordu, göründüğü kadarıyla bu gençler de telefon için sıra bekliyorlardı. Kısa bir süre geçtikten sonra gençlerden biri, bu Beluçi âlime yöneldi ve birazcık alaycı bir üslupla; “Sen Sünni misin, yoksa Şii misin?” dedi. Adam onların soru şekline karşılık; “Şii olmaktan Allah’a sığınırım” dedi. Gençler biraz garipseyerek: “Niye, Şiilerin hangi ayıbı var?!” dediler. Adam; “Allah rızası için, insanda ayıp olarak kabul edilip de Şiilerde bulunmayan ne var?” dedi.


Bunun üzerine, gençlerle bu adam arasındaki tartışma gittikçe sertleşmeye başladı. Biz de biraz uzakta oturmuş olanları izliyorduk. 


Gençlerden biri; “Sizin en büyük ayıbınız Ömer’dir (radıyallahü anh). Ömer, helâlı haram ve haramı da helal kılan şahıstır” dedi. Beluçi âlim dedi ki: “Allah rızası için bana, Hz. Ömer’in (radıyallâhü anh) helal kıldığı bir haram ya da haram kıldığı bir helal söyleyebilir misin?” Genç dedi ki: “Mut’a nikâhı helal olduğu halde Ömer (radıyallâhü anh) onu haram kıldı”. Sünni âlim dedi ki: “Sana bir şey sormak istiyorum, sence mut’a nikâhı güzel bir şey midir?”. Genç dedi ki: “Evet, binlerce defa evet”. Sünni âlim dedi ki: 


“Eğer mut’a nikâhı helal ve güzel bir şey ise, bak ben senin Müslüman kardeşinim ve ben uzun zamandan beridir ailemden uzaktayım, bundan dolayı mut’a nikâhına ciddi manada ihtiyacım var. Bana kız kardeşini mut’a nikâhı yapmak üzere verebilir misin? Eğer dediğin gibiyse çok sevap kazanmış olacaksın”. 


Genç bu cevaba çok kızdı, arkadaşlarıyla beraber Sünni âlimi dövmeye başladı ve onu dışarı attı. Ben ve arkadaşlarım dışarı çıktık, Sünni âlimi arabamıza aldık, lokantaya götürdük ve bizimle beraber bir şeyler yemesini istedik. Yemek masasında arkadaşlarım saygı ve edep ölçüleri içinde tartışmaya sebep olan konu hakkında Sünni âlimle konuşmaya başladılar. 

...

Sünni alimle tartışmayı devam ettirmek için yeterli hazırlığımızın olmadığını görünce tartışmayı fazla uzatmadık ve vedalaşarak ayrıldık. Ancak, adamın o gençlerle olan tartışması ve mut’a nikâhı konusunda söylediği sözler beni çok etkiledi. Bunun üzerine bu konuyu yeniden gözden geçirmeye karar verdim...

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ne kadar *Şükr*’etsek az kardeşim. Yetmişüç fırka içinde, kurtulacak olan bir *Fırka* var, o da, *Ehl-i sünnet vel cemâat* fırkası. Allahü teâlâ, bize nasîb etdi elhamdülillah. 


Bu *Fırka*’da olanlar, Allahın izniyle doğrudan *Cennet*’e gidecek. Bu fırkanın mensûbu olmak, ne büyük *Seâdet* yâ Rabbî. 


Evvelâ, bizi bu *Cihâd*’a sürükliyen kuvvetli *Îmân*’ımıza şükredeceğiz kardeşim. Îmâna nasıl şükredilir? *Kad Semi’a* Mücâdele sûresinin son âyetinde, Allahü teâlâ; 


*Ey Mü’minler! Ey îmânla şereflenenler! Bu ni’metin şükrünü îfâ edebilmeniz için, birbirinizi seviniz!* buyuruyor. 


Hattâ, *Ananızdan, babanızdan, kardeşinizden daha çok seviniz!* buyuruyor Allahü teâlâ. 


Hele onlar da bu *Yol*’da iseler, elbette onları da böyle *Çok* seveceğiz. Bizi, bu cihâda sürükliyen *Îmân* ni’metinin şükrünü îfâ etmek için, *Hubbu fillah* ile şerefleneceğiz. 


Rabbimizin *Lutf-ü inâyet*’i, yardımı, bizlere Seyyid *Abdülhakîm Efendi*’den geliyor kardeşim. Bütün dünyâya *Hidâyet* ve *Nûr*, Peygamber Efendimizden geldi. 


Şimdi de, Peygamber aleyhisselâmın *Vâris*’leri ile geliyor. Yâni Seyyid *Abdülhakîm Arvâsî* hazretleriyle geliyor. Ben, Onun her kelimesine *Hayrân* idim. Ağzının içine bakardım.


Kalbimden; *Anlatsa da dinlesem!* derdim. Sabahleyin giderdim, sabah namâzında, tâ *Akşam*’a kadar, *Yatsı*’ya kadar, hattâ *Gece yarısı*’na kadar kalırdım orada. 


