Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İnsan, *Hediye* vereceği kişiyi *Tanır*, *Bilir* ve hediyeyi *Ona* verir. Rastgele *Kimse*’ye vermez efendim. 


Bu zamânın *Cihâd*’ı, birine bir *Kitap* vermekdir kardeşim. Bu kitaplar bizim değil ki. *Ehl-i sünnet âlimleri*’nin sözleri, kelâmları bunlar. 


Bu kitapları okuyan, hem *Dîn*’ini doğru öğrenir. Hem de bu *Büyükler*’in rûhâniyetlerinden *Feyz* alır. Binâenaleyh, bunları dağıtmak, bir kişiye daha ulaşdırmak, *Cihad*’dır. 


Yâhut gazetemize, bir kişiyi daha *Abone* yapmak, fiilen *Cihâd* yapmak demekdir. Her asrın, hizmet şartları, hizmet aracı *Farklı*’dır. 


Bu asrın aracı, vâsıtası, *Güleryüz*’lü ve *Tatlıdil*’li olmakdır. Çünkü *Sertliğe*, tahammül yok şimdi. *Kızmak* ve *Öfkelenmek* zamânı geçdi. 


*Ölüm* ve sonrasına hazırlananın, dünyâsı da *Mâmur* olur, âhireti de. *Ölüm* ve sonrasını unutanların, dünyâsı da *Hüsrân*’dır, âhireti de. 


Bu gün insanları frenliyecek tek şey *Tezekkür-i mevt*’dir. Yâni ölümü düşünmekdir. Ölümü düşünmek, ömrü *Uzatır* kardeşim. 


Ehl-i sünnet demek, *Muhabbet* demekdir, *Sevgi* demekdir. Birbirlerini sevmiyenler, *Ehl-i sünnet* olamazlar, Nasıl sevecekler birbirlerini? *Eshâb-ı kirâm*, Peygamberimizi *Nasıl* sevdilerse, öyle. 


*Ömür* belli, *Nefes*’ler sayılı. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; *Ecel, bir an gecikmez ve vaktinden önce de gelmez!* buyuruyor. 


Mü’min, *Ölüm*’den korkmaz efendim. Kâfirler *Korkar*, ölümden kaçarlar. Bahsedilmesine bile *Tahammül* edemezler. Ama mü’min, ölümü *Sever* efendim. 


Niçin sever? Çünkü ölünce *Rabbi*’ne kavuşacak. Ne buyurmuş büyükler: *Ölüm, sevgiliyi sevgiliye kavuşduran bir köprüdür!* 


Sonra hadîs-i şerîf var; *Mü’minin kabri, Cennet bahçesidir!* buyuruluyor. İnsan *Cennet* bahçesine girmek istemez mi? Kâfirlerin kabri ise *Cehennem çukuru*’dur, Allah korusun!

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Sünnet* demek, *Yol* demek, yâni *Îtikâd*’da ve *Amel*’de *Ehl-i sünnet* yolu demekdir. Ehl-i sünnet vel cemâatin tutduğu *Yol*. Peki nerden öğreneceğiz bu yolu? 


İşte bizim *Kitap*’larımız, bunu yazıyor, bunu bildiriyor. Kur’ân-ı kerîmin *Mânâ*’sını anlamak istiyen, *Mezheb imâm*’larının kitaplarını okumalıdır kardeşim. 


Başka kitaplardan *Kur’ân-ı kerîm*’in mânâsı anlaşılmaz. Niçin *Mezheb imâm*’larının kitaplarından öğrenmeliyiz? 


Çünkü mezheb imâmları, kitaplarına yazdıklarını, doğrudan *Eshâb-ı kirâm*’dan veyâhut da kendi *Hocalar*’ından yâni hocaları vâsıtasıyla *Eshâb-ı kirâm*’dan almış ve yazmışlardır. 


Eshâb-ı kirâm da, doğrudan *Resûlullah Efendimiz*’den işitip aldılar. Velhâsıl bütün bu yazılanlar, hep Resûlullah Efendimizden öğrenilen *Bilgiler*’dir.


