İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

Bismillâhirrahmânirrahîm

Bütün kullarına ism ve sıfatları ile tecellî eden, Onu tanımak isteyen tâliblerin aklları, kibriyâsı, azameti sahrasında şaşıran, fikr ve düşünce kanatları, Onun izzetinin sâhasına ulaşamayan, hakîkatinin ne olduğu, aklların, fehmlerin idrâkinden âlî olan; Evliyâ ve havâssının kalblerini dolduran, rûhlarını muhabbetinin ateşi ile yandıran, azamet nûrlarının parıltıları içinde hayretlere daldıran, Cemâl-i ilâhîyi medh ve senâ etmekden dilleri tutulan, ancak Allahü teâlânın onlara, mahlûkâtın en hayrlısı, Resûlü Muhammed Mustafânın "sallallahü aleyhi ve alâ eshâbihî ve ıtretihi ve sellem" dili ile işitdirdiği ve bildirdiği ism ve sıfatları ile medh ve senâ edilebilen Allahü teâlâya hamd olsun.

Allahü teâlâ sana doğru yolu göstersin. Dalâletde, sapık yolda olan haşeviyye fırkasındaki bayağı ve câhil kimselerin, Allahü teâlâ ve sıfatları hakkında, teşbîhe, mahlûklara benzetmeğe götüren müteşâbih haberlerden soruyorsun. [imâm-ı Gazâlî "rahimehullah" bir şahsın müteşâbih haberler hakkındaki süâline, o şahsa hitâben bu risâleyi yazarak cevâb vermişlerdir.] Allahü teâlâ ve sıfatları, sûret (yüz), yed (el), kadem (ayak), nüzûl (inme), intikâl, Arş üzerinde oturmak ve karar kılmak ve benzeri şeylerden muhakkak münezzehdir. O sapıklar, bunları, haberlerin zâhirinden ve sûretinden almışlar, Selef-i sâlihînin de bu i'tikâd üzere olduklarını söylemişlerdir.

Selef-i sâlihînin i'tikâdını açıklamağı, haberlerden, ya'nî âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden nelere i'tikâd edilmesinin vâcib olduğunu beyân etmeği, hakkın meydâna çıkması için üzerindeki perdeyi kaldırmağı, bahs edilmesi lâzım olan ile, bahsi lâzım olmayan ve onlara dalmakdan el çekmek lâzım gelen mevzu'ları birbirinden ayırmağı irâde etdim. Allahü teâlâya yakınlaşma ümmîdi ile açık olan hakkı, doğrulukdan ayrılmadan, bir tarafı tutmadan, mezheb taassubu göstermeden, senin isteğine icâbet ediyorum. Gözetilmeğe en lâyık olan, hak olandır. Muhâfaza edilmeğe en lâyık olan da, sıdk [doğruluk] ve insâflı olmakdır. Allahü teâlâdan hakkı, doğruyu göstermek ve bu konuda muvaffak olmam için yardımını diliyorum. O kendisine hakîkî olarak düâ edenin düâsını kabûl eder.


Bu kitâbı üç bölüm olarak hâzırladım.

Birinci bölüm, teşbîhe, mahlûklara benzetmeğe götüren haberlerde, selef-i sâlihînin mezhebinin hakîkati beyânındadır.

İkinci bölüm, hak olan Selef-i sâlihîn mezhebi üzerine getirilen delîller bildirilmekde ve bu mezhebe muhâlif olanların bid'at sâhibi oldukları açıklanmakdadır.

Üçüncü bölüm, bu mevzû'da farklı ve fâideli fasllar ihtivâ etmekdedir.

B‹R‹NC‹ BÖLÜM

Müteşâbih Haberler Hakk›nda Selefin ‹’tikâd›:

Basîret ehli yan›nda şübhesiz en aç›k hak mezheb, Selefin mezhebidir. Ya’nî Eshâb-› kirâm ve tâbi’înin mezhebidir. ‹şte şimdi bu mezhebi ve delîllerini aç›kl›yarak diyorum ki, bizce hak olan Selef mezhebinin

hakîkati, avâmdan olan, ya’nî islâm i’tikâd›n› iyice bilmiyen bir kimseye,

Allahü teâlân›n zât› ve s›fatlar› hakk›nda müteşâbih bir haber veyâ söz ulaş›nca, onun üzerine yedi şey vâcib olur:

1– Takdîs,

2– Tasdîk,

3– Aczini i’tirâf etmek,

4– Sükût,

5– Keff (el çekmek, çekinmek),

6– İmsâk,

7– Ma’rifet ehline teslîm olmak.

1– Takdîs: Allahü teâlây› cism olmakdan ve cisme benzer şeylerden tenzîh etmekdir.

2– Tasdîk: Resûlullah›n “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurduklar›na inanmakd›r. Bütün bildirdikleri hakd›r, doğrudur. Buyurduklar›nda sâd›kd›r. Hak Onun dediği ve murâd etdiği yöndedir.

3– Aczini i’tirâf etmek: Avâm›n, müteşâbih bir haberde Allahü

teâlân›n ve Resûlullah›n “sallallahü aleyhi ve sellem” murâd›n› bilmenin

ve anlaman›n, gücü d›ş›nda olduğunu ikrâr etmekdir. Zâten bu avâm›n şân›ndan değildir, vazîfesi de değildir.

4– Sükût: Teşbîhe götüren haberlerin ma’nâs›ndan avâm›n süâl sormamas›, o mevzu’a dalmamas›, ondan süâl etmenin bid’at olduğunu bilmesidir. O mevzu’a dalmas›nda dîni için tehlüke vard›r. Fark›nda olmadan küfre düşebilir.

5– İmsâk: Teşbîh uyand›ran lafzlarda tasarruf etmemek [hükm

vermemek], başka bir dile çevirmemek, onda ziyâde ve noksanl›k yapmamak, cem’ ve tefrîk [birleşdirme ve ay›rma] yapmamakd›r. Belki söylenen lafz›, îrâd›, irâb›, tasrîfi ve sîgas› nas›l bildirilmişse, o şeklde söylemelidir.

6– Keff: Avâm›n, müteşâbih sözlerin ma’nâlar›n› irdelemekden gönlünü ve zihnini men’ etmek ve tefekkür etmemekdir.

7– Teslîm: Ma’rifet ehline teslîm olmakd›r. Kendisine âcizliği dolay›s›yla gizli olan müteşâbihlerin, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem”,

Peygamberlere “aleyhimüsselâm”, s›ddîklara ve velîlere gizli kalmadığına i’tikâd etmekdir.

Selef-i sâlihîn, yukar›daki yedi maddeyi avâmın herbiri üzerine vazîfe olarak vâcib k›l›nmas›n› i’tikâd etmişlerdir. Selefin bu yedi vazîfenin

herhangi birine muhâlefeti düşünülemez. Şimdi bu vazîfeleri teker teker

aç›klayal›m:

B‹R‹NC‹ VAZÎFE: TAKDÎS

(Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâm›n çamurunu eliyle yoğurdu) ve

(Mü’minin kalbi Rahmân›n iki parmağ› aras›ndad›r) hadîs-i şerîflerinde geçen el (yed) ve parmak (usbu’) kelimeleri teşbîhe götüren, müteşâbih lafzlard›r. El kelimesi duyulduğunda iki ma’nâ akla gelir. Bunlardan

biri et, kemik, sinir ve damarlardan müteşekkil uzva konulmuş ismdir. Et,

kemik, sinir ve damarlar husûsî s›fatlar› olan husûsî cismlerdir. Cism, uzunluğu, genişliği ve derinliği olan [boşlukda yer kaplayan maddenin şekl alm›ş hâli olan] şeylerdir. Bulunduğu mekânda başka birinin bulunmas›na

mâni’ olur. Kendisi yerinden ayr›lmad›kca oraya başkas› giremez.

Ba’zan bu el lafz›, aslâ cism ile alâkal› olmayan bir ma’nâya da gelebilir. Meselâ, “Ülke Emîrin elindedir” denildiğinde, emîrin eli kesik olsa bile ülkenin emîrin hükmü ve idâresi alt›nda olduğu anlaş›l›r. Avâm olsun, havâs olsun hadîs-i şerîfde bildirilen elin et, kan ve kemikden müteşekkil olan uzv olmad›ğ›n› düşünmelidir. Çünki, Allahü teâlâ hakk›nda

böyle düşünmek muhaldir, mümkin değildir. Zîrâ Allahü teâlâ, cism olan

şeylerle vasfland›r›lmakdan münezzehdir. Allahü teâlây› uzvlardan meydâna gelmiş bir cism olarak düşünen, puta tapm›ş olur. Çünki her cism

mahlûkdur. Mahlûka ibâdet etmek küfrdür. Puta tapmak küfrdür. Çünki

put, mahlûkdur ve cismdir. Cisme tapan da halef ve selef imâmlar›n›n icmâ’› ile kâfir olur. Bu kendisine tap›lan cism, ister sert ve kat› dağlar gibi kesîf olsun, ister hava ve su gibi latîf olsun, ister yeryüzü gibi karanl›k, ister güneş, ay ve y›ld›zlar gibi parlak olsun, ister hava gibi renksiz ve şeffaf olsun, ister Arş, Kürsî ve gök kadar büyük olsun, ister zerre ve toz

gibi küçük olsun, ister taş gibi cans›z olsun, ister insan gibi canl› olsun,

her hâl-ü kârda putdur. Cismin güzelliği, cemâli, azameti, küçüklüğü, kat›l›ğ›, kal›c› olmas› onu put olmakdan ç›karmaz.

Allahü teâlâ cism değildir, eli ve parmağ› cism değildir diyen kimse, Onu uzviyyetden, et ve sinirden nefy etmiş olur. Böylece hâdis olman›n îcâb etdirdiği şeylerden Rabbini tenzîh etmiş olur. Ondan sonra, Allahü teâlân›n eline ve parmağ›na dâir Kur’ân-› kerîm veyâ hadîs-i şerîfde geçen kelimenin, cism olmayan veyâ cismlere has olan s›fatlardan başka, Allahü teâlân›n şân›na lây›k bir ma’nâs› olduğuna inanmak lâz›md›r.

Bu ma’nây› anl›yam›yan, hakîkatini kavr›yam›yan için mükellefiyet yokdur.

Çünki bu ma’nâlar› bilmekle aslâ mükellef tutulmam›şd›r. Bunlar›n hakîkî ma’nâs›n› veyâ te’vîlini bilmesi üzerine vâcib değildir. Vâcib olan, ileride geleceği gibi, müteşâbih kelimeler üzerinde derin düşüncelere dalmamakd›r.

‹kinci misâl: Hadîs-i şerîflerde bildirilen sûret lafz›d›r. (Allahü teâlâ

Âdemi kendi sûretinde yaratd›) ve (Ben Rabbimi en güzel sûretde gördüm) hadîs-i şerîflerindeki sûret lafz›, müşterek ismdir. Ba’zan et ve kemikden meydâna gelmiş, herbiri husûsî yap›da olan göz, burun, ağ›z, yanak gibi cismlerin özel bir şeklde düzenlenmesinden hâs›l olan hey’ete

verilen ismdir. Ba’zan de sûret lafz› kullan›l›nca, cism olmayan, cismde

hey’et ve cismlerde tertîb olm›yan şey murâd olunur. Meselâ, “Mes’elenin sûretini bildi” ve benzeri sözlerdeki sûret lafzlar› böyledir. Her mü’min

bilmelidir ki, sûret lafz›, Allahü teâlâ için yukar›daki birinci ma’nâdaki gibi et ve kemikden meydâna gelmiş burun, ağ›z ve yanakdan müteşekkil

düşünülemez. Çünki bunlar›n hepsi cismdir ve cismlerdeki hey’etdir.

Cismlerin ve hey’etlerin yarat›c›s›, bunlara benzemekden ve s›fatlar›ndan

münezzehdir. Bunu yakînen böyle bilen mü’mindir.

Eğer hât›r›na, bu kelimeden kasd edilen ma’nâ bu değilse, acabâ

istenen ma’nâ nedir, diye gelirse, bu durumda bilmelidir ki, bu mevzû’da araşd›rma yapmak emr olunmam›ş, bu mevzû’a dalmamak emr

olunmuşdur. Çünki bu mevzû’, tâkatinin üstündedir. Fekat o kimseye lâz›m olan, sûret lafz› ile, cism ve cisme has s›fat olmayan ve Allahü teâlân›n azamet ve celâline lây›k olan bir ma’nân›n murâd buyurulduğunu i’tikâd etmesidir.

Üçüncü misâl: Bir kimsenin kulağ›na nüzûl (inme) kelimesi çal›n›nca, bunun müşterek ism olduğunu bilmelidir. (Allahü teâlâ her gece dünyâ semâs›na iner) hadîs-i şerîfindeki inme (nüzûl), müteşâbih bir kelimedir. ‹nsan›n hât›r›na cismin inmesi gelebilir. Ba’zan nüzûl cismler için kullan›l›r. O zemân nüzûl kelimesinin üç cisme ihtiyâc› vard›r. Birincisi, sâkinine mekân olan yüksek cismdir. ‹kincisi, yine sâkinine mekân olan alçak cismdir. Üçüncüsü, aşağ›dan yukar›ya ve yukar›dan aşağ›ya intikâl

eden cismdir. Aşağ›dan yukar›ya ç›kmağa su’ûd, urûc veyâ raky denir.

Yüksekden alçağa inmeğe de nüzûl ve hübût denir.

Ba’zan da nüzûl lafz› cismden başka ma’nâda kullan›l›r. O zemân

cismin hareketi ve intikâlini düşünmeğe ihtiyâc kalmaz. Nitekim Allahü teâlâ, Zümer sûresi, alt›nc› âyetinde meâlen, (Sizin için [büyük baş] hayvanlardan sekiz çift indirdi) buyurmuşdur. Deve, s›ğ›r gibi hayvanlar›n

gökden intikâl ederek nüzûl etmeleri görülmemişdir. Bunlar›n rahmlerde

yarat›ld›ğ› bilinmekdedir. O hâlde bu inzâlde şübhesiz başka bir ma’nâ

vard›r.

‹mâm-› Şâfi’î “rad›yallahü anh” da, “M›sra gitdiğimde, M›sr halk› sözümü anlamad›lar. Ben de indim, sonra dahâ indim, sonra dahâ da indim”

buyurmuşdur. ‹mâm-› Şâfi’î bu inme ile, vücûdünün aşağ›ya indiğini

kasd etmemişlerdir. [Halk›n seviyesine indiklerini söylemişlerdir.]

O hâlde her mü’min, Allahü teâlâ hakk›nda nüzûl, birinci ma’nâda

olduğu gibi, bir şahs›n cesedi ile yukar›dan aşağ›ya intikâli olmad›ğ›n› kesin bilmelidir. Çünki şahs ve cesed cismdir. Allahü teâlâ ise cism değildir.

Eğer bu ma’nâ kasd edilmiyor ise, hangi ma’nâ kasd ediliyor, diye

hât›r›na bir düşünce gelirse, ona deriz ki: Semâdan devenin indirilmesini anlamakda âciz olan sen, Allahü teâlân›n dünyâ semâs›na nüzûlünü anlamakda dahâ da âcizsin. Bu konu seni ilgilendirmez. ‹bâdetin ile veyâ

mesleğinle meşgûl ol. Dilini tut. Her ne kadar hakîkatini ve nas›l olduğunu bilmesen de arab lügatinde nüzûl kelimesinin, Allahü teâlân›n azamet

ve celâline yak›ş›r bir ma’nâs›n›n câiz olduğunu bilmelisin.

Dördüncü misâl: Kur’ân-› kerîmdeki fevk [üst] lafz›d›r. En’am sûresi, onsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (O kullar›n›n fevk›nde yegâne tasarruf sâhibidir) ve Nahl sûresi, ellinci âyet-i kerîmesinde meâlen,

(Fevklerinde olan Rablerinden korkarlar) buyurulmuşdur. Bu âyet-i

kerîmelerde geçen fevk kelimesini avâmdan birisi duyduğu zemân, fevk

kelimesinin iki ma’nâda kullan›lan müşterek bir ism olduğunu bilmelidir.

Birinci ma’nâs›, yukar›da olan bir cismin aşağ›da olan bir cisme nisbeti gibidir. Ya’nî yukar›da olan aşağ›dakinin baş›n›n üzerinde olmas›d›r.

‹kinci ma’nâda fevk, rütbe için kullan›l›r. Bu ma’nâda, “ilm ilmden üstündür” denildiği gibi, “Halîfe sultân›n fevk›ndedir” ve “Sultân vezîrin fevk›ndedir” denir. Birinci ma’nâ, bir cismin diğer bir cisme nisbetini gerekdirir. ‹kinci ma’nâda ise, cisme ihtiyâc yokdur.

O hâlde mü’min, kesin olarak bilmelidir ki, birinci ma’nâ, istenen

ma’nâ değildir. Allahü teâlâ hakk›nda muhâldir. Çünki birinci ma’nâ,

cismin veyâ cismlerin s›fatlar›n›n îcâb etdirdiklerindendir.

O hâlde fevk kelimesinin birinci ma’nâs›n›n Allahü teâlâ hakk›nda

nefy edileceğini bilen kimsenin, bu kelimenin niçin ve ne ma’nâda kullan›ld›ğ›n› bilmese de, üzerine herhangi bir mes’ûliyyet yüklenmez ve bu mevzû’a dal›p araşd›rmas›na lüzûm yokdur. Zikr etdiğimiz müteşâbih lafzlar›n üzerine zikr etmediklerimiz k›yâs edilebilir.

‹K‹NC‹ VAZÎFE: ÎMÂN VE TASDÎK

Müteşâbih lafzlarda irâde olunan ma’nân›n, Allahü teâlân›n azamet

ve celâline yak›ş›r bir ma’nâ kasd edildiğini kesin olarak bilmek ve Resûlullah›n “sallallahü aleyhi ve sellem” Allahü teâlây› bu lafzlarla vasf etmesinde sâd›k olduğunu bilmek ve inanmakd›r. Resûlullah›n buyurduklar›-

n›n doğru, haber verdiklerinin hak olduğunu şübhe etmeden kalben tasdîk etmeli, ya’nî muhakkat, şeksiz ve şübhesiz inand›k ve tasdîk etdik, demelidir. Hakîkatine vâk›f olmasam da, Allahü teâlâ kendisini ne ile vasf etmiş veyâ Resûlü Onu nas›l vasf etmiş ise, Allahü teâlâ [kendisinin ve Resûlünün] vasf etdikleri gibidir. ‹râde etdikleri ma’nâ ve söyledikleri vech

üzere hakd›r, demelidir.

Süâl: Tasdîk ancak tasavvurdan sonra, îmân ise, ancak anlad›kdan

sonra olur. Müteşâbih lafzlar›n ma’nâlar›n› anlam›yan kimse, bu lafzlar›

söyliyenin sâd›k olduğuna nas›l inan›r?

Cevâb: ‹şleri icmâlî, ya’nî k›sa ve toplu hâlde olarak tasdîk etmek

muhal değildir. Her akl sâhibi, bu müteşâbih lafzlardan ma’nâlar murâd

edildiğini ve her ismin bir müsemmâs› kasd edildiğini bilir. O hâlde haber verilen şeyin haber verildiği üzere doğru olduğuna i’tikâd etmek

mümkindir. Bu icmâl yolu ile ma’kûldür. Bu lafzlardan mufassal değil, mücmel işleri anlamak ve tasdîk etmek mümkindir. “Evde canl› vard›r” denildiğinde, bu söze, insan m›d›r, at m›d›r veyâ başka bir canl› m›d›r bilmeden, evde bir canl›n›n olduğunu tasdîk etmek mümkindir. Hattâ “Evde bir

şey vard›r” denildiğinde, o şeyin ne olduğunu bilmese de, evdeki şeyin

varl›ğ›n› tasdîk etmek mümkindir. Bunun gibi, meâl-i şerîfi (Rahmân Arşa istivâ etmişdir) olan, Tâhâ sûresi beşinci âyet-i kerîmesini duyan kimse, istivâ lafz›ndan, mücmel olarak Arşa özel bir nisbet irâde edildiğini anlar. Bu nisbetin Arş üzerine istikrâr, mahlûklar›na dönüş, Arş-› a’lâ ile ittihâd [birleşme], Arş› istîlâ etme [hükmü alt›na alma] veyâ nisbete delâlet eden başka bir ma’nâya geldiğini bilmeden de, istivâdan murâd›n Arşa özel bir nisbetin olduğunu tasdîk etmesi mümkindir.

Süâl: Halka anlamad›ğ› şeklde hitâb etmenin fâidesi nedir?

Cevâb: Bu hitâbdan maksad, ehli olan kimselere anlatmakd›r. Onlar da Evliyâ ve râsih ilmli âlimlerdir. Bunlar kasd edilen ma’nây› anlam›şlard›r. Akll› olanlara hitâb eden kimsenin, çocuklar›n anl›yabileceği sözlerle hitâb etmesi şart değildir. Avâm›n âriflere nisbeti, çocuklar›n bâlig

olanlara nisbeti gibidir. Çocuklar›n, anlamad›ğ› şeyleri bâliglerden sormas›, bâliglerin de çocuklara, “Bu sizin işiniz değil, bunlar üzerinde durmay›n›z, başka sözler üzerinde durunuz”, demeleri lâz›md›r. Avâmdan olan

câhiller bir şey sorarlarsa, onlara meâl-i şerîfi (Ehl-i zikre [ya’nî âlimlere] sorunuz) olan Nahl sûresi k›rküçüncü âyet-i kerîmesini söylemelidir.

Eğer anlama kâbiliyyetinde iseler, onlara anlat›l›r. Aksi takdîrde onlara,

meâl-i şerîfi, (Size az bir bilgi verilmişdir) olan ‹srâ sûresi, seksenbeşinci âyet-i kerîmesi ile, meâl-i şerîfi, (Size aç›klan›nca, hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormay›n›z) olan Mâide sûresi, yüzbirinci âyet-i kerîmesini söylemelidir. Bu süâlin ma’nâlar› bunlard›r. Bunlara îmân etmek

vâcibdir. Keyfiyyeti, nas›l olduğu sizin için mechûldür. Bu müteşâbih

lafzlardan süâl etmek bid’atdir. ‹mâm-› Mâlik “rahmetullahi aleyh”, “‹stivâ ma’lûmdur. Keyfiyyeti mechûldür. Ona inanmak vâcibdir” buyurmuşdur.

O hâlde zihnde tafsîlât› olmayan mücmel şeylere îmân etmek mümkindir. Allahü teâlâ hakk›nda muhal olanlar› nefy ederek tenzîh etmek tafsîlâtl› olmal›d›r. Çünki nefy edilenler cism ve cismin îcâblar›d›r. Burada

cismden maksad›m›z, eni, boyu ve derinliği olan, kuvvetli ise, bulunduğu yere geçmeği taleb edene mâni’ olan, za’îf ise, kendisini yerinden ç›-

karmak isteyen itici bir kuvvet ile kendi yerinden ayr›lan bir şeydir. Çok

aç›k olmakla berâber cismi aç›klamam›z, avâm›n bir k›sm›n›n belki cism

ile ne murâd edildiğini anlayamazlar diye düşündüğümüz içindir.

ÜÇÜNCÜ VAZÎFE: ACZ‹N‹ ‹’T‹RÂF

Müteşâbih sözlerin ma’nâlar›n›n künhüne ve hakîkatine vâk›f olmayan, bu ma’nâlar›n te’vîlini ve murâd olunan ma’nây› bilmeyen kimsenin

aczini ikrâr etmesi vâcib olur. Çünki müteşâbihât› tasdîk etmek vâcibdir.

Hâlbuki kendisi murâd olunan ma’nây› anlamakdan âcizdir. Bildiğini,

anlad›ğ›n› iddiâ ederse yalan söylemiş olur. ‹mâm-› Mâlikin “rahimehullah”, “keyfiyyeti mechûldür” sözünün ma’nâs› da budur. Ya’nî (istivâ) kelimesi ile murâd olunan şeyin ne olduğu kesin olarak belirtilmemişdir. Râsih ilmli âlimler ve Evliyâdan ârif olanlar için keyfiyyet ma’lûmdur. Bunlar, ma’rifetde avâm›n s›n›r›n› aş›p, müteşâbihât› anlama meydân›nda dönüp dolaşd›lar. Ma’rifet sahrâs›nda nice yollar kat’ etdiler. Buna rağmen

onlar›n da müteşâbihâtdan henüz ulaşamad›klar› k›smlar› kalm›şd›r. Hattâ kendilerine keşf olan ma’rifetler çok az, gizli kalan ma’rifetler çok

fazla olup, aralar›nda nisbet bile kurulamaz. Ya’nî gizli ve örtülü ma’rifetlerin çokluğuna izâfetle, keşf olunan ma’rifetlerin mikdâr› çok azd›r.

Seyyid-ül Enbiyâ “sallallahü aleyhi ve sellem”, gizli, örtülü ma’rifetlerin çokluğuna izâfeten, (Seni medh ve senâ etmeğe kalk›şsam sayamam. Sen kendini senâ etdiğin gibisin) buyurmuşdur. Keşf olunan

ma’rifetlerin azl›ğ›na izâfeten de Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Allahü teâlây› en iyi tan›yan›n›z, Ondan en çok korkan›n›zd›r.

Allahü teâlây› en iyi tan›yan›n›z benim) buyurmuşdur.

Kavuşulacak mertebelerin, hâllerin en sonuna gelenler de bu yolun

sonunda, onlar›n acz ve kusûr içinde kalmalar› zarûrî olduğundan, s›ddîklar›n efendisi Ebû Bekr “rad›yallahü anh”, “anlamakdan âciz olduğunu bilmek, anlamakd›r” veyâ “anlayamad›ğ›n› anlamak, anlamakd›r” buyurmuşdur. Müteşâbih ma’nâlar›n hakîkatlerinin evvellerinin avâma nisbeti, sonlar›n›n havâssa nisbeti gibidir. [Ebû Bekrin “rad›yallahü anh” sözünden havâss›n aczini i’tirâf etdiği görülmekdedir.] Bu durumda avâm›n aczini i’tirâf etmesi nas›l vâcib olmaz?

DÖRDÜNCÜ VAZÎFE: SÜKÛT

Müteşâbihât hakk›nda süâl sormakdan sükût etmek, ya’nî süâl

sormamakd›r. Bu vazîfe bütün avâm üzerine vâcibdir. Çünki süâl etmekle, gücünün yetmediği, akl›n›n ermediği işe at›lm›ş ve ehli olmad›ğ›

bir mevzu’a dalm›ş olur. Eğer avâm süâlini bir câhile sorarsa, onun vereceği cevâb, avâm›n cehlini artd›r›r. Belki de onu, fark›na varmadan küfre götürür. Eğer avâm süâlini ârif bir kimseye sorarsa, ârif ona anlatmakdan âciz kal›r. Nitekim bir baba, mektebe yeni başlayan çocuğuna, mektebe gitmenin fâidelerini anlatmakdan âciz kal›r. Kuyumcu da san’at›n›n

inceliklerini mesleğinde mâhir olan bir marangoza anlatmakdan âcizdir.

Marangoz, kuyumculuğun inceliklerini anlamakdan âcizdir. Çünki o, ömrünü marangozluğu öğrenmekle ve yapmakla geçirdiği için, marangozluğun inceliklerini bilir. Bunun gibi kuyumcu da ömrünü, kuyumculuğu öğrenmekle ve yapmakla geçirmişdir. Önceleri o mesleği bilmiyordu. Dünyâ işleri ve ma’rifetullah kabîlinden olmayan şeylerle meşgûl olanlar

umûr-u ilâhiyye ma’rifetlerinden âcizdirler. San’atdan yüz çevirenler de

hiç bir san’at› yapamazlar. Süt çocuğunun et ve ekmek ile beslenmesinden âciz olmas›, f›trat›ndaki kusûrdand›r. Ekmek ve etin olmamas›ndan

ve g›dâ olmakdan eksik olduklar› için de değildir. Fekat [süt çocuğu gibi] bünyesi za’îf olanlar›n tabî’ati et ve ekmek ile, kuvvetli g›dâlar ile

beslenmeğe müsâid değildir. Onun için bir kimse, za’îf olan çocuğa et ve

ekmek yidirirse veyâ yimesine imkân sağlarsa, o çocuğu helâk etmiş olur.

Bunun gibi, avâmdan olan bir kimse, bu müteşâbihât ma’nâlar›n› sorarsa, onu zecr etmek, mâni’ olmak ve halîfe Ömerin “rad›yallahü anh”

müteşâbih âyetlerden soranlara yapd›ğ› gibi, kamç› ile döğmek lâz›md›r.

Nitekim Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir kaç kişinin kader

mes’elesine dal›p, tart›şd›klar›n› gördü. Bu konuda kendisine bir süâl sorduklar›nda, (Siz bununla m› emr edildiniz. Sizden öncekiler çok süâl

sormakla helâk oldular) buyurdular.

Bunun için derim ki: Vâ’›zlar›n kürsîler üzerinde halk›n müteşâbihâtdan olan süâllerine, te’vîle dalarak, aç›klayarak cevâb vermeleri harâmd›r. Onlara vâcib olan, selef-i sâlihînin zikr etdiği ve bizim bildirdiğimizin

d›ş›na ç›kmamakd›r. Bu da, tenzîhde mübâlağa etmek, teşbîhi nefy etmek,

Allahü teâlân›n cismden ve cismin s›fatlar›ndan münezzeh olduğunu

söylemekdir. Bu mevzû’da dilediği kadar mübâlağa edebilir. Hattâ “kalbinize gelen her şeyi, içinize gelen her düşünceyi, hât›r›n›za gelen her tasavvuru Allahü teâlâ yaratm›şd›r. Bunlar›n hepsinden ve benzerlerinden

münezzehdir” demelidir. Haberlerde cisme ve cismin s›fatlar›na âid hiçbir ma’nâ kasd edilmediğini, murâd olunan şeyin hakîkatini kavramak ehliyyetine sâhib olmad›klar›n›, bunlardan süâl etmeğe, irdeleme yapmağa

yetkili olmad›klar›n› beyân etmesi, bu gibi fâidesiz şeylerle değil, takvâ

ile meşgûl olmalar›n› tavsiye etmesi lâz›md›r. Allahü teâlân›n kendilerine

bunu [müteşâbihât› bilmeği] emr etmediğini, Onun emr etdiklerini yap›p,

men’ etdiklerinden kaç›nmalar› îcâb etdiğini söylemelidir. ‹şte siz, bunlardan men’ edildiniz. Bunlardan birşey süâl etmeyiniz. Bu konuda her ne

zemân bir şey işitirseniz sükût ediniz, mutlaka, bize ilmden az verildi. Müteşâbihât, bize verilen az ilm ile çözülecek mes’elelerden değildir demeleri gerekdiğini söylemesi lâz›md›r.

BEŞ‹NC‹ VAZÎFE: ‹MSÂK

Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde vârid olan müteşâbih lafzlarda tasarruf yapmakdan, müdâhele etmekden kendini al›koymakd›r. Halk›n

teşbîhe götüren lafzlarda sessiz kalmas›, bu kelimeleri olduğu gibi b›rakmas› vâcibdir. Bu lafzlarda tasarruf etmekden kendini tutmak, alt› yönden lâz›md›r. Bu alt› şey şunlard›r: Tefsîr, te’vîl, tasrîf, tefrî’, cem’, tefrîk.

I– Tefsîr yolu ile tasarrufda bulunmak: Arabî lisan›nda bir lafz›,

başka bir dilde bu lafz›n yerini tutan bir kelime ile değişdirmek veyâ

ma’nâs›n› farsça veyâ türkçe olarak söylemekdir. Müteşâbih lafzlar› vârid olduğu şeklde aynen söylemelidir. Çünki arabîde bulunan lafzlara mutâb›k olan bir lafz fârisîde bulunmaz. Bulunsa bile istiâre yönünden arab

âdeti ile fars âdeti birbirine uymaz. Arabîde birkaç ma’nâya gelen müşterek kelimeler vard›r. Diğer dillerde böyle değildir.

Tefsîr için birinci misâl: ‹stivâ lafz›d›r. Arablar›n kulland›klar› istivâ

lafz›n›n ma’nâs›na tam mutâb›k olan ve bu ma’nây› uyand›ran şumüllü bir

kelime farslarda yokdur. Nitekim istivân›n karş›l›ğ› olarak fârisîde (râst beistâd) ifâdesi kullan›l›r. Bu ifâdede iki kelime vard›r. Birinci kelime olan râst,

eğri ve bükük tasavvur edilen bir şeydeki diklik ve doğruluğu ifâde eder. Beistâd ise, hareket ve sars›lma tasavvur edilen şeylerdeki sükûn ve

sebât› beyân eder. (Râst beistâd)›n ifâde etdiği, iş’âr ve işâret etdiği

ma’nâlar, istivâ lafz›n›n işâret etdiği ma’nâlardan dahâ aç›kd›r. Delâlet ve

iş’ârda [bildirmede] farkl› olduklar› için (râst beistâd) kelimesi, (istivâ)n›n

misli [onun gibisi, benzeri] olamaz. Bir kelimeyi ancak en gizli ve en ince, az birşey de olsa hiçbir yönden muhâlefeti, ya’nî uygunsuzluğu olmayan, tam benzeri ve mürâdifi, ya’nî eş anlaml›s› olan bir kelime ile değişdirmek câizdir.

Tefsîr için ikinci misâl: Arabî lisan›nda (Usbu’) ya’nî parmak ni’met

ma’nâs›nda istiâre olunur. Falan kimsenin üzerimde parmağ› vard›r demek, ni’meti vard›r demekdir. Fârisî dilinde parmağa engüşt denir. Fekat

bu istiâreyi acemler âdet edinmemişlerdir. Mecâz ve istiâreye arablar,

acemlerden dahâ geniş yer vermişlerdir. Hattâ bu konuda arablar›n genişliği ile acemlerin donukluğu aras›nda nisbet bile yokdur. Müsteâr

ma’nâ, arab dilinde güzelleşir, acem dilinde ise kulağ›n ona meyl etmeyeceği, kalbin de nefret edeceği şeklde çirkinleşir. ‹ki kelime aras›nda farkl›l›k olduğunda, birinin yerine diğerini almak, benzeri ile değişdirerek

tefsîr etmek olmay›p, muhâlifi ile değişdirerek tefsîr etmek olur. Hâlbuki bir kelimeyi ancak misli, ya’nî benzeri ile değişdirmek câizdir.

Tefsîr için üçüncü misâl: (Ayn), göz kelimesidir. Bu kelimeyi tefsîr

etmek isteyen, ma’nâlar›n›n en aç›ğ› ile fârisîde karş›l›ğ› (çeşm)dir der. (Ayn)

kelimesi arabîde, bilinen görme uzvu ile birlikde, su kaynağ›, alt›n ve gümüş ma’nâlar›nda da kullan›lan bir müşterek ismdir. Çeşm lafz› ise sâdece gören uzv ma’nâs›na gelip, diğer ma’nâlarla ortakl›ğ› yokdur. (Cenb)

ya’nî yan ve (vech) ya’nî yüz kelimeleri de bunun gibidir. Bunun için müteşâbih kelimelerin değişdirilmesine karş› ç›k›yor, arabî olarak geldiği şeklde b›rak›lmas›n› lüzûmlu görüyoruz.

Süâl: Ayn ile çeşm aras›ndaki farkl›l›ğ›n bütün lafzlarda olduğunu

iddiâ etmek doğru değildir. Zîrâ ekmek ma’nâs›na gelen arabî (hubz) ve

fârisî (nân) kelimeleri aras›nda ve et ma’nâs›na gelen arabî (lahm) ve fârisî (gûşt) kelimeleri aras›nda da fark yokdur. Ba’z› lafzlar›n ma’nâlar›nda farkl›l›k var denirse, bunlar› değişdirmeği men’ etmeli, benzer olanlara mâni’ olunmamal›d›r.

Cevâb: Gerçekden bu farkl›l›k bütün kelimelerde değil, ba’z›lar›ndad›r. Arabî (yed) el kelimesi ile fârisî (dest) el kelimesi her iki lügatde, iştirâkde, istiârede ve diğer işlerde müsâvî olabilir. Ancak iş, bir kelimeyi

diğeri ile değişdirmenin câiz olup olmad›ğ›na gelince, bu iki kelime aras›ndaki ay›r›m› anl›yabilmek, aralar›ndaki farkl›l›klar›n inceliklerine vâk›f olmak herkes için kolay ve aç›k değildir. Hattâ bu konuda müşkiller çoğal›r. ‹ki kelimedeki farkl›l›k ve benzerlik mahalleri birbirinden ayr›lamaz olur.

Bu durumda önümüzde iki durum vard›r. Yâ müteşâbih lafz› başka lafz

ile değişdirmede kap›y› kapatarak ihtiyâtl› davranacağ›z ki, bu değişdirmeğe, tebdîle zarûret ve ihtiyâc da yokdur. Veyâ kap›y› açacağ›z. Halk›

oraya süreceğiz. O zemân herkes istediği gibi bir lafz› diğeri ile değişdirerek tehlükeye düşecekdir.

Acabâ bu iki yoldan hangisi dahâ ihtiyâtl›, dahâ sağlamd›r? Üstelik konumuz Allahü teâlân›n zât› ve s›fatlar›d›r. Bana göre bu işin çok tehlükeli bir iş olduğunu kabûl ve ikrâr etmeyen hiçbir akll› ve dindâr kimse

yokdur. Tehlüke, Allahü teâlân›n s›fatlar›nda tebdîl ve tefsîr yapmakdad›r. Bundan kaç›nmak lâz›md›r. Nas›l kaç›n›lmas›n ki, şerî’at, boşanm›ş olan

kad›na, rahminin berâeti ve nesebin kar›şmamas› için, velâyet ve verâset

hükmü ve nesebin terettübü için ihtiyâten iddet beklemeği vâcib k›lm›şd›r. Bununla berâber âlimler, boşanm›ş olan k›s›r kad›n›n, âdetden kesilmiş kad›n›n, bülûğa ermemiş nikâhl› k›z çocuğunun ve ma’zûle kad›n›n [çocuğu olmamas› için hep azl olunmuş kad›n›n] da iddet beklemesi vâcibdir dediler. Çünki rahmin içinde olan› ancak mübâlağa ile gâibleri bilen Allahü azîmüşşân bilir. Nitekim Allahü teâlâ, Lokman sûresi otuzdördüncü

âyet-i kerîmesinde meâlen, (Rahimlerde olan› O bilir) buyurmakdad›r.

Eğer biz iddet konusunda tafsîlâta girerek akl yürütme kap›s›n› açarsak [k›s›r kad›n, âdetden kesilen kad›n, bülûğa ermemiş nikâhl› k›z ve

ma’zûle kad›n›n, boşand›klar› zemân çocuklar› olamayacağ› için iddet beklemeleri îcâb etmez sonucu ç›kar. Bu ise doğru değildir. Allahü teâlân›n s›-

fatlar› ve müteşâbih kelimelerde değişdirme, tefsîr ve te’vîl yolunu açarsak]

o zemân tehlükeli bir işe girmiş oluruz. Hâmile kalmad›klar› hâlde yukar›-

daki dört kad›n›n iddet beklemesinin vâcib olduğunu kabûl etmek, kabûl etmeyerek tehlükeli bir işe girmekden dahâ kolayd›r. Bu üç kad›na, iddetin vâcib olmas› nas›l şer’î bir hükm ise, arabî lafzlar›n tebdîlinin de harâm olduğu ictihâd ile sâbit olan şer’î hükmdür. Burada tercîh olunan yol, dahâ önce geçdiği gibi, arabî lafzlar›n değişdirilmesine kapal› olan birinci yoldur.