Artık yatacaklar. O saatde vâsıta da yok. Ne *Vapur* var, ne *Otobüs* var. Mecbûren *Eyüp*’den *Fâtih*’e kadar yürürdüm efendim. 


Bâzen *Kar* yağardı, *Kar*’da *Kış*’da yürürdüm. Mezarlığın içinden geçerdim tek başıma. *Elhamdülillah hâzâ min fadl-ı Rabbî*. 


Velhâsıl Efendi hazretlerine, sabah namâzı vaktinde giderdim. Tâ *Gece yarısı*’na kadar kalırdım orada. Efendi hazretleri hiç kimseye; *Kalkın gidin!* demezdi.

Yâdigâr mektûblar 43.mektûb

 Bu mektûblar Kuleli'den talebeleri Mehmed Ali Karaduman'a (Beşışık) Arabî harflerle yazılmışdır.

Selâmün aleyküm kıymetli kardeşim Ali Karaduman

Cenâb-ı Hakkın seçtiği, ayırdığı, kendine çekdiği,siz mübârek gençlerin mektûblarınızı okumakla şerefleniyorum ve bereketleniyorum. Su katılmamış süt gibi hâlis olan yazınızdan ibret almağa gayret ediyorum. Sizler kavuşduğunuz ni'metin büyüklüğünü düşünüp, Cenâb-ı Hakka her an şükr ediniz. Şükr etmek, onun emirlerine yapışmak, harâmlarından sakınmak demekdir. Ona lâyık şükrü kimse yapamaz. Fakat elimizden geldiği kadar şükr etmeğe çalışacağız. Yeryüzündeki milyarlarca insanlar arasından bizleri seçip, sevdiklerini bizlere tanıttı. Ve onların muhabbetini bizlere tattırdı. Onları sevmek kerâmetdir. Ne büyük ni'metdir ki sizlere şükr etmek seâdetini nasîb buyurmuş. Ni'metin azametini idrâk ediyoruz. Cenâb-ı Hak bir kimseye kendi muhabbetini verince, nedir ki ona vermemişdir. Bir kimseye kendini tanıtmayınca, nedir ki ona vermişdir.

Dünyâ için çalışacağız ve onun verdiğine kanaat edeceğiz. Dünyâsı kendimizden az ve aşağı olanlara bakıp, elimizdekine kanaat ve şükr edeceğiz. Âhiret için çalışıp verdiğine şükr etmekle berâber daha çok isteyeceğiz. Âhireti bizden yüksek olanlara, Üstün olanlara bakıp onlar gibi olmağa çalışacağız. Hak yolunda olanlar, Hak yolundakileri sever. Onlara karşı sevgimizin azalıp çoğalması, kendi hâlimizdeki ve hareketlerimizdeki değişiklikleri gösteren bir aynadır. Şimdi küfrün girmediği, kaplamadığı bir yer yok, İslâm güneşi gurub etmiş; küfr ve dalâlet zulmeti her tarafı örtmüşdür. Çok az kimseler ışık bulmakda, doğru yolu görebilmekdedir.

1)  Yalnız başına nemâz kılan bir kimseye uyulmaz. Çünki sünnet mi, farz mı kıldığı ma'lûm değildir. Farz kıldığı ma'lûm olmadığı için ona uyulmaz. Ona uyacak kimse, onun imâm ile farz kıldığını görmüş idi ise, birinci imâma uymalı idi. Uzakdan gördü yetişemedi ise, mesbuk başkasına imâm olamaz.

2) Farzdan sonra müezzini beklemeden âyetülkürsîyi okumak [sabah ve ikindide] lâzımdır.

3) Hutbede peygamberimizin ism-i şerîfinde, içinden salavât getirmelidir.

4) Bu dünyâ firâk [ayrılık] dünyâsıdır. Senin İstanbul'da fazla kalman muhakkak değil. [Nemâzı kıldırdıkdan sonra imâmın] Cemâ'ate dönmesi sünnettir. Mü'min, Kâ'be'den efdaldir.

5) Rükû'da fazla eğilince, düz durmak için, bir hareket yapmak mahzurlu değildir. Bir hareket, her yerde mahzurlu olmaz.

6) Müslimânı ziyâret etmek sünnet veya vâcib demişlerdir. Harâma sebeb olan sünnet, vâcib, hatta farz terk edilir. Meselâ: Nemâz kılmak için, necâseti yıkamak farzdır. Fakat avret mahallini açmak îcâb ediyorsa, tenhâ yer yoksa, necâsetle kılmak câiz olur. Her yerde harâma bakan, harâma bakmamak için, müslimânı ziyâreti terk etmemelidir. Çünki oraya gitse de, gitmeyip başka yere gitse de harâma bakacakdır.

7) Dünyâ işi için mecbur olmadıkça, kadın yanına gitmek kat'iyen câiz değildir. Kadın hocadan yabancı dil öğrenmek bir zarûret değildir,câiz değildir.

Hepinize ve Harbiye'deki temiz kardeşlerime çok çok duâ ve selâm eder, hasretle ve muhabbetle selâmlarım. Hepinizin duâlarını beklerim kardeşim. [1958]