Onun için Kur’ân-ı kerîmin *Mânâ*’sı, bu zamanda ancak *Fıkh kitapları*’nı okuyarak anlaşılır. Yetmiş iki fırka, hep kendi *Kafa*’larına göre *Mânâ* vermiş, Cehenneme gitmişlerdir. 

● ● ● 

Efendimiz aleyhisselâm ekseriyâ elinde *Asâ* taşırdı. bir gün *Kum*’lu bir arâzide, elindeki asâ ile, yere düz bir *Çizgi* çekdi. 


O çizginin sağına ve soluna da, *Balık kılçığı* gibi eğik çizgiler çizdi ve *Ey Eshâbım, yerde çizdiğim şu doğru çizgi, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği yoldur*, buyurdu.


Sonra yanındaki balık kılçığı gibi olan *Eğri* çizgileri gösterip; *Bunlar da bozuk yollardır. Doğru yol, tekdir. Geriye kalan yetmiş iki yol, bozukdur*, buyurdu. 


Eshâb-ı kirâm efendilerimiz bir gün; *Yâ Resûlallah! Doğru yol hangi yoldur?* diye sordular. Peygamber aleyhisselâm cevap olarak; *Mâ ene aleyhi ve eshâbî*, buyurdu.


Ne demek bu? *Mâ*, o yol, şu yoldur ki: *Ene aleyhi*, ben o yol üzerindeyim. Yâni doğru yol, benim bulunduğum yoldur. *Ve eshâbî* ve eshâbımın bulunduğu *Yol*’dur. 


Benim ve eshâbımın yolunda bulunanlar, *Doğru yolda*’dırlar ve bunlar, *Allah*’ın *Sevgi*’sine kavuşurlar. Diğerleri *Sapık yol*’dur ki, bunlar *Yetmişiki* fırkadır ve hepsi *Cehennemlik*'dir. 


Efendimiz aleyhisselâm buyurdu ki: Benden sonra bir zaman gelecek ki: *Setefteruku ümmetî*, ümmetim fırkalara ayrılacak, bölünecek. 


*Selâsete seb’îne*, yâni yetmişüç fırkaya ayrılacak. Ama *Müslümân*’lar ayrılacak, *Kâfir*’ler değil. Kâfirler hasâba dâhil değil. *Müslümân*’ım diyenler, yâni *Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah* diyenler.


Bunlar, yetmişüç fırkaya ayrılacak. *Küllühüm finnâr*, bu yetmişüç fırkanın yetmişikisi Cehenneme gidecek. *İllâ firkaten vâhideten*, yalnız tek bir fırka müstesnâ. 


Onlar Cehenneme gitmiyecek. O fırkada olanlar *Cennet*’e gidecek. *Kâlû*, Eshâb-ı kirâm, Peygamber aleyhisselâma sordular: 


*Menhüm yâ Resûlallah?* O tek fırka hangi fırkadır yâ Resûlallah? *Kâle*, Efendimiz buyurdu ki: 


*Hüm*, onlar şu yoldadırlar ki: *Mâ ene aleyhi*, ben o yoldayım. Yâni benim bulunduğum yolda olanlardır, *Ve Eshâbî*, ve benim Eshâbımın yolunda bulunanlardır. 


Efendimiz aleyhisselâm buyurdu ki: *Benim ve eshâbımın yolunda olan o tek fırka, Cehennemden kurtulacak, geri kalan yetmişiki fırka ise Cehenneme gidecekdir*. 


Bu yetmişiki fırkada olanlar da *Müslümân*’dır, ama *Îtikad*’ları bozuk olduğu için, onlar muhakkak *Cehennem*’e gidecekler. Fakat müslümân oldukları için Cehennemde *Sonsuz* kalmıyacaklar. Tekrar çıkıp *Cennet*’e gidecekler.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Teveccüh* demek, *Sevmek* demekdir. Sevgiyi kimseden esirgemeyin, *Sevilmek* istiyorsanız, evvelâ *Sevme*’yi öğrenin. Kimsede hatâ, kusûr aramayın. Çünkü başkasında *Kusûr* arıyan, sevgiden mahrumdur 


*Dünyâ menfaati*'ni öne süren kimse, her şeyden *Mahrum*’dur, *Allah* sevgisi var ya, o yeter, *Peygamber* sevgisi yeter. *Büyükler*’in sevgisi yeter. Bunlar varken, başka şeye ne lüzum var? 