Allahü teâlâ ve s›fatlar› hakk›nda vârid olan haberlerde ve Kur’ân-›

kerîmdeki lafzlardan murâd olunan ma’nâlarda ihtiyâtl› davranmak, elbette ki iddetdeki ihtiyâtdan ve fukehâ-› kirâm›n bu kabîlden olan ihtiyâtlar›ndan dahâ mühim ve evlâd›r.

II– Te’vîl yolu ile tasarrufda bulunmak: Bir kelimenin zâhirî ma’nâs›n› bir tarafa b›rak›p, onun başka bir ma’nâs›n› beyân etmekdir. Bu da

ya avâm›n kendisinden vâki’ olur. Veyâ avâm ile berâber ârifden vâki’ olur.

Veyâ ârifin kendisi ile Rabbi aras›nda kendisinden vâki’ olmak üzere üç

yerdedir:

1. Avâm›n te’vîli:

Avâmdan birinin [âmînin] kendi kendine uğraşarak yapd›ğ› te’vîl olup

harâmd›r. Yüzmeyi iyi bilmeyen birinin denize dalmas› gibidir. Bunun harâml›ğ›nda şübhe yokdur. Ma’rifetullah denizi, su denizinden dahâ derin

ve dahâ tehlükelidir. Bu denizde helâk olana, ondan sonra hayât yokdur.

Dünyâ denizinde helâk olan›n ancak fânî hayât› izâle olur. Bu denizde helâk olan›n ebedî hayât› zâil olur. ‹ki helâk aras›nda ne büyük fark vard›r.

2. Avâm ile âlim aras›ndaki te’vîl:

Bu da birinci gibi yasak ve tehlükelidir. Bunun misâli, çok iyi yüzen

ve denize dal›p ç›kabilen birinin, yüzmekden âciz, kalbi ve bedeni hasta olan birisini yan›na alarak denize aç›lmas› gibidir. Bu da harâmd›r. Çünki bu hareket acemi ve hasta adam› helâk olmak tehlükesi ile karş› karş›ya getirir. Belki k›y›ya yak›n yerlerde onu koruyabilir. Ama dalgal› yerlerde muhâfaza edemez. Eğer ona, sâhile yak›n yerlerde kalmas›n› emr

etse, itâ’at etmez. Ona, dalgalar›n çarp›şmas› esnâs›nda ve yutmak için

ağ›zlar›n› açm›ş timsâhlarla karş›laşd›ğ› zemân sâkin olmas›n› emr etse

de o, bedeni ve kalbi râhats›z olduğu, tâkatinde kusûr olduğu [gücü az

olduğu] için, dalg›c›n sâkin ol emrini istenildiği şeklde yerine getiremez.

Bu misâl, âlimin avâma, zâhirin hilâf›nda tasarruf etme ve te’vîl yapma kap›s›n› açmas›na en uygun misâldir.

Edîb, nahv âlimi, muhaddis, müfessir, fakîh, mütekellim, dahâ doğrusu ma’rifetullah deryâs›nda yüzmesini bilmeyen bütün âlimler avâmd›r.

Ma’rifetullah deryâs›nda yüzme öğrenmek için ömrlerini harcayanlar,

yüzlerini dünyâdan ve şehvetlerden çevirenler, maldan, mevki’den, halkdan ve diğer lezzetlerden yüz çevirenler, ilmde ve amelde Allahü teâlâ için

muhlis olanlar, tâ’at yapmakda ve münkerât› terk etmekde şerî’atin hudûdu ve âdâb›n› gözeterek amel edenler, Allahü teâlâdan başka her şeyi kalblerinden ç›karanlar, Allahü teâlân›n muhabbeti yan›nda dünyây›, âh›reti ve

Firdevs-i a’lây› bile bir tarafa atanlar avâm değildir, ma’rifet denizinin

hakîkî dalg›çlar›d›r. Bununla berâber onlar da büyük tehlükededir. Onda

dokuzu helâk olur. Sakl› inci ve gizli hazîneye ancak biri kavuşur. Nitekim

Allahü teâlâ Enbiyâ sûresi, yüzbirinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Bunlar,

Allahü teâlâ taraf›ndan kendilerine en güzel bir âk›bet takdîr ve ihsân

edilmiş olanlard›r. Bu sebeble fevz-ü necâta kavuşmuşlard›r) ve Neml

sûresi, yetmişdördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Rabbin hakîkaten

onlar›n gizlediğini de, aç›ğa vurduklar›n› da bilir) buyurmuşdur.

3. Arifin te’vîli:

Ârifin kendi kendine, kalbinin s›rr›nda, kendisi ve Rabbi aras›nda yapd›ğ› te’vîldir. Bu da üç vech iledir:

3) Meselâ istivâ ve fevk kelimelerinden murâd›n ne olduğunun içine

doğmas›, ya kat’î veyâ şübheli veyâ zann-› gâlib ile olur. Kat’î ise, ona i’tikâd etmesi lâz›md›r. Şübheli ise, ondan sak›nmas› lâz›md›r. Allahü teâlân›n ve Resûlünün kendi kelâmlar›nda murâd› budur diyerek, aralar›nda tercîh yapamad›ğ› mu’âr›z› bulunan şübheli ma’nâ ile hükm etmemelidir.

Ona vâcib olan şübheli durumda tevakkuf etmesidir. Te’vîl zann-› gâlib ile

olursa, zann›n tealluk etdiği iki şey vard›r. Birisi, içine doğan o ma’nâ Allahü teâlâ hakk›nda câiz midir, muhal midir? ‹kincisi kat’î olarak câiz olduğunu bilir, ancak murâd olan bu mudur, değil midir tereddüdü vard›r.

Birinciye misâl, fevk lafz›n›n te’vîli, “Sultân vezîrin fevk›ndedir” kavline benzer bir ma’nevî yükseklik şeklinde ise, Allahü teâlâ için bu ma’nân›n sâbit olduğunda şübhe etmeyiz. Ancak biz meâl-i şerîfi (Çünki onlar

fevklerindeki Rablerinden korkarlar) olan, Nahl sûresi ellinci âyet-i

kerîmesindeki (fevk) kelimesinde tereddüd edebiliriz. Acabâ fevk kelimesi ile ma’nevî yükseklik mi irâde edildi, yoksa Allahü teâlân›n celâline yak›ş›r başka bir ma’nâ m› irâde edildi. Bu ma’nâ, Allahü teâlâ için muhâl olan

mekânda yükseklik olmay›p, cism ve cismde s›fat da değildir.

‹kinciye misâl, Arş üzerine istivâ lafz›n›n te’vîlindedir. ‹stivâ lafz› ile

Arşa mahsûs bir nisbet irâde olunmuşdur. Allahü teâlâ, Arş vâs›tas›yla gökden yere bütün âlemde tasarruf eder, işleri idâre eder. Zîrâ Arşda ihdâs

edilmedikce, âlemde hiç bir sûret yaratmaz. Nitekim ressam veyâ kâtib,

kâğ›d üzerine bir resm veyâ yaz› yazacaklar› zemân, önce zihnlerinde yapacaklar› işin plân›n› yaparlar, sonra kâğ›da dökerler. Mühendis de ayn› şeklde binân›n şeklini, zihninde canland›rmadan veremez. Kalb de, âlemi olan bedeninin işlerini dimağ, zihn vâs›tas›yla idâre eder. Arş›n Allahü teâlâya nisbetinin isbât› câiz midir, değil midir diye belki tereddüd ederiz. Yâ nefsinde bulunan vücûbiyyeti ile veyâ hilâf› Allahü teâlâya muhâl

olmamakla berâber onunla sünnetini ve âdetini icrâ etmesidir. Nitekim

âdetini şöyle icrâ etmekdedir ki, insan›n kalbinin idâresi dimağs›z mümkin değildir. Gerçi Allahü teâlân›n kudretinde kalbi dimağs›z idâre etmesi vard›r. Eğer bunu ezelde irâde etseydi ve ilmi ona tealluk etseydi,

kalbe dimağ olmadan idâre etmeğe verirdi. Ancak ezelde takdîr etmediği için bu mümkin değildir. Bu, kudretinde olan bir kusûrdan değildir. Ezelde irâde etdiği ve ezelî ilminin ihâtas›nda olduğu için aksi mümkin değildir. Bunun için Ahzâb sûresi, altm›şikinci âyet-i kerîmesinde meâlen,

(Allah›n kanûnunu değişdirmeğe aslâ imkân bulamazs›n) buyurulmuşdur. Ezelde irâde olunan şey değişmez. ‹râde olunan şeyin meydâna gelmesi vâcibdir. Zât›nda muhâl olmasa da, irâde olunan›n tersi muhâldir.

Ama (muhâlin ligayrihî), ya’nî başka sebeble muhâldir. O da ilm-i ezelînin cehle gitmesi, ezelî irâdenin yerine getirilmemesidir.

O hâlde Arş›n Allahü teâlâya nisbetini, Arş›n vâs›tas› ile memleketin idâresinin sâbit olmas›, aklen câiz ise de, acabâ vâki’ midir? ‹şte burada tedkîk edenler tereddüde düşer. Belki de bunun vâki’ olduğunu zan

eder. Bu, bizzat ma’nân›n Allahü teâlâ hakk›nda câiz olup olmad›ğ›n› zan

etmeğe misâldir.

Birincisi, Allahü teâlâ hakk›nda sahîh ve câiz olup, fekat bu ma’nân›n lafzdan kasd edilip edilmediği hakk›ndaki zand›r. ‹ki zan aras›nda iki

fark vard›r. Lâkin iki zandan herbiri, eğer kalbe doğar, göğüsde yerleşirse, kalbden onu isteği ile def’ edemez ve zan etmemesi mümkin olmaz.

Çünki zann›n, def’i mümkin olmayan zarûrî sebebleri vard›r. Nitekim

Bekara sûresi, ikiyüzseksenalt›nc› âyet-i kerîmesinde meâlen, (Allah

her şahsa ancak gücü yetdiği kadar mes’ûliyyet yükler) buyurulmuşdur. Ama onun üzerine iki vazîfe vard›r. Birincisi, onda yanl›şl›k ihtimâli olmad›ğ›n› düşünüp, kat’î bir şeklde kalbinin ona mutma’in olmas›-

na mâni’ olmas›d›r.

‹kincisi, istivâ’dan murâd böyledir, fevkden murâd şöyledir diye kesin hükmler vermemelidir. Çünki, o zemân bilmediği şey hakk›nda hükm

vermiş olur. Hâlbuki Allahü teâlâ ‹srâ sûresi, otuzalt›nc› âyet-i kerîmesinde meâlen, (Hakk›nda bilgin bulunmayan şeyin ard›na düşme) buyurmakdad›r. Ancak, zan ediyorum ki, bu böyledir demelidir. O zemân kendinden ve vicdân›ndan verdiği haberde sâd›k olur. Söylediği söz ile Allahü teâlân›n s›fat› ve murâd› üzerine hükm etmiş olmaz. Ancak kendinden hükm vermiş, içindeki kanâ’atini haber vermiş olur.

Süâl: Bu zan sâhibi âlimin, zann›n› halka anlatmas›, onlarla konuşmas›, içindekileri dökmesi, zann› kat’î olarak doğru ise câiz midir?

Cevâb: O zann› hakk›nda konuşmas›, anlatmas› dört vech ile olur.

Kendi kendine veyâ kendisi gibi araşd›r›c› ve basîret sâhibi olan birisi ile

veyâ sâdece ma’rifetullah› taleb eden, zekâs› ve f›trat› ile basîret ehli olmağa isti’dâd› olan ile veyâ avâm ile.

Eğer zann› kat’i ise kendisi buna inan›r ve basîretde dengi olana anlat›r veyâ sâdece ma’rifetullah› düşünen, ma’rifeti almağa müsâid, mezheb taassûbundan, dünyâya meylden ve şehvetlerden ar›nm›ş, ma’rifetlerle övünmekden uzak duran, avâm ile bulunduğu zemân ma’rifetini anlatarak gösteriş yapmakdan çekinen zekî ve kâbiliyyetli kimselere anlat›r.

Bu s›fatlarla muttas›f olanlarla konuşmakda bir beis yokdur. Çünki ma’rifete susam›ş olan f›tnet sâhibi zekî kimse, başka gâye için değil, sâdece

ma’rifet için kalbine müteşâbih sözlerin zâhirinden müşkiller gelir. Bu

müşkiller onu, zâhirî ma’nân›n muktezâs›ndan şiddetle kaçma arzûsunda

olduğu için, bozuk te’vîllere götürür. [Bunun için ma’rifete susam›ş zekî kimselere ârifin kat’î te’vîllerini anlatmas› iyi olur. Büyükler ne güzel söylemişlerdir]: ‹lmi ehlinden men’ etmek, ehli olmayana vermek gibi zulmdür.

Avâm ile böyle mes’eleleri konuşmamak lâz›md›r. Avâm, yukar›da

bildirilen iyi vasflarla muttas›f olmayan kimsedir. Hattâ buna misâl, dahâ önce geçdiği gibi süt çocuğuna, bünyesinin kald›ramad›ğ› kuvvetli yemekleri vermek gibidir.

Ârifin te’vîli (maznûn) zanl›, zan ile olursa, o te’vîli, kendi kendine iyice düşünmesi, tartmas› zarûrî olur. Zan olsun, şek olsun, kat’î olsun, zihni hep o te’vîl ile meşgûl olur. Ondan kurtulamaz, ona mâni’ olunamaz.

Şübhesiz bunlar› avâma anlatmamal›d›r. Maktû’dan men’ olunmas›, bir

derece maznûn ve meşkûk te’vîller hakk›nda avâm ile konuşmamas›

dahâ evlâd›r. Ama ma’rifetde kendi derecesinde olana veyâ o bilgileri kabûl etmeğe isti’dâd› olana anlat›lmas›n›n câiz olup olmamas›nda tereddüd vard›r. Câizdir denilebilir. O zemân te’vîli doğru olsa da, “ben öyle

zan ediyorum” demekden ileri gitmemelidir. Mâni’ de olunabilir. Çünki Allahü teâlân›n s›fatlar› hakk›nda ve Kelâm-› ilâhîdeki murâd›n zan ile tasarrufunda serbest ise de, o zann›n› anlatmağ› terk edebilir. Bunda tehlüke

vard›r. Ârifin te’vîlini aç›klamas›n›n mubâh olmas›, nass, icmâ’ veyâ nass

üzere k›yâs ile bilinir. Bu müteşâbih lafzlar›n te’vîli ile alâkal› nass, icmâ’

ve k›yâs vârid olmam›şd›r. Hattâ ‹srâ sûresi, otuzalt›nc› âyet-i celîlesinde meâlen, (Bilmediğin şeyin arkas›na düşme) buyurulmuşdur.

Süâl: Ârifin zan ile yapd›ğ› te’vîlini, avâmdan olmayan müsâid kimselere aç›klamas›, aşağ›daki üç delîl ile câiz olmaz m›?

1. Sâd›k olan birinin doğru bildiklerini aç›klamas› mubâhd›r. Hiç kimse doğru bildiği zann› için cezâ görmez. O zann›n› aç›klamakdad›r.

2. Kur’ân-› kerîmi tefsîr edenlerin sözleri zan ve tahmîn iledir. Çünki bütün söyledikleri Peygamber Efendimizden duyulmuş değildir. ‹ctihâd

edilerek ç›kar›lm›şd›r. Dolay›s›yla sözler çoğalm›ş, hattâ birbirini nakz edenler de olmuşdur.

3. Tek bir Sahâbîden nakl olunan, tevâtür etmeyen, sahîh hadîs kitâblar›nda bulunmayan, âdil kimselerden âdil kimselere nakl olunan müteşâbih haberlerin nakli üzerine, tâbi’înin icmâ’› vard›r. Tâbi’în bu rivâyeti, âdil kimsenin sözünün, ancak zan olarak al›nacağ› için câiz görmüşlerdir.

Cevâb: 1. Mubâh olmas›, sözün doğru olmas›ndad›r. Onun zarar›ndan korkulmaz. Ancak bu zanlar›n yay›lmas›, zarardan hâlî değildir. Çünki onu işitenin içi ona ›s›nabilir. Onu kat’î olarak doğru i’tikâd edebilir. O

zemân Allahü teâlân›n s›fatlar›nda ilmi olmadan hükm etmiş olur. Bu da

tehlükelidir. ‹nsanlar, görünen ma’nâlardan kaç›n›rlar. Kendilerini râhatlatan bir ma’nâ duyduklar›nda, zannî olsa da, içi ona ›s›n›p, ona kesin i’tikâd eder. Ama belki de yanl›şd›r. O zemân Allahü teâlân›n s›fatlar› hakk›nda yanl›ş ve bât›l düşünmüş olur. Veyâ bir âyet-i kerîmede Allahü teâlân›n murâd› olmayan bir ma’nâya inanm›ş olur.

2. Müfessirlerin zan ile olan sözleri, istivâ, fevk gibi Allahü teâlân›n

s›fatlar› ile alâkal› olursa kabûl etmeyiz. Ancak o aç›klamalar f›kh hükmlerinde, Peygamberlerin hâllerini anlatan hikâyelerde, kâfirlerin hikâyelerinde, va’z, mesel anlatmada ve yanl›şl›k tehlükesi büyük olmayan yerlerde yap›labilir.

3. Âlimler, bu konuda Kur’ân-› kerîmde vârid olmayan veyâ Resûlullahdan ilmi ifâde eden bir tevâtür ile gelmeyen hadîs-i şerîflerin d›ş›nda bir şeye güvenmenin câiz olmad›ğ›n› söylemişlerdir. Bir Sahâbînin bildirdiği haber ise, kabûl edilmez. Te’vîle meyl edenlerin yapd›klar› te’vîl ile

ve sâdece rivâyet üzerinde duranlar›n rivâyetiyle meşgûl olmayacağ›z.

Çünki o zemân zan edilene (maznûn)a i’timâd edip, onunla hükm vermiş

oluruz. Zikr etdikleri [dinden ve akldan] uzak değildir, ama Selefin bir araya getirdiği zâhirî bilgilere muhâlifdir. Selef-i sâlihîn bu haberleri âdil

kimselerden al›p, kabûl etmişler, onlar› rivâyet etmişler ve inceliyerek sahîh olduklar›n› aç›klam›şlard›r.

Buna iki şeklde cevâb verilebilir:

1. Tâbi’în, adli, ya’nî özü sözü doğru, âdil kimseleri, bilhassa Allahü teâlân›n s›fatlar› hakk›nda, yalanla ithâm etmenin câiz olmad›ğ›n›,

edille-i şer’›yyeden biliyorlard›. Ebû Bekr-i S›ddîk “rad›yallahü anh” bir haber rivâyet etdiğinde, “Ben Resûlullahdan şöyle duydum” dediğinde,

bu sözü red etmek, onu tekzîb etmek, ona hadîs uydurma ve yan›lma nisbet etmek demekdir. Ebû Bekr “rad›yallahü anh” dedi ki, “Resûlullah buyurdu ...” ve Enes “rad›yallahü anh” dedi ki, “Resûlullah buyurdu ...” şeklindeki rivâyetleri tâbi’în [hadîs olarak] kabûl etdi. Tebe-i tâbi’în de böyle rivâyetleri kabûl etdiler. Âdil ve müttekî olan Eshâb-› kirâm›n, Tâbi’înin edille-i şer’›yye ile sâbit gördükleri rivâyetlerini ithâm etmeğe yol

yokdur. O hâlde bir zât›n kendi zanlar›n›n ithâm olmamas› nereden vâcib k›l›nd› ve o zanlar›n bu âdillerin nakllerinin seviyesine nas›l vard›r›ld›

ki, ba’z› zanlar günâhd›r. Nitekim Şâri’ “sallallahü aleyhi ve sellem” (Âdil

olanlardan size gelen haberlere inan›n›z, kabûl ediniz, nakl ediniz ve

ortaya ç›kar›n›z) buyurursa, bundan “kendi düşünce ve zanlar›n›z›, içinize doğan ma’nâlar› kabûl edip, meydâna ç›kar›n›z ve rivâyet ediniz”

ma’nâs› ç›kar›lamaz. Bunlar (nass), ilâhî ve nebevî kanûnlar ma’nâs›nda

değildir. Bunun için deriz ki, âdil olmayan›n bu cinsden rivâyetlerinden yüz

çevirmek ve rivâyet etmemek lâz›md›r. Bu mevzu’daki ihtiyât, va’z ve meseller ve benzerlerindeki ihtiyâtdan dahâ çok olmal›d›r.

2. Bu haberleri Eshâb-› kirâm “aleyhimürr›dvân” yakînen Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” işitmişler ve kendilerinde yakîn hâs›l oldukdan sonra, Tâbi’îne nakl etmişlerdir. Onlar da bunu kabûl edip,

rivâyet etmişlerdir. “Resûlullah aleyhisselâm böyle buyurdu”, demediler.

“Falan Sahâbî Resûlullah›n şöyle buyurduğunu haber verdi” dediler. Rivâyetlerinde doğru idiler.

Tâbi’în, rivâyet etdikleri hadîs-i şerîflerde geçen kelimeleri aynen

alm›şlar, sonra gelen âriflerin, her kelimenin hakîkî ma’nâs›ndan başka

vehm etdirdiği ma’nâs› da olacağ›, hadîs-i şerîfin ba’z› fâideleri olacağ›-

n› düşünerek rivâyetlerinde hiç bir şeyi ihmâl etmediler. Allahü teâlâ

hakk›nda Sahâbîlerin Resûlullahdan rivâyet etdiği haberler zannî değildir. Meselâ, (Her gece Allahü teâlâ, dünyâ semâs›na nüzûl edip, düâ

eden yok mu, kabûl edeyim, istigfâr eden yok mu, magfiret edeyim)

hadîs-i şerîfini bir Sahâbî rivâyet etmişdir. Bu hadîs-i şerîf, geceyi ihyâ

etmeğe son derece teşvîk için bildirilmişdir. ‹bâdetlerin en fazîletlisi

olan teheccüdde düâ etmekde büyük te’sîri vard›r. Bu hadîs-i şerîf terk

edilse idi, bu büyük fâide ibtâl edilmiş olurdu. Bu hadîs-i şerîfin ihmâl edilmesine yol yokdur.

Bu hadîs-i şerîfde ancak çocuğun ve çocuk gibi olan avâm›n nüzûl

lafz›ndan, cismdeki inmeyi hât›rlatan tehlükeli ma’nâ ç›karmas› vard›r. Bir

basîret ehli için, nüzûlün bilinen şeklinden Allahü teâlân›n münezzeh ve mukaddes olduğunu avâm›n kalbine yerleşdirmekden kolay ne vard›r. Meselâ, avâma şöyle der: Allahü teâlân›n dünyâ semâs›na nüzûlünden gâye, nidâs›n› bize işitdirmek ise ki, bize işitdirmedi. O hâlde nüzûlünden fâide nedir? Arşda veyâ yüksek semâlarda olduğunda da bize nidâ edebilirdi. Bu

kadar anlatmakla avâm, zâhirdeki nüzûlün bât›l olduğunu anlar. Hattâ

başka bir misâl olarak şöyle söylenebilir: Şarkda olan birinin garbdaki birine nidâ edip, sesini işitdirmek için garba doğru bir kaç ad›m ilerleyip, onun

işitmeyeceğini bile bile çağ›rmaya koyulur. Bir kaç ad›m atmas›, bât›l bir

hareket ve akl› olm›yan›n yapacağ› bir işdir. Akll› bir kimsenin kalbinde böyle bir şey nas›l yerleşir? Bu kadar anlatmakla da her âmî [avâmdan biri] nüzûlün şeklini nefy edip, kalbinde yakîn hâs›l eder. Nas›l yakîn hâs›l olmaz

ki, Allahü teâlân›n cism olmas› mümkin değildir. ‹ntikâl olmadan nüzûl muhâl olduğu gibi, cism olmayan şeyin intikâli de muhâldir. O hâlde bu gibi

haberlerin nakl edilmesinde büyük fâideler vard›r. Zarar› ise azd›r.
Âdil kimselerden nakl yolu ile gelen bu haberlerle, insan›n içine
doğan zanlar› anlatmak müsâvî tutulabilir mi? Bu anlat›lanlar, zan ile yap›lan te’vîlin başkalar›na anlat›lmas›n›n mubâh k›l›nmas› veyâ men’ olunmas› husûsundaki ictihâdlard›r. Burada bir üçüncü vechi zikr etmek de
mümkindir. O da süâl edenin ve dinliyenin hâllerinin karînelerine bakmakd›r. Eğer onlara bir menfe’at sağlayacağ› görülüyor ise, zan ile yapd›ğ› te’vîlini aç›klar. Yok eğer onlara bir zarar vereceğini kesdirirse, terk eder. Bu
ikisinden birini zan etmesi, anlatman›n mubâh olmas›nda ilm gibidir.
Bir çok kimseler vard›r ki, bu ma’nâlar› bilmeğe gönülden istekleri
olmaz. Zihnlerinde zâhirî ma’nâlar sebebi ile şübhe ve tereddüd hâs›l olmaz. O zemân bu kimselere te’vîlden bahs etmek zihnlerini kar›şd›r›r. Yine bir çok kimseler vard›r ki, zâhirî ma’nâlardan şübhe ve tereddüde kap›l›r. Hattâ nerede ise Resûl aleyhisselâm hakk›nda i’tikâd›n› kötüleşdirir ve bu ma’nâlar› ifâde eden hadîs-i şerîfleri inkâr eder. Bunun gibilerine zan edilen ihtimâl anlat›l›r, hattâ yaln›z lafz›n delâlet etdiği ihtimâl aç›klan›rsa, ona fâidesi dokunur. Bunu aç›klamakda bir beis yokdur. Çünki
bu konuşma başkas› için zararl› olsa da, onun hastal›ğ› için bir ilâcd›r.
Ancak bu konuşulanlar›n minberlerden, kürsîlerden konuşulmas› uygun değildir. Çünki dinleyenlerin çoğu bu konulardan habersiz ve bunlar› düşünmüyor iken, içlerinde sâkin olan istek ve kanâ’atler harekete getirilmiş olur. Selef-i sâlihînin zemân›, kalblerin sükûn zemân› olduğu için,
selef te’vîlden mübâlağal› şeklde kaç›nm›şlard›. Dinleyenlerin gönlünde
sâkin olan isteklerini uyand›rmakdan ve kalbleri teşvîş etmekden korkarlard›. Selef-i sâlihîn, kendilerine muhâlefet edenleri, fitne ç›kard›ğ› ve hiç
lüzûm yok iken şek ve şübhe uyand›rd›ğ› için, günâha girmiş sayarlard›.
Ama şimdi, islâm ülkelerinin bir k›sm›nda bu fikrler yay›lmakdad›r. Kalblerden bât›l vehmleri yok etmek ümîdi ile bu konuda aç›klama yapan
ma’zûrdur. Bu beldelerde böyle konuşanlar› k›namak dahâ azd›r.
Süâl: Maktû’ [kat’î] te’vîl ile maznûn [zanl›] te’vîli ay›rd›n›z. Te’vîlin
s›hhatli olmas› için kat’î te’vîl ne ile hâs›l olur?
Cevâb: ‹ki şeyle hâs›l olur.
Biri, yap›lan te’vîlin ma’nâs›n›n, Allahü teâlâ için sübûtu maktû’
olmas›d›r. Mertebe cihetinden fevk›yyetde [üstde] olmak böyledir.
‹kincisi, lafz›n iki şeye ihtimâli varsa, biri iptâl olup, diğerinin kalmas›d›r. Meselâ, meâl-i şerîfi, (O, kullar›n›n fevk›nde her dürlü tasarrufa sâhibdir) olan En’âm sûresinin onsekizinci âyet-i kerîmesindeki fevk kelimesi, arabî lisan›nda iki ma’nâda vaz’ olunmuşdur. Birincisi mekân›n, ikincisi rütbenin üstün olmas›d›r. Burada tenzîh yönünden mekân›n üstü ma’nâs› bât›ld›r. Rütbe bak›m›ndan üstün olmak ma’nâs› bâkî kal›r. Nitekim,
“Efendi kulun fevk›ndedir”, “Koca, han›m›n fevk›ndedir”, “Sultân, vezîrin fevk›ndedir” denildiği gibi, âyet-i kerîmede, (Allah, kullar›n›n fevk›ndedir) buyurulmuşdur. Bunlar›n hepsinde rütbe bak›m›ndan üstde olmak
ma’nâs› al›nmakdad›r. Böylece fevk lafz› için ma’nâ kat’îleşmiş, maktû’ olmuş olur. Arabî lisan›nda fevk lafz›, ancak bu iki ma’nâda kullan›l›r.
Semâya ve Arşa olan istivâ lafz›, fevk kelimesinde olduğu gibi, mefhûm ve ma’nâ i’tibâr› ile, lügatde iki ma’nâya münhas›r değildir. ‹stivâ lafz› üç ma’nâya delâlet etse, Allahü teâlâ hakk›nda biri bât›l olup, iki ma’nâ
câiz olabilir. Bu iki câiz olan ma’nân›n birini vermek, zan ve ihtimâl ile olur.
Bu anlat›lanlar, te’vîlden el çekmek hakk›ndaki incelemenin temâm›d›r.
III. (Tasrif). Kelimenin yap›s›n› bozarak tasarrufda bulunmak:
Müteşâbih kelimenin yap›s›n› ve ma’nâs›n› değişdirmekden imsâk etmek
lâz›md›r. Kur’ân-› kerîmde, (‹stevâ alel arş) âyet-i celîlesindeki istevâ kelimesini (müstevin) veyâ (yestevî) gibi değişdirerek okumamak lâz›md›r.
Çünki ma’nâ değişebilir. (Müstevin alel arş) ifâdesi, Ra’d sûresi, ikinci
âyet-i kerîmesindeki (Allah, görmekde olduğunuz gökleri direksiz
olarak yükseltdi, sonra Arş üzerine istivâ etdi) buyurulan, (‹stevâ
alel Arş) ifâdesinden, istikrâr yönünden dahâ aç›kd›r. Bekara sûresi,
yirmidokuzuncu âyet-i kerîmesi, (O, yerde ne varsa hepsini sizin için
yaratd›. Sonra semâya istivâ etdi)de onun gibidir. Çünki bu âyet-i kerîmeler, mahlûkât› yaratd›kdan sonra semâya istivâ etdiği veyâ Arş vâs›tas› ile mülk ve melekûtu idâre etdiği anlaş›lmakdad›r. Tasrîfdeki, kelimenin yap›s›ndaki değişiklik, delâlet ve ihtimâllerin de değişmesine
sebeb olur. Müteşâbih kelimeye bir harf bile olsa ziyâde etmekden kaç›nmak lâz›m geldiği gibi, kelimenin tasrîfini, yap›s›n› da değişdirmemek lâz›md›r. Çünki tasrîfin alt›nda ziyâde ve noksanl›k vard›r.
IV. (Tefri’). Teferruâta girmek yolu ile tasarrufda bulunmak: Müteşâbih kelimede k›yâs yapmakdan, teferru’ât›na girmekden, k›smlara ay›rmakdan sak›nmak lâz›md›r. Meselâ yed (el) lafz› geçince, elin k›smlar›ndan olan el ayas›, bilek ve kolu da berâber düşünmek, bunlar› elin îcâblar›ndan saymak câiz değildir. Parmak denildiğinde parmak ucu [boğum
veyâ t›rnaklar›] hât›ra getirmek aslâ câiz değildir. Her ne kadar meşhûr olan
el, et, cism ve damardan ayr› tutulmasa da, bunlar›n zikr edilmesi câiz değildir. Bundan dahâ sonra akla geleni, ziyâde etmekdir. Meselâ el deyince, ayağ› da düşünmek, gülmek veyâ göz deyince ağz› var bilmek, işitme
ve görme deyince, gözün ve kulağ›n varl›ğ›n› düşünmekdir. Bunlar›n hepsi muhaldir, yaland›r ve ziyâdelikdir. Müşebbihe ve haşeviyye f›rkalar›ndan olan ba’z› ahmaklar bu cesâreti gösterdikleri için bunlar› bildirdik.
V. (Cem’). Toplama yolu ile tasarrufda bulunmak: Farkl› haberleri bir araya toplamakd›r. Bu haberleri bir araya toplay›p baş›n isbât› için
bir bâb, elin isbât› için bir bâb ve benzeri bâblar hâlinde bir kitâb hâz›rlayan ve bu kitâb›n ad›n› (S›fatlar kitâb›) koyan bir musannif, tevfîk-i ilâhîden uzakd›r. Çünki bu haberler, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” ayr› ayr› vaktlerde, işitenlere doğru ma’nâlar anlatan, çeşidli karîne lere dayanan farkl› kelimelerdir. ‹nsan›n yarat›lmas› üzerine bir misâl verildiğinde, el, ayak, baş, ... gibi farkl› uzvlar zihnde teşbîh uyand›ran ve zâhirî kuvvetlendiren büyük karîneler hâlinde kulakda bir araya geldiğinde,
zihnde insan şekli canland›r›l›r.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” acabâ niçin hakîkatin hilâf›n› vehm etdirecek şeklde söylemişdir diye bir süâl akla gelebilir. Hattâ
bu düşünce gitdikce büyür. Bir kelime, ihtimâle yol açar. Sonra ayn›
cinsden ikinci, üçüncü, dördüncü kelimeler arka arkaya bir araya gelir ve
bütününe izâfetle ihtimâli kat kat artar. Bunun için iki, üç kişinin haber vermesiyle hâs›l olan zan, bir kişinin haber vermesiyle hâs›l olmaz. Hattâ tevâtür haberle hâs›l olan kat’î ilm, bir kişinin haberiyle hâs›l olmaz. Yine tek
kişinin haberi ile hâs›l olmayan, tevâtürün ictimâ› ile kat’î ilmden hâs›l olur.
Bütün bunlar, haber verenlerin çok ve toplu olmas›n›n netîcesidir. Çünki insanda vicdânî kanâ’at hâs›l eden ihtimâl, her (adl) kimsenin sözüne
ve netîceye te’sîr eden karînelerin kuvvetine bağl›d›r. ‹htimâl kesilir veyâ za’îflerse bu netîce doğmaz. Bunun için (cem’i müteferrikât), parçalar›n toplanmas› câiz değildir.
VI. (Tefrîk). Ay›rma yolu ile tasarruf: Toplu hâlde zikr edilenleri birbirinden ay›rmakd›r. Ayr›lm›ş olanlar toplanmad›ğ› gibi, toplanm›ş olanlar›n aras› da ayr›lmaz. Bir kelimeden evvel geçen veyâ ona eklenen her
kelimenin esâs kelimenin ma’nâs›n›n anlaş›lmas›nda bir te’sîri vard›r ve
esâs kelimedeki za’îf ma’nây› kuvvetlendirir. Birbirinden ayr›ld›ğ› takdîrde, delâlete düşer. En’âm sûresi, onsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen,
(O kullar›n›n fevk›nde her dürlü tasarrufa sâhibdir) buyurulmuşdur ki,
buna misâldir. Bir kimsenin “O fevkdir” demesinde bir beis yokdur.
Çünki kâhirin fevkden önce zikr edilmesi, kâhir ile makhûrun fevk›yyet üzerine fevk›n delâletini gösterir. O da rütbe fevk›yyetidir. Kâhir lafz› fevka
delâletdir. Hattâ, “O kullar›ndan başkas› üzerine kâhirdir” demek, (fevka
gayrihi) câiz değildir. (Fevka ibâdihi) ya’nî kullar›n›n fevk›nde demek lâz›md›r. Allahü teâlân›n vasf›nda, “kullar›n›n fevk›ndedir” diye zikr etmek,
“efendilik üstünlüğü” ihtimâlini kuvvetlendirir. Zîrâ Zeyd Amr›n fevk›ndedir demek, aralar›nda üstünlük ma’nâs›ndaki farkl›l›ğ› aç›klamadan önce
söylemek yerinde olur. Efendilik-kölelik, tasarrufda gâlib olma, saltanât
yolu ile nüfûz kullanma, babal›k ve zevciyyet gibi üstünlüklerden, b›rak
avâm›, âlimler bile gâfildir. O hâlde cem’, tefrîk, te’vîl, tefsîr ve çeşidli tagyîrlerde tasarrufda bulunmak, avâma nas›l b›rak›l›r? Bunun için, Selef-i
sâlihîn bu inceliklerde çok titiz davrand›lar. Vârid olan haberleri, vârid olduğu şeklde, ayn› lafz üzere iktisâr edip, dondurdular. Hak da dedikleri
gibidir. Doğrusu da onlar›n gördüğüdür.
‹htiyât edilmesi lâz›m gelen konular›n en önemlisi, Allahü teâlân›n
zât ve s›fatlar›nda tasarrufdur. Dilin tutulmas› ve konuşulmamas›na en çok
lây›k olan, tehlükesi büyük olan şeylerdir. Küfrden büyük hangi tehlüke
vard›r. [Ya’nî en büyük tehlüke küfrdür.]

