(Kâmûs-ül-a’lâm)da diyor ki:
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin adı Nu’mândır. Babasının adı Sâbit, dedesinin adı da Nu’mândır. Ehl-i sünnetin dört büyük imâmının birincisidir. İmâm, derin âlim demekdir. Muhammed aleyhisselâmın parlak olan dîninin büyük bir direğidir. Acemistan ileri gelenlerinden birinin soyundandır. Dedesi, islâm dînini kabûl etmişdi. Seksen (80) senesinde Kûfe şehrinde doğdu. Eshâb-ı kirâmdan “aleyhimürrıdvân” Enes bin Mâlik ve Abdüllah bin Ebî Evfâ ve Sehl bin Sa’d Sâidî ve Ebüttufeyl Âmir bin Vâsile zemânlarına yetişmişdir. Fıkh ilmini Hammâd bin Ebî Süleymândan öğrendi. Tâbi’înden birçok büyük zâtlarla ve imâm-ı Ca’fer Sâdıkla sohbet etdi. Çok hadîs-i şerîf ezberledi. Mezheb imâmı olmasaydı, büyük bir hakîm olacak şeklde yetişdi. Üstün bir aklı ve herkesi şaşırtan keskin zekâsı vardı. Fıkh ilminde, az zemânda, eşi, ortağı olmayan bir dereceye yükseldi. Adı, şöhreti dünyâya yayıldı.
Emevîlerin, ondördüncü ve son halîfesi olan Mervân bin Muhammed, Mervân bin Hakemin torunu olup, 132 [m. 750] de Mısrda katl olunmuşdur. Beş sene halîfelik yapmışdır. Bunun zemânında, Irak vâlîsi olan Yezîd bin Amr, kendisine, Kûfe mahkemesi hâkimliğini teklîf etdi ise de, zühd ve takvâsı ve vera’ı da, ilmi ve zekâsı gibi son derece çok olduğundan kabûl etmedi. İnsanlık dolayısı ile kulların hakkını gözetmede kusûr etmesinden korkdu. Yezîdin emri ile başına yüzon kamçı vuruldu. Mubârek başı, yüzü şişdi. Ertesi gün İmâmı çıkarıp, tekrâr teklîf edip sıkışdırdı. (Danışayım) buyurup izn aldı. Mekke-i mükerremeye gidip, beş altı sene orada kaldı.
Yüzelli 150 [m. 767] senesinde, Abbâsî halîfesi Ebû Ca’fer Mansûrun emr etdiği temyîz başkanlığını kabûl etmediği için, zindana atıldı. Kamçı ile döğüldü. Hergün on kamçı artdırılarak döğüldü. Kamçı sayısı yüz olduğu gün, şehîd oldu. Selçûkî pâdişâhlarından sultân Melikşâhın vezîrlerinden Ebû Sa’d Muhammed bin Mensûr Hârezmî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Ebû Hanîfe hazretlerinin mezârı üzerine mükemmel bir türbe yapdı.
Sonra, Osmânlı pâdişâhları, bu türbeyi çok def’a ta’mîr ve tezyîn eyledi. Melikşâh “rahmetullahi teâlâ aleyh”, üçüncü Selçûkî sultânı olup, Alparslanın oğludur [447-485].
Ebû Hanîfe “rahmetullahi teâlâ aleyh”, fıkh ilmini ilk olarak kollara ayırmış, her branşın bilgilerini ayrı ayrı toplamış ve (Ferâiz) ve (Şürût) kitâblarını yazmışdır. Fıkhdaki çok geniş bilgisini ve hele kıyâsdaki hârikulâde kuvvetini ve zühd ve takvâdaki ve hilm ve salâhdaki, akllara hayret veren üstünlüğünü bildiren kitâbları, sayılamıyacak kadar çokdur. Talebesi pek çok olup, içlerinden büyük müctehidler yetişmişdir.