Bir gün *Sarhoş*’un biri meyhâneden çıkmış, sallana sallana giderken, bir *Dergâh*’ın önünden geçmiş. O da, *Abdülkâdir Geylânî* hazretlerinin dergâhı imiş. İçerden tatlı tatlı *Sesler* geliyormuş. 


Sarhoşun hoşuna gitmiş, pencereler alçakmış, yanaşmış, *Başını* pencereden içeri sokup bakmış. *Zikr*’eden çocukları görmüş ve içinden; 


*Yâ Rabbî, bunlar senin ne güzel kulların, ne güzel seni zikrediyorlar*, demiş. Ve ayrılıp evine gitmiş, o gece de ölmüş efendim. Namazını kılıp defnetmişler. 


Melekler gelmişler, hesap kitap, *Günah*’ları pek çok. Alıp Cehenneme doğru götürürlerken, *Gavs-ı âzam* önlerini kesmiş, *Durun! Onu nereye götürüyorsunuz?* demiş. 


Melekler; *Yâ Gavs, biz emir kuluyuz, günâhları ağır geldi, Cehenneme götürüyoruz*, demişler. Gavs-ı âzam; *Benim talebelerime sevgiyle bakan gözleri ve o başı size vermem. Vücûdunu alın, götürün!* demiş. 


Melekler; yâ *Gavs*, hiç böyle şey olur mu, *Başı* sende, *Vücûdu* bizde? demişler. 


Gavs; *O zaman Cenâb-ı Hakka arz edin, ne buyurursa öyle yapın!* demiş. 


Arz ediyorlar, Cenâb-ı Hak; *Baş nereye, vücûd da oraya!* buyuruyor. Ve o kişiyi Cennete götürüyorlar efendim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir *Büyük zât*’ın kabrine gitdiğiniz zaman, onu *Kabr*’in içinde düşünmeyin kardeşim. Onu, *Arş-ı âlâ*’da düşünün. 


Aksi hâlde *İstifâde* edemezsiniz. Evet, kabirle *İlgisi* var. Bedeni kabirde çünkü. Ama *Rûh*’u, *Arş-ı âlâ*’da. Kabirden istifâde etmek çok *Zor*’dur 


Bir kere o *Zâtı*, kabrin içinde yatmış vaziyetde düşünmek olmaz. Evet *Kabir*’le irtibâtı var. Ama o zât, *Ceset* demek değil ki. İnsan demek, *Rûh* demekdir. *Rûh* da *Arş*’dadır. Böyle düşünülürse, *Feyz* alınır. 


Biz kabre *Niçin* gidiyoruz? O büyük zât ile *Bağlantı* kurmak için. Çünkü o zâtın *Rûh*’u, kabirdeki *Beden*’iyle irtibâtlıdır. Rûh, aslında *Arş-ı âlâ*’dadır. Onun için, o zâtı *Arş*’da düşünün.


Kabrine gitdiğiniz zaman, sizi mutlaka *Tanıdığı*’na, sizi *Gördüğü*’ne, duâlarınızı *İşitdiği*’ne inanarak gidin. O zaman *İstifâde* edersiniz. 


Bu yolda, *Kabir*’de olanla, kabir yoluyla olgunlaşmak *Mümkün* değildir. Bizzât *Görmek* ve *Görüşmek* lâzım. Meselâ *Selmân-ı Fârisî* hazretleri, Peygamberimizin eshâbı idi. 


Tasavvufda mükemmeldi. Ama Peygamber aleyhisselâm *Vefât* edince, *Ebû Bekr-i Sıddîk*’ın *Talebe*’si oldu. Hâlbuki Peygamber Efendimizden alacağını *Almışdı*. Ama Efendimizle bizzât *Temâsı* yokdu artık. 