ALTINCI VAZÎFE: KEFF
Allahü teâlân›n s›fatlar›ndan insanlara benzetme tehlükesi olanlar
(el, ayak, yüz, istivâ, fevk, ...) hakk›nda konuşmamakdan başka, üzerinde düşünmekden keff etmek, kendini al›koymakd›r. Dili süâl sormakdan,
bu mevzu’da tasarruf etmekden tutmak vâcib olduğu gibi, bât›n›, kalbi
de bu mevzu’ ile meşgûl olmakdan geri çekmek vâcibdir. Bu, vazîfelerin
en ağ›r› ve en şiddetlisidir. Ayn› zemânda vâcibdir. Âciz, kötürüm kimsenin, her ne kadar tabî’ati denize dal›p, inci ve cevherleri ç›karma isteği olsa da, bunlara kavuşmakdan âciz olduğunu bilmekle berâber, cevherlerin güzelliğine kap›lmadan, aczine bakmal›, tehlükelerini göz önünde
tutarak denize dalmamal›d›r. Ayr›ca o cevherleri kaçm›ş bilmeli, ancak
dünyâ ma’îşetindeki genişlik ve bolluğu kaç›racağ›n›, hâlbuki bu cevherler olmadan da yaşanacağ›n› düşünmelidir. Yok eğer cevherlere kavuşay›m derken boğulur veyâ timsâhlara lokma olursa, asl olan hayât›n› kaybetmiş olur.
Süâl: Bir kimse, kalbini bu düşünceden geri çekemiyor ve kendisini, bu konuya muttali’ olmakdan, incelemekden al›koyam›yorsa, bunun
yolu nedir?
Cevâb: Bunun yolu, kendisini Allahü teâlâya ibâdetle, nemâzla,
Kur’ân-› kerîm okumakla ve zikr ile meşgûl etmekdir. Bunlar› yapamazsa, lügat, nahv, hat, t›b, f›kh gibi, bu konularla münâsebeti olmayan ilmler ile meşgûl olmal›d›r. Bunlar› da yapamazsa, çiftcilik, dokumac›l›k gibi bir san’at veyâ meslek ile meşgûl olmal›d›r. Hattâ oyun ve eğlence ile
meşgûl olmal›d›r. Bunlar›n hepsi, o uçsuz, bucaks›z, derin, tehlükesi ve
zarar› büyük denize dalmakdan hayrl›d›r. Avâm›n beden ile alâkal› bir günâh ile meşgûl olmas›, belki de ma’rifetullaha âid bir konuya dalmakdan
dahâ az zararl› olur. Çünki günâh işlemenin sonu nihâyet f›sk olur. Hâlbuki bu konulara dalman›n sonu şirkdir. Elbette Allahü teâlâ şirki afv etmez. Ama şirkden başkas›n› dilediği kimse için afv eder.
Süâl: Avâmdan biri, dînî i’tikâdlarda nefsini ancak delîllerle teskîn
ediyorsa, delîlleri bildirmek câiz midir? Eğer câiz ise, o zemân bu konuda düşünmeğe ve incelemeğe ruhsat verilmiş olur. Bu durumda âmî, ya’nî
âlim olm›yan ile âlim aras›nda ne fark vard›r?
Cevâb: Allahü teâlây› tan›mas›na, birliğine, Resûlullah›n s›dk›na ve
âh›ret gününe âid olmak üzere dört konudaki delîlleri dinlemesine izn verilir. Ancak iki şartla:
1. Kur’ân-› kerîmdeki delîllerden başka delîl getirmemek,
2. Ancak görünen, zâhirî ma’nâlar üzerinde durmak, mücâdele etmemek, sathî olarak tefekkür etmek. Çok geniş ve derin tefekkür etmemek. Bu bahsde çok derinliklere girmemek.
Avâm›n dört konuda Kur’ân-› kerîmden delîl dinlemesine izn verilmişdi. Bu dört konuya âid Kur’ân-› kerîmdeki delîller:
1– Allahü teâlây› tan›mak hakk›ndaki delîller:
a) Yûnüs sûresi, otuzbirinci âyet-i kerîmesi. Bu âyet-i kerîmede meâlen, (Ey habîbim, de ki: Sizlere gökden ve yerden kim r›zk veriyor?
Veyâ gözlere ve kulaklara [onlar› yaratmağa] kim kâdir olabilir? Ölüden diriyi kim ç›kar›yor, diriden ölüyü kim ç›kar›yor? [Yaratma] işini
kim idâre ediyor? [Onlara bu süâlleri sorduğunda “bütün bunlar›] Allah
[yap›yor]” diyecekler) buyurulmakdad›r.
b) Kaf sûresi, alt›nc› âyet-i kerîmeden onuncu âyet-i kerîmesine kadar. Bu âyet-i kerîmelerde meâlen, (Üstlerindeki göğe bakmazlar m› ki,
onu nas›l binâ etmiş ve nas›l donatm›ş›z? Onda hiç bir çatlak yokdur.
[Gök yükseltilmiş ve y›ld›zlarla donat›lm›şd›r.] Yeryüzünü döşedik ve ona
sâbit dağlar koyduk. Orada gönül açan her türden [bitkiler] yetişdirdik. Allaha yönelen her kula gönül gözünü açmak ve ibret vermek için
[bütün bunlar› yapd›k]. Gökden bereketli bir su indirdik. Onunla bağçeler ve biçilecek dâneler bitirdik. [Yağmurla bağçeleri ve ekinleri yetişdirdik.] Kula r›zk olmas› için birbirine girmiş küme küme tomurcuklar› olan uzun boylu hurma ağaçlar› yetişdirdik) buyurulmakdad›r.
c) Abese sûresi, yirmidördüncü âyet-i kerîmeden otuzbirinci âyet-i
kerîmesine kadar. Bu âyet-i kerîmelerde meâlen, (‹nsan, ald›ğ› besinlere bir baks›n! Biz suyu [gökden] bol bol nas›l boşaltd›k. Sonra toprağ› bir yar›şla nas›l yard›k. Kendinize ve hayvanlar›n›za bir besin ve fâide olmas› için [yeryüzünde] ekinler, üzüm bağlar›, yoncalar, zeytinler,
hurmalar, iri ve s›k ağaçl› bağçeler, meyveler ve çay›rlar bitirdik) buyurulmakdad›r.
d) Nebe’ sûresi, alt›nc› âyet-i kerîmeden onalt›nc› âyet-i kerîmeye
kadar olan âyet-i kerîmeler. Bu âyet-i kerîmelerde meâlen, (Yeryüzünü
beşik, dağlar› direk k›lmad›k m›? Sizleri çift çift yaratd›k. Uykunuzu
bir dinlenme k›ld›k. Geceyi örtü olarak, gündüzü [ma’îşetinizi te’mîn
etmeniz için] kazanma zemân› yapd›k. Üstünüzde yedi kat sağlam gökyüzü binâ etdik. [Oraya] parlak kandiller asd›k. Size tohumlar, bitkiler, ağaçlar› sarmaş dolaş olmuş bağlar ve bağçeler yetişdirmek için
üst üste y›ğ›l›p s›k›şan bulutlardan şar›l şar›l akan sular indirdik) buyurulmakdad›r.
(Cevâhir-ül Kur’ân) kitâb›m›zda buna benzer beşyüze yak›n âyet-i
kerîme toplad›k. ‹nsanlar, yarat›c› olan Allahü teâlân›n celâl ve azametini
kelâmc›lar›n sözü ile değil, yukar›daki âyet-i kerîmelerin delâleti ile bilmeleri lâz›m gelir. Kelâmc›lar şöyle diyorlar: S›fatlar hâdisdir. Ya’nî sonradan
yarat›lm›şd›r. Cevherler de hâdis olan s›fatlardan hâlî olmad›klar› için, onlar da hâdisdir. Sonra hâdis bir ihdâs ediciye muhtâcd›r. Bu taksîmât, mukaddimeler ve bunlar›n resmî delîllerle isbât›, avâm›n kalblerini kar›şd›rmakdad›r. Ama Kur’ân-› kerîmde, ma’nâs›, maksad› kolayca anlaş›lan zâhirî delîller onlar› iknâ’ etdirir, nefslerini sâkin k›lar ve kalblerinde kat’î i’tikâdlar›
yerleşdirir.
2– Allahü teâlân›n birliğine delîller: Avâm›n iknâ’ olacağ› Kur’ân-›
kerîmdeki delîller şunlard›r:
a) Enbiyâ sûresi, yirmiikinci âyet-i kerîmesi. Bu âyet-i kerîmede meâlen, (Eğer gökde ve yerde ilâhlar olsayd›, yer ile gök [bunlar›n nizâm›] kesinlikle bozulurdu) buyurulmakdad›r. Zîrâ bir işin idâresi için iki veyâ dahâ fazla idârecinin olmas›, o işin bozulmas›na sebebdir.
b) ‹srâ sûresi, k›rkikinci âyet-i kerîmesi. Bu âyet-i kerîmede meâlen,
(De ki: Eğer dedikleri gibi Onunla [ya’nî Allahü teâlâ ile] birlikde başka ilâhlar da olsayd›, o takdîrde bu ilâhlar, Arş›n sâhibi olan Allaha
ulaşmak için çâreler arayacaklard›) buyurulmakdad›r.
c) Mü’minûn sûresi, doksanbirinci âyet-i kerîmesi. Bu âyet-i kerîmede meâlen, (Allah evlâd edinmemişdir. Onunla berâber hiçbir ilâh da
yokdur. Eğer olsayd›, her ilâh kendi yaratd›ğ›n› sevk-ü idâre eder. Bir
gün mutlaka onlardan biri diğerine galebe çalard›) buyurulmakdad›r.
3– Resûlullah›n “sallallahü aleyhi ve sellem” s›dk› ile alâkal›
delîller:
a) ‹srâ sûresi, seksensekizinci âyet-i kerîmesi. Bu âyet-i kerîmede
meâlen, (De ki: And olsun, bu Kur’ân›n bir benzerini ortaya koymak
üzere insanlar ve cinnîler bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler) buyurulmakdad›r.
b) Yûnüs sûresi, otuzsekizinci âyet-i kerîmesi. Bu âyet-i kerîmede
meâlen, (... Onun benzeri bir sûre getirin) buyurulmakdad›r.
c) Hûd sûresi, onüçüncü âyet-i kerîmesi. Bu âyet-i kerîmede meâlen, (Yoksa, “Onu [Kur’ân›] kendisi uydurdu”mu diyorlar? De ki:
Eğer doğru [söyliyor] iseniz, Allahdan başka çağ›rabildiklerinizi [yard›ma] çağ›r›n da, siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin) buyurulmakdad›r.
4– Âh›ret günü ile alâkal› delîller:
a) Yasîn sûresinin yetmişsekiz ve yetmişdokuzuncu âyet-i kerîmelerinde meâlen, buyuruldu ki: (Şu çürümüş, un olmuş kemikleri kim
diriltecek, diyor. Sen de ona de ki: Yine onlar› evvelce yaratm›ş olan
diriltecekdir).
b) K›yâmet sûresinin otuzalt›nc› âyet-i kerîmeden k›rkikinci âyet-i kerîmeye kadar olan âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruldu ki: (‹nsan kendisini baş›boş b›rak›lm›ş m› san›yor? O dahâ önce ileri f›rlat›lan bir
parça menîden değil midir? Sonra kan p›ht›s› oldu. ‹şte insan› bundan yaratd› ve a’zâs›n› düzenledi. Ondan erkek, dişi çiftler yaratd›.
Bunlar› yapan›n ölüyü diriltmeğe gücü yetmez mi?)

c) Hac sûresi, beşinci ve alt›nc› âyet-i kerîmeleri. Bu âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruldu ki: (Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekden
şübhede iseniz, şunu bilin ki, biz sizi toprakdan, sonra nutfeden, sonra p›ht›laşm›ş kandan, sonra hilkati belli belirsiz bir lokma et parças›ndan yaratd›k. Sonra [kudretimizi] aç›kca gösterelim diye dilediğimizi bir süreye kadar rahmlerde bekletiriz; sonra sizi bir bebek olarak d›şar› ç›kar›r›z. Sonra güçlü çağ›n›za ulaşman›z için [sizi büyütürüz]. ‹çinizden kimi vefât eder, yine içinizden kimi de ömrün en verimsiz çağ›na kadar götürülür; tâ ki her şeyi bilen bir kimse oldukdan sonra bir şey bilmez hâle gelsin. Sen, yeryüzünü de kupkuru ve ölü bir
hâlde görürsün; fekat biz, üzerine yağmur indirdiğimizde o, k›p›rdan›r, kabar›r ve her çeşidden iç aç›c› bitkiler verir.) ve (Çünki; Allah, hakk›n tâ kendisidir. O, ölüleri diriltir; yine O, her şeye hakk›yla kâdirdir).
Kur’ân-› kerîmde buna benzer âyet-i kerîmeler çokdur. Bunun üzerine ziyâde etmeğe lüzûm yokdur.
Süâl: Mütekellimînin [kelâmc›lar›n] i’timâd etdikleri, dayand›klar›
ve nas›l delâlet etdiğini aç›klad›klar› delîller de işte bunlard›r. Kelâmc›lar›n delîllerinin avâma aç›klanmas›na mâni’ olunuyor da, Kur’ân-› kerîmdeki delîllerin aç›klanmas›na mâni’ olunmamas›n›n sebebi nedir? Hâlbuki bu delîllerin her biri akl ile bulunacak, dikkatli düşünerek idrâk olunacak şeylerdir. Eğer avâma inceleme, düşünme kap›s› aç›lacaksa, şarts›z
olarak aç›ls›n veyâ nazar ve istidlâl yolu başdan kapat›ls›n, onlar da delîllere dayanmadan taklîdcilik ile mükellef tutulsun, denilirse:
Cevâb: Delîller, avâm›n gücünün d›ş›nda olan tedkîk ve tefekküre
ihtiyâc olmas›na ve aç›k olup re’y sâhibinin ilk bak›şda hemen anlamas›na göre ikiye ayr›l›r. Bütün insanlar aç›k olan delîlleri kolayca anlarlar ve
bunlarda tehlüke yokdur. Tedkîke ihtiyâc› olanlar ise, avâm›n kapasitesi d›ş›ndad›r. Kur’ân-› kerîmdeki delîller g›dâ gibidir. Bu delîllerden herkes fâidelenir. Mütekellimînin [kelâmc›lar›n] delîlleri ise, ilâc gibidir. Ba’z›
insanlar fâide görür, çoğunluğu zarar görür. Dahâ doğrusu Kur’ân-› kerîmin delîlleri su gibi olup, süt çocuğu da, kuvvetli insanlar da fâidelenir.
Diğer delîller ise, kuvvetli kimselere ba’zan fâide veren yemek gibidir. Bununla ba’z› insanlar hastalanabilirler. Bu yemekden süt çocuklar› hiç fâidelenemezler. Bunun için diyoruz ki, Kur’ân-› kerîmin delîllerini, sâdece
aç›k kelâm gibi dinlemeli, sathî olarak münâzara müstesnâ, tart›şmaya girmemeli, incelemeye, araşd›rma yapmağa lüzûm görmemelidir.
Herkes taraf›ndan aç›kca bilinmekdedir ki, bir şeyi ilk def’a yapan, onu tekrâr bir dahâ yapabilir. Nitekim Rûm sûresinin, yirmiyedinci
âyet-i kerîmesinde meâlen, (Önce mahlûkunu yarat›p, [ölümden] sonra bunu [yaratmağ›] tekrarlayan Odur ki, bu Onun için pek kolayd›r)
buyurulmakdad›r. Bir evde iki idâreci olursa düzen bozulur. Nerede kald› ki, bütün âlem iki idârecinin elinde bozulmas›n.

Yaratan yaratd›klar›n› bilir. Nitekim Mülk sûresinin, ondördüncü
âyet-i kerîmesinde meâlen, (Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp, bilmekdedir ve her işden haberdârd›r) buyurulmakdad›r.
Kur’ân-› kerîmin delîlleri avâma, her canl› şeyi yaratd›ğ› su mesâbesindedir. Ama kelâmc›lar›n delîlleri avâm›n zihninde istifhâm b›rakan,
araşd›rma gerekdiren, şübhe ve tereddüde sevk eden şeylerdir. Sonra
bunlar› hâl etmekle meşgûl olurlar. Bu da bid’atdir. Zarar›, halk›n çoğunda görülmekdedir. Sak›n›lmas› lâz›m olan bunlard›r. ‹nsanlar›n, kelâmc›-
lar›n sözleriyle zarara düşdükleri görülmekde ve tecribe ile sâbit olmakdad›r. Kelâmc›lar›n sözlerinin yay›lmad›ğ› Eshâb-› kirâm asr› olan birinci asrdan sonra, kelâm san’at› yay›lmağa başlad›. Kelâmc›lar›n delîllerini ortaya koydukdan sonra şerlerin yay›lmas›, insanlar›n gördüğü zarar›n delîlidir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâb-› kirâm
“aleyhimürr›dvân” taksîmât ve tedkîkâtda, huccet bulmakda, mütekellimlerin gitdiği yoldan gitmediler. Bu âcizlikden değildi. Bu yol fâideli bir yol
olsa idi, bu mevzu’ üzerinde ferâiz mes’elelerinden dahâ çok durup,
delîller kayd ederlerdi.
Süâl: Eshâb-› kirâm zemân›nda böyle bir ilme ihtiyâc az olduğundan, bu ilmle meşgûl olmakdan kendilerini al›koydular. Çünki bid’atler,
onlardan sonra zuhûr edince, sonra gelen âlimlerde bu ihtiyâc büyüdü.
Kelâm ilmi bid’at hastalar›na mahsûs bir ilâcd›r. Eshâb-› kirâm zemân›nda bid’at hastal›ğ› az olduğundan, bu ilâc› bulmakda Eshâb-› kirâm›n yard›mlar› az olmuşdur.
Cevâb: ‹ki cihetden cevâb verilir.
Birincisi, ferâiz [mîrâs taksîmi] mes’elelerinde, sâdece vâki’ olan mîrâs hükmlerini aç›klamakla kalmay›p, dünyâ durdukca ihtiyâc duyulacak,
vâki’ olabilecek bütün mes’eleleri vaz’ edip, çözümler getirdiler. ‹leride
vâki’ olmas› mümkin olan mes’eleleri vâki’ olmadan önce tasnîf ve tertîb etdiler. Bu mes’elelere dalmakda zarar olmad›ğ›n› ve hâdiselerin
meydâna gelmesinden önce hükmünü beyân etmekde bir zarar olmad›-
ğ›n› gördüler. Bid’atlerin yok edilmesine gayret göstermek ve nefslerden
silmek dahâ önemlidir. Kelâm ilmini kendilerine san’at edinmediler. Çünki ona dalmakla gelecek zarar, fâidesinden dahâ çokdur. Eğer onlar bu
ilmden sak›nd›rmasalard›, ona dalman›n yasak olduğunu anlatmasalard›, onlardan sonra gelenlerden bu işe dalanlar çok olurdu.
‹kinci cevâb: Eshâb-› kirâm›n, yehûdî ve h›ristiyanlara karş›, Muhammed aleyhisselâm›n Peygamberliğinin isbât›nda ve öldükden sonra
dirilmenin isbât›nda, inkâr edenlere karş› delîl getirmeğe ihtiyâclar› vard›. Akâidin temel kâideleri olan Kur’ân-› kerîmin delîlleri üzerine bir kâide
ziyâde etmediler. Bunlarla iknâ’ olan› kabûl etdiler, iknâ’ olmayanlar›
Kur’ân-› kerîmin delîllerinin yay›lmas›ndan sonra, k›l›ç ve m›zrak ile adâleti sağlad›lar.

Aklî mikyâslar›n vaz’›nda ve mukaddimelerin tertîbinde mücâdele
yollar›n›n kayd edilmesi ve o yollar›n ve programlar›n aş›lmas›nda tehlükeye girmediler. Bunlar›n hepsinin fitne eseri ve kar›ş›kl›k kaynağ› olduğunu bildikleri için, Kur’ân-› kerîmin delîlleriyle iknâ’ olmayanlar, ancak
k›l›ç ve m›zrak ile iknâ’ edilebilir, dediler. Allahü teâlân›n beyân›ndan
sonra beyân m› olur? Biz insâf ederek, hastal›ğ›n artmas› ile ilâca ihtiyâc›n da artacağ›n› inkâr etmiyoruz. Asr-› se’âdetden sonra uzun y›llar
geçmiş olmas›n›n, problemlerin meydâna gelmesinde te’sîri vard›r diyoruz.
Tedâvî için iki yol vard›r:
Birinci yol: Delîl ve aç›klamalara dalmakd›r. Bu yolla bir kişi ›slâh
olurken, iki kişi de ifsâd olur. Islâh olanlar akll› kimselerdir. ‹fsâd olan da
eblehler, ahmaklard›r. Zekî, akll› kimselerin az, ahmaklar›n çok olduğu
meydândad›r. Bunun için çok olanlara yard›m etmek evlâd›r.
‹kinci yol: Selef-i sâlihînin yoludur. ‹’tikâda âid ince ve müteşâbih
mes’elelerde sükût etmek, yorum yapmakdan el çekmek ve gerekdiğinde k›rbac, sopa ve k›l›ca başvurmakd›r. Buna az kimse kâni’ olmasa da
çoğunluk bu yol ile iknâ’ olur. Bu yol ile iknâ’ olman›n alâmeti şudur: Savaşlarda kâfir köle veyâ câriye esîr al›n›nca, k›l›ç gölgesi alt›nda müslimân
olduklar› görülmekdedir. Başda kerîh gördükleri bu teslîmiyyet hâli, zemânla, istiyerek kabûl etme hâlini al›r. Başlang›çda şek, şübhe ve riyâ ile
kabûl eder göründükleri müslimânl›klar›, mütedeyyin kimseleri görerek,
onlarla ünsiyet kurarak, Allahü teâlân›n kelâm›n› işiterek, sâlihlerin yüzünü görerek ve haberlerini duyarak, kat’î i’tikâd hâlini al›r. Onlar›n tabî’atlerine uygun bu cins münâsebetler, mücâdele ederek, delîl getirerek
yap›lan münâsebetden dahâ te’sîrlidir. ‹ki ilâcdan biri, bir kavme münâsib, diğer kavme münâsib değil ise, say›s› çok olan kavme en fâidelisinin tercîh edilmesi vâcib olur.
Kullar›n›n s›rlar›na vâk›f, bât›nlar›n› en doğru ve en sâlih şeklde
kat’î olarak bilen, habîr ve basîr olan Allahü teâlâ taraf›ndan kendisine vahy
olunan, keşfler verilen, Rüh-ül kuds [Cebrâîl aleyhisselâm] ile kuvvetlendirilmiş, kalblerin birinci tabîbi olan Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve
sellem” mu’âs›rlar›n›n yolunda yürümek, muhakkak ki en evlâd›r.
YED‹NC‹ VAZÎFE: TESLÎM
Ma’rifet ehline ve aç›klamalar›na teslîm olmakd›r. Avâm›n, müteşâbih sözlerin iç ve d›ş ma’nâlar›n›n kendisine kapal›, dürülmüş olduğuna
inanmas› vâcibdir. Ancak bu ma’nâlar›n Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem”, Ebû Bekr-i S›ddîkdan, Eshâb-› kirâm›n “aleyhimürr›dvân”
büyüklerinden, velîlerden ve râsih ilmli âlimlerden gizli kalmad›ğ›na inanmas› lâz›md›r. Bunun sebebi, avâm›n kendi âcizliği ve ma’rifetinde kusûrlu olmas›d›r. Kendisini başkas› ile k›yâs etmesi uygun değildir. Melekler
demircilerle k›yâs edilmez. Kocakar›lar›n ç›k›nlar›nda bulunmayan şeylerin, Pâdişâhlar›n hazînelerinde de olmamas› lâz›m gelmez. Ma’denler, alt›n, gümüş ve diğer cevherler olarak farkl› farkl› olduklar› gibi, insanlar da
farkl› farkl› yarat›lm›şlard›r. Şekl, renk, özellik, nefâset bak›m›ndan alt›n
ve gümüş ile diğer ma’denlerin aras›nda büyük farkl›l›k vard›r. ‹nsanlar›n
kalbleri de bunun gibi, ma’rifet cevherlerinin ma’denidir. Bir k›sm› nübüvvet, vilâyet, ilm, ma’rifetullah ma’denidir. Bir k›sm› da hayvânî şehvetler
ve şeytânî ahlâklar ma’denidir. Hattâ insanlar farkl› meslek ve san’at dallar›nda çal›şmalar›na rağmen, birisinin gösterdiği el becerisi ve san’at›ndaki mahâretini bir başkas›, ömrünü o işi öğrenmeğe ve yapmağa harcasa bile, mâhir olan›n, değil san’at›ndaki ustal›k hâline, başlang›c›ndaki durumuna bile ulaşamaz.
(Ma’rifetullah), Allahü teâlây› tan›mak konusunda da insanlar birbirinden farkl›d›r. Bunu bir misâl ile aç›klayal›m: Bir k›sm insanlar korkak
ve âciz olup, denizin dalgalar›n›n çarp›şmalar›na k›y›dan bile bakamazlar. Bir k›sm› da bunu yapar ama, denizin ayakda durabileceği s›ğ yerlerine bile giremezler. Bir k›sm› da s›ğ yerde durur ama, yüzmesine güvenmediği için, ayağ›n› yerden kesmeği göze alamaz. Bir k›sm› da yüzmeyi
bilmesine rağmen k›y›ya yak›n yerlerde yüzüp, tehlikeli ve boğulma ihtimâli olan yerlere aç›lamaz. Bir k›sm› tehlikeli yerlere aç›labildiği hâlde, denizin dibindeki k›ymetli şeyleri ve cevherleri almak için denize dalamaz.
Ma’rifet denizi ve insanlar›n bu ma’rifet denizine girmedeki farkl›l›klar› da
aynen bu misâldeki gibidir.
Süâl: Ârifler, Allahü teâlây› mükemmel şeklde tan›y›p, kendilerine
gizli bir nokta kalmamak sûretiyle ihâta edebilirler mi, denilirse:
Cevâb: Hây›r, buna imkân yokdur. Biz bunu kat’î delîllerle (El maksad-ul aksâ fî meânî esmâ-illâhil hüsnâ) ismli kitâb›m›zda aç›klam›şd›k
ki, Allahü teâlân›n zât ve s›fatlar›n›n künhünü, hakîkatini, mahlûkât›n ma’rifetleri ne kadar geniş ve ilmleri ne kadar derin ve çok olursa olsun, bilemezler, ancak kendisi bilir. Mahlûkât›n bu ilmi, Allahü teâlân›n ilmi yan›nda pek
azd›r. Nitekim ‹srâ sûresi, seksenbeşinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Size
ancak az bir ilm verilmişdir) buyurulmakdad›r. Fekat bilinmesi gerekir ki,
Allahü teâlâ, varl›kda olan herşeyi kaplam›şd›r. Zîrâ varl›kda olan Allahü teâlâ ve Onun fi’lleridir. Her şey Allahü teâlân›n huzûrundad›r. Nitekim bir ordugâhda en yüksek kumândan›ndan en küçük rütbelisi bekçi ve nöbetciye kadar hepsi, sultân›n ma’iyyetinde ve emre hâz›r durumdad›rlar.
‹lâhî huzûrun anlaş›labilmesi için, sultânl›k dîvân›n› misâl veriyorum.
Nas›l ki, sultân›n, ülkesinde bir serây› ve bu serây›n avlusunda geniş bir
meydân› ve o meydân›n bir atabesi [umûmî girişi] vard›r. Sultân›n teba’as›
burada toplan›r. Dahâ ileri gidemezler ve meydân›n diğer taraflar›na geçemezler. Sonra ülkenin havâss›na, atabeyi geçme ve meydâna girip, pâdişâha yak›nl›k ve uzakl›ğ›n derecelerine göre makâmlar›na uygun yerlerde oturma ve gezme izni verilir. Sultân›n husûsî serây›na ancak vezîr
girebilir. Sultân o vezîre memleketin gizli işlerinden istediğini anlat›r.

Kendisinde kalmas›n› uygun gördüğü bilgileri vezîre vermez.
Bu misâlden, kullar›n, Allahü teâlân›n dîvân›nda yak›nl›k ve uzakl›kda farkl› derecelerde olduklar› anlaş›lmakdad›r. Meydân›n sonundaki
atabe [umûmî giriş] denilen yer, bütün avâm›n duracağ› yerdir. Buray› geçmeğe izn yokdur. S›n›r› geçenler azarlan›r ve men’ olunurlar.
Ârifler ise, atabeyi geçip, meydâna girerler. Bunlar her ne kadar atabede bulunan avâmdan mevki’ olarak ileride iseler de, uzakl›k ve yak›nl›k derecelerine göre farkl› mevki’leri olup, farkl› sâhalarda dolaş›rlar.
Fekat kudsî makâm-› ilâhî, âriflerin erişemiyeceği ve bakan›n gözlerinin ulaşam›yacağ› derecede yüksekdir. Hattâ küçük büyük o yüksek
makâma hiç kimse bir an bile bakamaz. Ancak hayret ve dehşetden
göz hiç bir şey görmeden, âciz ve bitkin olarak bakmağ› b›rak›r ve kapan›r.
‹şte avâma vâcib olan, etrâfl› ve mufassal şeklde ihâta edemiyeceği ma’rifetullah›, Rabbânî huzûru, dîvân misâli ile bu kadarc›k olsun bilmek ve k›saca îmân etmekdir.
Hülâsâ, bana sormuş olduğun müteşâbih haberler hakk›nda avâm›n yapacağ› yedi vazîfe, buraya kadar anlatd›klar›m›zd›r. Bunlar da selef mezhebinin hakîkatidir.
Şimdi de bu selef mezhebinin hak olduğunu gösteren delîlleri getirelim.
‹K‹NC‹ BÖLÜM
SELEF ‹’T‹KÂDININ ‹SBÂTI:
Selef mezhebinin hak olmas› husûsunda aklî ve naklî olmak üzere
iki dürlü delîl vard›r.
A– AKLÎ DELÎL:
Bu da iki nev’dir. ‹cmâlî ve tafsîlî.
a) ‹cmâlî delîl: Her selîm akl sâhibinin kabûl etdiği üzere, selef mezhebinin hak olmas› dört esâs üzere meydâna ç›kar.
Birinci esâs: Âh›retde kullar›n en iyi âk›bete erişmeleri için hâllerinin ›slâh›n› en iyi bilen Resûlullahd›r “sallallahü aleyhi ve sellem”. Çünki âh›retde fâide ve zarar verecek şeyleri, tabîbin bildiği gibi tecribe ile bilmeğe imkân yokdur. Zîrâ tecribî ilmler, tekrâr tekrâr gözlenerek kazan›-
l›r. Âh›retden dünyâya kim ç›k›p geldi de, o âlemde gördüğü ve anlad›ğ›
fâideli ve zararl› şeyleri bize haber verdi? Bunlar akl ile anlaş›lamaz.
Çünki akllar, âh›ret âlemini idrâkden âcizdir. Akll› olanlar›n hepsi, akl›n,
öldükden sonras› için yol gösteremediğini, günâhlar›n nas›l bir zarar, tâ’atlerin ne şeklde fâide vereceğini anl›yamad›ğ›n›, bilhâssa şerî’atlerde vârid olan s›n›rl› ve tafsîlâtl› haberleri anl›yamad›ğ›n›, i’tirâf etmişlerdir. Aklî
sebeblerle bilinmesi mümkin olmayan hâdiseleri, mâzîde ve istikbâlde olacak gaybî işleri, ancak akl›n ötesindeki bir kuvvet olan nübüvvet nûru ile
idrâk olunduğunu bütün akl sâhibleri ikrâr etmişlerdir.
Bizden önce geçmiş olan ümmetler ve hikmet sâhibleri bunda
müttefikdirler. Nerede kald› ki, ilmlerini nübüvvet nûrundan alan ve bu kaynakdan başka her kaynağ› kusûrlu gören velî ve râsih ilmli âlimler ikrâr etmesin.
‹kinci esâs: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” kullar›n dünyâda ve âh›retdeki salâh› için kendisine vahy olunan her şeyi bildirmiş, hiç
birini saklamam›ş, halkdan gizli, kapal› b›rakmam›şd›r. Çünki kendisi
bunun için gönderilmiş ve bunun için âlemlere rahmet olmuşdur. Halka
teblîgde hiçbir töhmet alt›nda kalmam›şd›r. Hâl ve hayât›n›n bütün karîneleri bu hakîkati bildirmekde ve insanda zarûrî bir bilgi hâs›l etmekdedir. Bu karîneler:
1– Halk›n ahvâlini ›slâha olan h›rs›,
2– Halk› dünyâ ve âh›ret se’âdetine irşâd etmekdeki aşk›,
3– Halk› Cennete ve Allahü teâlân›n r›zâs›na yaklaşd›ran şeylerden
hiç birini terk etmeden, onlara yol göstermesi, bunlar› emr etmesi ve teşvîkde bulunmas›,
4– Cehenneme götürecek ve Allahü teâlân›n gadab›na sebeb olacak şeylerden sak›nd›rmas› ve onlar› bu işleri yapmakdan nehy etmesidir.
Bütün bunlara ilm ve amelde riâyet edilir.
Üçüncü esâs: Resûlullah›n “sallallahü aleyhi ve sellem” sözlerini en
iyi anlayan, hakîkatine ve inceliklerine en iyi vâk›f olan, içindeki s›rlar› en
iyi idrâk eden, vahyi ve tenzîli müşâhede eden, muâs›r› olan, sohbetinde bulunan, hattâ gece-gündüz ondan ayr›lmayan, sözlerinin ma’nâlar›-
n› anlamak, o sözlerle amel etmek ve kendilerinden sonrakilere nakl etmek için ve sözlerini dinlemek, anlamak, h›fz etmek ve yaymak için kollar›n› s›vayan Eshâb-› kirâmd›r. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb›n›, sözlerini dinlemeğe, anlamağa, ezberleyip yaymağa teşvîk etmişdir. Bu husûsda, (Benim sözümü işitip kavrayan, işitdiği gibi edâ
eden kimseyi Allahü teâlâ ni’metlendirsin) buyurmuşdur.
Resûlullah›n “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb›ndan dînin emrlerini gizlemekle ithâm eden birinin olduğunu bir bilseydim. Hâşâ! Nübüvvet makâm› bundan münezzehdir. Veyâ Eshâb-› kirâm Resûlullah›n
kelâm›n› anlamamakla ve maksad›n› idrâk etmemekle ithâm olunur mu?
Ve anlad›kdan sonra onu gizlemekle ve s›r olarak tutmakla ithâm olunur
mu? Veyâ onlar, Resûlullah›n emr ve nehylerini anlay›p, mükellef olduklar›n› bildikleri hâlde, kibr sebebiyle Ona muhâlefet ve amel yönünden Resûlullaha inâd etmekle ithâm olunurlar m›? Bu ithâmlar akll› bir kimsenin akl›n›n alamayacağ› şeylerdir.
Dördüncü esâs: Eshâb-› kirâm “aleyhimürr›dvân” kendi zemânlar›nda, ömrlerinin sonuna kadar halk› bu gibi işlerde [müteşâbih sözlerde]
araşd›rma, inceleme yapmağa, te’vîle, tefsîre kalk›şmalar›na izn vermediler. Hattâ bu mevzu’lara dalanlar›, bu gibi şeylerden süâl soranlar›, dahâ sonra anlat›r›m diyenleri azarlam›şlard›r.
Eshâb-› kirâm, müteşâbih sözler hakk›nda konuşmağ›, araşd›rmağ›, dînî hükmlerin anlaş›lmas›nda yard›mc› olacağ›n› düşünselerdi, elbette gece-gündüz kendilerini bu işe verirlerdi. Âilelerini, çocuklar›n› da
teşvîk ederlerdi. Bu mevzu’daki esâslar› te’sîs edip, kanûnlar›n› aç›klamak için, ferâiz ve mîrâs taksîmi ile alâkal› konularda koyduklar› kâidelerin hâz›rlanmas›nda kollar› s›ğad›klar›ndan dahâ fazla kollar›n› s›ğarlar,
ya’nî çok çal›ş›rlard›.
Kesin olarak bilmeliyiz ki, bu dört esâsdan anlaş›ld›ğ› üzere, hak
olan, Eshâb-› kirâm ve tâbi’înin “rad›yallahü anhüm ecma’în” dedikleri,
doğru olan yine onlar›n görüş ve fikrleridir. Özellikle Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” onlar› medh etmekdedir:
(‹nsanlar›n en hayrl›s› benim zemân›mda bulunanlard›r. Sonra
bunlar›n arkas›ndan gelenler, sonra bunlar›n arkas›ndan gelenlerdir)
ve (Ümmetim yetmiş küsûr f›rkaya ayr›lacakd›r. ‹çlerinden biri kurtulacakd›r) buyurmuşdur. Onlar kimlerdir? diye sorduklar›nda, (Ehl-i
sünnet vel-cemâ’at) buyurmuşlard›r. Ehl-i sünnet ve cemâ’at nedir, diye sorduklar›nda, (Şimdi Benim ve Eshâb›m›n yolunda olanlard›r) buyurmuşlard›r.
b) Tafsîlî Delîl: Dahâ önce, hak olan selefin mezhebidir demişdik.
Müteşâbih haberlerin zâhirî ma’nâlar›nda avâm› yedi vazîfe ile vazîfelendiren selef mezhebidir. Her vazîfenin hak olduğuna delîl olan burhân›n›
da birlikde zikr etmişdik.
Keşki bilseydim muhalefet eden [bu yedi sözden] hangi sözümüze
muhâlefet ediyor?
Avâm›n üzerine vâcib olan, Allahü teâlây› teşbîhden ve cismlere benzetmekden münezzeh k›lmakd›r şeklinde olan birinci sözümüze mi?
Veyâ avâm üzerine vâcib olan, Peygamber efendimizin murâd etdiği ma’nâda kavl-i şerîflerine îmân edip, tasdîk etmekdir şeklindeki
ikinci sözümüze mi?
Veyâ avâm üzerine vâcib olan, müteşâbih ma’nâlar›n hakîkatini
idrâkden aczini i’tirâf etmekdir şeklindeki üçüncü sözümüze mi?
Veyâ avâm üzerine vâcib olan, müteşâbihât hakk›nda süâl sormakdan ve tâkatinin ötesinde olan şeylere dalmamakd›r şeklindeki dördüncü sözümüze mi?