Hanefî mezhebi, Osmânlı devleti zemânında her yere yayıldı. Devletin resmî mezhebi gibi oldu. Bugün, dünyâ yüzünde bulunan Ehl-i islâmın yarıdan fazlası ve Ehl-i sünnetin pek çoğu, Hanefî mezhebine göre ibâdet etmekdedir. (Kâmûs-ül a’lâm)ın yazısı temâm oldu.
(Mir’ât-ül-kâinât) kitâbında diyor ki:
İmâm-ı a’zamın dedeleri, Îranın Fâris denilen şehrindendir. Babası Sâbit, Kûfede imâm-ı Alî ile “radıyallahü anh” buluşup, İmâm, buna ve evlâdına hayrlı düâ buyurmuşdu. İmâm-ı a’zam, Tâbi’înin büyüklerinden olup, Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâliki “radıyallahü teâlâ anh” ve dahâ üç veyâ yedisini gördü. Bunlardan hadîs-i şerîfler öğrendi.
İmâm-ı Hârizmînin Ebû Hüreyreden isnâd-ı muttasıl ile haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Ümmetimden Ebû Hanîfe adında biri gelecekdir. Bu, kıyâmet günü, ümmetimin ışığı olacakdır) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Nu’mân bin Sâbit adında ve Ebû Hanîfe denilen biri gelecek, Allahü teâlânın dînini ve benim sünnetimi canlandıracakdır) ve (Her asrda, ümmetimden yükselenler olacakdır. Ebû Hanîfe, zemânının en yükseğidir) buyuruldu. Bu üç hadîs-i şerîf, (Mevdû’ât-ül-ulûm) kitâbında ve (Dürr-ül-muhtâr)da da yazılıdır. (Ümmetimden, Ebû Hanîfe adında biri gelecekdir. İki küreği arasında ben vardır. Allahü teâlâ, dînini, onun eli ile canlandırır) hadîs-i şerîfleri meşhûrdur.
[(Dürr-ül-muhtâr)ın önsözünde diyor ki, (Hadîs-i şerîfde, (Âdem aleyhisselâm benimle öğündüğü gibi, ben de ümmetimden, ismi Nu’mân ve künyesi Ebû Hanîfe olan biri ile öğünürüm. O, ümmetimin ışığıdır) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Peygamberler benimle öğünürler. Ben de Ebû Hanîfe ile öğünüyorum. Onu seven, beni sevmiş olur.
Ona düşmanlık eden, bana düşmanlık etmiş olur) buyurdu. Bu hadîs-i şerîfler büyük âlim Ebülleys-i Semerkandî hazretlerinin (Mukaddime) kitâbında ve bunun şerhi (Tekaddüme) kitâbında da yazılmışdır. Gaznevînin (Mukaddime) adındaki fıkh kitâbının önsözünde İmâm-ı a’zamı öven hadîs-i şerîfler yazılıdır. Bunun şerhi olan (Diyâ-i ma’nevî) kitâbında kâdî Ebülbekâ buyuruyor ki, Ebülferec Abdürrahmân İbnülcevzî, Hatîb-i Bağdâdîye uyarak, bu hadîslere mevdû’ demiş ise de, bu sözü te’assubdur. Çünki bu hadîsler çeşidli yollardan gelmişdir). İbni Âbidîn (Dürr-ül-muhtâr)ı şerh ederken, bunların mevdû’ olmadığını isbât ediyor. Bu arada, İbni Hacer-i Mekkî hazretlerinin (Hayrât-ül-hisân) kitâbındaki şu hadîs-i şerîfi de bildiriyor: (Dünyânın zîneti, yüzelli senesinde kaldırılır). Hicretin beşyüzaltmışikinci 562 [m .1166] senesinde vefât eden büyük fıkh âlimi Şems-ül-eimme Abdülgaffâr Kerderî, (Bu hadîs-i şerîfin, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfeyi bildirdiği açıkdır. Çünki, yüzelli senesinde vefât etmişdir) dedi. Buhârî ve Müslimin bildirdikleri hadîs-i şerîfde, (Îmân Zühre