Görüşmek *Yok*’du. Onun için *Ebû Bekr-i Sıddîk*’a gitdi? Ona *Talebe* oldu. Niçin? O *Noksan*’lığı tamamlamak için. O noksanlık da, bizzât *Temas* idi. Temas olmazsa, *Kemâl* olmaz kardeşim. 


*İlim*’den maksad, hâllenmekdir. *İlm-i hâl* diyoruz ya, *Hâl ilmi*. İki kelimedir o. Biri *İlim*, ikincisi *Hâl*. Yâni o ilmi, *Hâl'e* çevirmek, bilfiil *Yaşamak*. 


O mânâda *İlmihâl* diyoruz. Onun için büyüklerimiz, *Lisân-ı hâl, lisân-ı kâl’den entakdır*, buyurmuşlar. 


Yâni insanın *Yaşayış* şekli, *Hâli*, *Tavrı*, *Güzel ahlâkı*, lisânla anlatmasından çok daha *Etkili*’dir, çok daha *Te’sîrli*’dir.

Yâdigâr mektûblar 34.mektûb

 17 Teşrîn-i Evvel [Ekim] 958 ve Rebîü'l-Âhir 1378

Ve aleyküm selâm kıymetli kardeşim Fahreddin Bey

Tarihsiz mektûbunuz bugün elime vâsıl oldu. Sıhhat ve selâmetde olduğunuza çok memnûn oldum. Cenâb-ı Hak din ve dünyânızı ma'mûr eylesin. Evet, hadîs-i şerîfde haber verilen gurbet [garîblik] zemânı bu zemândır ve Cennet ile müjdelenen âhir zemân garîbleri bizleriz. Sabr etmek, dost ve düşman herkesle iyi geçinmek, herkese nasîhat vermek, nasîhat kabûl etmeyenlerden ictinâb etmek [kaçınmak], fakat kimseyi gücendirmemek lâzımdır.

Bugün Bozkurt Kitâbevi'ne telefon etdim. Seâdet-i Ebediyye birinci kısım ikinci baskı Ankara'da Muhsin Kitâbevi'ne yeni gönderdik dediler. Alıp okuyun ve her müslimâna tavsiye edin; cihâd sevâbı kazanırsınız.

Her sıkıntının sonu ferâhlıkdır. Sıkıntı zemânında yapılan ibâdetin sevâbı daha çokdur. Sizler bu meslekde çok kimselerin salâhına ve necâtına [iyiliğine ve kurtuluşuna] sebeb olup çok sevâb kazanacaksınız.

Enbiyâ ve evliyâ ufak bir gafleti kusûr addeder ve istiğfar eder. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem her gün yetmiş kere istiğfar ederlerdi. Derecesi ve ilmi çok olan, kusûr ve günâhını çok görür. Bizim gibi câhiller kendimizi kusûrsuz sanırız. Onların kusûr ve hatâları, bizim sevâb ve ta'atlarımızdan daha kıymetlidir. Onlar ma'rifet-i ilâhîde, sonsuz seyrde,nihâyetsiz terakkide olan derecelerini kusûr addederler. Ve afv dilerler.

Âkif [Güler] Bey'e ve diğer kardeşlerime selâm ve duâlar eder hepinizin duâlarınızı beklerim kardeşim.

Hüseyn Hilmi Işık

Fatih, Şeyh Resmî Mahallesi, Müstekîmzade Sokak, Numara: 23

Yâdigâr mektûblar 32.mektûb

 Selâmün aleyküm kıymetli kardeşim Fahri Bey

İyd-i sa'îd-i adhânın [mübarek kurban bayramının] hakkımızda ve cümle ehl-i îmân hakkında mübârek olmasını âcizane duâ ederim. Cenâb-ı Hak din ve dünyânızı ma'mûr eylesin.