Veyâ avâm üzerine vâcib olan, zâhirî ma’nâlar›, ziyâde, noksan, cem’
ve tefrîk yaparak değişdirmekden dilini tutmakd›r, şeklindeki beşinci
sözümüze mi?
Veyâ avâm üzerine vâcib olan, kalbini Allahü teâlân›n zikrinden ve
aczi ile birlikde Allahü teâlây› düşünmekden geri durmakd›r, çekinmekdir şeklindeki alt›nc› sözümüze mi? Zîrâ onlara, “Hâl›k› değil, mahlûklar› düşününüz” denilmişdi.
Veyâ avâm üzerine vâcib olan, Peygamberler, velîler, râsih ilmli âlimler gibi ma’rifet ehline teslîm olmakd›r, şeklindeki yedinci sözümüze mi?
Bunlar öyle işlerdir ki, beyânlar› burhânlar›d›r. Hiç bir temyîz ehli onu
inkâr edemez. Nerede kald› ki, âlimler ve akl sâhibleri onu inkâr etsinler.
Çünki bunlar aklî delîllerdir.
B– NAKLÎ BURHÂNLAR:
Selef mezhebinin hak olduğu delîller ile sâbitdir. Bunun aksi bid’atdir. Bid’at de kötülenmişdir, sap›kl›kd›r. Avâm›n te’vîli ve âlimlerin avâm
ile birlikde te’vîle dalmalar› çirkin bid’atdir ve sap›kl›kd›r. Bid’atin tersi
ya’nî te’vîl yapmakdan çekinmek (keff) de medh edilmiş bir sünnetdir.
(Sünnet-i mahmûdedir)
Burada üç esâs vard›r:
1– Müteşâbih haberlerin ma’nâ ve hakîkat›n› araşd›rmak, soruşdurmak bid’atdir.
2– Her bid’at mezmûmdur, çirkindir.
3– Bid’at kötü ise, tersi, eskiden beri yerleşmiş, beğenilen sünnetdir.
Bu üç esâsdan herhangi bir şey hakk›nda tart›şmak, münâkaşa etmek mümkin değildir. Bunun kabûlü, selef mezhebinin hak olduğunu gösterir.
Süâl: Bid’ati çirkin kabûl etmeyen veyâ araşd›rma ve soruşdurmay› bid’at kabûl etmeyen kimseye nas›l cevâb verirsiniz? Yukar›daki esâslardan üçüncüsü, aç›k olduğu için, tart›şma yap›lmaz ise de, birinci ve ikinci esâslarda münâkaşa mümkindir.
Cevâb: Bid’atin çirkin olduğu hakk›ndaki birinci esâs üzerine delîl, bütün ümmetin bid’atin kötü olduğunda, bid’at sâhibini zecr etmekde ve
bid’at sâhibi olarak tan›nan kimseyi ayblamakda müttefik olmalar›d›r. Bu,
şerî’atde, zanna mahâl olmadan, zarûrî olarak bilinmekdedir. Resûlullah›n
“sallallahü aleyhi ve sellem” bid’ati kötülemesi, tevâtür ile bildirilmişdir. Bu
haberler her ne kadar ayr› ayr› tek baş›na bir şahsa isnâd olunsa da, toplam› i’tibâr› ile insanda kat’î bir kanâ’at hâs›l edecek kuvvetdedir.
Meselâ, hazret-i Alînin “rad›yallahü anh” şecâ’ati, Hâtem-i tâînin cömerdliği, Resûlullah›n Âişe vâlidemizi sevmesi ve bunun benzerleri bir kişinin haber vermesiyledir. Ancak bunlar›n tek baş›na verdiği haberler, tevâtür hükmüne dâhil olmasa da, çoklukda bir dereceye ulaşd› ki, nakl
edenlerin hiç birine yalan isnâd› mümkin değildir. Bu haberlerin bir araya getirilmesi hâlinde kat’î bir bilgi ifâde eder.
Böyle hadîs-i şerîflere bir kaç misâl verelim:
1– (Benden sonra benim ve râşid halîfelerimin yolunda gidiniz.
Bu yolu az› dişlerinizle bir şeyi tutar gibi tutunuz. Sonradan ç›kar›lm›ş şeylerden uzak kal›n›z. Çünki sonradan ihdâs edilen her şey
bid’atdir. Her bid’at dalâletdir. Dalâlete düşen de Cehennemdedir).
2– (Bana ve Eshâb›ma uyunuz! Bid’at ç›karmay›n›z. Sizden öncekiler dinde bid’at ihdâs etdikleri, Peygamberlerinin sünnetlerini terk
edip, kendi görüşlerine uyduklar› için helâk olmuşlard›r. Bu sebeble hem kendileri doğru yoldan sapm›şlar, hem de başkalar›n› sapd›rm›şlard›r).
3– (Bir bid’at sâhibinin ölümü ile islâma feth [kap›s›] aç›l›r).
4– (Bid’at sâhibine sayg› gösteren, islâm dînini y›kmağa yard›m
etmiş olur).
5– (Allah r›zâs› için bir bid’at sâhibinden yüz çevirenin kalbini
Allahü teâlâ emniyyet ve îmân ile doldurur. Bir bid’at sâhibini azarlayan› Allahü teâlâ yüz derece yükseltir. Bir bid’at sâhibine selâm veren, onu güler yüzle karş›layan, Muhammed aleyhissalâtü vesselâma
nâzil olan› küçümsemiş olur).
6– (Allahü teâlâ bid’at sâhibinin orucunu, nemâz›n›, zekât›n›,
hacc›n›, umresini, cihâd›n›, sarf ve adlini kabûl etmez. Okun yaydan
ç›kd›ğ› ve k›l›n hamurdan ç›kd›ğ› gibi, kolayca islâmdan ç›kar).
Bu ve benzeri çok say›da hadîs-i şerîf, bid’atin kötü olduğuna zarûrî bir ilm hâs›l eder.
Süâl: Bid’atin kötü olduğunu bu aç›klamalarla kabûl etdik. Fekat ikinci esâsda bildirilen, “her bid’at kötüdür” sözüne delîl nedir? Çünki bid’at,
sonradan ortaya ç›kan her şeyden ibâretdir. O hâlde imâm-› Şâfi’î “rad›-
yallahü anh” niçin “Terâvîhi cemâ’atle k›lmak bid’atdir, ama bid’at-i hasenedir” demişdir?
Fakîhlerin, f›kh›n teferruât›na dalmalar› ve teferruât hakk›nda münâzara yapmalar›, ayr›ca mücâdele ve ilzâm fenninden olan nakz, kesr,
va’z ve terkîbin fesâd› ve benzerlerini ortaya ç›karmalar›, bütün bunlar
bid’at değil midir? Sahâbe-i kirâmdan bunun gibi şeyler bildirilmemişdir.
Bunlar, çirkin bid’atlerin sünnet-i me’sûreyi kald›rmad›ğ›na delîldir. Elbette bunlar›n sâbit olan sünneti kald›rd›ğ›n› kabûl etmeyiz, ama bunlar
sonradan ihdâs edilmişler, ortaya ç›kar›lm›şlard›r.

Eshâb-› kirâm ve tâbi’în gibi bu ümmetin evvel gelenleri, ya dâha
mühim işlerle meşgûl olduklar›ndan veyâ birinci asrda kalbleri şek ve tereddüdlerden selâmetde olup, ihtiyâc duymad›klar›ndan, sonradan ihdâs
edilen bu konulara dalmad›lar. Sonradan ortaya ç›kan şahsî görüş ve
bid’atleri iptâl etmek, bu da’vâda olanlar› susdurmak için, sonra gelen
âlimler bu konuya dalma ihtiyâc› duymuşlard›r.
Cevâb: Mezmûm olan bid’atin kadîm olan bir sünneti kald›rmad›-
ğ›na dâir söyledikleriniz doğrudur. Fekat, sonradan ç›kar›lanlar, Resûlullah sünnetinden ve Eshâb›n tutduklar› yoldan farkl› olduklar› için bid’atdir. Zîrâ Eshâb-› kirâm›n sünneti bu konulara dalmağa mâni’ olmak, süâl soran› azarlamak ve bu mes’elelerden süâl kap›s›n› açan› şiddetle
te’dîb ve men’ etmekdi. Avâm›, aralar›nda şâyi’ ve mütevâtir olmayan şeylerde, müşkillere düşürmekden çekinirlerdi.
Tâbi’înden eser nakl edenlerce, Sahâbeden tevâtür ile nakl edilen
münferid haberler s›hhat bulmuşdur. Selefin hâl ve hareketleri, şek ve
şübhenin yol bulmad›ğ› delîllerdir. Nitekim onlar›n ferâiz mes’elelerine
dalmalar›, f›khî vak’alar hakk›ndaki meşveretleri, tevâtür hâlini alm›şd›r. Şübhenin yol bulmad›ğ› münferid haberlerin toplanmas›yla bir ilm hâs›l oldu.
Nitekim hazret-i Ömer “rad›yallahü anh” iki müteşâbih âyetin ma’nâs›n› soran bir kimseye kamç›s›n› kald›rm›şd›r. Yine hazret-i Ömer “rad›yallahü anh”
halîfe iken, “Kur’ân-› kerîm mahlûk mudur, değil midir” diye soran bir kimseyi, teaccüb ederek elinden tutup, ilm kap›s› olan hazret-i Alîye “rad›yallahü anh” götürdü ve yâ Ebel Hasen! Dinle bak! Bu adam ne diyor, dedi.
Hazret-i Alî, ne diyor, ey Emîr-el-mü’minîn! dedi. Adam, kendisine
Kur’ân-› kerîmin mahlûk olup olmad›ğ›n› sordum, dedi. Hazret-i Alînin “rad›yallahü anh” bu soruya çok can› s›k›ld›. Baş›n› eğdi, düşünceye dald›.
Sonra baş›n› kald›rd› ve:
— Âh›r zemânda bu sözden çok konuşulacakd›r. Eğer ben senin gibi bunun vâlîsi olmuş olsayd›m, elbette boynunu vururdum, dedi.
Bu hâdiseyi Ahmed bin Hanbel “rahimehullah” Ebû Hüreyreden
“rad›yallahü anh” rivâyet etmişdir. Bu söz, hazret-i Alînin, hazret-i Ömer
ve Ebû Hüreyrenin “rad›yallahü anhüm” yan›nda iken söylediği sözdür. Bu
süâle ne hazret-i Ömer, ne hazret-i Alî ve ne de bu haberin ulaşd›ğ› her
hangi bir Sahâbî hiç bir cevâb vermemişlerdir. Hazret-i Alî “rad›yallahü anh”
bu süâlin dînî bir mes’ele ve Allahü teâlân›n kelâm›ndaki hükmleri öğrenmek, bilmek olmad›ğ›n› anlam›şd›r. Süâli soran›n, emr ve yasaklara âid
hükmlerin delîlleri ondan al›nan, Resûl aleyhisselâm›n s›dk›na delâlet
eden mu’cize olan Kur’ân-› kerîmin s›fat›n› bilmeği istemediğini bilmişdir.
Bu süâli sorana Alî “rad›yallahü anh” bu kadar şiddet gösterdiğini aç›kl›yal›m:
Hazret-i Alînin “rad›yallahü anh” firâsetine, ileri görüşlü olmas›na bir
bak ki, bu süâlin ileride fitneye yol açacağ›n› önceden anlad›. Kur’ân-› kerîmin mahlûk olup olmama mes’elesinin fitne zemân› olan âh›r zemânda yay›lacağ›n›, Resûlullah›n “sallallahü aleyhi ve sellem” işâret buyurmalar›ndan anlam›şd›. Bunun için, hazret-i Alî “rad›yallahü anh”, “Ben vâlî olsayd›m onun boynunu vururdum” şeklinde şiddetli bir ifâde kullanm›şd›r.
Vahye ve Kur’ân-› kerîmin indirilişine şâhid olup, dînin s›rlar›na ve hakîkatine muttali’ olan ve haklar›nda Resûlullah›n “sallallahü aleyhi ve sellem”,
(Ben Peygamber olarak gönderilmemiş olsayd›m, Ömer Peygamber olarak gönderilirdi) ve (Ben ilmin şehriyim, Alî kap›s›d›r) buyurduğu zâtlar
bu gibi süâl soranlar› azarlad›. Sonra gelen kelâm ve mücâdele düşkünleri, haklar›nda (Uhud dağ› kadar alt›n sadaka verseler de, onlardan birinin bir müd sadaka sevâb›na, hattâ yar›s›na ulaşamazlar) buyurulan Eshâb-› kirâm›n, “Hak ve doğru olan, böyle süâlleri kabûl edip gerekli cevâb› vermeleri ve münâkaşa kap›s›n› açmalar› gerekirdi. Soran hakl› idi. Hazret-i Ömer ve Alî “rad›yallahü anhümâ” bât›l üzere idiler” demekdedirler.
Heyhât, demircileri meleklerle k›yâsa kalk›şan, kelâm ve mücâdele
düşkünlerini hulefâ-i râşidîne ve selef-i sâlihîne tercîh edenler, tahsîlden [ilmden] ne kadar uzak, dinden ne kadar mahrûm kimselerdir. Böylece bu
bid’atin, selefin sünnetine muhâlif olduğu kat’î olarak ortaya ç›kmakdad›r.
Fakîhlerin f›kh›n teferru’ât› ve tafsilât›na dalmalar› gibi değildir. Bu konuya dalanlar› men’ etdikleri görülmemişdir. Hattâ ferâiz mes’eleleri üzerinde dikkatle durmuşlard›r. F›kh›n derinliklerine dalman›n câiz olduğunu anlad›k. Fekat mücâdele ilmindeki bid’atler tahsîl ehli yan›nda kötü bid’atdir.
Bunun kötülüğünü (‹hyâ-ül ülûm) kitâb›m›z›n (akâid) k›sm›nda bildirdik.
Sonra gelen âlimlerin münâzara ve münâkaşalar›ndan maksad,
şer’i şerîfin kaynaklar›ndan araşd›r›p almağa yard›m ise ve ahkâm› bilmek,
anlamak ise, bu selefin sünnetine uygundur. Zîrâ onlar ferâiz ile alâkal› dede mes’elesinde; ana, zevc ve baban›n mîrâs›nda ve benzeri f›kh mes’elelerinde meşveret ve münâzara etdikleri nakl edilmişdir. [Dede ile ana-baba bir veyâ baba bir kardeşin bir arada olmas› hâlinde hisseleri nass olarak aç›klanmam›şd›r. Hattâ ‹bni Mes’ûd “rad›yallahü anh”, “Müşkillerinizi bizden sorun, fekat dede mes’elesini sormay›n buyurmuşdur. Ömer bin
Hattâb “rad›yallahü anh”, “Dede ile kardeşin bir arada olmas› hâlinde, mîrâs için hükm vermekde en cesûr olan›n›z, Cehenneme karş› en cesâretli
olan›n›zd›r” buyurmuşdur. Alî bin Ebî Tâlib “rad›yallahü anh”, “Cehenneme girmek kimi sevindirirse, dede ile kardeş aras›nda [mîrâs için] hükm
versin” buyurmuşdur.
Ebû Bekr, Abdüllah bin Abbâs, Abdüllah bin Ömer ve Eshâb-› kirâm›n “aleyhimürr›dvân” bir k›sm›, kardeşler, dede ile birlikde olunca, mîrâs alamaz demişlerdir. ‹mâm-› a’zam›n ictihâd› da böyledir.
Eshâb-› kirâm›n ve tâbi’înin çoğu ve hakk›nda (Ferâizi en iyi bileniniz Zeyddir) buyurulan Zeyd bin Sâbit “rad›yallahü anh” da, “Kardeşler dede ile birlikde olunca, mîrâs al›rlar. Ancak dede, mal›n üçde birinden
veyâ muhâsemeden hangisi çok ise onu al›r” buyurmuşlard›r. ‹mâm-›
Mâlik, imâm-› Şâfi’î, imâm-› Ahmed bin Hanbel ile Ebû Yûsüf ve imâm-›
Muhammedin ictihâdlar› da böyledir.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Müteşâbih sözler hakk›nda çeşidli ve fâideli beş fasl:
B‹R‹NC‹ FASL:
Süâl: Resûlullah›n “sallallahü aleyhi ve sellem” başka bir kelime kullanma imkân› var iken, murâd olunmayan başka bir ma’nây› da akla getiren (vehm etdiren) kelimeler kullanmas› nedendir?
Bu kelimelerin teşbîhe [benzetmeğe] yol açacağ›n›, halk› yanl›ş
yola götürüp, Allahü teâlân›n zât› ve s›fatlar› hakk›nda onlar› bât›l i’tikâda sevk edeceğini bilmiyor mu idi? Hâşâ, nübüvvet makâm› bu bilgilerden gizli kalamaz. Veyâ Peygamber efendimiz biliyordu da, câhillerin bilmemelerine, sap›klar›n sap›tmalar›na önem vermedi mi?
Bu ihtimâl dahâ uzak ve dahâ çirkindir. Çünki Peygamberimiz her
şeyi aç›klay›c› olarak gönderilmişdir. Gizleyici, kapal› b›rak›c› olarak gönderilmemişdir. ‹şte bu tereddüdler, kapal› ve anlaş›lmas› zor olan şeyler kalblerde müşkiller meydâna getirir, hattâ halk› ba’z› kötü i’tikâdlara çeker. Meselâ bu kötü inançl› kimseler derler ki: Eğer Peygamber olsayd›,
Allahü teâlây› hakk› ile bilir, tan›rd›. Onu tan›d›ğ› takdîrde de Onun zât ve
s›fatlar› hakk›nda, muhâl olan şeylerle vasfland›rmazd›.
Bir diğer tâife de kelimenin zâhirine, görünen ma’nâs›na meyl etdiler. “Eğer hak ve doğru olmasayd›, Peygamber efendimiz böyle söylemez,
başka ma’nâya gelmeyen kelime kullan›rd› veyâ vehmi izâle edecek karîneler kullan›rd›.”
Şimdi bu büyük müşkilin çözüm yolu nedir?
Cevâb: Bu müşkiller basîret ehli taraf›ndan çözülmüşdür. Bu bir kaç
ma’nâya gelen müteşâbih kelimeleri Peygamber efendimiz bir def’ada bir
araya toplay›p zikr etmemişdir. Bunlar› toplayan Müşebbihe f›rkas›d›r. [Hâl›k› mahlûka benzeten, sap›k i’tikâdl› bir f›rkad›r.] Bir araya getirilen toplu hâldeki, vehme ve telbîse götüren lafzlar›n fehmler üzerindeki te’sîri,
farkl› zemânlarda söylenen âhâd, tek sahâbînin bildirdiği haberlerden dahâ te’sîrli olduğunu beyân etmişdik. Ancak, Resûlullah efendimiz bu
lafzlar› bütün ömründe ve ayr› ayr› zemânlarda söylemişdir. Kur’ân-›
kerîmde ve mütevâtir haberlerde olan müteşâbih lafzlar çok az say›dad›r. Hattâ onlara sahîh haberlerdeki müteşâbih lafzlar da eklense say› yine azd›r. Ancak i’timâda şâyân olmayan şâz ve za’îf haberlerin çoğalmas›yla müteşâbih kelimeler çoğalm›şd›r. Sonra mütevâtir hadîs-i şerîfler âdil
kimseler taraf›ndan nakl edilmiş ise, bunlardaki müteşâbih lafzlar bir kaç
kelimedir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bu kelimeleri, teşbîh
uyand›rmağ› giderecek olan karîne ve işâretlerle kullanm›şd›r. Bunu,
meclis-i şerîflerinde hâz›r olup, müşâhede edenler idrâk etmişlerdir. Bu
lafzlar karînesiz nakl edilmiş olsayd›, vehm ortaya ç›kard›.
Vehm ve ihtimâllerin giderilmesinde en büyük karîne, dahâ önceden bilindiği gibi, zâhirî ma’nâlar› kabûlden, Allahü teâlây› takdîs ve tenzîh etmekdir. Her kim Allahü teâlây› tan›makda bu ma’rifete sâhib olursa, bu ma’rifet onun rûhunda en kuvvetli bir g›dâ olur. Bu ma’rifet sâyesinde, Allahü teâlân›n s›fatlar›na âid her duyduğunu Ona lây›k şeklde anlar. O ma’rifet ile hiç bir şübhe kalm›yacak şeklde vehmler giderilir.
Buna dâir beş misâl verelim:
Birinci misâl: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Kâ’beye
(Beytullah), “Allah›n evi” ad›n› vermişdir. Çocuklar ve çocuk derecesinde
olanlar, Kâ’beyi Allahü teâlân›n meskeni ve kalacak yeri olarak bilirler. Allahü teâlây› gökde bilen ve Arş üzerinde karâr k›ld›ğ›na inanan avâm, Kâ’benin Allahü teâlân›n meskeni olmad›ğ›na hiç şübhe etmeden inan›rlar.
Eğer avâma Peygamber efendimizin, Kâ’benin Allahü teâlân›n
meskeni olduğuna vehm ve hayâl etdiren (Kâ’betullah) lafz›n› söylemesinin sebebi sorulursa, hepsi birden “bu vehm ancak çocuklar ve ahmaklar hakk›ndad›r”. Kulağ›na, “Allah Arş üzerinde karâr k›lmakdad›r” diye tekrâr tekrâr gelen (Beytullah) lafz›n› duyduğunda, beytden murâd›n, meskeni ve bar›nağ› olmad›ğ›nda hiç şübhesi olmaz. Hattâ aç›k olarak bilir ki,
beytin Allahü teâlâya izâfesi, beytin şereflendirilmesi veyâ Rabbine ve sâhibine beytin muzâf olmas›, vaz’ olunduğundan başka bir ma’nâya gelmekdedir. Avâm›n, Allahü teâlân›n Arş üzerinde olduğuna i’tikâd›, kat’î ilm
ifâde eden bir karîne değil midir? Bununla Kâ’benin Allah›n evi olduğu,
ama bar›nağ› olmad›ğ› irâde edilmekdedir. Kâ’benin Allah›n evi ve bar›-
nağ› olduğu, dahâ önceden hiç bir bilgiye ve inanca sâhib olmayanlar hakk›nda düşünülür.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bu lafzlarla, takdîs ilmine vâk›f olan ve teşbîhi nefy eden, Allahü teâlây› cismden ve cismin a’râzlar›ndan tenzîh eden bir cemâ’ate ya’nî, Eshâb-› kirâma hitâb etmişlerdir. Bu
hitâbda hiç şübhe b›rakm›yacak şeklde, vehmi giderecek kat’î karîneler
vard›r. Bu kelimenin te’vîlinde ba’z›lar›n›n tereddüdde kalmalar› câiz ise
de, karîne ile murâd› ta’yîn etmek, Allahü teâlân›n celâline lây›k olacak
şeklde lafz›n ihtimâlleri cümlesindendir.
‹kinci misâl: Bir fakîhin kelâm›nda geçen (sûret) kelimesi, bir çocuğun veyâ âmînin, ya’nî avâmdan birinin yan›nda söylense, “Bu mes’elenin sûreti böyledir” veyâ “Bu hâdisenin sûreti böyledir” denilse, o çocuk
veyâ mes’elenin ma’nâs›n› bilmeyen âmî, mes’ele denilen şeyin bir sûret olduğunu ve sûretin de kendi bildiği ve çevresinde gördüğü gibi,
ağz›, burnu ve gözü olan bir şeyi hayâl eder.
Fekat, mes’elenin hakîkatini ve onun husûsî olarak tertîblenmiş
bilgilerden ibâret olduğunu bilen kimse, mes’elede cismlerin şeklleri gibi, gözü, burnu, ağz› olduğunu düşünebilir mi? Hây›r. Mes’elenin cism olmakdan ve cismin s›fatlar›ndan münezzeh olduğunu bilmesi ona kâfîdir.
Bunun gibi, ilâhdan da cismiyyeti nefy etmek ve cism olmakdan münezzeh bilmek, (Allah, Âdemi kendi sûretinde yaratd›) hadîs-i şerîfini işitenin kalbinde (sûret) kelimesinin ma’nâs›n› anlamas›nda bir karîne olur.
Allahü teâlây› cism olmakdan münezzeh bilen bir ârif, “mes’elenin
sûreti” sözündeki sûreti, cismânî sûret olarak düşünenlere teaccüb etdiği gibi, Allahü teâlâya cismânî sûret nisbet edenlere de teaccüb eder.
Üçüncü misâl: Bir kimse bir çocuğun yan›nda, “Bağdâd halîfenin
elindedir” dese, çocuk Bağdâd› halîfenin parmaklar› aras›nda, sanki
Bağdâd› taş› ile toprağ› ile avucunun içine alm›ş san›r. Bunun gibi, Bağdâd lafz›ndan murâd›n ne olduğunu bilmeyen bir câhil de böyle düşünür.
Ama Bağdâd›n büyük bir şehr olduğunu bilen kimsenin akl›na böyle bir
şey gelir mi? Bağdâd, halîfenin elindedir diyene i’tirâz edip, niçin böyle
dedin, böyle dediğini duyan, Bağdâd›n halîfenin parmaklar› aras›nda olduğuna inan›r. Böylece o kimseyi hakîkatin hilâf›na ve cehle sürüklemiş
olursun. Hattâ ona “Ey temiz kalbli zât! Senin böyle söylemen ancak, Bağdâd›n hakîkatini bilmeyeni cehle götürür” denir.
Bağdâd› bilen bir kimse, bu sözdeki (el) kelimesi ile, avuç ve parmaklar› ihtivâ eden ma’lûm uzv kasd edilmediğini, ayr›ca bir karîneye ihtiyâc olmadan başka bir ma’nâs› olduğunu anlar.
Haberlerde bildirilen, vehm veren müteşâbih lafzlarda vehmlerin giderilmesi için bir karîne yeterlidir. O da cism ve cism cinsinden olmayan
Allahü teâlây› tan›makd›r, ya’nî ma’rifetullahd›r. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Resûl olarak gönderildiği ilk y›llarda müteşâbih lafzlar› kullanmadan önce aç›klamalar›na ma’rifetullah ile başlam›şd›r.
Dördüncü misâl: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” han›mlar›
için, (Bana en çabuk kavuşan›n›z, eli en uzun olan›n›zd›r) buyurmuşdur. Bunun üzerine han›mlardan bir k›sm› ellerini birbiri üzerine koyup, ölçüşmeğe başlad›lar. Peygamber efendimiz eli uzun olmakdan maksad›-
n›n, uzv olan elin uzun olmas› değil, cömerdlikde ileri gitmek olduğunu
beyân edince hakîkat› anlad›lar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”
bu hadîs-i şerîfi bir karîne ile zikr etmişlerdir. (Tûl-ül yed), el uzunluğu ibâresi ile cömerdliği irâde etmişlerdir. Bu söz karînesiz nakl edilseydi, vehme, şübheye yol açard›. Peygamber efendimizin söylediği bir müteşâbih
lafz›n, ba’z› câhiller taraf›ndan anlaş›lmamas›, Peygamberimize i’tirâz şeklinde, bu sözü niçin söyledin demeğe, kimin hakk› vard›r. Ancak Peygamberimiz meclisde hâz›r olanlar›n anlay›şlar›na göre, sehâveti anlatmak için
karîneli olarak o lafz› söylemişdir.
Peygamber efendimizin kavl-i şerîflerini nakl eden, duyduğu sözü
karînesiz olarak olduğu gibi nakl eder. Veyâ o karîneyi nakli mümkin olmad›ğ› için, nakl etmez. Veyâ nakl eden, kendisinin duyduğunu anlad›-
ğ› gibi, herkesin de anlayacağ›n› zan ederek nakline ihtiyâc duymaz.
Çoğu zemân da kendi anlamas›n›n da karîne ile olduğunun fark›nda olmaz. Bunun için nakl eden, sâdece lafz› nakl eder. Bu gibi sebeblerle lafzlar karînesiz kal›nca anlaş›lmas› zor olur.
Takdîsin bilinmesi, tek baş›na karîne olarak vehmi gidermekde kâfî gelebilir. Ama çoğu zemân bununla, murâd›n ne olduğunu ta’yîn etmek mümkin değildir. ‹şte bu incelikleri dâimâ dikkate almak, uyan›k olmak lâz›md›r.
Beşinci misâl: Bir kimse bir çocuğun veyâ onun derecesinde olan
ve meclislerdeki örf ve âdetleri, âdâb› bilmeyen kimsenin yan›nda, “Filân
bir toplant›ya girdi ve filân›n fevk›nde [üstünde] oturdu” dese, câhil, görgüsü k›t olan kimse, o adam›, ötekinin baş› üzerinde veyâ baş›n›n üstündeki bir mekâna oturduğunu zan eder. Meclis âdâb›n› bilen, baş köşeye
yak›n yerlerin en yüksek mertebe olduğunu ve fevk kelimesinin mertebe
bak›m›ndan yükseklik olduğunu bildiği için, meclise giren kimsenin baş
köşede oturan›n baş› üstünde değil de yan›nda, ona yak›n oturduğunu hemen anlar. Çocuklar›n ve ona yak›n derecede olanlar›n, meclis âdâb›n›
bilenlere i’tirâzlar› bât›ld›r, asl› ve esâs› yokdur. Bunun misâlleri çokdur.
Bu misâllerden kesin olarak anlaş›lmakdad›r ki, bu aç›k lafzlar›n
ma’nâlar›, karîne olmay›nca başka ma’nâlara çevrilir. Bu karîneler sebkat eden ve karîneli ma’rifete rücû’ eder. Bunun gibi vehme götüren zâhirî ma’nâlar, bu karîneler sebebiyle vehme yol açan şeylerden kurtulur.
Karîneler çok ve çeşidlidir. Ba’z›lar› bilgi ve ma’rifetlerdir.
Bu karînelerden biri, insanlar›n puta tapmalar›n›n emr olunmad›klar›n› bilmeleridir. Herhangi bir cisme tapan puta tapm›ş olur. Bu cism ister küçük, ister büyük, ister çirkin, ister güzel, ister aşağ›, ister yüksek,
ister yeryüzünde, ister Arşda olsun ayn›d›r. Allahü teâlây› cismiyyetden
ve cismin îcâblar›ndan nefy etmek herkesin ma’lûmudur. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” bu tenzîhi mübâlağa ile bildirmişdir. Nitekim
Kur’ân-› kerîmde Şûrâ sûresi, onbirinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Onun
benzeri hiç bir şey yokdur), ‹hlâs sûresinde ve Bekara sûresi, yirmiikinci âyet-i celîlesinde meâlen, (Allahü teâlâya ortaklar koşmay›n›z) buyurulmakda ve dahâ say›s›z sözler ve nice kat’î karînelerle Allahü teâlân›n cism olmakdan münezzeh olduğunu, hiç bir şübheye mahâl kalmayacak şeklde bildirmişdir. Bu aç›klamalar›, et ve kemikden olan elin Allahü teâlâ hakk›nda muhâl olduğunu bilmelerine kâfî gelmişdir. Diğer zâhiri lafzlar da, eğer cisme ›tlak olunursa, ancak cismiyyete ve cismiyyetin s›fatlar›na delâlet etmesi böyledir.
Eğer müteşâbih kelimeler, cism olmayan bir şeye ›tlâk olunursa, kelimenin zâhiri ma’nâs› değil, Allahü teâlâ hakk›nda câiz olan başka bir
ma’nâ murâd edildiği zarûrî olarak bilinmelidir. Çoğu zemân bu ma’nâ
te’ayyün eder. Ba’zan de te’ayyün etmez. Ancak karîne ile anlaş›l›r. Bu
karîneler şübhe ve müşkilleri giderici şeylerdendir.
Süâl: Nass olan lafzlar, zâhirinde vehm olmayan, ma’nâs› aç›k
olan, çocuklar›n ve avâm›n da anl›yacağ› şeklde neden söylenmemişdir,
denilirse:
Cevâb: Çünki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” insanlarla arab lügat› ile konuşmuşdur. Arab lügatinde bu ma’nâlar› tek baş›na
ifâde eden kelime yokdur. Lügatde müteşâbihât›n nasslar› olup da, lügatin kurucusu Peygamberimiz, bu ma’nâlar› bilmediği hâlde, bu nasslar› nas›l vaz’ eder. Ancak onlar öyle ma’nâlard›r ki, nûr-› nübüvvet veyâ uzun
araşd›rmalar sonunda, akl nûru ile edinilen ma’nâlard›r. Bu da o işlerin hepsinde olmay›p, ba’z›lar›nda olur. Müteşâbih lafzlar›n yerine başka ibâreler konulmad›ğ›ndan, lügatda zarûret olarak istiâre yoluna gidilmişdir.
Her konuşan için o yola gidilmişdir. Nitekim biz “Bu mes’elenin sûreti
böyledir” demekden kendimizi alam›yoruz. Yine “Bu mes’elenin sûreti, diğerinin hilâf›nad›r” diyoruz. Bu sûret kelimesi de cismânî sûret lafz›ndan
müsteârd›r. Fekat lügatin kurucusu mes’elenin hey’etine ve tertîbi husûsunda bir nass kelime koymam›şd›r. Bunun sebebi, yâ mes’eleyi anlamam›şd›r veyâ anlam›şd›r ama zihnine getirememişdir. Veyâ getirmişdir ama
istiâreye güvendiği için, onun için husûsî ve ayr›ca bir nass kelime koymam›şd›r. Veyâ her ma’nâ için özel bir lafz koymakdan âciz olduğunu anlam›şd›r. Çünki ma’nâlar nihâyetsizdir. Lügate konulacak kelimeler ise belli
say›dad›r. Bunun için ma’nâlardan sonsuz say›da karş›l›ks›z kal›r. Bunun
için bu ma’nâlara vaz’ eden taraf›ndan müsteâr ismler bulunmas› lâz›m gelir. Kurucu da ba’z› ma’nâlara müsteâr ism bulmakla yetindi. Diğer lügatlerde arab lügatinden dahâ çok eksiklik vard›r. Bu ve benzeri eksiklikler,
herhangi bir dil ile konuşan için onu istiâre yapmağa mecbûr k›lar. Nitekim biz de zarûret olmasa da, karînelere dayanarak istiâreyi câiz k›l›yoruz.
Biz “Zeyd Amr›n fevk›nde oturdu” demekle, “Zeyd Amr›n hemen yan›nda
ve başköşeye yak›n oturdu” demek aras›nda fark görmüyoruz. Yâhud da
“Bağdâd halîfenin idâresi alt›ndad›r” demekle, “Bağdâd halîfenin elindedir” demek aras›nda bir fark görmüyoruz. Bu, akll›lar aras›ndaki konuşmalarda geçerlidir. Çocuklar ve câhiller ile konuşurken müteşâbih lafzlar›n korunmas› imkân dâhilinde değildir. Bundan sak›nmakla meşgûl olmak,
kelâmda rekâket, aklda za’îflik ve lafzda ağ›rl›k meydâna getirir.
Süâl: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Allah lafz› ile ne murâd olunduğunu niçin aç›klamam›ş ve bu maksad›n perdesini açmam›şd›r? Niçin Allahü teâlân›n var olduğunu, cism, cevher, araz olmad›ğ›n›, âlemin dâhilinde ve hâricinde olmad›ğ›n›, ona bitişik ve ayr› olmad›ğ›n›, bir
mekânda, herhangi bir cihetde olmad›ğ›n›, hattâ bütün cihetlerin Ondan
hâlî olduğunu söylememişdir. Bir kavme göre hak olan da bu ta’rîfdir. Kelâm âlimleri en fasîh olarak böyle aç›klam›şlard›r. Resûlullah›n “sallallahü
aleyhi ve sellem” ibârelerinde bir kusûru, hakk› ortaya ç›karmas›nda bir gevşekliği, bilgilerinde bir eksikliği muhakkak ki yokdu, denilirse:
Cevâb: Her kim bu sorular› doğru bulursa, ma’zûrdur. Eğer Resûl-i
ekrem onlara o şeklde bir ta’rîf ve s›fatlar›n› zikr etmiş olsayd›, insanlar onu
kabûl etmez, inkâra kalk›ş›rlard›. Böyle bir varl›ğ›n mevcûdiyyeti muhâldir
derler, ta’tîle, ya’nî Allahü teâlân›n s›fatlar›n› inkâr eden mütekellim ve
felsefecilerin mezhebine düşerlerdi. Allahü teâlây› tenzîhde mübâlağa etmekde bir hayr yokdur. Bilâkis pek az kimse müstesnâ, çoklar›n› s›fatlar›n inkâr›na götürür.
Âlemlere rahmet olsun diye insanlar›n âh›ret se’âdetine erişmeleri
için, dîne da’vetci olarak gönderilen Peygamber, çoğunluğun helâkine sebeb olacak sözleri nas›l söyleyebilir? Hattâ Peygamberimiz insanlarla akllar›n›n alacağ› şeklde konuşmağ› emr buyurmuşdur. Bir hadîs-i şerîflerinde, (‹nsanlar ile anl›yam›yacaklar› tarzda konuşmak, ba’z›lar› için fitne olur) buyurmuşlard›r.
Süâl: Tenzîhde mübâlağa etmek ile ba’z› kimseler için ta’tîl korkusu varsa, vehme götüren müteşâbih lafzlar› kullanmak ile de ba’z› kimseler için teşbîh korkusu olmaz m›?
Cevâb: Bunlar›n aras›nda iki yönden fark vard›r:
a) Ta’tîl, çok kimseler hakk›ndad›r. Teşbîhe gidenlerin say›s› ise azd›r. Yap›lacak işlerde iki zarar›n en hafîfi, kaç›n›lacak işlerde iki zarar›n dahâ umûmî olan›n› dikkate almak evlâd›r.
b) Teşbîhin ilâc›, ta’tîlin ilâc›ndan dahâ kolayd›r. Zîrâ bu zevâhirle berâber, meâl-i şerîfi, (Onun gibi hiç bir şey yokdur) olan, Şûrâ sûresinin onbirinci âyet-i kerîmesini zikr etmek ve Allahü teâlâ bir cism değildir, cismlerin benzeri değildir demek yeterlidir. Ama yukar›da bildirildiği gibi, tenzîhde mübâlağa etmekden hâs›l olan, ya’nî Allahü teâlân›n s›fatlar›n› inkâr
eden ta’tîlcinin i’tikâd›na bu s›fatlar›n varl›ğ›n› yerleşdirmek cidden zordur.
Ancak binde biri kabûl eder. Hele arab milletinin ümmîleri aslâ kabûl etmez.