yıldızına gitse, Fâris oğullarından biri, onu alıp getirir) buyuruldu. Şâfi’î mezhebi âlimlerinden İmâm-ı Süyûtî buyuruyor ki, (Bu hadîsin, İmâm-ı a’zamı gösterdiği sözbirliği ile bildirilmişdir). Nu’mân Âlûsî (Gâliyye)de, bu hadîsin Ebû Hanîfeyi gösterdiğini, dedesinin Fâris cinsinden olduğunu yazmakdadır. Hanbelî âlimlerinden allâme Yûsüf, (Tenvîr-üs-sahîfe) kitâbında, Endülüsde Lizbon kâdîsı hâfız allâme Yûsüf ibni Abdülberrden alarak diyor ki, (Ebû Hanîfeye dil uzatmayınız ve ona dil uzatanlara inanmayınız! Allaha yemîn ederim ki, ondan dahâ üstün, ondan dahâ vera’ sâhibi ve ondan dahâ bilgili kimse bilmiyorum. Hatîb-i Bağdâdînin sözlerine aldanmayınız! Onun, âlimlere karşı te’assubu vardır. Ebû Hanîfeye, imâm-ı Ahmede ve talebelerine dil uzatmışdır. İslâm âlimleri Hatîbe cevâb yazmışlar, onu ayblamışlardır. İbnül Cevzînin torunu allâme Yûsüf Şemseddîn Bağdâdî (Mir’ât-üz-zemân) adındaki kırk cild kitâbında dedesinin Hatîbe uymasına çok şaşdığını yazmakdadır). İbni Abdülberr, 368 [m. 978] de tevellüd, 463 [m. 1071] de Şâtıba (Jativa)da vefât etmişdir. İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (İhyâ) kitâbında, İmâm-ı a’zamı âbid, zâhid, ârif-i billah diye övmekdedir. Eshâb-ı kirâmın ve din âlimlerinin, birbirlerinden başka söylemelerini, birbirlerinin sözlerini beğenmemelerinden, geçimsizliklerinden sanmamalı, birbirlerini sevmediklerini anlamamalıdır. Müctehidler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, Allah için, dîne yardım için ictihâdlarında birbirlerinden ayrılırlar.
Buraya kadar, İbni Âbidînden biraz terceme edildi. (Üsûl-i hadîs) ilminde (Mevdû’ hadîs), yalan, uydurma hadîs demek olmadığı, (Se’âdet-i ebediyye) kitâbında uzun bildirilmişdir.]
Âlimlerden biri, rü’yâda, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” (Ebû Hanîfenin ilmi için ne buyurursunuz?) dedi. Cevâbında (Onun ilmi herkese lâzımdır!) buyurdu. Başka bir âlim rü’yâsında, (Yâ Resûlallah! Kûfe şehrindeki Nu’mân bin Sâbitin bilgileri için ne buyurursunuz?) dedi. (Ondan öğren ve onun öğretdiği ile amel et! O, çok iyi kimsedir) buyurdu. İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Size, bu Kûfe şehrinde bulunan Ebû Hanîfe adında birini haber vereyim. Onun kalbi, ilm ile, hikmet ile dolu olacakdır. Âhır zemânda, birçok kimse, onun kıymetini bilmiyerek helâk olacakdır. Nitekim şî’îler de, Ebû Bekr ve Ömer için helâk olacakdır.) İmâm-ı Muhammed Bâkır bin Zeynel-âbidîn Alî bin Hüseyn “rahmetullahi aleyhim” Ebû Hanîfeye bakıp (Ceddimin dînini bozanlar çoğaldığı zemân, Sen onu canlandıracaksın. Sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın! Sapıkları doğru yola çevireceksin! Allahü teâlâ yardımcın olacak!) buyurdu. Muhammed Bâkır, hicretin 57. ci senesinde Medînede tevellüd, 113 de vefât etdi. Medînede, hazret-i Abbâs “radıyallahü teâlâ anh” türbesindedir.