Kardeşiniz radyoculukdan vazgeçib, yalnız elektrikçilik yapsın. Radyoculuk parası harâm olmasa bile, hayırlı olmaz, bereketli olmaz. Cenâb-ı Hak, Rezzâk'dır. Ondan hayırlı ve halâl rızk taleb etmeli ve halâl iş aramalıyız.

1- Elde mevcûd radyo malzemesini gayr-i müslim vatandaşlara satınız. Onlara şerâb için üzüm satılır.

2- Radyoculuk parası, şerâb,kumar,fâiz gibi sâfî harâm değildir. Mürtedlerden, gayri müslimlerden alınan para halâl olup,müslimânlardan alınan radyo parası mekrûhdur. Hepsinin karışımı halâle pek yakındır, fakat hayırsız ve bereketsizdir. Sermâyeyi ve malzemeyi sarf ve ziyân etmeyib, halâl ve tayyib bir san'ata sermâye yapınız.

3- Borç ödemek farzdır. Mekrûh paradan da ödemelidir. Alana da, ödeyene de günâh olmaz. Kardeşiniz size itâat ederse ne a'lâ! İtâat etmezse tazyîk etmeyiniz. Fitneye sebeb olmayınız. Tatlı söyleyiniz. [1957]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Kötü arkadaş*, Nefs’den çok daha *Tehlikeli*’dir. Sonra kötü arkadaş, yalnız *İnsan*’dan olmaz. Ahlâk bozan ne varsa, hepsi *Kötü arkadaş*’dır. 


Meselâ Gazete, kitap, dergi, hattâ filim, radyo, televizyon, bunlar *Zararlı* ise, hepsi de *Kötü arkadaş*’dır. 


Gerçek *Dost*, seninle aynı *Îmânı* paylaşan, aynı *Şey*’e inanan, aynı *Zât*’a muhabbeti olan kimselerdir.


Yine gerçek *Dost*, aynı *Kaynak*’dan istifâde eden, ehl-i sünnet vel cemâatın *Kitapları*’nı okuyan ve okutan *Din kardeşi*’ndir. 


Senin, ondan başka *Dost*’un yokdur. Onun için *Dost* seçerken çok dikkat etmek lâzım kardeşim. Meselâ namaz kılmıyan biriyle *Arkadaş* olmak, çok *Tehlikeli*’dir. 


Neden? Çünkü bizim büyüklerimiz; *İnsanın dîni, arkadaşının dîni gibidir*, buyuruyorlar.

● ● ● 

*Anne-baba* hakkı ödenmez kardeşim, çünkü daha dünyâya geldiği an, kulağına *Ezan* okuyor, *Allah* diyor. *Allahü ekber* diyor. 


Ötekiler ne yapıyor? *Kilise*’ye götürüyorlar, *Allah üçdür* diyorlar. Onu *Küfr*’e sürükliyorlar. Onun için en büyük *Mürşid*, anne-babadır, hakları ödenmez. 


Ve bir hadîs-i şerîf var, Peygamber aleyhisselâm; *Size iyilik edene teşekkür etmezseniz, Allahü teâlâya şükretmiş olamazsınız*, buyuruyor. 


Kardeşim, Mektûbât *6* *Cild*’dir. *3* cild *İmâm-ı Rabbânî* hazretlerinin, *3* cild de *Mehmed Masûm* hazretlerinin. 


Bu *6* cild *Mektûbât*’ın özeti, *İki cümle*’dir, sâdece iki cümle. Bu kadar mektupların hülâsası, *İki cümle*’dir. 


Birincisi; *Şerîat-i Muhammediyyeye imtisâl*. Yâni Allahü teâlânın dînine, islâmiyete sarılmak, onu *Öğrenmek* ve *Tatbîk* etmek. 


İkincisi; *Şeyh-i muktedâya muhabbet*. Yâni dînini kimden öğreniyorsan, ona *Sevgi*, *Saygı* ve *Muhabbet* beslemek.