Süâl: Ülûhiyyetin asl›n› insanlar›n kalblerine yerleşdirmek için, vazîfeli olan Peygamberlerin ifâdelerini anlamakdan âciz olup, doğru i’tikâd›n hilâf›na vehme kap›lmalar›, meselâ Allahü teâlâ Arş üzerinde karâr k›lm›şd›r. O gökdedir ve mekân olarak kullar›n›n üzerindedir gibi inanmalar›, Peygamberler için bir özr olur mu?
Cevâb: Öyle düşünmekden ve sâd›k olan bir Peygamberin Allahü
teâlây›, s›fatlar›ndan başka bir s›fatla vasfland›rmakdan, böyle yanl›ş
i’tikâdlar› halka inand›rmakdan Allahü teâlâya s›ğ›n›r›z. Söylenenleri halk›n anlay›p anlamamas› kendilerindeki kusûrdand›r. Peygamberler, halk›n anl›yam›yacağ› bilgileri onlara söylemez, onlardan sakl› tutar. Bu bilgileri anl›yabilenlere anlat›r. Bununla halk›n acz ve kusûruna ilâc olur. Bilhâssa Allahü teâlân›n s›fatlar› hakk›nda kasdî olarak hakîkatin hilâf›na, halka anlatmakda zarûret yokdur. Evet, lafzlar›n müsteâr olarak kullan›lmas›nda zarûret vard›r. Belki anlay›ş› k›t olanlar yanl›ş anlayabilirler. Bu da
lügatdeki kusûr ve muhâverenin îcâblar›ndand›r. Fekat kasden hakîkatin hilâf›n› anlatarak halk› cehâlete sürüklemek, ister bir maslahat düşünülsün, ister düşünülmesin, muhâldir.
Süâl: Teşbîh ehli, müteşâbih lafzlar›n neye dayand›ğ›n› bilmiyor ve lafzlar›n zâhirine bakarak cehâlete sürüklendikleri biliniyordu. Her ne zemân Peygamberimiz mücmel, örtülü lafzlar getirdiğinde, o lafz ile cehâlete götürme
kasd olunsun veyâ olunmas›n, teşbîh ehli buna râz› olurlard›. Her ne kadar
cehâlete götürme hâs›l olsa da, ehl-i teşbîh onu bilir ve ona râz›d›r.
Cevâb: Ehl-i teşbîhin cehlinin Peygamber efendimizin lafzlar› sebebi ile hâs›l olduğunu kabûl etmeyiz. Bu cehâlet, takdîs ve tenzîh ma’rifetini kazanmakdaki ve tenzîhi, nazar, ya’nî lafz›n zâhirine kap›lmak üzerine takdîm etmemekdeki kusûrlar›ndan meydâna gelmekdedir. Eğer
bu ma’rifeti önceden kesb edip, lafz›n zâhirine nazar üzerine takdîm etmiş olsalard›, muhakkak ki hatâya ve câhilliğe düşmezlerdi. Nitekim
takdîs ilmi olan kimse, “mes’elenin sûreti” sözünü duyduğu zemân,
ma’nâs›n› anlamakda zorluk çekmez. Teşbîh ehli üzerine vâcib olan, bu
takdîs ilmini tahsîl etmeleridir. Sonra bu konuda bir şübheleri olursa
âlimlere mürâce’ât etmeleridir. Dahâ sonra kendisini te’vîl yapmakdan al›-
koymalar›d›r. Âlimler, takdîsi onlara bildirdiklerinde, kendilerini takdîs ile
yükümlü k›larlar. Bu takdîsi yapmad›klar› zemân, câhil kalm›ş olurlar.
Dînin kurucusu Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, insanlar›n
tabî’atlerindeki tenbelliği, kusûru, fuzûlî işlere, üzerlerine lâz›m olmayan
şeylere dalmak husûslar›n› biliyordu. Buna ve cehâletden kurtulmak için
ilm tahsîline çal›şmamalar›na râz› değildi. Fekat Allahü teâlân›n taksîmindeki kazâ ve kadere râz› idi. Nitekim Allahü teâlâ Hûd sûresi, yüzondokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Rabbin “and olsun ki, Cehennemi insanlar ve cinlerle toptan dolduracağ›m” şeklindeki sözü yerini buldu) ve Hûd sûresi, yüzonsekizinci âyet-i celîlesinde meâlen, (Rabbin dileseydi bütün insanlar› bir tek millet yapm›şd›) ve Yûnüs sûresi,
doksandokuzuncu ve yüzüncü âyet-i celîlelerinde meâlen, (Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi elbette îmân ederlerdi. O hâlde
sen inanmalar› için insanlar› zorluyor musun? Allah›n izni olmadan hiç
kimse inanamaz) ve Hûd sûresi, yüzonsekizinci ve yüzondokuzuncu
âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Fekat onlar ihtilâfa düşmeğe devâm
ederler. Ancak Rabbin rahmetine kavuşanlar müstesnâd›r. Zâten
Rabbin onlar› bunun için [rahmet etmek için] yaratd›) buyurmakdad›r.
‹şte insanlar›n yarat›lmas›nda kahr-i ilâhî budur. Allahü teâlân›n değişmeyen âdetini değişdirmeğe Peygamberlerin de kudreti yokdur.
‹K‹NC‹ FASL:
Süâl: Müteşâbih lafzlardan süâl sormamak ve sorulanlara cevâb vermemek hakk›ndaki tavsiyenizin fâidesi nedir? Bu ihtilâflar birçok şehrde,
beldelerde yay›lm›şd›r. Müteass›b f›rkalar ortaya ç›km›şd›r. Bu mes’elelerden size bir şey sorulursa nas›l cevâb verirsiniz?
Cevâb: Bu konuda süâl soranlara imâm-› Mâlikin “rad›yallahü anh”
istivâ hakk›nda, “Allah›n Arş üzerinde istivâs› ma’lûmdur. Nas›l olduğu
mechûldür. Ona inanmam›z lâz›md›r” dediğini söyleriz. Avâm›n soracağ› süâllere, fitne yolunu kapamak için, ayn› şeklde cevâb veririz.
Süâl: Eğer, (istivâ), (fevk), (el) ve (parmak)dan sorulursa, nas›l cevâb verilir?
Cevâb: Bu konuda hak, doğru olan Allahü teâlân›n ve Resûlünün
“sallallahü aleyhi ve sellem” buyurduklar›d›r. Allahü teâlâ Tâhâ sûresi beşinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Rahmân Arş üzerine istivâ etdi) buyurmuş ve doğru söylemişdir. Kat’î olarak bilinmelidir ki, istivâ, cisme mahsûs olan oturma ve karâr k›lma değildir. ‹stivâ kelimesi ile Allahü teâlân›n murâd›n›n ne olduğunu bilmeyiz ve bilmekle de mükellef değiliz.
Allahü teâlâ, En’âm sûresi, onsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen,
(O kullar›n›n fevk›nde yegâne kudret ve tasarruf sâhibidir) buyurmuşdur. Bu da doğrudur. Burada mekân olarak fevk›yyet, üstde olmak muhâldir. Çünki, O mekândan önce vard›, şimdi de dahâ önce olduğu gibi
vard›r. Fevk ile ne murâd etdiğini biz bilmeyiz. Ey süâl soran, bu ma’nây› bilmek senin de bizim de üzerimize lâz›m değildir.
Allahü teâlân›n (el)i ve (parmak)lar› vard›r dememiz de mutlakâ câiz değildir. Ancak Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurduklar› şeklde söylememiz lâz›md›r. Dahâ önce geçdiği gibi, ziyâde,
noksan, cem’, tefrîk, te’vîl ve tafsîl yapmadan söyleriz.
Resûlullah›n “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Âdem aleyhisselâm›n
hamurunu eli ile yoğurdu) ve (Mü’minin kalbi, Rahmân›n parmaklar›ndan ikisi aras›ndad›r) buyurmalar› hakd›r, doğrudur. Bunlara inan›-
r›z. Ziyâde ve noksan etmeyiz. Rivâyet edildiği gibi nakl ederiz. Et ve sinirden meydâna gelmiş bir a’zây› kat’î olarak red ederiz.
Süâl: Kur’ân-› kerîm kadîm midir, mahlûk mudur? denilirse:
Cevâb: Resûlullah›n “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Kur’ân, Allahü teâlân›n kelâm›d›r. Mahlûk değildir) hadîs-i şerîfine göre, Kur’ân-› kerîmin mahlûk olmad›ğ›n› söyleriz.
Süâl: Kur’ân-› kerîmin harfleri kadîm midir, değil midir?
Cevâb: Eshâb-› kirâm “aleyhimürr›dvân” bu mes’eleyi hiç ele almad›lar. Bu konuya dalmak bid’atdir. Bu konu hakk›nda süâl sormay›n›z. Haşeviyye f›rkas›n›n gâlib olduğu, Kur’ân-› kerîmin harfleri kadîmdir diyene
kâfir dedikleri bir beldede, onlar›n aras›na düşen ve cevâb vermek için s›-
k›şd›r›lan bir kimse, “Eğer harfden maksad›n Kur’ân-› kerîmin kendisi ise,
Kur’ân-› kerîm kadîmdir. Eğer maksad›n Kur’ân-› kerîmden başkas› ve Allahü teâlân›n s›fatlar› ise, Allahü teâlâdan ve s›fatlar›ndan başka her şey
mukdesdir, ya’nî sonradan yarat›lm›şd›r” der ve başka bir şey eklemez.
Çünki avâma bu mes’elenin hakîkatini anlatmak çok zordur.
Süâl: Resûlullah›n “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Kur’ân-› kerîmden
bir harf okuyana ... sevâb vard›r) buyurmas› ile, harflerin Kur’ân-› kerîmden olduğunu ve Kur’ân-› kerîmin mahlûk olmad›ğ›n› beyân buyurmuşlard›r. Bundan harflerin kadîm olmas› lâz›m gelmez mi?
Cevâb: Resûlullah›n “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Kur’ân-› kerîm
mahlûk değildir) buyurmas›na bir şey eklemeyiz. Bu bir mes’eledir.
Harflerin Kur’ânda olmas› ayr› bir mes’eledir. Harflerin kadîm olmas› da
üçüncü bir mes’eledir. Bunun üzerine başka bir şey ilâve etmeyiz. Öyledir de diyemeyiz. Resûlullah›n “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurduklar›na bir şey eklemeğe hakk›m›z yokdur.
Süâl: Yukar›da geçen iki mes’eleden üçüncü mes’ele lâz›m gelmez
mi, diye za’m ederlerse,
Cevâb: Bu k›yâs ve tefrîdir. Biz dahâ önceden k›yâs ve tefrîa, ya’nî
k›smlara ay›rmağa yol olmad›ğ›n›, hattâ tefrîk yapmadan, vârid olduğu üzere kalmas›n›n lâz›m geldiğini beyân etmişdik.
Süâl: Kur’ân-› kerîmin arabîsi kadîmdir. Çünki hadîs-i şerîfde,
(Kur’ân-› kerîm kadîmdir) buyurulmuş ve Yûsüf sûresi, ikinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Biz onu arabî bir Kur’ân olarak indirdik) buyurulmuşdur. O hâlde arabî lisan› da kadîm olmaz m›, denilirse:
Cevâb: Kur’ân-› kerîmin arabî olmas› hakd›r, doğrudur. Zîrâ Kur’ân-›
kerîmde, arabî olduğu bildirilmekdedir. Kur’ân-› kerîmin kadîm olduğu da hakd›r. Bunu Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” beyân etmişdir. Kur’ân-›
kerîmin arabîsinin kadîm olmas› da üçüncü bir mes’eledir. Kur’ân-› kerîmin
arabîsinin kadîm olmas› hakk›nda bir şey vârid olmam›şd›r. Kadîmliği hakk›nda söz lâz›m gelmez. Bu sebeble avâm ve haşeviyye f›rkas› bu husûsda
tasarruf etmekden al›konulur ve k›yâsdan ve onun îcâblar› olan sözlerden
men’ olunur. Hattâ onlara tazyîki dahâ da artd›r›r›z.
Kur’ân-› kerîm kelâmullahd›r ve mahlûk değildir demek, Kur’ân-› kerîmin kadîm olduğunu kasd etmedikce, Kur’ân-› kerîm kadîmdir demesine ruhsat verilmez. Çünki “mahlûk değildir” ile “kadîm” sözleri aras›nda fark vard›r. Zîrâ, “Filân›n kelâm› mahlûk değildir” demek, “vaz’ olunmuş değildir” demekdir. Ba’zan mahlûk, halk edilmiş (muhtelak) ma’nâs›na gelir. Gayr-i mahlûk sözü bu ma’nâya gelirse de, kadîm ma’nâs›na
gelmez. O hâlde aralar›nda fark vard›r.
Biz Kur’ân-› kerîmin kadîm olduğuna inan›r›z. Sâdece bu lafz ile değil. Çünki bu lafz tahrîf, tebdîl, tağyîr, tasrîf olunmamal›, hattâ Allahü teâlân›n murâd› olduğu ma’nâ üzere hakd›r şeklinde i’tikâd edilmesi lâz›md›r. Kur’ân-› kerîmi, kasdî olarak hiç bir nass nakl etmeden mahlûkdur
diyen kimse bid’at işlemiş ve kendiliğinden bir şeyler ilâve yapm›ş, Selef-i sâlihînin yolundan ayr›lm›ş olur.
ÜÇÜNCÜ FASL:
Süâl: Bilinen mes’elelerden biri olan “Îmân kadîmdir” sözü hakk›nda ne dersiniz?
Cevâb: Eğer işin dizgini elimizde olsayd›, süâl soran›, bu fâidesi olmayan za’îf sözden men’ ederdik ve “bu bid’atdir” derdik. Bulunduğumuz yerde onlar güçlü ise deriz ki: Îmândan maksad›n›z nedir? Eğer
maksad›n, halk›n bilgisi ve s›fatlar› hakk›nda ise, halk›n bütün s›fatlar› mahlûkdur. Eğer maksad›n Kur’ân-› kerîmden bir şey veyâ Allahü teâlân›n s›-
fatlar›ndan ise, bil ki, Allahü teâlân›n bütün s›fatlar› kadîmdir. Eğer maksad›n ne halk›n s›fat› ne de Hâl›k›n s›fat› ise, o zemân bu anlaş›l›r ve tasavvur edilir şeklde değildir. Zât›, kendisi anlaş›lam›yan, tasavvur edilemiyen bir şeyin kadîm ve hâdis olmas›na nas›l hükm verilir? Asl olan süâl soran› zecr edip, cevâb vermemekdir. Selef-i sâlihîn mezhebinin en saf
maksad› da budur. Zarûret olmadan bu yoldan ayr›lmamak lâz›md›r.
Zor durumda olan›n tutacağ› yol, zikr etdiğimizdir.
Eğer, karş›m›zdaki zekî, hakîkatleri anlayabilecek biri ise, mes’elenin örtüsünü kald›r›p, Kur’ân-› kerîm hakk›ndaki müşkillerinden kurtar›-
r›z ve şöyle deriz:
Bil ki, varl›kda her şeyin dört mertebesi vard›r:
1– Zâhirdeki varl›ğ›,
2– Zihndeki varl›ğ›,
3– Lisandaki varl›ğ›,
4– Kâğ›da yaz›lm›ş varl›ğ›.
Ateşi misâl alal›m. Ateşin ocakda bir varl›ğ› vard›r. Bir de zihnde ve
hayâlde varl›ğ› vard›r. Ya’nî ateşin kendisini ve hakîkatini bilmekdeki varl›ğ› vard›r. Bir de lisandaki varl›ğ› vard›r ki, ateş lafz› ateşe delâlet eden bir
kelimedir. Bir de kâğ›d üzerine yaz›lm›ş şeklden ibâret bir varl›ğ› vard›r.
Yakma, ateşe mahsûs bir s›fat olduğu gibi, kadîmlik Kur’ân-› kerîmin ve Allahü teâlân›n kelâm›n›n s›fat›d›r. Yak›c› ateş, ocakda oland›r. Zihndeki, lisandaki ve kâğ›d üzerindeki değildir. Yak›c›l›k kâğ›dda ve dilde olsayd›, onlar› yakard›.
Eğer bize, “ateş yak›c›d›r” denirse, “evet” deriz.
Eğer bize, “ateş kelimesi yak›c›d›r” denirse, “hây›r” deriz.
Eğer bize, “ateşin harfleri yak›c›d›r” denirse, “hây›r” deriz.
Eğer bize, “ateş kelimesinin kâğ›d üzerinde yaz›l› harfleri yak›c›d›r”
denirse, buna da “hây›r” deriz.
Eğer bize, ateş kelimesiyle söylenen ve yaz›lan “yak›c›d›r” denirse,
“evet” deriz. Çünki bu kelime ile söylenen ve yaz›landan maksad ocakdakidir. Ocakdaki de yak›c›d›r.
Allahü teâlân›n kelâm› k›dem, ya’nî kadîmlik ile vasfland›r›ld›ğ› gibi, ateş de yakmak ile vasfland›r›lmakdad›r.
Kur’ân-› kerîm diye ismlendirdiğimiz şeyin varl›ğ› dört mertebe
üzeredir:
1– Allahü teâlân›n zât› ile kâim olan asl varl›ğ›d›r. Ocakdaki ateşin varl›ğ› gibidir. Nitekim Nahl sûresi, altm›ş›nc› âyet-i kerîmesinde meâlen, (En
yüce s›fatlar Allaha âiddir) buyurulmuşdur. Âcizlere anlatmak için bu gibi misâlleri vermek lâz›md›r. K›dem, kadîmlik bu varl›ğ›n husûsî bir vasf›d›r.
2– Lisan›m›zla söylemeden önce, öğrenme esnâs›nda zihnimizde
olan ilmî varl›ğ›d›r.
3– Seslerimizle meydâna gelen lisan›m›zdaki varl›ğ›d›r.
4– Kâğ›dlar üzerine yaz›lan varl›ğ›d›r.
Süâl: Kur’ân-› kerîmi nutk etmeden önce, onun ilminden zihnlerimizde olan nedir, diye sorulursa:
Cevâb: ‹lmimiz s›fat›m›zd›r. O da mahlûkdur, ya’nî sonradan yarat›lm›şd›r. ‹lmimizle bilinen şey, ya’nî Kur’ân-› kerîm kadîmdir. Nitekim ateşi bilmemiz ateşin sûretini hayâlimizde canland›rd›ğ›m›z yak›c› değildir.
Fekat ilmimizle ma’lûm olan şey yak›c›d›r.
Süâl: Kur’ân-› kerîm okurken sesimizden, dilimizin hareketinden ve
nutkumuzdan sorulursa,
Cevâb: Bunlar lisan›m›z›n s›fat›d›r. Lisan›m›z hâdisdir. Lisan›n s›fat›
yarat›ld›kdan sonra olur. Her hâdisden sonra meydâna gelenler elbette
hâdisdir. Lâkin bu hâdis olan seslerimizle nutkumuz, zikr etdiğimiz, k›râet ve tilâvet etdiklerimiz kadîmdir. Nitekim ateşin harflerini lisan›m›zla zikr
ederiz. Bu harflerle zikr edilen şey yak›c›d›r. Seslerimiz ve seslerimizin parçalar›, ya’nî heceler yak›c› değildir.
Süâl: Ateş sözünün harfleri ateşin kendisinden ibâret değil midir,
denirse:
Cevâb: Eğer söylediğin gibi olursa, “ateş”in harfleri yak›c› olur.
Kur’ân-› kerîmin harfleri eğer okunan›n kendisi ise, o zemân kadîm olur.
Bunun gibi, “ateş”in kâğ›d üzerine yaz›lm›ş şekli de yak›c› olur. Çünki yaz›lan “ateş”in kendisi olur. Ateşin sûreti olan şekller yak›c› değildir.
Çünki kâğ›d›n üzerinde yakmadan ve yak›lmadan durmakdad›r. ‹şte
varl›kdaki bu dört dereceyi avâm ay›ramamakdad›r. Avâm bunlar› tafsîlat› ile anlayamaz. Hele bunlar› teker teker hiç ay›ramazlar. Bunun için
mes’elenin içine dalm›yoruz. Yoksa, işlerin hakîkatini ve tafsîlat›n›n künhünü bilmediğimizden değildir.
Elbette “ateş” ocakda olduğu zemân yak›c›, sönücü ve parlay›c› olarak vasf olunur. Lisanda da, fârisî, türkce ve arabî olarak veyâ az harfli, çok
harfli diye vasf olunur. Hâlbuki “ateş”in ocakdaki varl›ğ›, tükçe, fârisî ve arabî diye k›smlara ayr›lamaz. Lisanda olan “ateş” de sönme ve parlama şeklinde vasf olunamaz. Kâğ›da yaz›ld›ğ›nda k›rm›z›, yeşil ve siyâh diye vasfland›r›ld›ğ› gibi, muhakkak, sülüs, rik’a veyâ nesh kalemle yaz›lm›şd›r denir. Lisandaki “ateş” kelimesinin bunlarla vasfland›r›lmas›na imkân yokdur.
“Ateş” ismi, ocakda olana, kalbde [zihnde], lisanda ve kâğ›dda olanlara verilen müşterek bir ismdir. Ocakda olana verilen ism hakîkidir. Zihnde olan›, hakîkî değil ilmîdir. Ama ateşin hakîkîsini anlatan sûret ma’nâs›-
na gelir. Nitekim aynadaki görüntülerine, hakîkî olmad›klar› hâlde insan ve
ateş denir. Fekat insan ve hakîkî ateşi hât›rlatan sûret ma’nâs›na gelir.
Lisandaki “ateş” kelimesi ateş ile ismlendirilir. Bu da zihnde mevcûd olan ateşe delâlet eden üçüncü ma’nâd›r. Ya’nî, hakîkatde olan birinci, zihnde olan ikinci ma’nâd›r. Lisanda olan, ›st›lâhlara göre değişir.
Hakîkî ve zihnde olan ateş kelimelerinde değişiklik olmaz. Kâğ›d üzerinde olana, dördüncü ma’nâ olarak ateş denir. Bu da, lisanda olana, ›st›-
lâh ile delâlet eden şekllerdir.
Kur’ân-› kerîm ve ateşin, hattâ her şeyin ismi, bu dört işde ya’nî,
ma’nâ, varl›k ortakl›ğ› anlaş›ld›. Haberlerde, (Kur’ân mü’minin kalbindedir), (Kur’ân mushafdad›r), (Kur’ân okuyucunun lisan›ndad›r),
(Kur’ân zât-i ilâhînin s›fat›d›r) şeklinde gelmiş olan sözlerin hepsi doğrudur. Hepsinin ma’nâs› bulunduklar› mertebelere göre anlat›lm›şd›r.
Zekî kimselerce bunlarda bir tenâkuz yokdur. Bu zekî kimseler, murâd olunan hakîkati ihâta etmekle hepsini tasdîk etmişlerdir. Bunlar öyle aç›k ve
ince işlerdir ki, zekî ve anlay›şl› kimselere göre bundan dahâ aç›k bir şey
yokdur. Ahmak ve anlay›ş› k›t olanlara göre, bundan dahâ ince ve kapal›
bir şey yokdur. Bunlar› bu gibi ilmlere dalmakdan men’ etmek lâz›md›r.
Bunlara, “Kur’ân-› kerîm mahlûk değildir de ve sus. Bunun üzerine ziyâde ve noksanl›k yapma. Bu konuyu araşd›rma ve inceleme” demelidir.
Zekî kimseleri, bu müşkillerin s›k›nt›lar›ndan derhâl kurtar›p, râhatland›rmak lâz›m gelir. Ayr›ca bunlara, “avâm ile bu mevzu’lar› konuşmamalar›, avâma tâkatlar›n›n üstünde olan bir mükellefiyyet yüklememeleri” tavsiye olunur. Müteşâbihât›n zâhirî ma’nâlar›nda müşkil yerlerin, şübheli ve tereddüdlü sözlerin hepsi avâm›n, ilm ve idrâki az, zekâ ve kâbiliyyeti k›t olanlar›n›n yan›nda örtülüdür. Ama basîret erbâb› için aç›k hakîkatlerdir. Selefin büyüklerinin bu hakîkatleri bilmekden âciz olduklar›-
n› zan etmek doğru değildir. Gerçi onlar müteşâbih ve istiâreli sözleri, kitâblara yazmam›şlard›r. Ama onlar› bildiler, avâm›n da bunlar› anlamakdan âciz olduklar›n› anlay›p, kendileri sükût edip, avâm› da sükût etdirmişlerdir. Hak olan, doğru olan da budur. Selefin büyüklerinden maksad›m, makâm ve şöhret bak›m›ndan değil, ma’nâlara dalmak ve s›rlara muttali’ olmak bak›m›ndand›r. Selefin büyükleri, avâma göre değişir. Avâm,
halk›n aras›nda ilmi ile şöhret yapm›ş kimselerin büyük olduğuna inan›rlar. Bu da delâlete düşme sebeblerinden bir başkas›d›r.
DÖRDÜNCÜ FASL:
Süâl: Avâm, araşd›rma ve incelemeden men’ edilirse, delîli bilmez. Delîli bilmeyen delâlet olunan› tan›mada câhil kal›r. Hâlbuki Allahü
teâlâ bütün kullar›na:
1– Kendisini tan›malar›n›, Ona îmân edip, varl›ğ›n› tasdîk etmeği,
2– Başkas›na benzetme ve sonradan yarat›lma alâmetlerinden
münezzeh k›lmağ›,
3– Vahdâniyyetini, bir olduğunu bilmeği,
4– ‹lm, kudret, istediğini yapmak gibi s›fatlar›n› bilmeği emr buyurmuşdur.
O hâlde delîlleri bilmek zarûrî değil, matlûbdur, ya’nî istenilir. Her
ilm matlûbdur. ‹lm ancak delîllerin ağ› ile delîlleri incelemekle, matlûba delâlet etdiği vechi anlamakla ve netîcenin nas›l olacağ›n› düşünmekle ele
geçirilir. Bu da ancak, delîllerin şartlar›n›, mukaddimelerin nas›l tertîb edildiğini ve netîcelerin nas›l elde edildiğini bilmekle temâm olur. Bu da yavaş yavaş insan› aklî ilmlerde dikkatli incelemeğe, kelâm ilmini öğrenmeğe ve araşd›rmağ› temâmlamağa götürür.
Avâm üzerine vâcib olan, Resûlullah›n “sallallahü aleyhi ve sellem” getirdiklerini tasdîk etmekdir. Bu tasdîki zarûrî değildir. Çünki Peygamber diğer insanlar gibi bir insand›r. Onu yalanc› Peygamberlik iddiâs›nda bulunanlardan ay›racak delîl lâz›md›r. O da ancak mu’cizeyi çok dikkatli incelemekle, mu’cizenin hakîkatini ve şartlar›n› bilmek ve diğer Peygamberlerin Peygamberlik delîllerini incelemekle mümkindir. Bu da kelâm ilminin özüdür.
Cevâb: Halk üzerine vâcib olan,yukar›da say›lan şeylere îmân etmekdir. Îmân da onda hiç tereddüd olmayacak ve sâhibinin hatâya düşme ihtimâlini akla getirmeyecek şeklde kat’î olarak tasdîk etmekden
ibâretdir. Bu kat’î tasdîk, alt› mertebede hâs›l olur.
1. Tasdîkin en yüksek mertebesidir:
Derece derece, kelime kelime usûlü ve mukaddimeleri yaz›l› olan en
sağlam ve şartlar›na uygun delîller ile, şübhe ve tereddüde ve hiç bir ihtimâle yer b›rakmayacak şeklde elde edilir. Bu da istenilenin en sonudur.
Tasdîkde bu mertebeye erişmiş her asrda ancak bir iki kişiye rastlan›r.
Ba’zan de hiç bulunmaz. Eğer kurtuluş bu derece ma’rifetle s›n›rland›r›lsayd›, kurtulma imkân› azal›r ve kurtulanlar az olurdu.
2. Vehme götüren, takdîrî delîlleri ile hâs›l olan tasdîk:
Büyük âlimler aras›nda meşhûr, inkâr› çirkin, insanlar›n onlar hakk›nda münâkaşa etmekden nefret etdikleri bir tak›m husûslara dayal› vehmî, takdîri delîllerle hâs›l olur. Bu cins delîller, ba’z› kimselerde, ba’z›
husûslarda, hilâf›na imkân verdirmeyen kat’î bir tasdîk hâs›l eder.
3. Hitâbet delîlleri ile hâs›l olan tasdîk:
Cem’iyyetde cereyân eden muhâvere, münâzara ve ilmî konuşmalarda ileri sürülen delîller ve isbâtlardan hâs›l olur. Bu da aç›k fikrli ve anlay›şl› insanlar›n çoğunda tasdîki ifâde eder. ‹çi teassub ile dolu olan, delîllerin îcâb etdirdiği şeylerin aksine tam inanm›ş olanlar, delîl ve isbâtlar›
lây›k› ile ta’kîb edemiyenler, aksi tezi savunanlar›n sözlerine kap›larak şübhe ve tereddüde düşenler, mücâdelecilerin sözlerinin te’sîri ile hayretde
kalanlar, bu konuşmalardan istifâde edemezler. Kur’ân-› kerîmin ekserî
delîlleri bu cinsdendir, ya’nî hitâbî delîllerdir.
Tasdîkini gerekdiren aç›k delîllerden biri, bir yerin iki idârecisi olursa,
düzen bozulur sözüdür. Nitekim Enbiyâ sûresi, yirmiikinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Eğer yerde ve gökde Allahdan başka ilâhlar bulunsayd›, yer
ve gök [bunlar›n nizâm›] kesinlikle bozulup gitmişdi) buyurulmuşdur.
Şimdi, kafas› mücâdelecilerin tart›şmalar› ile kar›şmam›ş, f›trat› aynen kalm›ş her kalb sâhibi, bu delîl ile hemen Allahü teâlân›n birliğini kat’î
şeklde tasdîk eder. Fekat bir mücâdelecinin ona, “âlemi, iki ilâh›n uyuşarak, aralar›nda ihtilâf olmadan idâre etmeleri mümkindir” diyerek, karş›s›ndakine bu kadar›n› işitdirmesi, onun tasdîkini buland›r›r. Sonra bu
mes’elenin çözülmesi ve zihninden ç›kar›p atmas› zorlaş›r. Şek ve şübhe onu kaplar, bunu üzerinden atmak zor olur.
Çok aç›k bilinmekdedir ki, yaratmağa kâdir olan, iâdeye, ya’nî öldükden sonra diriltmeğe dahâ da kâdirdir. Nitekim Yasîn sûresi, yetmişdokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (De ki, onlar› ilk def’a yaratm›ş
olan diriltir) buyurulmuşdur. Bunu işiten her zekî veyâ gabî olan avâm,
hemen tasdîke koşar ve der ki: Evet, diriltmek, yaratmakdan dahâ zor değildir, hattâ dahâ kolayd›r. [Böylece Allahü teâlân›n, öldürdükden sonra
dirilteceğini tasdîk etmiş olur.] Fekat onun, cevâb vermekde zorluk çekeceği bir süâl karş›s›nda zihni kar›ş›p tasdîki sars›labilir.
Tasdîki ifâde eden, her şeyi içine alan tam ve kat’î delîl, art›k süâle
mahal kalmay›ncaya kadar bu mevzu’ ile alâkal› bütün süâl ve cevâblar›n temâmland›ğ› zemândaki delîldir. Tasdîk bundan önce hâs›l olur.
4. ‹şitmekle hâs›l olan tasdîk:
Halk›n çok medh etmesi sebebi ile doğruluğuna inand›ğ›, hüsn-i i’tikâd edilen kimseden işitmekle hâs›l olan tasdîkdir. Çünki herkes, doğruluğuna inand›ğ› babas›na, üstâd›na veyâ fazîleti ile şöhret bulmuş bir zâta tam inan›r, i’timâd eder. Bunlardan birinin, bir kimsenin ölmesi, bir gâib kimsenin gelmesi gibi, verdiği habere hiç araşd›rmadan inan›p tasdîk
eder. Kalbinde tasdîkden başka hiç bir şeye yer yokdur. Bu tasdîkde dayanağ›, haberi verene hüsn-i i’tikâd›d›r. Doğruluk, vera’ ve takvâ ile tecribe edilmiş birisi, Ebû Bekr “rad›yallahü anh” gibidir. Ebû Bekr “rad›yallahü anh”, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve selle” şöyle buyurdu dediğinde, ona niceleri kat’î şeklde inan›r, dediğini mutlaka kabûl eder. Bunda,
hüsn-i i’tikâd›ndan başka dayanağ› yokdur. Bunun gibi s›dk, takvâ ve vera’ ile meşhûr olan zât, bir âmîye, ya’nî avâmdan birisine, “Bil ki, âlemin
yarat›c›s› birdir. O âlim ve kâdirdir. Muhammed aleyhisselâm› Peygamber olarak göndermişdir” dediğinde, hemen o âmî, hiç şübhe etmeden
inan›r. Çocuklar›n, babalar›na ve hocalar›na i’tikâdlar› da böyledir. Onlardan i’tikâd edilecek şeyleri işitdiklerinde, hiç bir huccet ve delîle lüzûm
kalmadan tasdîk edip, bu inançlar›n› devâm etdirirler.
5. ‹htimâl ve karînelere dayanan tasdîk:
‹nsan bir şeyi, karîne ve işâreti ile birlikde duyduğunda, o haberin
doğruluğuna kalbin inanmas›ndan hâs›l olan tasdîkdir. Bu haber muhakk›k, araşd›r›c› âlimlerce kat’î bir kanâ’at hâs›l etmez. Ama avâm›n kalbinde sağlam bir i’tikâd b›rak›r. Meselâ avâmdan biri vâlînin hastal›ğ›n› tevâtür ile ya’nî bir çok kimseden duydukdan birkaç gün sonra vâlînin konağ›ndan bağ›rma ve ağlaşmalar duysa, o s›rada vâlînin hizmetcilerinden
biri, vâlînin öldüğünü haber verse, avâmdan olan buna hemen kat’î sûretde inan›r ve tedbîrini ona göre al›r. Hizmetcinin yanl›ş işitmiş olacağ›-
n› veyâ feryâd ve figân›n hastan›n bay›lmas›ndan veyâ hastal›ğ›n›n şiddetinden veyâ başka sebeblerden olabileceğini aslâ hât›r›na getirmez. Vâlînin öldüğüne kalbinde sağlam bir inanç hâs›l olur.
Nice a’râbî, kaba tabî’atl› bedevîler, Resûlullah›n “sallallahü aleyhi ve sellem” güler yüzüne, tatl› sözüne, latîf şemâiline ve güzel ahlâk›-
na bak›p, derhâl îmân etmişlerdir. Hiç şübhe kar›şd›rmadan kesin olarak
tasdîk etmişlerdir. Peygamberliğini isbât eden bir mu’cize ve mu’cizeye
delâlet eden bir delîl istememişlerdir.
6. Arzû ve tabî’atine uyan haberlere dayanan tasdîk:
Bir kimse tabî’atine ve ahlâk›na uyan bir söz duyduğunda, hemen
onu tasdîk etmesidir. Bu tasdîki, sâdece haberin tabî’atine muvâf›k geldiği içindir. Sözü söyleyene hüsn-i i’tikâd› olduğundan veyâ haberin
doğruluğuna şâhid olacak bir karîne ve işâret bulunduğundan değildir.
S›rf tabî’atine, arzûsuna uygun olmas›ndand›r. Meselâ, düşman› olduğu
birisinin ölmesini, öldürülmesini ve işinden ç›kar›lmas›n› şiddetle arzû eden
bir kimse, bunlardan birisine âid bir haber duyduğunda, çok az da olsa
hiç bir tepki göstermeden hemen tasdîk eder ve git gide bu, o kimsede
kat’î bir inanç hâlini al›r. Eğer böyle bir haber, bir dostu hakk›nda olsa veyâ arzû ve isteğine muhâlif olsayd›, duraklar, inanmak istemez, temâmiyle red ve inkâr ederdi. Bu tasdîk, tasdîklerin en za’îfi, en aşağ› derecesidir. Çünki öncekiler bir delîle dayanmakda, za’îf de olsa, bir karîneye veyâ haber veren hakk›nda hüsn-i i’tikâda, iyi inanca veyâ buna benzer delîllere istinâd etmekdedirler. Bunlar sâdece avâm›n, haklar›nda delîl
mu’âmelesi yapd›klar›, delîl zan etdikleri emâreler, belirti ve işâretlerdir.
Tasdîkin mertebeleri böylece anlaş›ld›kdan sonra bilinmelidir ki, avâm›n îmân› bu say›lan sebeblere dayanmakdad›r. Onlar hakk›nda bu sebeblerin en yüksek derecelisi, Kur’ân-› kerîmin delîlleri ve kalbi tasdîk etmeğe götüren benzeri delîllerdir. Bir âmînin [avâmdan birinin] Kur’ân-› kerîmin delîllerinden ileriye geçirilmemesi ve içindeki, kalbleri teskîn eden, avâm›
tasdîk ve itmi’nâna çeken aç›k ma’nâl› âyet-i kerîmelerden uzaklaşd›r›lmamas› lâz›md›r. Bunlar›n ötesindekiler, avâm›n anlayamayacağ› delîllerdir.
‹nsanlar›n çoğu çocuk iken îmân etmekdedirler. Bunlar›n tasdîklerinin sebebi, babalar›n› ve hocalar›n› taklîd etmekdir. Bunlara iyi zanda bulunduklar›, onlar› dahâ çok medh-ü senâ etdikleri ve başkalar›n›n da onlar› övdükleri içindir. Bunlara muhâlif olanlar› şiddetle red ederler. Onlara kendileri gibi inanm›yanlar›n çeşidli belâ ve musîbetlere uğrad›klar›n› bildiren hikâyeler nakl ederler. Meselâ filan yehûdî kabrinde köpek şekline
çevrilmiş ve falan râfizî domuz şekline girmiş gibi sözler nakl ederler.
Bu gibi hikâyeler, rü’yâlar ve hâller, çocuklar›n rûhlar›nda, bunlardan nefret, z›dd›na da meyl hâs›l eder. Hattâ kalblerinden bütün şübheleri söküp ç›kar›r.
Çocuklukda öğrenilen, taş üstüne kaz›lan yaz› gibidir. Çocuk bu
inançla büyür. Rûhunda kuvvet bulur. Bülûğa erişdiği zemân bu kat’î inanç
onda devâm eder ve içinde hiç bir şübhe kar›şmam›ş sağlam bir tasdîke var›r.
H›ristiyan, yehûdî, mecûsî ve müslimân çocuklar›n›n hepsi, hak
olsun, bât›l olsun, kat’î olarak babalar›n›n inanç ve i’tikâdlar› üzere yetişirler. Onlar› parça parça etseler de aslâ i’tikâdlar›ndan dönmezler. Hakîkî olsun, şeklî olsun, inançlar›n›n aleyhine hiç bir delîli kabûl etmezler.
‹slâmiyyeti bilmeyen müşrik köle ve câriyeler müslimânlar›n esâretine düşdüklerinde, müslimânlarla bir müddet berâber kal›nca, müslimânlar›n islâmiyyete s›k› bağl›l›klar›n› gördüklerinde, onlarla berâber islâmiyyete meyl edip, onlar›n i’tikâd› gibi inan›p ve onlar›n ahlâk› ile ahlâklan›rlar. Bunlar›n hepsi sâdece taklîd ve tâbi’ olduklar› kimselere benzemenin netîcesidir. Zîrâ teşbîh, insan tabî’atinin yarat›l›ş›nda vard›r. Bilhâssa çocuklarda ve gençlerde dahâ fazlad›r.
Böylece anlaş›lmakdad›r ki, kesin tasdîk araşd›rmağa ve delîller aramağa bağl› değildir.
BEŞ‹NC‹ FASL:
Takdîrî i’tirâz: Belki sen, yukar›daki sebeblerden dolay› avâm›n kalbinde kesin tasdîk hâs›l olacağ›n› inkâr etmem diyebilirsin. Lâkin tasdîk,
bir şeyin ma’rifeti, bilinmesi değildir. Hâlbuki insanlar i’tikâd ile değil, hakîkî ma’rifet ile mükellefdirler. ‹’tikâd cehl cinsindendir. Onunla hak ile bât›l ay›rd edilemez.
Cevâb: Bu fikrde olmak yanl›şd›r. Doğrusu, insanlar›n se’âdeti
hakk›n hakîkatine muvâf›k şeklde kalblerinde nakş olunmas› için, bir şeye olduğu gibi kesin olarak i’tikâd etmesindedir. Öldüğü zemân perdeler kalkd›ğ›nda, işleri inand›klar› gibi gördüklerinde zelîl olmazlar. Rezîl ve
rüsvâ olmak, utanacak duruma düşmek ateşi ile yanmad›klar› gibi, ikinci olarak Cehennem ateşi ile de yanmazlar Hak bilinen bir şeyin sûreti kalbinde nakş olunca, kendisine fâide
verecek hiç bir sebebe bakmaz. Bu delîl hakîkî midir, şeklî midir, kendisine kanâ’at veren bir şey midir, delîli söyleyen şahsa hüsn-i zann› m›d›r
veyâ sebebsiz, sâdece taklîd netîcesindeki kabûl müdür? Hangisi olduğuna bakmaz. Matlûb olan fâideli delîl değil, fâidedir. O da olduğu gibi
Hakk›n bulunduğu hâldeki hakîkatidir. Allahü teâlân›n zât›, s›fatlar›, kitâblar›, Peygamberleri ve âh›ret günü hakk›ndaki inanc›n›n hak olduğuna ve
hakîkatin inand›ğ› hâl üzere bulunduğuna kat’î olarak i’tikâd eden sa’îddir. Bu inanç kelâm ilminde yaz›l› delîllerden birine dayanmasa da Allahü teâlâ kat›nda makbûldür. Çünki Allahü teâlâ kullar›n› mutlak inanmak
ile mükellef tutmuşdur. Bu da Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem”
tevâtür ile gelen haberlerden kat’î olarak bilinmekdedir. Nitekim bedevî
arablara Peygamber efendimiz islâm› arz eder, onlar kabûl edip, hayvanlar›n› ve develerini gütmeğe dönerlerdi. Peygamberimiz bunlara mu’cize hakk›nda tefekkür etmeği, mu’cize hakk›ndaki delîlleri, âlemin hâdis
olmas›n›, Sâni’in, ya’nî yokdan var edenin isbât›n›, vahdâniyyetinin delîlleri ve diğer s›fatlar› hakk›nda düşünmelerini emr buyurmam›şd›r. Arablar›n avâm›ndan çoğuna bunlar teklîf edilseydi, bunlar› anlayamaz, uzun
müddet geçse bile, idrâk edemezlerdi. Nitekim onlardan biri Peygamberimize yemîn verdirerek, Allah seni Peygamber olarak m› gönderdi, deyince, Peygamberimiz de, (Vallâhi, Allah beni Resûl olarak gönderdi)
buyurunca, bu yemîne inanarak îmân edip, oradan ayr›ld›.
Başka biri de Peygamberimizin yan›na gelip bakd›ğ›nda, “Vallâhi bu
yüzün sâhibi yalanc› olamaz” demişdir. Buna benzer say›s›z misâller
vard›r. Böylece Peygamberimizin kendi asr›ndaki bir harbde ve sahâbîlerinin zemân›nda, çoğu kelâm delîlini bilmeyen binlerce kişi müslimân olmuşdur. Delîlleri anlamak istiyenlerin san’atlar›n› terk etme ihtiyâc›n›
duymalar› ve bir mu’allimden uzun müddet [delîller hakk›nda] ders görmeleri lâz›m gelirdi. Hâlbuki böyle bir rivâyet nakl edilmemişdir.
O hâlde zarûrî olarak bilinmesi gerekir ki, Allahü teâlâ nas›l hâs›l olursa olsun, îmân ve kesin tasdîk ile halk› mükellef k›lm›şd›r.
Evet, ârifin mukallidden üstün olduğu inkâr edilemez. Lâkin ârif
mü’min olduğu gibi, mukallid de mü’mindir.
Süâl: Mü’min taklîdci, kendisi ile yehûdî taklîdci aras›n› ne ile ay›r›r?
Cevâb: Mü’min mukallid taklîdi bilmez ve kendisinin mukallid olduğunu da bilmez. Kendisinin hak üzere olduğuna inan›r ve i’tikâd›nda hiç
şübhesi olmaz. Kendisinin hak üzere, hasm›n›n bât›l inançda olduğunu
kat’î olarak bildiği için, kendisiyle hasm›n›n aras›ndaki farklar› tesbît etmeğe lüzûm görmez. Kendisini hasm›ndan farkl› görmesinin sebebi,
kuvvetli olmasalar da ba’z› karînelerin ve zâhirî delîllerin mukallidlere mahsûs olduğunu görmesidir. Yehûdî de kendisi için ayn› şeklde düşünürse,
söylemesi hak yolda olan mukallidin i’tikâd›n› bozamaz, kar›şd›ramaz. Nitekim, araşd›r›c› bir âlimin kendini yehûdîden delîl ile üstün sanmas›, araşd›r›c› mütekellim bir yehûdînin de kendisini delîl ile üstün görmesi ile araşd›r›c› ârifin inanc›nda bir şübhe uyand›rmad›ğ› gibi, taklîdine bağl› bir mukallidde de şübhe uyand›ramaz. Bât›l üzere olan yehûdî, karş›l›kl› konuşmalar› esnâs›nda, mukallidin i’tikâd›nda herhangi bir şübhe uyand›rmamas›nda, mukallidin îmân› ona kâfîdir.
Kendi taklîdi ile yehûdînin taklîdi aras›ndaki fark› aç›klamakda zorland›ğ› için üzülen, kederlenen avâmdan biri hiç görülmüş müdür? Bu düşünce avâm›n hât›r›na bile gelmez. Hât›rlar›na gelse ve şifâhen söylense, söyleyene gülerler ve “bu ne hezeyând›r? Hak ile bât›l aras›nda müsâvât m› var ki, fark› aramaya ihtiyâc duyup da yehûdînin bât›l üzere, benim hak üzere olduğunu beyân edeyim. Ben buna yakîn ile inan›yorum.
Bu husûsda herhangi bir şübhem yokdur. Bu durumda ben nas›l fark› arar›m. Aradaki fark, araşd›rmaks›z›n kesin olarak bellidir” derler. Zâten
yakîn sâhibi mukallidin hâli de budur. Kendine göre mezhebini kat’î olarak doğru bilen, hakîkatde bât›l üzere olan yehûdî için bile bu fark› arama problemi söz konusu değildir. Nerede kald› ki, Allahü teâlâ kat›nda da
hak olan mü’min mukallid için söz konusu olsun. Bu aç›klamalarla anlaş›lmakdad›r ki, müslimân mukallidlerin i’tikâdlar› kat’î ve sağlamd›r. Şerî’at de onlar› bundan başkas› ile mükellef k›lmam›şd›r.
Süâl: Farz edelim ki, avâmdan mücâdeleci ve inâdc› biri taklîdi kabûl etmiyor, Kur’ân-› kerîmin delîlleri onu iknâ’ etmiyor ve yukar›da geçen hakk› bât›ldan ay›r›c› aç›k ve k›ymetli sözler de onu iknâ’ etmiyorsa
buna ne yapmal›d›r?
Cevâb: Bir kişi yarat›l›ş›n›n asl› sâlim olm›yan ve f›trat› s›hhatli bulunmayan tabî’ati bozulmuş bir hastad›r. Onun hâl ve hareketlerine bak›l›r. Tabî’atinde mücâdele ve inâd gâlib ise, onunla mücâdele etmez ve eğer îmân
esâslar›ndan birini inkâr ediyorsa, başkalar›na zarar vermemesini sağlar›z.
Eğer onda, firâsetle rüşd ve kabûlü sezersek, aç›k sözlerle ve delîllerin yard›m› ile ona söz geçirebilirsek, gücümüz nisbetinde onu tedâvî eder ve ac›, tatl› sözlerle, uygun delîller ile hastal›kdan kurtar›r›z.
Hulâsa: Allahü teâlân›n emr etdiği gibi en güzel şeklde onunla mücâdeleye gayret sarf ederiz. Ama hasta rûhlu kimselere uygulanan bu kadar ruhsat, herkes ile kelâm kap›s›n› açmağa delîl değildir. Çünki ilâclar,
hastalar için kullan›l›r, onlar›n da say›s› azd›r. Hastalara zarûret hükmü ile
uygulanan tedâvîden, s›hhatli kimselerin korunmas› lâz›md›r. Aslî f›trat›
sağlam olan kimse, mücâdelesiz ve delîlsiz îmân› kabûl etmeğe hâz›rd›r.
S›hhatlilerin ilâc kullanmas›n›n zarar›, hastalar›n ilâc kullanmağ› ihmâl etmelerinin zarar›ndan dahâ az değildir. Allahü teâlâ Resûlüne Nahl sûresi, yüzyirmibeşinci âyet-i celîlesinde meâlen, ([Ey Resûlüm] sen Rabbin
yoluna hikmet ve güzel öğütle çağ›r ve onlarla en güzel şeklde mücâdele et) buyurduğu gibi, her şey yerli yerine konmal›d›r. Bir cemâ’at
hak yola hikmet ile da’vet edilir. Diğer bir cemâ’at güzel va’z ve sözlerle da’vet edilir. Başka bir cemâ’at de tatl› bir mücâdele ile da’vet edilir.
Bunlar›n k›smlar›n› (El k›stâs-ül müstakîm) kitâb›nda tafsîlât› ile bildirdik. Burada tekrâr ile sözü uzatmayalım.


Eser: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm

Müellif: İmâm-ı Gazâlî

Terceme: Hüseyn Hilmi Işık

Ders Vermeği Terk Ettikten Sonra, Tekrar Ders Vermeğe Başlamamın Sebebi

 On seneye yakın uzlet ve halvet hâlinde, ya’nî insanlardan uzak, yalnız yaşadım. Bu zemân içinde sayamıyacağım birçok sebeblerden dolayı, ba’zan zevkle, tadarak, ba’zen aklî delîl ile, ba’zan da îmânımla anladım ki, insan, beden ve kalbden yaratılmışdır. Kalbden maksadım, ölülerde ve hayvanlarda da bulunan yürek değil. Allahü teâlâyı tanımaya mahsûs rûhun hakîkatidir. Bedenin bir sıhhat hâli vardır ki, se’âdeti ona bağlıdır. Bir de hastalık hâli vardır ki, helâk olmasına sebebdir.


Kalbin de sıhhat ve hastalık hâli vardır. İnsanlar için, [Şu’âra sûresi, 89.cu âyetinde meâlen], (Ancak selîm ve pâk bir kalb ile Allahın huzûruna varanlar kurtulur) buyurulmuşdur.


Kalbin hastalığı da vardır ki, insanın dünyâda ve âhıretde ebedî helâkine sebeb olur. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde [Bekara sûresi, 10.cu âyetinde] meâlen, (Kalblerinde hastalık vardır) buyurdu. Allahü teâlâyı tanımamak öldürücü zehrdir. Nefsin arzûlarına uyarak, Allahü teâlânın emrlerini yapmamak, kalbi öldüren bir hastalıkdır. Allahü teâlâya itâ’at ise, kalbi diriltir. Nefsin arzûlarına muhâlefet ederek tâ’atde bulunmak, kalbin hastalığına şifâ veren ilâcdır. Beden hastalığını gidermek, ilâclarla tedâvîye bağlı olduğu gibi, kalb hastalığının tedâvîsi de bir takım ilâclarla mümkindir. Bedenin tedâvîsi için kullanılan ilâcların te’sîrleri, akl ile kavranamayan özelliklerdendir. Nübüvvete mahsûs özelliklerle varlıkların özelliklerini anlayan ve Peygamberlerden gelen bilgilere sâhib olan tabîbleri taklîd etmek lâzım olur. Bunun gibi, bana zarûrî bir ilm olarak ma’lûm oldu ki, Peygamberler tarafından mikdârları belli edilen ibâdet ilâclarının da te’sîrleri, akl ile idrâk olunamaz. Bunları akl ile anlamaya uğraşmamalıdır. Nübüvvet nûru ile idrâk eden Peygamberleri taklîd etmek, emrlerine uymak lâzımdır. İlâclar, çeşidleri ve mikdârları başka başka olan, çeşidli maddelerden yapılır. Bir kısm maddeler, diğerlerinin iki katı olur. Bu sebebsiz değildir. Özelliklerine göre, böyle olması îcâb eder. Kalb hastalıklarının ilâcı olan ibâdetler de, böyle mikdârı ve çeşidi değişik olan hareketlerden ibâretdir. Secde, rükü’nun iki katıdır. Sabâh nemâzı, ikindi nemâzının yarısı kadardır. Böyle olmasında ilâhî bir sır vardır. Bu sır, ancak nübüvvet nûruyla anlaşılabilen bir özellik cinsindendir. İbâdetlerin bu durumları için, akl yoluyla hikmet ve sebeb arayanlar veyâ bu özelliklerin ilâhî bir sırra dayanmadığını, tesâdüfen bir şey olduğunu zan edenler,ahmaklıklarını ve câhilliklerini ortaya koymuşlardır. İlâclarda onları meydâna getiren bir takım temel maddeler vardır. Bunlar, temel unsûrlar sayılır. Bir de ilâcları hâzırlarken, ba’zı husûslar göz önünde tutulur. Bunlar da ilâcların temel maddelerinin te’sîrini göstermesi için, yardımcı maddelerdir. Bunların da herbirinin ayrı bir yeri vardır. Bunun gibi, sünnetler ve nâfileler asl rüknleri (farzları) temâmlayıcıdır.


Hülâsâ,Peygamberler, kalb hastalıklarının tabîbleridir.Aklın fâidesi ve işi, bize Peygamberleri tasdîk ve şehâdet etdirmekdir. Nübüvvet nûruyla idrâk edilen sırları anlamakdan âciz olduğumuzu i’tirâf etdirmekdir.Bizi elimizden tutup,körleri rehberlerine,şaşırıp kalmış olan hastaları şefkatli tabîbe teslîm eder gibi,nübüvvete teslîm etmesidir. İşte aklın yapacağı iş, bu kadardır. Bundan ötesine geçemez, karışamaz. Ancak tabîbin kendisine söylediğini bize haber verir. Bu mes’eleler; halk arasından uzaklaşıp, yalnız yaşadığım müddet içinde âdetâ gözle görür gibi kesin ve zarûrî bir tarzda anladığım mes’elelerdir.


Diğer tarafdan, nübüvvetin var olup olmadığı ve mâhiyeti husûsunda, Peygamberlerin bildirdiği hükmlerle amel etmekde, insanların i’tikâdının za’îflediğini gördüm. Bu durumun, halk arasında yaygın hâlde olduğuna şâhid oldum. Halkdaki gevşekliğin ve îmân za’îfliğinin sebeblerini araşdırdım ve buldum. Bunlar dört sebebdir:


Birincisi: Felsefe bilgileri ile meşgûl olanlardan kaynaklanan sebebdir.


İkincisi: Tesavvuf yoluna mensûb olanlara dayanan sebebdir.


Üçüncüsü: Ta’lîm iddi’âsına (İsmâ’îliyyeye) mensûb olanlara dayanan sebebdir.


Dördüncüsü: Halk arasında âlim diye tanınmış kimselere dayanan sebebdir.


Bir müddet de halkın durumunu araşdırdım. Dînin emrlerini yerine getirmekde kusûr edenlere, bunun sebeblerini sordum. Niçin şübhe etdiklerini, i’tikâdlarını ve kalblerindeki düşüncelerini araşdırdım.


Böyle kimselere: Niçin dînin emrlerini yapmıyorsun? Eğer âhırete inanıyorsan ve hâzırlanmıyorsan, onu dünyâ karşılığında satıyorsan, bu hâl ahmaklıkdır. Çünki sen, ikiyi bire karşılık değişmezsin. Nasıl oluyor da, ebedî âhıret hayâtını, bu geçici dünyâya karşılık değişiyorsun. Eğer âhırete inanmıyorsan, îmânın yok demekdir. Îmâna kavuşmak için derhâl tedbîr al, nefsine hâkim ol. İçinde saklı olan küfrün sebebini araşdır. Gerçi sen kalbinde saklı olan küfrü açıkca söylemiyorsun.Sâdece,kendini îmân sâhibi ve dîne bağlı gibi göstermekle, küfrünü açığa vurmamak fâidesizdir, diyordum.


Ba’zısı buna şöyle cevâb veriyordu: Dînin emrlerini yerine getirmek husûsunda âlimlerin bizden dahâ çok dikkat etmeleri lâzımdır. Fazîletli diye şöhret bulanlardan falan kimse, nemâz kılmıyor. Falan kimse, şerâb içiyor. Falan, vakf ve yetîm malı yiyor. Falanca da harâmlardan sakınmıyor. Bir diğeri de rüşvet alıyor ve sâire.


Diğer bir şahs da şöyle dedi: Ba’zı kimseler, tesavvuf ilmine ve hâllerine vâkıf olduğunu söyleyerek, tesavvufdan dem vuruyor. İbâdet etmeye hâcet bırakmayan bir makâma yükseldiğini söylüyor!


Üçüncü bir kimse ise, herşeyi mubâh ve halâl gören bir mezhebin, ya’nî ibâhâ ehlinin yoluna sapmışdır. Onların şübhelerinden bir şübheye saplanmış, dînin emrlerini yerine getirmiyor. Bunlar, tesavvuf yolundan uzak sapık kimselerdir.


Dördüncü bir kimsede,ta’lîmiyye ehliyle karşılaşmış,diyor ki: Hakkı bulmak güçdür. Ona varan yol kapalıdır. Bu konuda çok ihtilâf vardır. Mezheblerden biri diğerinden dahâ doğru gözükmüyor. Aklî delîller ise, birbirini çürütüyor. Bu delîlleri ortaya atanların görüşlerine güvenilmez. Ta’lîmiyye mezhebine da’vet edenler de, delîllerinde zorlayıcı olup, ellerinde delîl olmadan hükm veriyorlar. Bu durumda niçin şübheli olan şeyleri yapmakla meşgûl olayım.


Beşinci kimse de diyordu ki: Ben dînin emrlerini başkasını taklîd ederek niçin yapayım. Ben aydın insanım. Felsefe ilmini okudum ve Peygamberliğin hakîkatini idrâk etdim. Onun hakîkati, hikmetlere ve maslahata, fâidelere dayanıyor. İbâdetlerden maksad, halkın câhil kısmını zabtetmek, onları, birbirini öldürmekden, çekişmekden ve nefsânî arzûlardan alıkoymakdır. Ben câhil halkdan biri değilim ki, dînin emrleri altına gireyim. Ben hikmet sâhibiyim ve hikmete uyarım. Hakîkati hikmetle görürüm. Bu husûsda taklîde, Peygambere tâbi’ olmağa ihtiyâcım yokdur. İşte, ilâhiyyûn felsefecilerinin kitâblarını okuyanlar veyâ ibni Sînâ ve Fârâbînin kitâblarından bunları öğrenen kimselerin inancları böyledir. Böyle kimseler, islâmiyyeti kendilerine süs vâsıtası yaparlar. Onları çoğu kerre Kur’ân-ı kerîm okurken, cemâ’ate gidip, nemâz kılarken ve sözde dîni çok medh etdiklerini görürsün.Fekat,şerâb içerler ve dînin harâm dediği şeyleri yapmakdan sakınmazlar. Bunlardan birine, Peygamberliğe inanmıyorsan, niçin nemâz kılıyorsun diye söylenilse, bedenimin idmanı için der ve bu halkın bir âdetidir. Halkın yapdığı gibi yapıyor gözükmek, malımı, çoluk çocuğumu korumaya vesîle oluyor diye cevâb verir.


Bunlardan bir kısmına da, din gerçek, nübüvvet hakdır, denip, o hâlde niçin içki içiyorsun diye sorulunca, şu cevâbı verir. İçki, insanlar arasında kin ve düşmanlığa sebeb olduğu için yasaklanmışdır. Ben ilmim ve hikmetimle, aydın olmam sâyesinde bu tehlîkelerden korunurum. İçki içmekden maksadım, zekâmı keskinleşdirmekdir, cevâbını verir. İbni Sînâ, yazdığı ahdnâmede, Allahü teâlâya ahdlerde bulunmuş, dînin emrlerini yerine getireceğini, ibâdetlerde kusûr etmeyeceğini, şerâbı zevk için değil, tedâvî için içeceğini söylemişdir. İşte felsefecilerden îmân sâhibi olduğunu iddi’â edenin îmânı bu kadardır. Bir kısm insanlar, bu felsefecilere aldanmışdır. Felsefecilere i’tirâz edenlerin i’tirâzlarının za’îfliği, ya’nî bu i’tirâzı yaparken farkında olmadan hendese, mantık ve benzeri gibi kendilerine lâzım olan ilmleri de red etmeleri, i’tirâzlarını za’îfletmişdir. Bu durum ise, halkın felsefecilere aldanmasını artdırmışdır. Bu husûsa dahâ önce işâret etmişdik.


Bu gibi sebeblerle halkın îmânının bu derece za’îflediğini görünce, bu şübheleri ortadan kaldırmak için, kendimi hâzırlanmış bir hâlde buldum. Bu adamları rezîl etmek, benim için bir yudum su içmekden dahâ kolay oldu. Çünki, felsefecilerin, ta’lîmiyyenin, âlim geçinenlerin ve tesavvuf ehlinin ilmlerini tam ma’nâsıyla öğrenmişdim.Kalbime doğduki, böyle bir zemânda bunu yapmak, benim için kaçınılmaz, ihmâle gelmez zarûrî bir işdir. Kendi kendime; yalnız yaşamak, halk arasına karışmamak ne işe yarar? Hâlbuki hastalık, salgın hâlini almış, bunu tedâvî edecek tabîbler de hastalanmış, halk sapıklıkdan helâk olmak üzeredir diyordum.


Yine bu belâyı gidermek, bu karanlığı ortadan kaldırmak için, başka ne zemân imkân bulabilirsin?Zemân,fetret zemânı,devr,bâtıl devridir. Halkı sapdığı bâtıl yoldan doğru yola çağırsan, bu devrdeki insanların hepsi sana düşman kesilir. Onlara nasıl karşı koyabilirsin ve onlarla nasıl baş edebilirsin? Bu ancak dînine bağlı ve güçlü bir hükmdârın yardımı ile olabilir diyordum. Bir ara hakkı delîl ile açıklamakdan âciz olduğumu rûhsat kabûl ederek, uzlete, insanlardan uzak kalmağa devâm etmeğe karâr verdim. Allahü teâlâ takdîriyle, zemânın sultânının kalbinde bir arzû uyandırdı.Onun bu arzûsunda dışardan başka bir te’sîr yokdu.Halkın içine düşdüğü bu fetret devrini kaldırmam için, Nişâbura gitmememi kesin bir emrle bildirdi. Emr o derece kesin idi ki, muhâlefetde ısrâr etseydim, sultânın kalbini kırmış olurdum.Bu hizmeti yapmakdan kendimi ma’zûr görmemin za’îf bir sebebe dayandığının farkına vardım. Tenbellik, istirâhat, nefsi azîz tutmak, halkdan gelecek olan sıkıntılardan korunmak gibi sebeblerle, halkdan uzak yaşamak lâyık değildi. İnsanların cefâsının güçlüğü, nefse rûhsat vesîlesi olamazdı. Allahü teâlâ, [Kur’ân-ı kerîmde, Ankebût sûresinin, bir, iki ve üçüncü âyet-i kerîmelerinde] meâlen, (Elîf, lâm, mîm. İnsanlar, imtihândan geçirilmeden, sâdece, îmân etdik, demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Biz onlardan öncekileri de imtihândan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacakdır) buyurdu.


Allahü teâlâ yine Resûlüne “sallallahü aleyhi ve sellem” [Kur’ân-ı kerîmde,En’am sûresi otuzdördüncü âyetinde] meâlen,(Muhakkak ki, senden önceki Peygamberleri de yalanladılar. Onlar yalanlamalara karşı sabretdiler ve yardımımız, kendilerine yetişinceye kadar sıkıntılara katlandılar. Allahın hükmlerini hiçbir güç değişdiremez. Muhakkak ki, Peygamberlerin haberlerinden ba’zısı sana geldi) buyurdu. Allahü teâlâ yine [Kur’ân-ı kerîmde, Yasîn sûresinin ilk onbir âyet-i kerîme-sinde] meâlen,(Yasîn. Hikmetlerle dolu Kur’âna yemîn ederimki, sen Peygamberlerdensin. Dosdoğru yoldasın. Kur’ân, Azîz ve Rahîm olanAllah tarafından indirilmişdir.Onunla ataları uyarılmış azgın bir kavmi uyarasın diye gönderildin. Onlardan çoğu, azâbımıza müstehak oldu. Onlar îmân etmezler. Biz onların boyunlarına çene kemiklerine dayanacak şeklde birer demir halka geçirdik. Başları kalkık duruyor, aşağı bakamıyorlar. Önlerinde bir set, arkalarında bir set yaratdık. Onları her tarafdan çevirdik. Önlerini, arkalarını göremiyorlar. Onları uyarsan da, uyarmasan da birdir. Îmân etmezler. Sen ancak, Kur’âna uyan ve görmediği hâlde Allahdan korkan kimseleri uyarabilirsin. Onları ma’rifet ve Cennetle müjdele) buyurdu.


Halkın arasına dönme husûsunda kalb gözü açık ve müşâhede erbâbından, ya’nî tesavvuf ehli büyüklerden birçok kimse ile istişârede bulundum. Hepsi artık uzleti terk edip, insanların arasına dönmek îcâb etdiğini sözbirliği ile söylediler. Tesavvuf ehlinden ba’zı sâlih kimseler tarafından görülen ve dilden dile dolaşan rü’yâlar da insanların arasına dönmemi,halkı şaşkına çeviren sapıklıklara cevâb vermek için harekete geçmemi işâret ediyor ve kuvvetlendiriyordu. Bu rü’yâlar, Allahü teâlânın bu asrın ya’nî hicrî beşinci asrın başında, takdîr buyurduğu bir hayrın doğru i’tikâda, ya’nî Ehl-i sünnete dönmenin başlangıcı olduğunu gösteriyordu. Allahü teâlâ, her asrın başında dîni yeniden dirilteceğini va’d buyurdu. Bütün bu şehâdetlerden dolayı kalbimde ümîdim kuvvetlendi. Hüsn-i zannım gâlib geldi.


Hicrî dörtyüzdoksandokuz senesi Zilkâde ayında bu mühim vazîfeyi, ya’nî tecdîd işini yerine getirmek için Nişâbûra hareket etmem nasîb oldu. Bağdâddan ayrılışım dörtyüzseksensekiz senesinin Zilkâde ayında idi.Demekki,insanlardan ayrı,uzlet hâlinde yaşamam,onbir seneyi doldurmuşdu. Nişâbûra gitmek üzere yola çıkmam Allahü teâlânın takdîr buyurduğu bir hareket idi. Bu, Allahü teâlânın öyle hikmetler dolu takdîrlerindendir ki,insanlardan uzak yaşadığım esnâda kalbimden hiç geçmemiş idi. Nitekim Bağdâddan ayrılmak ve içinde bulunduğum makâmı, mevki’i, malı, mülkü ve evlâdlarımı terk etmek de aslâ hâtırımdan geçmemişdi. Kalbleri ve hâlleri değişdiren Allahü teâlâdır. Bir hadîs-i şerîfde: (Mü’minin kalbi, Rahmânın kudret elinin iki parmağı arasındadır) buyuruldu.


İyi biliyorum ki, ilmi yaymaya, talebelere ders vermeye döndüm. Fekat bu dönüş, göründüğü gibi değil, başka, çok başka bir dönüşdür. Eski hâlime dönmedim. Çünki dönmek eski hâle girmekdir. Ben eskiden insana mevki’ kazandıran ilmi yayıyordum. Sözlerimle ve hâllerimle o ilme da’vet ediyordum. Şimdi ise, insana makâm ve mevki’i terk etdiren, rütbeden uzaklaşmayı öğreten ilme da’vet ediyorum. Niyyetim ve arzûm budur. Bu hâlimi Allahü teâlâ biliyor. Ben kendi nefsimi ve başkalarını ıslâh etmek istiyorum. Murâdıma erecekmiyim yoksa, mahrûm mu kalacağım, bilemiyorum. Fekat, kesin ve görmüş gibi bir inanış ile inanıyorum ki, bir hâlin değişmesi, bir işi yapmak kuvveti, ancak Allahü teâlânın yardımı ile ve muvaffak etmesiyledir.Yine inanıyorum ki,ben birşey yapmadım. Allahü teâlâ bana bu işi yapmayı ihsân etdi. Allahü teâlâdan dileğim, önce beni, sonra da benim vâsıtamla başkalarını ıslâh eylesin. Hak olan şeyin hak olduğunu göstersin ve ona uymayı nasîb eylesin. Bâtıl olan şeyin de bâtıl olduğunu göstersin ve ondan sakınmayı nasîb eylesin!


Şimdi, yukarıda bahsetdiğimiz, îmânın za’îflemesine sebeb olan şeyleri anlatacağım. Se’âdete kavuşduran ve helâke sebeb olan hâllerden kurtaran yolu göstereceğim. Ehl-i ta’lîmden (Şî’ânın bir kolu olan ismâ’îlîlerden) işitdikleri sözler sebebiyle ne yapacaklarını şaşıranların çâresini (El-Kıstas-ül-müstakîm) adındaki kitâbımızda anlatdık. Burada tekrâr ederek sözü uzatmaya lüzûm yokdur.


İbâhâ ehlinin, ya’nî herşeyi mubâh ve serbest görenlerin ortaya atdığı yanlış düşünceleri ve onların şübhelerini yedi kısma ayırdık ve onları da (Kimyâ-i se’âdet) kitâbımızda açıkladık. Felsefe yolunu benimseyip, i’tikâdlarını bozanlar ve Peygamberliği inkâr edenler için, nübüvvetin hakîkatini ve varlığının zarûrî olduğunu îzâh etdik. İlâcların, yıldızların ve bunlar gibi şeylerin özelliklerini bildiren ilmlerin varlığı dolayısıyla, Peygamberliğin hak olduğuna delîl getirmemizin sebebi, bu ilm dallarının felsefecilerin bahsetdiği ilmlerden olmasıdır.


Biz, astronomi, tıp, tabî’at, sihr, tılsım gibi ilm dallarında âlim olana nübüvvet hakkında delîl gösterirken, herkesin kendi ilmini alâkadar eden delîller gösteririz. Fekat, nübüvveti dili ile kabûl etdim deyip, dînin bildirdiği mes’eleleri hikmetle îzâha çalışan kimse,muhakkakki nübüvvete inanmayan bir kâfirdir. O sâdece başkalarının kendisini ta’kîb etdiği bir hâkime inanmışdır.Bu durumun nübüvvete inanmakla hiçbir alâkası yokdur. Nübüvvete inanmak, aklın ötesinde bir âlemin varlığını kabûl etmekdir ki, orada aklın idrâk edemeyeceği ba’zı şeyleri idrâk eden bir göz açılır. Kulak, renkleri, göz, sesleri idrâk edemediği gibi, bütün duyu organları da, aklın kavradığı şeyleri idrâk edemez. Akl da, kendi ötesinde ma’nevî gözün (kalb gözünün) idrâk etdiği şeyleri anlıyamaz. Felsefeciler böyle bir şeyi kabûl etmiyorsa da, biz bunun mümkin olduğunu ve var olduğunu yukarıda kesin delîller ile açıkladık. Eğer bunu kabûl ederse, o zemân akl tarafından anlama ihtimâli bulunmayan ve yalanlanan, imkânsız olduğuna hükmedilen bir takım husûsî hakîkatlerin bulunduğunu isbât etmiş olur.


Meselâ bir dank,ya’nî yarım gram afyon,öldürücü bir zehrdir. Çünki aşırı derecede soğutucu özelliği olduğundan, damarda kanı dondurur. Tabî’at ilmine sâhib olduğunu iddi’â eden birisi, birleşik cismler, soğukluğu, su ve toprak unsûruyla kazanır zan eder. Çünki dört unsûrdan soğuk olanı, su ve toprakdır. Ama şu bir gerçekdir ki, yüzlerce litre toprak ve su bir araya gelse insan vücûdunu soğutmada yarım gram afyonun soğutduğu derecede soğutmaz. Bu husûsda tecribesi bulunmayan bir tabî’atcıya bahsedilse, imkânsız olduğunu söyler. Delîl olarak da afyon bitkisinde havâ ve ateş unsûrlarının da bulunduğunu, bu unsûrların onun soğutucu özelliğini artdırmayacağını söyler. Eğer afyonun sâdece su ve toprakdan meydâna geldiğini kabûl etsek, bu derece aşırı soğukluk ortaya çıkmaz. Hâlbuki hava ve ateş gibi iki sıcak unsûrun eklenmesiyle, kesinlikle bu kadar soğukluk olmaması îcâb eder der. Bu aklî bir delîldir. Felsefecilerin tabî’at ve ilâhiyât konularında kesin delîl olarak kabûl etdikleri şeylerin çoğu bu türdendir. Çünki onlar, varlıkları gördükleri ve anladıklarına göre değerlendirirler. Gördüklerine ve anladıklarına uymayan hâdiselerin imkânsız olduğuna hükmederler. Sâdık rü’yâlar herkesce kabûl edilmemiş olsaydı, bir kimse çıkıp, duyu organlarım sâkinleşdiği, durgun olduğu zemân (uykuda, rü’yâda) gaybdan haberdâr olurum, diye söylese, hakîkatleri akllarıyla ölçmeye alışmış olanlar, o kimsenin sözlerini inkâr ederlerdi.


Felsefecilerden birine şöyle söylenilse: Küçük bir dâne bir şehre atılınca, şehrin temâmını yok etsin. Sonra da kendi kendini yok etsin. Böyle bir şey mümkin mi? Felsefeci, böyle bir şey imkânsızdır, bu gibi şeyler hurâfedir, der.Hâlbuki söylediğimiz şey ateşin durumudur.Ateş, hem başka şeyleri,hemde kendini yakar yok eder.Ateşi görmeyen kimse, bunu inkâr eder. Âhırete âid şeylerin çoğu, buna benzer. O tabî’atcıya deriz ki, afyonda soğutma bakımından öyle bir özellik vardır ki, o özellik tabî’at ilmiyle ölçülmez. Akla uygun hâllere kıyâs olunamıyor demek mecbûriyyetinde kaldın. O hâlde dînin koymuş olduğu hükmlerde de, kalbleri tedâvî ve tasfiye etmek husûsunda akl yoluyla anlaşılamıyan, ancak nübüvvet gözü ile görülebilen ba’zı özelliklerin bulunabileceğini neden mümkin görmüyorsun?


Felsefeciler bundan dahâ acâib birtakım özellikleri kabûl edip, kendi kitâblarına yazmışlardır. O özelliklerden biri de doğum sırasında zorluk çeken bir kadına, kolay doğum yapması için tavsiye edilen aşağıdaki şekldir.

4 9 2

3 5 7

8 1 6

Dal Tı Be

Cim He Ze

Ha Elif Vav

Bu şekller, su değmemiş iki bez parçasına çizilip, yazılır. Doğum yapacak kadın bunlara bakar ve ayaklarının altına kor. O zemân çocuk derhâl doğar. Felsefeciler bunun mümkin olduğunu kabûl etmişler ve “Acâib-ül-havâs” kitâbında yazmışlardır. Bu şekl, dokuz hâneli bir şekldir. O hânelere belli rakamlar yazılır. Her sırada bulunan rakamlar enine, boyuna ve çapraz olarak toplanırsa toplam hep onbeş çıkar.


Bunu kabûl eden kimsenin aklı, sabâh nemâzının farzının iki, öğlenin dört, akşamın üç rek’at olmasının, felsefe gözüyle, aklla anlaşılamıyacak birtakım özelliklerden dolayı olduğunu neden kabûl etmiyor? Bunun hikmeti, bu vaktlerin ayrı ayrı olmasındadır. Bu özellikler, ancak nübüvvet nûruyla idrâk olunur. Ne garîbdir ki, bu vaktlerin birbirinden ayrı olmasının astronomi ilmine göre,müneccimlerin ifâdesiyle söylesek, vaktler arasındaki farklılığı anlayacaklardır. Meselâ, güneşin göğün ortasında veyâhud doğuş sırasında veyâ batış durumunda olmasına göre tâlih hakkında hükm değişik olmuyor mu? Hattâ müneccimler, yıldızların hareketine bakarak, ömrlerin kısa ve uzun olmasını, ecelin nasıl vâki’ olacağını tesbît etmiyorlar mı? Hâlbuki, güneşin göğün ortasında olmasıyla, doğmakda veyâ batmakda olması arasında fark yokdur. Bunu tasdîk etmesi, yalancılığını belki yüz def’a tecribe etdiği müneccimin ağzından duymuş olmasından dolayıdır. O müneccimi dâimâ tasdikden geri dönmez. Hattâ müneccim dese ki: Güneş, göğün ortasında iken falan yıldız onun hizâsına gelse, tâlih de falan burcda olsa, o sırada yeni bir elbise giysen,elbise içinde öldürülürsün.Buna inanır ve şiddetli soğukdan eziyyet çekse, müneccimin yalanını da birçok def’alar görmüş olsa bile, o denilen zemânda yeni elbise giymez. Aklı böyle şeyleri kabûl eden, bunların, ba’zı Peygamberlerin mu’cizesi olarak öğrenilmiş özellikler olduğunu i’tirâf etmeye mecbûr kalan bir kimse, nasıl olur da mu’cizeleri apaçık ve yalan söylediği aslâ işitilmemiş olan sâdık bir Peygamberin sözlerinde,bunlara benzer şeyleri inkâr edebiliyor? Bir felsefeci,nemâz rek’atlerinin sayısında, hacda şeytân taşlamakda çakıl taşlarını atmakda, hac rüknlerinin sayısında ve dinde emredilen ibâdetlerde bu gibi özelliklerin bulunabileceğini inkâr ediyorsa, biz bu özelliklerle, ilâcların ve yıldızların özellikleri arasında aslâ fark göremiyoruz.


Felsefeci, ben yıldızlara ve tıbba âid söylenen özelliklerden bir kısmını tecribe etdim. Ba’zılarını hakîkate uygun buldum ve tasdîk etdim. O özelliklere olmayacak bir şey gözüyle bakmak ve onları red etmek hissi içimden kalkdı. Fekat senin dediklerini tecribe etmedim. Mümkindir desem bile, hakîkat olduğunu nereden bileyim derse, şöyle cevâb veririm: Sâdece kendi tecribe etdiklerinle kalma. Tecribe edenlerin anlatdıklarını işitdin, onlara uy. Evliyânın sözlerini dinle. Onlar tecribe etdiler. Dînin bildirdiği her şeyde hakkı müşâhede etdiler. Onların yolundan yürü. Sen de onların gördüklerinin ba’zısını açıkca görerek, idrâk edersin.


Şunu da ilâve edeyim ki, her ne kadar bu husûsda tecriben yoksa da, tasdîk etmek ve uymak lâzım olduğunu aklın kabûl etmelidir. Farzedelim ki, bir adam ergenlik çağına ulaşmış, aklı başında, fekat henüz tecribe sâhibi değil. Bu adam, hastalandı. Tıp ilminde mâhir, çok şefkatli bir babası var. Onun tıpdaki şöhretini aklı erdiğinden beri işitiyor. Babası ona bir ilâc hâzırlayıp, bu senin hastalığına iyi gelir, seni bu hastalıkdan kurtarır, demiş. O hastanın aklı neye hükm etmelidir? İlâc, acı ve fenâ kokulu olsa bile, içmeli mi? Yoksa babasını yalanlayıp, tecribe etmediğim bu ilâcın hastalığımı iyileşdireceğini aklım kabûl etmiyor mu demelidir? Böyle yaparsa, ona ahmak diyeceğine şübhem yokdur. İşte bunun gibi, ibâdetlerin özelliklerini kabûlde tereddüt edersen, basîret sâhibleri seni de ahmak sayarlar.


Eğer, Peygamberin “aleyhisselâm” şefkatini ve ma’nevî tedâvî sayılan ibâdetlerin özelliklerine vâkıf olduğunu nasıl bileyim der isen, derim ki: Babanın şefkatini nasıl bildin? Bu maddî olarak hissedilen bir şey değildir. Fekat babanın hâllerini ve sana karşı davranışlarını görerek bildin. Bu hâl ve hareketler, sende zarûrî bir bilgi meydâna getirdi. Bunda aslâ şübhem yokdur.Bir kimse,Resûlullahın”sallallahüaleyhivesellem” sözlerine, kitâblarda bildirildiği üzere, insanlara doğru yolu nasıl gösterdiğine, gâyet yumuşaklıkla, nezâket ve iyilikle onların ahlâkını güzelleşdirmeye, dargın kimselerin aralarını bulmağa, dünyâ ve âhıret se’âdetine kavuşduracak şeylere da’vet etmek husûsundaki yüksek gayretine bakarsa, o yüce Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” ümmetine karşı şefkatinin, bir babanın çocuğuna olan şefkatinden kat kat fazla olduğunu kesin bir şeklde görüp ve anlar. Yine Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” açıkca görülen nâdir hâllerine ve Kur’ân-ı kerîmde Onun lisanıyla haber verilen ve hadîs-i şerîflerinde âhır zemânda zuhûr edeceği bildirilen gayba âid şeylerin bildirdiği gibi çıkdığına bakarsa, kesin olarak anlarki,O,aklın ötesinde bulunan bir duruma ulaşmışdır.Onda ma’nevî bir göz açılmışdır ki, onunla ancak Allahü teâlâya kavuşmuş kimselerin idrâk edebileceği gaybı ve aklın eremeyeceği şeyleri görüyor.