Kurtulmamak ihtimali yoktur

 Bir *Mü’min*, islâmiyetin tamâmını *Bilse* ve *Tatbîk* etse, kurtulmak *İhtimâli* vardır. Fakat bir *Mürşid-i kâmili* tanımış ve sevmişse, onun kurtulmamak *İhtimâli* yokdur,

Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî (kuddise sirruh)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki*:


*Türk-İslâm* âleminde en büyük İslâm âlimi *İmâm-ı Birgivî* hazretlerdir. Kitapları var efendim. Fakat bir *Mürşid-i kâmil* görmediği için *Hatâ* işlemiş. Kitâbının bir sayfasında vehhâbîliği methetmiş. 


Evet, *Vehhâbî* olarak değil, ama *Îzâhı* bunu gösteriyor. Demek ki, bir *Mürşidi* olmıyan, *Hatâ* yapabiliyor. Onun için Efendi hazretleri ne derdi? 


Bir *Mü’min*, islâmiyetin tamâmını *Bilse* ve *Tatbîk* etse, kurtulmak *İhtimâli* vardır. Fakat bir *Mürşid-i kâmili* tanımış ve sevmişse, onun kurtulmamak *İhtimâli* yokdur, buyururdu. 


Bir kimse, *Allah rızâsı* için size bir şey sorarsa, siz de *Allah rızâsı* için cevap verirseniz, velev ki *Yanlış* cevap verseniz de, Allahü teâlâ, onu *Doğrultur* kardeşim. Yâni netîcesi *Hayrlı* olur. 


Niçin? Çünkü esas olan, *İhlâs*’dır, *Niyet*’dir. Siz *Allah için* cevap verdiniz, niyetiniz *Hâlis*. Eğer nefsinize uygun cevap verseydiniz, doğru da olsa, *Yanlış* olurdu. 


Çünkü *Allah için* olmadı, *Nefs için* oldu. Onun için bizim arkadaşların yapdığı işler, hep *İsâbet*’lidir. Hepimiz aynı *Gemide*’yiz kardeşim. 


Bir gün Peygamber aleyhisselâma sordular, dediler ki: *Yâ Resûlallah, en efdâl ibâdet nedir?* Buyurdu ki: *Kelime-i tevhîd* söylemekdir. Yâni *Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah* demekdir. 


Bir başka zaman da sordular. Buyurdu ki: *Namaz kılmak*’dır. Bir başka zaman yine sordular. *Allahın dînini yaymak*’dır, buyurdu. 


Peki, aynı suâle niçin değişik cevaplar verdi? Cevâbı şöyledir ki; *Her suâle verilen cevap, o zamânın şartlarına uygun olarak verilmişdir*. 


Yâni namâzın *Terk* edildiği zaman, en efdâl ibâdet, *Namaz*’dır. Cihâdın terk edildiği zaman en iyi ibâdet, *Allahın dînini yaymak*’dır. 


Hiç kimsenin *Îmân* etmediği bir zamanda en efdâl ibâdet, *Kelime-i tevhîd* söylemekdir.

Yâdigâr mektûblar 30.mektûb

 12 Zilka'de 1376 [11.6.1957] Salı

Ve aleyküm selâm kıymetli kardeşim Fahreddin

Mektûbunuzu aldım, inci gibi dizmiş olduğunuz o güzel yazınızı zevkle okudum. Fârisî çalışmanıza çok memnûn oldum.

Sizlerin muhabere veya topçu veya motorlu vâsıtalara ayrılmanız çok isâbetli olur. San'at bulunan mesleği tercih etmek lâzımdır. [Abdülhakîm Efendi'nin ehibbâsından] Cevad [Yücemen] Bey bu sene hacca gidiyor. Bu perşembe günü Ankara'ya gideceğini haber aldım. Perşembeye kadar kendisini görmeye gayret edeceğim veya mektûbunuzu birisi ile kendisine vereceğim. Siz orada Faruk [Işık] Bey'i bulunuz. Faruk Bey, Cevad Bey'in dünürüdür. Cevad Bey'e, Faruk Bey söylesin veya Faruk Bey'in oğlu Nevzad Bey'i, Faruk Bey'den adresi alarak bulunuz. Nevzad Bey, Yüzbaşı Celâl Bulutlar'ın bacanağıdır. Hanımı kız kardeşine söylesin veya Nevzad Bey, Celâl Bey'e söylesin.