İşte Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” doğruluğunu tasdîk eden zarûrî ilme kavuşmanın yolu budur. Tecribe et, Kur’ân-ı kerîmin âyetlerini iyi düşün. Hadîs-i şerîfleri iyi mütâlaa et, incele, bunu açık olarak anlarsın, görmüş gibi inanırsın. Bu kadar söz, felsefecileri yola getirmek için kâfîdir. Bu zemânda buna çok ihtiyâc olduğu için anlatdık.


Îmânı za’îfleten dördüncü sebebe gelince, bu âlimlerin ilmleriyle amel etmemeleri, kötü hâlleri sebebiyle halkın te’sîr altında kalıp, îmânlarına za’âf gelmiş olmasıdır. Bu hastalık ise üç dürlü tedâvî edilir.


Birinci tedâvî şekli: Halka şöyle demelisin. Harâm yidiğini iddi’â etdiğin âlimin, harâmın harâm olduğunu bilmesi, senin, içkinin, fâizin hattâ gîbetin, yalanın, kovuculuğun harâm kılınışını bilmen gibidir. Sen bunların harâm olduğunu bildiğin hâlde işlersin. Bunları yapman harâm olduğuna inanmamandan dolayı değil, nefsinin hevâsına, arzûlarına uyduğundan dolayıdır. İşte âlimin nefsinin arzûları da senin arzûların gibidir. Onu da nefsi mağlûb etmişdir. Onun senden farkı, birçok mes’eleyi bilmesi, ilm sâhibi olmasıdır. Onu, işlediği günâhlardan dolayı, dahâ fazla tenkid etmek uygun düşmez. Tıbba inanan pekçok kimse vardır ki, tabîb kendisine yasakladığı hâlde, meyve yimekden ve soğuk su içmekden kendisini alamaz. O kimsenin bu davranışı, tıp ilmine inanmadığından değildir. İşte, âlimlerin hatâları da böyle telakkî edilmelidir.


İkinci tedâvî şekli: Câhil kimselere şöyle demelidir: Âlim, ilminin âhıretde kendisine şefâ’atci olacağını kabûl ediyor. Zan ediyor ki, ilmi onu kurtaracakdır. Bu sebeble ilmine güvenip, amellerde gevşek davranıyor. Belki de ilmi aleyhine bir delîl olacakdır. Fekat o lehine olacağına güveniyor. Bu da mümkindir. O, ilmine güveniyor, ameli terk ediyor. Ya sen ey câhil,ona bakıp,ameli terkedersen,ilminde olmadığına göre,kötü amelin sebebiyle helâk olursun. Sana şefâ’at edecek bir şeyin de yokdur.


Üçüncü tedâvî şekli: En doğru tedâvî şekli budur. Hakîkî âlim ancak yanılarak günâh işler. Günâh işlemekde aslâ ısrâr etmez. Hakîkî ilm, günâhın öldürücü zehr olduğunu, âhıretin dünyâdan iyi olduğunu bildirir. Bunu bilen bir kimse, iyiliği bırakıp, kötülüğe yönelmez. İlmin bu meziyyeti insanların çoğunun meşgûl olduğu çeşidli ilmlerle elde edilmez. Bunun için, o tip ilmler, sâhibini günâh işlemekde cüretkâr olmaya sürekler. Fekat hakîkî ilm ise, sâhibinde Allah korkusunu uyandırır ve artdırır. Bu korku onunla günâh arasında perde olur. Ancak, yanılarak günâh olan ba’zı hareketlerde bulunabilir. İnsanlar bu gibi hatâlardan kurtulamaz. Bu hâl, îmânın za’îfliğini göstermez. Mü’min böyle hatâlara düşebilir. Fekat tevbe eder ve günâh işlemekde ısrâr etmez.


Felsefecilerin ve ta’lîmiyyecilerin yollarının kötülüğü ve zararları ve onlara karşı çıkarken usûlsüzlük yapanların zararları hakkında bildirmek istediklerim bu kadardır.


Allahü teâlâdan dileğimiz, bizi seçdiği hakka ve hidâyete erdirdiği kullarından eylesin. Hiç unutmamak üzere zikrini kalbimize yerleşdirsin. Nefsinin şerrinden koruduğu, yalnız kendisine ibâdet eden, hâs ve ihlâslı kullarından eylesin!


İmâm-ı Muhammed Gazâlî “rahmetullahi aleyh”


Bu (El-münkız) kitâbını İmâm-ıMuhammed Gazâlî “rahmetullahi aleyh” yazmışdır. İslâmın en büyük âlimlerindendir. 450 [m. 1058] senesinde tevellüd, 505 [m. 1111] senesinde vefât etmişdir. Şâfi’î mezhebinde müctehîd idi. O kadar çok kitâb yazmışdır ki, ömrüne bölünce, bir güne onsekiz sahîfe düşmekdedir. Kitâbları çok kıymetlidir. İslâm felesofu olmayıp, büyük bir Ehl-i sünnet âlimidir. İslâmiyyetde felsefe olmadığı gibi, İslâm felesofu da yokdur.


İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin mürşidi, silsile-i aliyyenin büyüklerinden Ebû Alî Fârmidî hazretleridir. Evliyâlık mertebelerine onun sohbetleri ile kavuşmuşdur. İmâm-ıGazâlînin yaşadığı devr,islâm âleminde,siyâsî ve fikrî karışıklıkların hükm sürdüğü bir devr idi. Bağdâddaki Abbâsî halîfesinin hâkimiyyeti za’îflemeğe yüz tutmuşdu. Büyük Selçukî Devletinin sınırları ise genişliyor, nüfûzu artıyordu. İmâm-ı Gazâlî, bu devletin hükümdârları, Alparslan, Melikşâh ve Sultân Sencer zemânında yaşadı. Hassan Sabbâh ve adamları, sapık yolları olan ismâ’îliyye fırkasının fikrlerini yaymaya çalışıyorlardı. Mısrda da şî’î Fâtimî devleti çökmeğe başlamış, Endülüs İslâm Devleti gerilemeğe yüz tutmuş idi. Müslimânları mukaddes topraklardan atmak için hâzırlanan Haçlı seferleri, bu zemân [m. 1096] başlamışdı. Bu siyâsî karışıklıkların yanında, fikr ve düşüncelerdede karışıklıklar başlamışdı.İç ve dış düşmanlar, her zemân olduğu gibi, müslimânların i’tikâdını bozmağa çalışmış, bir yandan Yunan feylesoflarının bozuk fikrleri terceme edilip, islâm inançlarına karışdırılmağa uğraşılmış, bir yandan da Bâtınî ve Mu’tezîli i’tikâdları yayılmaya çalışılmışdır.


İşte bu sırada Ehl-i Sünnet i’tikâdını müdâfea eden İslâm âlimlerinin başında, İmâm-ı Gazâlî hazretleri geliyordu. O, bir yandan talebeler yetişdirmeğe çalışırken, bir yandan da, Ehl-i sünnet dışı fırkalara ve felsefecilere cevâblar yazmışdır.(El-münkız) kitâbında,kendilerini akllı,ilm adamı, hiç yanılmaz zan eden dinsizlere cevâb vermekdedir. (İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm) kitâbında da, Ehl-i sünnet i’tikâdına göre inanmanın ehemiyyetini,müteşâbîhatdan ma’nâ çıkarmanın tehlükelerini, kelâm ilmi ile uğraşmanın zararlarını açıklamakdadır.


Eserlerinin sayısı (1000)e ulaşdığı (Mevdû’at-ül ulûm) kitâbında yazılıdır. İhyâ-ül-ulûm,Kimyâ-i Se’âdet kitâbları ile Cevâhir-ül Kur’ân tefsîri meşhûrdur.

Eser: El-münkızü mined-dalâl

Müellif: İmâm-ı Gazâlî 

Terceme: Hüseyn Hilmi IŞIK

TESAVVUF EHLİNİN YOLU

 Yukarıda bahsi geçen ilmleri inceledikden sonra, bütün dikkat ve gayretimle tesavvuf yolunu incelemeye başladım. Şunu anladım ki, tesavvuf yolu, ilm ve amel ile temâmlanıyor. Tesavvuf ehlinin ilminin özü nefse âid olan mâni’leri geçmek, nefsi kötü huylardan ve fenâ vasflardan temizlemekdir. Kalbden Allahü teâlâdan başka herşeyin düşüncesini atmak ve kalbi Allahü teâlânın zikriyle süslemekdir.


Tesavvufun bu ilm yönü, bana amel yönünden dahâ kolay geldi. Bu sebeble önce tesavvuf ehlinden Ebû Tâlib Mekkînin (Küt-ül-kulûb) adlı kitâbını, Hâris-i Muhâsibînin kitâblarını,Cüneyd-i Bağdâdînin,İmâm-ı Şiblînin,Bâyezîd-i Bistâmînin “radıyallahü anhüm” ve diğer büyük sôfîlerden nakl edilen sözlerin bulunduğu kitâbları okuyup, incelemek sûretiyle, bu ilmi tahsîle başladım. Bu zâtların ilmle anlatdıkları maksadlarının özüne vâkıf oldum. Tesavvuf yolunun işitmekle ve öğrenmekle elde edilebilecek yönünü tahsîl etdim.


Anladım ki, tesavvuf ehlinin bu büyüklerinin kavuşmak istedikleri gâye, öğrenmekle değil, tadmak, yaşamak, sıfatları ve hâli değişdirmekle ele geçer. Sıhhatin, tokluğun sebeblerini, şartlarını öğrenmek ayrı, sıhhatli ve tok olmak ayrı şeydir. Aralarında çok büyük fark vardır. Bunun gibi, serhoşluk mi’deden dimâga yükselen buhârın, dimâgı sarmasından ortaya çıkan bir hâldir şeklindeki ta’rîfini bilmekle, serhoş olmak arasında da büyük fark vardır. Fekat, serhoş olan serhoşluğu ta’rîf edemez. Serhoşluğun ne olduğunu bilmez. Aklı başında olan bir kimse ise, serhoşluğu ta’rîf eder, alâkalı şeylerini bilir. Hâlbuki, kendisinde serhoşluk hâli yokdur, serhoş değildir. Hasta olan doktor, sıhhatin ta’rîfini, şartlarını ve ilâclarını bilir. Hâlbuki, o ânda sıhhatini kaybetmişdir.


İşte bunun gibi, zühdün, dünyâdan yüz çevirmenin hakîkatini, şartlarını, sebeblerini bilmekle, zâhid olarak yaşamak arasında fark vardır. İyice anladım ki, tesavvuf ehli güzel hâllere sâhib ve kuru sözlerden uzakdırlar. Tesavvufda ilm yoluyla öğrenilmesi mümkin olan şeyleri tahsîl etdim. Benim için, işitmekle ve öğrenmekle elde edilemeyen ancak, tatmakla, yaşamakla, o yolun ehli olmakla kavuşulandan başka bir şey kalmamışdı. Dînî ve aklî ilmleri iyice kavramak için, lâyıkıyla öğrendiğim ilm dalları ve yükseldiğim meslekler, bana, Allahü teâlâya, Peygamberliğe ve âhıret gününe, şübhe götürmez, sağlam bir îmân kazandırmışdı.


Îmânın esâsları belli bir delîl ile değil, bilâkis sayısız sebeblerle, karînelerle ve tecribelerle kalbime iyice yerleşmişdi. Şunu iyice anladım ki, âhıretde se’âdete kavuşmak için, takvâ üzere yaşamak, harâmlardan sakınmak, nefsi hevâ ve hevesinden men’ etmek tek çâredir. Bu işin başı da, bir gurûr ve aldanış yeri olan dünyâdan uzaklaşıp, âhırete bağlanmak, bütün varlığı ile temâmen Allahü teâlâya yönelmek, kalbin dünyâdan alâkasını kesmedir. Bu ise, ancak,maldan, makâmdan, yüksek gâyelere ulaşmaya engel olan şeylerden uzak durmakla mümkin olur.


Sonra, kendi vaziyyetimi tedkîk etdim. Gördüm ki, dünyâ meşgâlelerine dalmışım. Bu meşgâleler beni temâmen sarmış hâldedir. Yapdığım işleri düşündüm. En güzel işim, ders vermek ve talebe yetişdirmekdi. Bu işde de âhırete pek fâidesi olmayan, mühim olmıyan bir takım ilmlerle meşgûl olduğumu gördüm. Ders vermekdeki niyyetimi araşdırdım. Onun da Allah rızâsı için olmadığını, şân ve şöhret kazanmak, makâm ve mevki’ sâhibi olmak arzûsundan ileri geldiğini anladım. Uçurumun kenârında olduğumu, hâlimi düzeltmezsem ateşe yuvarlanacağıma kanâ’at getirdim. Bir müddet devâmlı bunu düşündüm. Henüz irâdeme hâkim durumda idim. Birgün Bağdâddan ayrılıp gitmeğe ve o hâllerden kurtulmağa kesin karâr verirdim. Ertesi gün bu kararımdan vazgeçerdim. Karârsız bir hâlde idim. Bir sabâh âhıret arzûsu kuvvet bulsa, akşam dünyâ arzûları bir ordu gibi üzerime saldırıp, o arzûyu mutlaka dağıtıyordu. Dünyâ arzûları bir zincir gibi, beni makâm ve mevki’ye doğru sürüklüyordu.


Îmân münâdîsi de şöyle sesleniyordu: (Göç zemânı geldi. Ömrün bitmek üzeredir. Önünde uzun âhıret yolculuğu vardır. Şimdiye kadar öğrendiğin ilm ve yapdığın amel hep riyâdır, gösterişdir. Şimdi âhırete hâzırlanmazsan, ne zemân hâzırlanacaksın. Dünyâ alâkalarını şimdi kesmezsen, ne zemân keseceksin.) O zemân içimdeki önceki arzû yeniden uyanırdı. Bağdâddan ayrılıp gitmek karârım kuvvetlenirdi.


Bu sefer şeytân şöyle vesvese verirdi: Bu hâlin bir hastalıkdır. Sakın i’tibâr etme. Çünki, çabuk geçecek bir hâldir. Eğer ona uyarak şu ânda bulunduğun mevki’yi ve kimsenin bozamayacağı muntazam hayâtı terk edersen, bir gün nefsin terâr dönmek ister. Fekat bir dahâ ele geçmez.


Hicrî dörtyüzseksensekiz senesi Receb ayından i’tibâren, altı ay kadar dünyâ arzûları ile âhıret arzûları arasında karârsız kaldım. Sonra, artık iş ihtiyârî olmakdan çıkıp, zarûrî bir hâle döndü. Çünki, Allahü teâlâ dilime bir kilit vurdu.Ders veremeyecek sûretde bağlandı.Talebelerimi memnûn etmek için, birgün olsun ders vermeye kendimi zorladım. Fekat dilim bir kelime dahî söyleyemedi. Buna gücüm yetmiyordu. Sonra dilimdeki tutukluk kalbime bir hüzün verdi. Bu üzüntü sebebiyle mi’demde hazm kuvveti kalmadı. Yimekden, içmekden kesildim. Boğazımdan su geçmiyordu. Bir lokmayı hazm edemiyordum. Bu yüzden bedenim za’îfledi. Doktorlar bana ilâcın fâide vereceğinden ümîdi kesdiler. Bu durum, kalbe âid bir hâldir. Ondan da mîzâca, ya’nî tabî’atına sirâyet etmişdir. Kalbde meydâna gelen bu büyük üzüntü gitmedikce, ilâcla iyileşdirmeye imkân yokdur, dediler.


Âciz kaldığımı, irâdemin temâmen elden çıkdığını görünce, çâresiz kalan kimsenin yalvarması gibi, Allahü teâlâya sığındım. Çâresiz kalanların düâsını geri çevirmeyen Allahü teâlâ düâmı kabûl buyurdu. Bana makâm, mevki’, mal, âile, evlâd ve dost gibi şeylere gönül bağlamakdan kurtulmayı ihsân etdi. Şâmda ikâmet etmeye karâr verdim. Halîfenin ve beni sevenlerin bu arzûmu öğrenmelerini istemiyordum. Mekkeye gidecek gibi göründüm. Bir dahâ dönmemek üzere Bağdâddan ayrılacağımı latîf, uygun hîlelerle belli etmemeye çalışdım. Bütün Irâk âlimleri gitmemem için, tenkîdde bulundular. Onların arasında, herşeyden yüz çevirmemin dînî bir sebebden olduğunu kabûl edecek bir kimse yokdu. Onlar benim bulunduğum mevki’nin, dînin en yüksek mevki’i olduğunu zan ediyorlardı. Bilgileri ancak bu kadarına yetiyordu. Sonra halk, gitmemin sebebi hakkında bir takım tahmînler arasında şaşırdı kaldı. Irâkdan uzak olanlar ise, bu gidişimin memleketi idâre eden devlet adamlarının arzûlarından ileri geldiğini zan ediyorlardı. Devlet adamlarına yakın olanlar da, onların beni bırakmamak için ne kadar uğraşdıklarını, yapdığımı kınadıklarını, benim de onlardan yüz çevirdiğimi, sözlerine kulak asmadığımı görüyorlardı. Bu, Allahdan gelmiş bir işdir. Âlimlere ve ehl-i islâma nazar değdi. Bunun başka bir sebebi olamaz diyorlardı.


Malımdan, bana ve çocuklarımın nafakasına yetecek kadarını ayırdım. Geri kalanını temâmen dağıtdım. Irâk malı müslimânlara vakf olduğu için, böyle işlere ayrılması câizdir. Dünyâda, bir âlimin çocukları için ayıracağı bu maldan dahâ iyi bir mal görmedim. Nihâyet, Bağdâddan ayrılıp,Şâma gitdim.Şâmda iki seneye yakın ikâmet etdim.Bu zemân içinde, tesavvuf kitâblarından öğrendiğim gibi, nefsimi fenâ hâllerden temizlemek, ahlâkımı güzelleşdirmek, Allahü teâlâyı zikr etmek, kalbimi tasfiye etmekle meşgûl oldum. İnsanlardan uzak durup, zemânımı riyâzetle ve ibâdetle geçirdim. Şâmdaki Emevî câmi’nde bir müddet i’tikâfa girdim. Câmi’nin minâresine çıkar, kapıyı kilitlerdim ve bütün gün orada kalırdım. Sonra Kudüse gitdim. Beyt-i mukaddese girdim. Her gün Sahrâtullaha (Peygamberlerin ve Evliyânın ibâdet mahalli olmakla meşhûr yer) girer, kapıları üzerime kilitlerdim.


Kudüsü ve Hazret-i İbrâhîm Halîlullahı “aleyhisselâm” ziyâretden sonra, hac farizâsını yerine getirmek, Mekke-i mükerremenin ve Medîne-i münevverenin bereketlerine kavuşmak, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kabr-i şerîfini ziyâretle şereflenmek arzûsu kalbime düşdü. Hicâza gidip, bu arzûma kavuşdum.


Dahâ sonra, çocuklarımın da’veti ve içimdeki arzû, beni vatanıma çekdi.Hiç dönme düşüncesinde olmadığım hâlde,döndüm.Yine insanlardan uzak yaşamayı tercîh etdim. Yalnız kalmağa, Allahü teâlâyı zikr etmeğe ve ondan başka herşeyi kalbimden çıkarmağa çok hırslı idim. Zemânın hâdiseleri, çoluk-çocuk derdi, geçim sıkıntısı, huzûrumu bozuyor,yalnızlıkdan duyduğum tadı bozuyordu. Bu tadı ancak arasıra duyuyordum.Bununla berâber,o hâle kavuşmaktan ümîdimi kesmedim.On sene kadar böyle devâm etdim. Yalnızlıklarım sırasında bana o kadar şey ma’lûm oldu ki, onları temâmen anlatmak mümkin değildir. Fâidelenmek için birazından bahsedeyim.


Kesin bir şeklde anladım ki, tesavvuf ehli, Allahü teâlânın yolunda olan kimselerdir. Onların hâlleri, hâllerin en iyisidir. Yolları, yolların en doğrusudur. Ahlâkları ahlâkların en temizidir. Dînin esâsına vâkıf olan âlimlerin ilmi, hükemânın hikmeti, onların hâllerinden ve ahlâklarından bir kısmını değişdirmek, dahâ iyi bir hâle getirmek için bir araya gelse, buna imkân bulamazlar. Dahâ iyisini ortaya koyamazlar. Onların zâhiren ve bâtınen bütün hâl ve hareketleri, nübüvvet kandilinin ışığından alınmışdır. Yeryüzünde ise,nübüvvet ışığından başka aydınlanacak bir nûr yokdur.


Hâsılı bir tarîkat, bir yol ki, ilk şartı olan temizlik, kalbden mâsivâyı,ya’nî Allahü teâlâdan başka herşeyi çıkarmakdır.Bunun anahtarı, kalbin dâimâ Allahü teâlâyı anmakla meşgûl olmasıdır. Bu hâl, nemâzdaki iftitâh tekbîri mesâbesindedir. Netîcesi, temâmen Allahü teâlânın varlığında yok olmakdır. Böyle bir yol hakkında başka ne söylenebilir.


Allahü teâlânın varlığında yok olmanın son mertebe sayılması, başlangıçda istek ve irâde ile yapılabilen hâllere göredir. Yoksa aslında o fenâ makâmı, tarîkatın başlangıcıdır. Ondan önceki hâller, bu yolun yolcuları için, sokak kapısı ile evin asl kapısı arasındaki avlu durumundadır. Tarîkatın başlangıcından i’tibâren keşfler, müşâhedeler başlar. Hattâ öyle olurki,sâlikler (tarîkat yolcuları) uyanıkken melekleri, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” rûhâniyyetlerini görürler. Sözlerini işitirler ve onlardan pek çok fâideler elde ederler. Dahâ sonra onların rûhâniyyetlerini ve sîretlerini görmekden öyle yüksek derecelere yükselme hâli hâsıl olur ki, bunu sözle anlatmak mümkin değildir. Kim o hâli anlatmak isterse, sözünde sakınılması imkânsız açık hatâlar olur. Hülâsâ iş, Allahü teâlâya o kadar yaklaşmak derecesine varır ki, bir zümre Allah ile birleşdiğini, bir zümre Allaha vâsıl olduğunu tehayyül eder.Bunun temâmı hatâdır.Niçin hatâ olduğunu (El-Maksad-ül-aksâ) kitâbımızda açıkladık. Kendisinde bu hâl meydâna gelen kimse:

Aklıma getirmediğim şey oldu,

Aslını sorma, iyi zanda bulun.

Ma’nâsında olan beyte uyarak, fazla bir şey söylememelidir. Netîce olarak, tesavvuf ehlinin yolunda ilerleyip, bu yola zevk ile vâkıf olmayanlar, nübüvvetin hakîkatini anlayamazlar. Sâdece ismini bilirler. Evliyâdan hâsıl olan kerâmetler, Peygamberlerden ilk zemânlarda hâsıl olan hâllerdir. Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Peygamberliği bildirilmeden önce, Hîra dağına çekilip, insanlardan uzak kalarak, Allahü teâlâya ibâdet etdiği sıradaki hâli böyle idi. Hattâ arablar, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”, Rabbine âşık oldu, dediler.


Bu öyle bir hâldir ki, ne olduğunu o yolda ilerlemiş olanlar, onu zevk ile, tadarak anlarlar. Bu zevki tatmayanlar, tesavvuf ehlinin sohbetinde bulunarak, tecribe ede ede ve işite, işite hâllerin alâmeti ve delâleti ile anlarlar. İşte tesavvuf ehli ile birlikde bulunanlar, onlardan bu yakîni istifâde ederler. Onlar öyle kimselerdir ki, sohbetlerinde bulunanlar,dalâletde kalmaz. Sohbetlerinde bulunma şerefinden mahrûm kalanlar, (İhyâ-ü ulûmid-dîn) kitâbımızın “Acâib-ül-kalb” kısmında bahsetdiğimiz gibi, aklî delîllerle bunun mümkin olduğunu yakînen anlarlar. Bu hâlleri, aklî delîllerle incelemek ilmdir. O hâller ile hâllenmek ise zevkdir, tatmakdır. Hüsn-i zan ve tecribe ile kabûl etmek îmândır. İşte bu, ilm,hâl (zevk) ve inanmak olmak üzere üç derecedir.Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Mücâdele sûresi 11.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Allah sizden îmân edenleri ve kendilerine ilm verilenleri derecelere yükseltir…) buyurdu. Bu üç dereceye kavuşanların dışında kalan bir takım câhil kimseler vardır ki, bu hâlleri inkâr ederler. Böyle sözlere şaşarlar ve alay ederler. Bunlar ne hezeyânlar yapıyorlar derler. Bunlar hakkında Allahü teâlâ,Peygamber efendimize “sallallahü aleyhi vesellem” meâlen şöyle buyurdu: (O münâfıklardan seni dinlemeye gelen de var. Hattâ Senin yanından çıkdıkları zemân, (Eshâb-ı kirâmdan) kendilerine ilm verilmiş olanlara şöyle derler: O biraz önce ne söyledi? (Böylece alay ederler). Bunlar öyle kimselerdir ki, Allah kalblerini mühürlemişdir de, hep hevâlarına uymuşlardır.) (Muhammed sûresi: 16.ci âyet-i kerîmesi.)


Tesavvuf ehlinin yolunda ilerlemem sâyesinde muttali’ olduğum husûslardan biri de, nübüvvetin hakîkati ve husûsiyyeti bana âşikâr oldu. Nübüvvetin esâsına dâir burada ma’lûmât vermek lâzımdır. Buna çok ihtiyâc vardır.

Nübüvvetin Hakikati ve Bütün İnsanların Ona Muhtac Olması

Şu bilinmelidir ki,insan dünyâya ilk geldiğinde,bilgisiz,Allahü teâlânın yaratdığı bütün âlemlerden habersiz olarak yaratılmışdır. Âlemler çokdur.Sayılarını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez.Nitekim, Kur’ân-ı kerîmde [Müddesir sûresi 31.ci âyetinde] meâlen: “Allahın ordularının sayısını Ondan başka kimse bilmez) buyurdu. İnsan, idrâki sâyesinde âlemden haberdâr olur. İdrâklerden herbiri de, insan onunla bir âlemi anlasın diye yaratılmışdır. Âlemlerden maksadımız, varlıkların çeşidleridir. İnsanda en önce dokunma duyusu yaratılır. Bu duyu ile soğuğu, sıcağı, nemi, kuruyu,yumuşağı,katıyı ve benzerlerini idrâk eder. Bu duyu, renkleri ve sesleri kat’iyyen anlayamaz. Bunlar, dokunma duyusuna göre yok demekdir. Sonra insanda görme duyusu yaratılır. Bununla da renkleri, şeklleri anlar. Görme duyusuna âid âlem, duyu ile anlaşılabilen âlemlerin en genişidir. Dahâ sonra insanda, işitme duyusu yaratılır. Bununla sesleri, na’meleri işitir. Nihâyet insanda zevk, tatma duyusu yaratılır. Böylece duyu âleminin idrâk vâsıtaları olan duyu organları temâmlanır.


Yedi yaşına yaklaşdığı zemân, temyîz gücü, ya’nî nesneleri birbirinden ayırma gücü yaratılır. Bu çağ, insan varlığının başka bir duruma girdiği çağdır. İnsan bu çağda, duyu organlarıyla anlaşılamayan şeyleri de anlar. İnsan, dahâ sonra başka bir duruma yükselir. Kendisinde akl yaratılır. İnsan akl ile, lüzûmlu, mümkin ve imkânsız olanları ayırır. Akl,temyîz ve his kuvvetlerinin,duyu organlarının anlayamadığı şeyleri anlar.


Allahü teâlâ ba’zı seçdiği kullarında, akldan sonra, başka bir kuvvet dahâ yaratır. Bununla, aklın bilemediği, bulamadığı şeyler ve ilerde olacak şeyler anlaşılır. Buna nübüvvet ya’nî Peygamberlik kuvveti denir. Temyiz kuvveti, akl ile anlaşılan şeyleri anlayamadığı için, bunlara inanmıyor. Akl da, Peygamberlik kuvveti ile anlaşılan şeyleri anlayamadığı için, bunların var olduklarına inanmıyor, inkâr ediyor. Anlamadığını inkâr etmek, anlamamanın, bilmemenin ifâdesi oluyor. Bunun gibi kör olarak dünyâya gelen kimse, renkleri, şeklleri hiç işitmese bunları bilmez. Varlıklarına inanmaz. Allahü teâlâ, nübüvvet kuvvetinin de bulunduğunu kullarına bildirmek için, bu kuvvetin benzeri olarak, insanlarda rü’yâyı yaratdı. İnsan ilerde olacak şeyi, açıkca veyâ âlem-i misâldeki şekli ile ba’zı rü’yâda görmekdedir. Rü’yâyı bilmeyen birine, insan ölü gibi baygın hâle gelip, düşünce ve bütün hisleri gidince, aklın ermediği gayba âid şeyleri görüyor denilse inanmaz. Böyle şeyin olamayacağını isbâta kalkışarak, insan etrafını his kuvvetleri ile anlıyor. Bu kuvvetler bozulursa, birşey idrâk edemiyor. Hele hiç işlemedikleri, fe’al olmadıkları zemân hiçbir şeyi anlıyamaz der. Böyle bozuk mantık yürütür. Akl ile bilinen şeyleri his kuvvetleri anlıyamadıkları gibi, nübüvvet kuvveti ile bilinen şeyleri akl anlıyamıyor.


Peygamberlik kuvvetinin bulunduğunda şübhesi olanlar,bunun mümkin olmasında veyâ mümkin ise de, vâki’ olmasında şübhe ediyorlar. Bunun mevcûd ve vâki’ olması, mümkin olduğunu göstermekdedir.


Bunun mevcûd olduğunu da, Peygamberlerin aklın ermediği bilgileri haber vermeleri göstermekdedir. Akl ile, hesâb ile, tecribe ile anlaşılamıyan bu bilgiler, ancak Allahü teâlânın ilhâm etmesi ile, ya’nî Peygamberlik kuvveti ile anlaşılmışdır. Peygamberlik kuvvetinin bundan başka özellikleri de vardır. Bir özelliğin benzeri olan rü’yâ, insanlarda bulunduğu için, biz de, misâl olarak bunu bildirdik. Başka özellikleri, tesavvuf yolunda çalışanlarda zevk yolu ile hâsıl olur.


Peygamberde bulunup, sende bulunmıyan bir özelliği aslâ anlıyamazsın. Anlıyamayınca, onu nasıl tasdîk edebilirsin? Çünki tasdîk, anladıkdan sonra mümkindir. O özellik sende tesavvuf yolunun başlangıcında hâsıl olur. Hâsıl olan bu özelliğin mikdârı nisbetinde bir çeşid zevke kavuşursun. Bu zevke kıyâs ederek, benzeri sende hâsıl olmamış hâlleri tasdîk edersin. İşte tek başına bu özellik, nübüvvete îmân etmen için sana kâfîdir.


Bir şahsın Peygamber olup olmadığında şübhesi olan kimse, onun yaşayışını görmeli veyâ yaşayışını bildiren haberleri, insâfla incelemelidir. Tıb veyâ fıkh ilmini iyi bilen kimse, tıp veyâ fıkh âliminin hayâtını bildiren haberleri incelemekle onun hakkında ma’lûmât sâhibi olur. Meselâ, imâm-ı Şâfi’înin fıkh âlimi veyâ Calinosun tabîb olup olmadığını anlamak için, bu ilmleri iyi öğrenmek, sonra bunların bu ilmler üzerindeki kitâblarını incelemek lâzımdır. Bunun gibi, Peygamberlik üzerinde ma’lûmât edinen ve sonra Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri inceleyen kimse, Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu ve Peygamberlik derecelerinin en üstünde bulunduğunu iyi anlar. Hele Onun sözlerinin kalbi temizlemekde olan te’sîrlerini öğrenince ve hele Onun bildirdiklerini yaparak kendi kalb gözü açılınca, Onun Peygamber olduğuna îmânı, yakîn hâlini alır. Onun, (Bildiklerine uygun hareket edene, Allahü teâlâ bilmediklerini bildirir.) ve (Zâlime yardım eden, ondan zarar görür.) ve (Sabâhları, yalnız Allahü teâlânın rızâsını kazanmağı düşünen kimseyi, Allahü teâlâ,dünyâ ve âhıret arzûlarına kavuşdurur) hadîs-i şerîflerinin doğru olduğunu bin, iki bin, hattâ binlerce def’a tecribe edersen, sende kesin bir ilm hâsıl olur. Böylece ilmin ve îmânın kuvvetlenir. Nübüvvet hakkında yakîn elde etmek ve îmânın zevkî, ya’nî görmüş gibi olması, tesavvuf yolunda çalışmakla olur. Bu yolda ilerlemeğe gayret et. Yoksa değneğin ejderhâ olması, ayın ikiye bölünmesi mu’cizelerine bakmak kâfî gelmez. Sâdece bu mu’cizelere bakıp da, sayılamıyacak kadar çok olan alâmetleri göz önünde tutmazsan, bu mu’cizeleri sihr ve hayâl sayarsın.


Ba’zı kimseleri dalâlete, ba’zı kimseleri de hidâyete kavuş duran Allahü teâlâ tarafından bir nev’î ibtilâ, dalâlete düşürme zan edersin. Çünki,Allahü teâlâ [Kur’ân-ı kerîmde,Fâtır sûresi,8.ci âyetinde] meâlen, (Allah, dilediği kimseyi dalâlete, dilediğini de hidâyete erdirir) buyurdu.


Mu’cizelerle alâkalı olarak sana ba’zı süâller sorulabilir. O zemân, mu’cizenin nübüvvete işâret etdiği husûsundaki inancının dayanağı sâdece çok düzgün ve te’sîrli sözlerden ibâret kalırsa, bunun tersini iddi’â eden birisinin,dahâ te’sîrli sözleri ile şübheye düşebilirsin.Böylece, îmânın sarsılır. Mu’cizeler, senin nazarında Peygamberliği bildiren birçok delîllerden biri olsun. Böylece, sende, Peygamberlik hakkında sâdece bir delîle değil,pekçok delîle dayanan ve reddi mümkin olmayan kesin ilm, îmân hâsıl olur. Meselâ, bir kimseye yalan söylemeleri mümkin olmayan bir cemâ’at, bir şey söylediğinde, o kimsede kesin bir ilm hâsıl olur. Fekat o kimse, sâdece belli bir şahsın bildirmesiyle kesin ilmi, bilgiyi elde edemez. Gerçi ona hâsıl olan bu yakîn, ya’nî kesin inanma, bunu haber veren cemâ’atin dışında olamayacağı gibi, ayrı ayrı ferdleri de belli değildir. işte, kuvvetli ve ilme dayanan îmân budur.


Zevkle, tadarak elde edilen îmân ise, gözle görmek, elle tutmak gibidir. Bu ise, sâdece tesavvuf yolunda ele geçer. Nübüvvetin hakîkatine dâir verdiğimiz bu ma’lûmât, maksadımızı anlatmağa kâfîdir. Bu mes’eleleri açıklamaya neden ihtiyâc olduğunu ileride beyân edeceğim.

Eser: El-münkızü mined-dalâl

Müellif: İmâm-ı Gazâlî 

Terceme: Hüseyn Hilmi IŞIK

Ta'lîmiyye Mezhebi ve Zararları

 [Ta’lîmiyye mezhebi, gulat-ı şî’âdan ismâ’îliyye fırkasının bir koludur.] Felsefe bilgilerini öğrenip, sakat taraflarını ortaya koyarak, tenkîdini yapdıkdan sonra, anladım ki, bu ilm de maksadı lâyıkıyle hâsıl edemez. Akl da tek başına istenen her şeyi açıklamaya kâfî olmayıp, mes’elelerin üzerinden perdeyi kaldıracak güçde değildir.


O sıralarda ta’lîmiyye mezhebi ortaya çıkmışdı. Bu fırkanın mensûbları: “Biz herşeyin ma’nâsını, hakkı öğretmekle vazîfeli ma’sûm (günâhsız) bir imâmdan öğrendik” diye iddi’â etdikleri ve böyle inandıkları halk arasında yayıldı. Bu sebeble onların kitâblarında yazılı olan şeyleri iyice incelemek için, yazdıkları kitâblarını okumayı arzû etdim. Tam bu sırada hilâfet makâmından, ta’lîmiyye mezhebinin aslını ortaya çıkaracak bir kitâb yazmam için kesin bir emr geldi. Bu emri ihmâl edemezdim. Bu emr, kalbimden geçen arzûyu teşvîk edici ayrı bir sebeb oldu. Onların kitâblarını aramaya, sözlerini toplamaya başladım. Eski ta’lîmiyye mensûblarından işitilmiş sözlere pek uygun olmayan, zemânın ta’lîmiyyecileri tarafından ortaya atİlmış ba’zı sözleri işitmişdim. Bu sözleri de topladım ve iyice inceledim. Sonra sağlam bir şeklde tertîbe sokdum. Hepsinin cevâbını verdim. O derece çalışdım ki, Ehl-i sünnetden ba’zıları, onların delîllerini inceleyip, anlatmakda çok fazla gayret göstermemi doğru bulmadı ve bana şöyle dedi:


Bu çalışman onların lehinedir. Senin bu incelemelerin ve tertîbin olmasaydı, onlar bu gibi karışıklık ve şübhelerden dolayı mezheblerini savunmakdan âciz kalırlardı.Bu söz,bir yönden doğrudur.Ahmed bin Hanbel “radıyallahü anh” Hâris-i Muhâsibîye “kuddise sirruh”, mu’tezîle mezhebine cevâb vermek için yazdığı bir eser sebebiyle iyi yapmadığını söylemişdi. Hâris-i Muhâsibî “kuddise sirruh” şöyle demişdi: “Bid’ati red etmek farzdır.” Ahmed bin Hanbel “radıyallahü anh”: Evet öyledir. Fekat sen önce şübheleri anlatdın, sonra bunlara cevâb verdin. Okuyanların zihni, şübhelere takılıp, verdiğin cevâba iltifât etmemesi veyâ verdiğin cevâbları tam ma’nâsıyla anlayamamaları mümkindir, dedi.