Faruk Bey ve Nevzad Bey mübârek insanlardır. Hayr ve kerem sâhibleridir. Sizin gibi temiz ve müslimân kardeşlere her dürlü yardımı ve iyiliği seve seve yaparlar, onlardan çekinmeyiniz. Faruk Bey'e gidiniz, elini öpünüz. O sizi mahrûm bırakmaz. Herhalde gidiniz, benden de selâm söyleyiniz. Mübârek ellerinden öperim. Îcâb ederse diş tabibi Sabri [Gökkaya] Bey'e de söyleyiniz. Onlar Celâl Bey'e muhakkak yapdırırlar.

3 gün evvel Dil Tarih Fakültesi'ne Süleymân'a [Kuku] mektûb gönderdim. Zarfın içinde Ali [Karaduman] ve Câhid'e [Atasaral] de yazdığım ayrı kağıd var. Süleymân memleketine gitti ise mektûbu Ali ve Câhid alsın. Onlar da yok ise siz alınız. Fakültede kalmasın. Birisinin eline geçmesin.

Abdülhakîm ile iki ay, ilk mekteb derslerine çalışdık. Meârife istid'â verdim. Bir ilk mektebde imtihâna iştirak ettirdiler. Lehülhamd iyi derece ile ilk mekteb şehâdetnâmesini aldı. İkimizde yorulduk. Bir hafta istirâhatdan sonra tekrar derslerine devâm edeceğiz.

Seâdet-i Ebediyye risâlesinin ikinci kısım müsveddeleri hazır. İkrâmiye alınca matbaaya vereceğim, basılacak. İki ay sonra basılmış olur. Bakalım kağıd bulabilecek miyim?

Fârisî Vikâye şerhi var. Birisi (Germîrî) ismi ile meşhur olup İstanbul'da tab' edilmişdir. Bayezid'deki kitâbcılarda ve belki Ankara'daki Muhsin Efendi de vardır. İkinci Vikâye şerhi Hindistan'da basılmışdır. [Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî'nin talebesi Abdülhak Sücâdil Serhendî'nindir.] Bende ikisi de var. Çok güzeldirler. Fârisî Hüseyn Vâiz tefsîri de güzeldir. [Tefsir-i Hüseynî]. Hepinize din ve dünyâ seâdeti için duâ ederim kardeşim.

Hâceniz Hüseyn Hilmi Işık

Doğru söylemiş ama noksan söylemiş

 Yusuf Ziya Bey isimli bir talebesi Abdülhakîm Arvâsî hazretlerine gelip “Ben bugün Bayezid Câmii’nde bir vâiz dinledim. Ağzında kaplama dişi olanların guslü sahih olmaz. Binaenaleyh cünüplükten kurtulmazlar” dediğini nakletmiş. Abdülhakîm Efendi ise, “Doğru söylemiş, ama noksan söylemiş. Eğer Şâfiî mezhebini taklid ederse cünüplükten kurtulur” buyurmuş. Abdülhakîm Efendi’nin talebelerinden Hüseyn Hilmi Işık Efendi de hocasının bu fetvâsını nakleder. Nitekim Seyyid Abdülhakim Efendi, Namaz Risalesi isimli eserinde “Ağzın ve burnun içini yıkamak, yani buralara suyu İsal etmek Şâfiîde farz değildir. Hanefi mezhebinde ise, buralara suyu İsal etmek farzdır. Bunun içindir ki hanefi mezhebinde olanlar, dişlerini kaplatamazlar ve doldurtamazlar. Çünkü, buralara su isabet etmez. Dişini kaplatan veya doldurtan, Şâfiî mezhebini taklit eder” buyurmaktadır. Yine Seyyid Abdülhakim Efendi’nin talebelerinden merhum Necip Fazıl Kısakürek Bey de, İman ve İslam Atlası isimli kitabının 79 ve 80. sayfalarında diş dolgusu meselesini bu şekilde anlatmaktadır.