Ahmed bin Hanbelin “radıyallahü anh” söylediği doğrudur. Ancak bahs edilen şübhe yayılmamışsa ve meşhûr olmamışsa böyledir. Fekat şübhe yayılmışsa, ona cevâb vermek mutlakâ lâzımdır. Cevâb vermek için de önce şübheyi anlatmak gerekir. Evet, onların önem vermedikleri şübhelere fazla önem vermemelidir. Ben de öyle yapdım. Bu şübheleri dahâ önce ta’lîmiyye mezhebine katılıp, onların yolunu benimsemiş olan, sonra da onları terk edip, bana gelip gitmeye başlayan bir kimseden dinledim. Bana dedi ki: Ta’lîmiyye mensûbları,mezheblerini anlamadan kendilerine reddiye yazanlarla alay ediyorlar.Sonra onların delîllerini bana nakl etdi. Asl delîllerinden habersiz olduğumu zan etmelerine gönlüm râzı olmadı. işitip, anlamamış demelerini de kabûllenemedim. Bu sebeble onların şübhelerini açık bir şeklde ortaya koydum. Sonra kesin delîller ile bunların bâtıl olduğunu ve fesadını açıkladım.


Kısacası, mezheblerinin bir aslı ve dayanağı ve sözlerinin de bir kıymeti ve tutar tarafı yokdur. Bu bid’at yolu, bu kadar za’îf olmasına rağmen, câhil dostlarımızın kötü yardımlarıyla bu derece yayİlmışdır. Yoksa şöhret bulmazdı. Fekat, şiddetli teassub, hakkı savunanları iddi’âlarının esâsları üzerinde münâkaşayı uzatmaya ve her söylediklerini red etmeye kadar götürdü. “Ta’lîme, öğrenmeye ve mu’allime, öğretene ihtiyâc vardır. Herkes mu’allim olamaz, mutlakâ ma’sûm bir mu’allim (imâm) lâzımdır” gibi iddi’âlarını red etdiler. Öğrenmeye ve bir öğretene ihtiyâc vardır, diye öne sürdükleri delîl yanında, bunu red edenlerin delîli za’îf kaldı. Ba’zı kimseler buna aldanarak, onların mezhebini kuvvetli, karşı çıkanlarınkini za’îf zan etdiler. Hâlbuki bu düşünce, hakkı savunanın za’îfliğinden ve savunmayı usûlü ile yapmayı bilmediğinden ileri gelmişdir. Bunu anlayamadılar.Doğrusu şudur ki, bir mu’allime ihtiyâc vardır ve bu mu’allimin (imâmın) ma’sûm olması gerekir. Bunu i’tirâf etmek lâzımdır. Fekat bizim ma’sûm mu’allimimiz Muhammed aleyhisselâmdır.


Onlar derlerse ki, Muhammed aleyhisselâm vefât etmişdir. Biz de, sizin imâmınız da gâibdir deriz. Onlar derlerse ki, imâmımız insanları doğru yola da’vet edecek rehberler yetişdirdi ve her tarafa gönderdi. Bu rehberler bir işte ihtilâfa düşerlerse veyâ müşkil bir mes’ele ile karşılaşırlarsa, kendisine mürâce’at etmelerini beklemekdedir. Biz de şöyle deriz: Bizim imâmımız da rehberler yetişdirdi ve her tarafa gönderdi. Öğretmedik bir şey bırakmadı. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen: (Bugün sizin için dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki ni’metimi temâmladım…) (Mâide sûresi: 3.ci âyeti kerîmesi) buyurdu.Herşey öğretildikden sonra,mu’allimin vefât etmesi zarar vermez. Nasıl ki (sizce) kaybolması zarar vermiyor. Açıklanması îcâb eden bir mes’ele kaldı. Bu rehberler, işitmedikleri husûslarda nasıl hükm verecekler? Nass ile mi (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf ile mi). Bu mümkin değildir. Çünki onu işitmemişler ki, onunla hükm versinler. (O husûs için nass yokdur.) Yoksa ictihâd ve re’y ile mi hükm verecekler? Aradaki ihtilâf da buradadır.


Deriz ki, Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” tarafından Yemene gönderilen hazret-i Mu’âzın “radıyallahü anh” yapdığı gibi yaparlar. Mes’ele hakkında nass varsa o nass ile, yoksa ictihâd ile hükmederler. Nitekim ta’lîmiyye fırkasının dâîleri [propagandacıları] şarkın en uzak yerlerine gidip, imâmlarından uzak kalınca,böyle yaparlar.Çünki onların,dâimâ nass ile hükm vermeleri imkânsızdır. Nasslar mahdûddur. Sonu gelmeyen hâdiselerin temâmını göstermez. Sonra her mes’eleyi sormak için, uzun mesâfeleri kat’ederek imâmın bulunduğu yere gelip, tekrâr yerine dönmesine de imkân yokdur. Bu zemâna kadar o mes’eleyi soran kimse vefât etmiş olabilir.Bu durumda,oraya gidip gelmek  bir işe yaramaz.Bir kimse kıblenin hangi tarafda olduğundan şübheye düşse, kendi ictihâdı ile hangi tarafda olduğuna hükmeder ve o tarafa doğru nemâz kılar.


Başka çâre yokdur.Çünki,kıbleyi öğrenmek için imâmın bulunduğu memlekete gitse, nemâz vakti geçer. Bu durumda kendi ictihâdı ile kıbleden başka bir tarafa yönelmiş olsa da, nemâzı câiz olur. İctihâdında hatâ edene bir, isâbet edene ise iki sevâb verilir. İctihâda ile alâkalı bütün mes’elelerde hükm böyledir.Fakîre zekât vermekde böyledir.İnsan çok kere zengin olduğu hâlde, malını bildirmeyen kimseyi fakîr zan eder ve ona zekât verir. Veren kimse hatâ etmiş olsa da, bundan dolayı sorumlu tutulamaz. Çünki insan, kendi zannına göre hareket etmekle yükümlüdür.


Bu noktada ta’lîmiyyeci derse ki: O kimsenin muhâlifinin zannı da kendi zannı gibi aynı kuvvetdedir. Deriz ki: İnsan kendi zannına uymakla me’mûrdur. Kıblenin hangi tarafda olduğunda şübheye düşen kimse, kendisine başkası muhâlefet etmiş olsa da kendi zannına uyar. Buna karşı, amelde mukallid olan kimseler, imâm-ı Ebû Hanîfeye ve imâm-ı Şâfi’îye “radıyallahü anhümâ” ve diğer müctehidlere uyuyor der ise; Cevâb olarak deriz ki: Kıblenin hangi tarafda olduğu husûsunda şübheye düşen kimse, ictihâdları birbirine uymayan değişik ictihâd sâhibleri arasında kalsa, ne yapar. Kıbleyi ta’yîn husûsunda onlar arasında hangisinin re’yi dahâ doğru olduğuna dâir kanâ’at getirirse, onun ictihâdına uyar. Yine kendi ictihâdı ile amel etmiş demekdir. Mezhebler hakkında da hükm böyledir. Halkın ictihâda başvurması [bir müctehidin ictihâdına uyması] zarûretdir. Peygamberler “aleyhimüsselâm” ve imâmlar bile ilmlerine rağmen, ba’zan yanılırlar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Biz zâhire göre hükmederiz. Kalblerdeki sırları Allahü teâlâ bilir) buyurdu. Ya’nî ben, şâhidlerin sözünden bana hâsıl olan zann-ı gâlibe göre hükmederim.Ba’zan şâhidler hatâ ederler,buyurdu.İctihâda tâbi’böyle mes’elelerde Peygamberler dahî yanılabilir. O hâlde yanılmamak bizden nasıl beklenebilir.


Burada ta’lîmiyyecilerin iki sorusu vardır. Birisi şudur:


İctihâda,ictihâda tâbi’ mes’elelerde doğru olabilir.Fekat,i’tikâda âid esâslarda doğru olmaz. Çünki i’tikâdî husûslarda yanılan ma’zûr değildir. O hâlde böyle mes’elelerde ne yapılır? Bu soruya cevâb olarak derim ki: İ’tikâdî esâslar, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde bildirilmişdir. Geriye kalan tafsîlâtdaki ihtilâflı mevzû’larda hakîkat kıstas-ı mustakîm ile, doğru mîzânla anlaşılır. Kıstas-ı mustakîm dediğim şeyleri Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde bildirdi. Bunlar beş esâsdır. Bunları (Kıstas-ı mustakîm) adındaki kitâbımda anlatdım.


Ta’lîmiyyeci deseki: Hasımların,gösterdiğin bu ölçülerde sana muhâlefet ediyorlar.Derimki:Bu ölçüler anlaşıldıkdan sonra,onlara muhâlefet etmek mümkin değildir. Açıklayayım: Ta’lîmiyyeciler muhâlefet edemezler. Çünki onu Kur’ân-ı kerîmden aldım ve ondan öğrendim. Mantık ilminin ehli de karşı çıkamaz. Çünki benim gösterdiğim ölçü, onların mantık ilminde gösterdikleri şartlara uygundur. Kelâm âlimleri de karşı çıkamaz. Zîrâ kelâm ilminin mes’elelerini isbât eden delîller ile alâkalı olarak söylediklerine uygundur. İlm-i kelâm mes’elelerinde hakîkat bu ölçülerle ortaya çıkar.


Bu sözüme karşı ta’lîmiyyeci mâdem elinde böyle sağlam bir ölçü var, niçin halk arasındaki ihtilâfı ortadan kaldırmıyorsun dese. Derim ki: Beni dinlerlerse, aralarındaki anlaşmazlığı kaldırırım. Bunu kaldırmanın yolunu (Kıstas-ı mustakîm) kitâbında bildirdim. Bu kitâbı dikkatle okuduğun zemân, bildirdiğim çâre, yolunun hak olduğunu ve halk ona uyduğu takdîrde, aralarındaki ihtilâfın kesin olarak kalkacağını anlarsın. Fekat halkdan herkes ona kulak vermedi. Sâdece bir kısmı dinledi. Aralarındaki ihtilâfı ortadan kaldırdım.


Senin imâmın, ya’nî ta’lîmiyyenin imâmı, halk kendisini dinlemediği hâlde, aralarındaki ihtilâfı kaldırmak istiyor. Peki şimdiye kadar niçin kaldıramadı. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” imâmların reîsi olduğu hâlde neden bu ihtilâfı ortadan kaldıramadı, niçin? Bir de senin imâmın bütün halkı zorla kendini dinlemeye mecbûr edebileceğini iddi’â ediyor. O hâlde bugüne kadar niçin zorla sözünü dinletemedi. Bu işi hangi zemâna bırakdı. Sizin imâmınızın halkı kendi tarafına çağırması, ihtilâfı ve muhâlifleri çoğaltmakdan başka bir netîce vermedi. Halk arasındaki ihtilâfın, kan dökmeye, şehrleri yıkmağa, çocukları yetîm bırakmaya, yol kesmeye, malları yağma etmeye sebeb olmasından korkuluyordu. ışte sizin ihtilâfı ortadan kaldırmanızın netîcesi. Dünyâda öyle hâdiselerin meydâna gelmesine sebeb oldunuz ki, benzeri görülmemişdir. [Ya’nî ihtilâfı kaldıramamışlardır.]


Ta’lîmiyyeci yine dese ki: Halk arasında ihtilâfı kaldıracağını iddi’â ediyorsun. Birbirine uymayan mezhebler ve zıt görüşler arasında şaşırmış bir kimse, niçin senin sözünü dinleyip de, hasmının iddi’âsını kabûl etmesin. Sana muhâlefet eden pekçok hasmın vardır. Seninle onlar arasında ne fark var? İşte bu da onların ikinci süâlidir.


Buna cevâb olarak derim ki: Bu süâl herşeyden önce senin aleyhine döner. Çünki, o şaşırmış kimseyi, kendi mezhebine da’vet etdiğin zemân, o sana, senin, muhâliflerinden dahâ üstün olduğunu nereden bileyim. Çünki âlimlerin çoğu sana muhâlifdir dese, ne cevâb vereceğini merâk ediyorum. Benim imâmın hakkında nass (âyet ve hadîs) vardır mı diyeceksin? Peygamber efendimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” senin imâmın hakkında nass işitmemişdir. Bunu ancak senin iddi’â etdiğini işitiyor. Bu iddi’ânı nasıl kabûl edebilir. Hâlbuki, bütün ilm ehli, senin yalancı olduğun husûsunda ittifâk etmişlerdir. Diyelim ki, o kimse, senin nass ile alâkalı iddi’ânı kabûl etdi. Nübüvvet var mı, yok mu mes’elesinde şübhe içinde olup,sana şöyle derse:Farz edelimki, senin imâmın bana hazreti Îsânın”aleyhisselâm”mu’cizesi ile sözünü isbâta kalkışsın.


Doğru yolda olduğuma delîl olarak babanı diriltirim dese ve diriltse, dirilen babam da bu imâm haklıdır dese, onun doğru söylediğini nereden bileyim? Çünki, hazret-i Îsâ, bu mu’cizeyi gösterince, halkın hepsi onun doğru söylediğini kabûl etmedi. Bu mes’ele ile alâkalı öyle güç süâller sorabilir ki,aklî delîlden başka birşey ile cevâb verilemez.Aklî delîllere ise, sence i’timâd edilmez. Mu’cizenin doğruluğa işâret etdiğini de, sihr ile mu’cizeyi birbirinden ayırabilenler, farkını anlayanlar ve bir de Allahü teâlânın kullarını yanlış yola düşürmeyeceğine inananlar bilir. Allahü teâlâ kullarını yanlış yola sevkeder mi süâli ve buna cevâb vermenin güçlüğü meşhûrdur. Sen bu süâllere nasıl cevâb vereceksin? Hâlbuki senin kendisine uyulmasını iddi’â etdiğin imâm, uymak husûsunda, muhâliflerinden dahâ uygun değildir. Bu i’tirâzlar üzerine, ehl-i ta’lîm, inkâr etmekde olduğu aklî delîllere başvuracakdır. O zemân da hasmı dahâ açık delîllerle cevâb verir. Görülüyor ki, ikinci süâlleri öyle bir tarzda aleyhlerine döndü ki, ta’lîmiyye tâifesinin eskileri ve yenileri hep bir araya toplansa, buna cevâb vermeğe güçleri yetmez.


Onların bu ikinci süâllerinin ortalığa fesad yaymasına sebeb, ilmleri za’îf olan bir takım kimselerdir. Çünki onlar, ta’lîmiyye fırkası mensûblarıyla yapdıkları münâzaralarda, onların süâllerini tekrâr onların üzerine çevirme yerine, cevâb vermeğe kalkışdılar. Bu durum ise, sözü uzatmak demekdir. O zemân maksad arzû edildiği gibi çabuk anlatılamaz. Bu sebeble hasmı cevâb vermekden âciz bırakmaya yaramaz. Bir kimse, şöyle söylese: Süâli aleyhlerine çevirerek onları susdurma yolu anlaşıldı. Fekat süâllerine cevâb da verilebilir mi? Evet, derim.


Mezheblerin ve i’tikâdların arasında şaşırıp kalmış olan kimse, ben şaşkınım deyip de, şaşırdığı mes’eleyi belirtmezse, ona şöyle denir: Sen bir hasta gibisin. Hastalığının ne olduğunu söylemeden, sâdece bana ilâc veriniz diyorsun. Böyle hastaya denir ki, dünyâda her hastalığı tedâvî eden tek ilâc yokdur. Belli ilâclar belli hastalıklar için verilir. Baş ağrısı, ishâl ve sâire gibi hastalıkların ilâcı vardır. Şaşırmış kalmış olan kimse için de durum böyledir. Hangi mes’elede şaşırdığını bildirmelidir. O zemân yukarıda bahsetdiğim beş sağlam ölçü ile inceleyerek,hakîkati kendisine anlatırım. O ölçüleri kim tam ma’nâsı ile anlarsa, doğru olduklarını kabûl eder. Onlarla ölçdüğü her mes’elede kendisine kanâ’at hâsıl olur. Hem ölçünün, hem de ölçdüğünün doğru olduğunu anlar. Nitekim hesâb ilmini öğrenen bir talebe, hesâbın kendisini öğrendiği gibi, hocanın da doğru söylediğini öğrenmiş olur. Bu bilgileri (El Kıstâs) kitâbında yirmi sahîfe kadar tutan sözlerle açıkladım. Dikkatle okunup, düşünülsün.


Şimdi maksadım,ta’lîmiyye mezhebinin bozuk olduğunu anlatmak değildir.Onların mezhebinin fesâdını önce (El-Mustahzirî) kitâbımda, sonra bana Bağdâdda anlatılan onların bir sözlerine cevâb olarak yazdığım (Huccet-ül-hak) kitâbımda yazdım.Üçüncü olarakda, Hemedânda bana anlatılan bir sözlerine cevâb olarak yazdığım oniki bölümlük (Mufassal-ül-hilâf) adındaki kitâbda,dördüncü def’a Tûs şehrinde bana bildirilen bir takım çürük fikrlerine cevâb olarak, bölüm bölüm ayrılmış şeklde yazdığım (Kitâb-üd-derc) de bildirdim. Beşinci def’a ise ilmlerin ölçülerini gösteren ve bu ölçüleri iyi anlayanların ma’sûm bir imâma uymaya ihtiyâcı olmayacağını anlatan (El-Kıstâs-ül-mustakîm) kitâbını yazdım.


Burada maksadım şunu anlatmakdır: Bu ta’lîmiyye mezhebinden, insanları karanlık fikr ve düşüncelerden kurtaracak bir şifâ beklenemez. Bilâkis bunlar, imâm tesbîti husûsunda delîl göstermekden de âcizdirler. Uzun zemân onları denedik. Ta’lîme ve ma’sûm imâma ihtiyâc bulunduğu hakkındaki iddi’âlarını haklı gibi gördük. iddi’â etdikleri gibi ma’sûm imâmın onların söyledikleri zât olduğunu kabûl eder gibi göründük. Son-ra da bu ma’sûm imâmdan ne öğrendiniz diye sorduk. Bir takım müşkil mes’eleleri onlara anlatdım. Bunları çözmek şöyle dursun, anlayamadılar bile. Kendi âcizliklerini görünce, işi gâib imâma havâle etdiler. Gidip ondan sormak lâzımdır dediler.Ne garîbdir ki,bunlar ma’sûm imâmı aramak ve onu bularak kurtuluşa ermek düşüncesiyle ömrlerini boşa harcadılar ve ondan hiçbir şey öğrenemediler. Bunlar pisliğe bulaşmış bir insan gibi, yıkanmak için su arayarak yorulur. Suyu bulunca da kullanmaz. Yine pisliğe bulaşmış hâlde kalır. Bunlardan ba’zıları, ma’sûm imâmdan öğrendiği ba’zı bilgileri olduğunu iddi’â eder. Öğrendim dediği şeylerin hülâsâsı Pisagorun bozuk felsefesinden ibâretdir. Pisagor ise, en eski felsefecilerden biridir. Ekolü felsefe ekollerinin en kötüsüdür. Aristo onu çok za’îf bularak rezîl ve red etmişdir. (İhvân-üs-safâ) kitâbında anlatılanlar bu felsefedir. Felsefenin de en ma’nâsız kısmıdır.


Hayret edilir ki, ba’zı kimseler ömrleri boyunca ilm tahsîli için yorulurlar. Böyle çürük ve bozuk bilgilerle kanâ’at ederler. Sonra da ilmin en yüksek derecesine yükseldiklerini zan ederler. Bunları da tecribe etdik. içlerini de dışlarını da inceledik. Maksadları, câhil halkı ve za’îf akllıları ma’sûm bir imâma ve herşeyi onun öğretmesine ihtiyâc olduğuna inandırmakdır. Böyle birine (mu’allime) ihtiyâc yokdur diyenlere karşı, kuvvetli sözlerle mücâdele etmekdir. Birisi çıkıp, mu’allime, ya’nî ma’sûm imâma ihtiyâc vardır diyerek, onlardan birine uyar gibi görünse ve ma’sûm imamdan öğrendiklerini anlat, onun öğretdiklerinden bizi de fâidelendir dese, şaşırıp kalır. Mâdem sözümü kabûl etdin, ma’sûm imâmı kendin ara, benim maksadım yalnız bunu kabûl etdirmekdir, cevâbını verir. Çünki, iyi bilir ki, başka cevâblar vermeye kalkışsa rezîl olacakdır. En ufak karışık bir mes’eleyi dahî çözmekden âciz kalacakdır. Hattâ çözmek bir tarafa, o mes’eleyi anlamakdanda âciz kalacakdır.İşte ta’lîmiyye mezhebi mensûblarının hakîkî hâlleri budur. Tecribe et, onlardan nefret edersin. Biz tecribe etdik ve onlardan el çekdik.

Eser: El-münkızü mined-dalâl

Müellif: İmâm-ı Gazâlî 

Terceme: Hüseyn Hilmi IŞIK

6- Ahlak

 Felsefecilerin ahlâk ilmi sâhâsındaki bütün sözleri; nefsin sıfatlarını, ahlâkını açıklamak, bu sıfatların ve huyların çeşidlerini anlatmak, kötü olanların düzeltilmesi için, îcâb eden tedbîrleri almak ve mücâhedede bulunmak şeklinde özetlenebilir. Bu bilgileri, tesavvuf ehlinin sözlerinden almışlardır.


Tesavvuf ehli,kulluk vazîfesini tam yapan,Allahü teâlâyı zikre devâm eden, nefsin isteklerine muhâlefet etmesini bilen, dünyâya düşkün olmayan, Allahü teâlâya kavuşduran yolda ilerleyen kimselerdir.


Onlar, nefsleriyle mücâdelelerinde, nefsin ahlâkı, ayıp ve kusûrları kendilerine ma’lûm olur. Bunları kitâblarında yazmışlardır. Felsefeciler de bu bilgileri alıp, kendi sözlerine karışdırmışlardır. Gâyeleri, sözlerini hoşa gidecek bir şekle sokarak, bâtıl fikrlerini kabûl etdirmekdir. O devrde, hattâ bütün asrlarda, Allah adamlarından bir cemâ’at bulunmuşdur. Allahü teâlâ dünyâyı onlarsız bırakmaz. Onlar, yeryüzünün ma’nevî büyükleri, evtâdı, temel direkleridirler. Onların bereketiyle yeryüzünde yaşayanlara rahmet yağar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir hadîs-i şerîfde şöyle buyurdu: (Onların (evliyânın) yüzü suyu hurmetine yağmur yağar, rızk ihsân edilir. Eshâb-ı kehf bunlardan bir cemâ’at idi.)


Kur’ân-ı kerîmde bildirildiği üzere, tesavvuf ehli, Evliyâ zâtlar, önceki ümmetler arasında da vardı. Felsefecilerin, Peygamberlere “aleyhimüsselâm” ve Evliyâya âid sözleri alıp, kendi kitâblarına yazmalarından dolayı iki âfet meydâna geldi. Birincisi, o sözleri kabûl edenlerle, ikincisi de red edenlerle alâkalıdır. O sözleri red edenler ile alâkalı fenâlık büyükdür. Çünki, câhil kimseler, felsefecilerin, Peygamberlerden ve Evliyâdan alarak kendi bozuk sözleri arasına karışdırdıkları doğru sözleri de terk etmek, okumamak îcâb eder. Onları anlatanlara i’tirâz etmek lâzımdır, dediler. O sözleri ilk def’a felsefecilerden işitdikleri için, za’îf akllarına bâtıl olduğu düşüncesi yerleşdi. Çünki, onları söyleyen felsefeciler olup, sözleri bâtıl kimselerdir.


Buna bir misâl verelim: Bir kimse, hıristiyan birinden “Allahdan başka ilâh yokdur. Îsâ “aleyhisselâm” Allahın resûlüdür” sözünü işitir ve kabûl etmez. Bu hıristiyan sözüdür der. Düşünmez ki, hıristiyan bu söz ile mi kâfir oluyor. Yoksa, Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliğini inkâr etdiği için mi müslimân değildir. Bunu düşünmez. Peygamber efendimizi inkârından dolayı ise, küfrü îcâb etdiren bu sözü kabûl edilmez. Fekat, küfrü gerekdirmeyen diğer sözleri doğru ise red etmek îcâbetmez. Hak olan ve bâtıl olan sözleri birbirinden ayırmadan hepsini red etmek, aklı za’îf olanların âdetidir. Böyle kimseler, hakkı kişi ile tanırlar, kişiyi hak ile değil. Akllı olan kimse, bu husûsda hazret-i Alînin “radıyalahü anh” şu sözüne uyar: “Hakkı kişi ile bilemezsin. Önce hakkı bil, sonra hak ehlini tanırsın.” O hâlde akllı kimse, önce doğruyu tanır, sonra söylenen söze bakar. O söz hak ise, kabûl eder. O sözü söyleyen, ister bozuk düşünceli, ister doğru düşünceli olsun. Hattâ akllı kimse, doğru olanı sapık düşüncelilerin sözleri arasından alıp, çıkarmaya çalışır. Çünki bilir ki, altının çıkdığı yer toprakdır. Bir sarrafın kendi bilgisine güveni olduğu müddetce, hâlis altını kalp [sahte] paradan ayırmasının hiçbir zararı düşünülemez. Kalpazanla alış-verişde ancak köylü (sarraf olmayan) zarar görür. Sarrafa bir zarar gelmez. Deniz kıyısında dolaşmak, yüzme bilmeyenlere yasaklanır, mahâretli yüzücülere değil. Bunun gibi, yılana elini sürmekden çocuklar men’ edilir, cambazlar değil.


Ömrüme yemîn ederim ki, insanların çoğu hakkı bâtıldan, doğruyu yanlışdan ayırd etmek husûsunda kendilerini çok akllı ve mahâretli sanırlar. Bu sebeble mümkin olduğu kadar onları sapıkların kitâblarını okumakdan men’ etmek, kapıyı kapatmak vâcib olmuşdur. Çünki bunlar, anlatdığım bu zarardan kendilerini korumuş olsalar bile, ilerde anlatacağım ikinci âfetden kurtulamazlar.


İlmlerin mâhiyyetini iyi kavrayacak derecede yetişmemiş, kalb gözleri mezheblerin yüksek gâyelerini anlayacak şekilde açılmamış ba’zı kimseler (zümreler), din ilmlerinin ince sırlarına dâir yazdığım kitâbların ba’zı kısmlarına i’tirâz etdiler. Onların eski felsefecilerin sözlerinden alınmış olduğunu iddi’â etdiler. Hâlbuki, onların bir kısmı, kendi fikrlerimizdir. “Arkadan gelen dahâ önce geçenin ayak izine basar” sözünde anlatıldığı gibi, bizim hâtırımıza gelen bir söz, önce başkasının da hâtırına gelebilir. Felsefecilerin kitâblarında da aynı sözler bulunabilir. İ’tirâz edilen o sözlerin ba’zısı, din kitâblarında, birçoğunun ma’nâsı da tesavvuf kitâblarında vardır. Kabûl edelim ki, bu sözler sâdece felsefecilerin kitâblarında vardır. Bundan ne çıkar? Eğer o sözler akla uygun ve kesin delîller ile isbât edilmişse, Kitâb ve sünnete muhâlif değilse, o sözlerin red edilmesi lâzım gelmez. Eğer bu kapıyı açarsak, bir hakîkati dahâ önce bâtıl ehlinin hâtırına gelmiş diye red etmeğe kalkışırsak, birçok hakîkati red etmemiz gerekir. Hattâ Kur’ân-ı kerîm âyetlerinden, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîflerinden, selef-i sâlihînin nakllerinden, tesavvuf ehlinin ve hükemânın sözlerinden pekçok şeyleri kabûl etmeyip, terk etmemiz gerekir. Zîrâ, (İhvânüssafâ) adlı kitâbın sâhibi bu saydıklarımızı kitâbına yazmışdır. Bunları kendi da’vâsına delîl göstermiş. Böylece, kalbleri kendi bâtıl fikrlerine çekmeğe çalışmışdır. Böyle düşünmek, bâtıl ehlinin, hakîkatleri kitâblarında kendi sözlerine karışdırarak, elimizden almalarına sebeb olur. Âlim olan bir kimsenin en aşağı derecesi, câhil halkdan farklı olmakdır. Balı hacamât şişesinde görse bile, baldan tiksinmez. Bilir ki, hacamât şişesi balı bozmaz. Nefsin ondan tiksinmesi, câhillikden ileri gelmekdedir. Aslında şişe, pis kan için yapılmışdır. Câhil zan eder ki, kan, şişede bulunduğu için pis olmuşdur. Bilmez ki, kan, kendinde bulunan bir sıfatdan dolayı pisdir. Balda bu sıfat bulunmadığına göre, sâdece o şişenin içinde olması, pis olmasına sebeb olmaz. Bu bâtıl bir vehîmedir. Halkın çoğunda bu durum hâkimdir. Bir sözü, kendilerinin iyi bildiği bir kimseden nakl ederek söylesen, o söz bâtıl da olsa hemen kabûl ederler. Değersiz ve kötü bildikleri bir kimseden doğru bir sözü nakl etsen red ederler. Hakkı dâimâ kişiyle ölçerler. Kişiyi hakla ölçmezler. Bu durum, büyük bir dalâletdir. Buraya kadar anlatdığım kısm, felsefecilerin kitâblarını okumayı red edenlerin âfetidir.


İkinci âfet ise, felsefecilerin kitâblarını okuyup, onların kendilerine âid bozuk sözlerini kabûl etmekden doğan âfetdir. Felsefe ile alâkalı, (İhvânussafâ) ve benzeri gibi kitâbları okuyan kimse, o kitâblarda Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîflerinden alınmış hikmetleri ve tesavvuf ehlinin sözlerini görür. Bu sebeble, ekseriyâ o kitâbları beğenir ve kabûl eder. Onlara sevgi duyar. Okuduğu ve beğendiği sözlerden dolayı iyi zanda bulunması sebebiyle, onların arasına karışdırılmış olan bâtıl fikrleri de kabûl eder. İşte bu, bâtıl fikrleri bir çeşid telkîn demekdir. Bu zarardan dolayı, o kitâbları okumayı men’ etmek lâzımdır. Çünki onları okumakda büyük tehlüke vardır. Yüzmeyi iyi bilmeyenleri deniz kenârında dolaşmakdan sakındırmak îcâb etdiği gibi, halkı da bu kitâbları okumakdan sakındırmak îcâbeder.


Çocukları yılanlara dokunmakdan men’ etmek lâzım olduğu gibi, halkı da felsefecilerin bâtıl fikrlerle dolu sözlerini dinlemekden sakındırmak lâzım olur. Efsûnlu kimse, cambaz, küçük çocuğunun bende babam gibi yaparım diyerek,kendisini taklîd edeceğini anlarsa, onun yanında yılanla oynamamalıdır. Böylece çocuğu yılanla oynamakdan sakındırmak îcâb eder. Hakîkî bir âlime böyle davranmak yakışır. San’atında mâhir olan bir efsûnlunun yılanı tutup, zehrle panzehri ayırarak, zehri yok etdikden sonra, panzehri ihtiyâcı olanlara vermemesi doğru olmaz. Bunun gibi, bir sarrafın kalpazanın torbasına elini daldırarak, kalp paraları bir tarafa bırakıp, hâlis altını çıkardığında, ihtiyâcı olanlar o altınları kabûl etmezlerse, arzû etdikleri fâideden mahrûm kalırlar. Bu câhillikdir. Çünki sahte para ile altının aynı torbada birlikde bulunması, altını sahte hâle sokmaz. Sahte parayı da altın yapmaz. Bunun gibi, hak ile bâtılın bir ilmin içinde karışık olarak zikr edilmesi, bâtılı hak yapmaz. İşte felsefecilerin tehlîkeleri ve zararları hakkında söylemek ve yazmak istediklerimiz bu kadardır.

Eser: El-münkızü mined-dalâl

Müellif: İmâm-ı Gazâlî 

Terceme: Hüseyn Hilmi IŞIK

5- Siyaset

 Felsefecilerin bu konudaki bütün sözleri, dünyâ işlerine âid, devlet adamlarına hitâb eden fâideli hikmetlerden ibâretdir. Bu hikmetleri, Peygamberlere indirilen kitâblardan ve geçmişde yaşayan velîlerin sözlerinden almışlardır.

Eser: El-münkızü mined-dalâl

Müellif: İmâm-ı Gazâlî 

Terceme: Hüseyn Hilmi IŞIK

4- İlahiyat

 Felsefecilerin en çok yanıldıkları mes’eleler, bu sâhâdadır. Mantık ilminde burhân, ya’nî kesin delîl için kabûl etdikleri şartlara uymadılar. Bu sebeble, felsefeciler arasında bu sâhâda, pekçok ayrılıklar çıkdı. İbni Sînâ ve Fârâbînin nakl etdiklerine göre, ilâhiyyât mevzû’larında Aristo kendi ekolünü islâm mezheblerine yaklaşdırmışdır. Fekat felsefeciler, ilâhiyyât bahsinde yirmi husûsda hatâ etmişlerdir. Bunlardan üçünde küfre düşmüşler, onyedisinde de bid’at ehli olmuşlardır.


Bu yirmi mes’eledeki yanlış düşüncelerini yıkmak için, (Tehâfüt-ül felâsife) kitâbını yazdım. Küfre düşdükleri üç mes’elede bütün müslimânlara muhâlefet etmişlerdir. Bunlar:


Birincisi: İnsanlar öldükden sonra cesedleri tekrâr dirilmez. Mükâfat ve cezâ görecek olanlar sâdece rûhlardır. Azâblar rûhlara olup, bedenlere değildir. Rûhun azâb duyacağını söylemelerinde isâbet etmişlerdir. Çünki, rûhlar da bedenler gibi azâb görecekdir. Fekat, cesedlerin tekrâr dirileceğini inkârla hatâ etmişlerdir. Bu sözleriyle islâmiyyete inanmamış oldular ve küfre düşdüler.


İkincisi: Allahü teâlâ, külliyâtı bilir, cüz’iyyâtı bilmez, dediler. Bu da apaçık küfrdür. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyurdu: (…Ne yerde ne gökde zerre ağırlığınca hiçbir şey, Rabbinizden gizli kalmaz…) (Yûnüs sûresi: 61.ci âyet-i kerîmesi) Hakîkat budur.


Üçüncüsü: Felsefeciler, âlem ezelî ve ebedîdir diye inanmışlardır. (Âlemin sonradan yaratıldığına ve sonunun geleceğine inanmamışlardır.)


Müslimânlardan hiçbiri, bu üç mes’eleyi bu şeklde kabûl etmemişdir. Felsefeciler, bu mes’elelerin dışında, meselâ Allahü teâlânın sıfatlarını inkâr etmekde ve Allah zâtı ile bilir, ayrıca bir ilm sıfatı yokdur gibi ve benzeri iddi’âlarda bulundular. Bu sebeble, yolları, mu’tezîle mezhebine yakındır.Bu gibi sözlerden dolayı,mu’tezîlenin tekfîri lâzım gelmez.


(Faysalu’t-tefrîka beyn-el-islâm ve’z-zenâdıka) adındaki kitâbımda kendi mezhebine muhâlif olanları, hemen tekfîr edenlerin yanlış düşündüklerini gösteren îzâhlar yazdım.

Eser: El-münkızü mined-dalâl

Müellif: İmâm-ı Gazâlî 

Terceme: Hüseyn Hilmi IŞIK

3- Tabiat İlimleri

 Bu ilm de, âlemdeki varlıklardan, ya’nî göklerden ve göklerdeki yıldızlardan, yerdeki su, hava, ateş, toprak, basit cismlerden, hayvan, bitki ve ma’denler gibi birleşik cismlerden, bunların değişme, birleşme, bir hâlden bir hâle geçme sebeblerinden bahs eder. Bu durum bir tabîbin insan vücûdunun ve uzvlarının ve mîzâcının değişme sebeblerini araşdırmasına benzer. Din, tıb ilmini inkâr etmediği gibi, tabî’at ilmlerini de red etmez.

Ancak, (Tehâfüt-ül felâsife) kitâbımda açıkladığım ba’zı mes’eleler vardır ki, tabî’at ilminin bu belli birkaç mes’elesini red etmek, dînin îcâbıdır. Bu mes’eleler dışında dîne uymadığı görülen mes’eleler iyi incelendiğinde, anlatdığım mes’elelere dâhil olduğu anlaşılır. Hepsinde esâs olan nokta şudur: Tabî’at, Allahü teâlânın emrindedir. Kendiliğinden birşey yapamaz. Onu yaratan yapdırır. Güneş, ay, yıldızlar ve diğer eşyâ, Allahü teâlânın emrine tâbi’dirler.Hiçbiri kendiliğinden bir iş yapacak hâlde değildir.

Eser: El-münkızü mined-dalâl

Müellif: İmâm-ı Gazâlî 

Terceme: Hüseyn Hilmi IŞIK

2- Mantık

 Bu ilmde de, ne müsbet, ne de menfî yönden din ile alâkası olan bir şey yokdur. Mantık ilmi, delîllerin, kıyâsların, burhânın, ya’nî kesin delîlin, mukaddimelerinin şartlarını ve bu mukaddimelerin nasıl birleşdirileceğini, “hadd-i sahîh” denilen doğru ta’rîflerin şartlarını ve bunların nasıl birleşdirileceğini inceler.


Bu ilm, (tesavvur) ve (tasdik) olmak üzere ikiye ayrılır.Tesavvur,ta’rîf yoluyla,tasdik kesin delîl yoluyla bilinir. Bunlarda inkâr edilmesi îcâb eden bir şey yokdur. Bunlar, kelâm âlimlerinin ve ilm ehlinin delîl ile alâkalı söyledikleri şeyler cinsindendir. Aralarındaki fark, ibârelerde, ıstılâhlarda ve ifâde tarzlarında görülür. Bir de mantık âlimleri dahâ geniş sınıflandırmalara ve ta’rîflere fazla önem vermişler ve bunları geniş olarak anlatmışlardır.


Mantıkcıların sözleri ile alâkalı bir misâl verelim. Onlar derler ki: Her (a) nın (b) olduğu isbât edilirse, ba’zı (b) nin de (a) olması îcâb eder. Ya’nî her insanın hayvan olduğu isbât edilirse, bundan ba’zı hayvanın da insan olduğu ma’nâsı çıkar. Bunu şöyle ifâde ederler: “Mucîbe-i külliyenin aksi mucîbe-i cüz’iyyedir.” Bu sözlerin, dînin esâslarıyla ne alâkası vardır ki, red edilsin. Red edilirse, mantıkcılar, red edenin aklında, hattâ dîninde kusûr olduğu zannına kapılırlar. Çünki o kimse, bu reddiyle dînin böyle şeyleri inkâr üzerine kurulduğu görüntüsünü vermişdir.


Evet, felsefecilerin mantık ilminde bir takım haksızlıkları görülmekdedir. Onlar burhân dedikleri kesin delîller için, bir takım şartlar koymuşlardır. O delîl bu şartları taşıyınca, kesinlik ifâde etdiği anlaşılır. Fekat dînî mes’eleleri incelerken, bu şartlara tam uymamışlar, çok müsâmahâkâr davranmışlardır. Mantık ilmini inceleyip, onu beğenen, onu açık ve kat’î bir ilm bilen kimse, felsefenin küfre varan mes’elelerinin de açık ve kesin delîllere dayandığını zan eder. Dînî ilmlerde iyi yetişmeden, felsefecilerin yanlış fikrlerini kabûl ederek, küfre düşer. Bu durum da mantık ilminin yol açdığı bir musîbetdir.

Eser: El-münkızü mined-dalâl

Müellif: İmâm-ı Gazâlî 

Terceme: Hüseyn Hilmi IŞIK