Gençliğinde, kelâm ilmine ve ma’rifete çalışıp pek mâhir oldu. Sonra imâm-ı Hammâda onsekiz sene hizmet edip yetişdi. Hammâd vefât edince, onun yerine, müctehid ve müftî oldu. İlmi, üstünlüğü her yere yayıldı. Fazîleti, zekâsı, anlayışı, zühd ve takvâsı, emâneti, çabuk cevâblı olması, dîne bağlılığı, doğruluğu ve bütün insanlık olgunluklarında, herkesin üstünde idi. Zemânında bulunan ve sonra gelen bütün müctehidler, üstün kimseler, hattâ hıristiyanlar, kendisini hep medh etmiş, öğmüşdür. İmâm-ı Şâfi’î, (Fıkh bilgisinde, herkes, Ebû Hanîfenin çocuklarıdır) buyurdu. Bir kerre de (Ebû Hanîfe ile teberrük ediyorum. Hergün, mezârını ziyâret ediyorum. Zor bir durumda kalınca, onun kabrine gidip, iki rek’at nemâz kılarım. Allahü teâlâya yalvarırım. Dileğimi verir) buyurdu. İmâm-ı Şâfi’î, imâm-ı Muhammedin talebesi idi. (Allahü teâlâ bana ilmi iki kimseden ihsân etdi: Hadîsi, Süfyân bin Uyeyneden; fıkhı, Muhammed Şeybânîden öğrendim) buyurdu. Bir kerre de, (Din bilgilerinde ve dünyâ işlerinde, kendisine minnetdâr olduğum bir kişi vardır. O da, imâm-ı Muhammeddir) buyurdu. Yine imâm-ı Şâfi’î buyurdu ki, (imâm-ı Muhammedden öğrendiklerimle bir hayvan yükü kitâb yazdım. O olmasaydı, ilmden birşey edinemiyecekdim.
İlmde herkes, Irak âlimlerinin çocuklarıdır. Irak âlimleri de, Kûfe âlimlerinin talebesidir. Kûfe âlimleri ise, Ebû Hanîfenin talebesidir).
İmâm-ı a’zam dörtbin kimseden ilm aldı.
İmâm-ı a’zamın büyüklüğünü anlatmak için, her asrda gelen âlimler, çeşidli kitâblar yazmışdır.
Hanefî mezhebinde, beşyüzbin din mes’elesi çözülmüş, hepsi cevâblandırılmışdır.
Hâfız-ı kebîr Ebû Bekr Ahmed Hârizmî (Müsned) kitâbında diyor ki, (Seyf-ül-eimme dedi ki, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden bir mes’ele çıkardığı zemân, bunu üstâdlarına söylerdi. Hepsi tasdîk etmedikçe, süâl sâhibine bu cevâbını bildirmezdi). Kûfe şehri câmi’inde ders verirken, bin talebesi her dersinde bulunurdu. Bunlardan kırk adedi müctehid idi. Bir mes’eleye cevâb bulunca, bunu talebelerine bildirirdi. Birlikde incelerler. Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîfe ve Eshâb-ı kirâmın sözlerine uygun olduğunda sözbirliği olursa, sevincinden (El-hamdülillah vallahü ekber) derdi. Dersde bulunanların hepsi de, böyle söylerdi. Bundan sonra, bunu yazınız buyururdu.
[(Redd-i vehhâbî) kitâbında, fârisî olarak diyor ki, (Müctehid) olmak için, arab lügatinde ve bunun evdâ’ını, sahîhini, mervîsini, mütevâtirini, red yollarını, mevdû’ lügatları, fasîh ve redî ve mezmûm şekllerini bilmekde ve müfred, şâz, nâdir, müsta’mel, mühmel, mu’reb, ma’rife, iştikak, hakîkat, mecâz, müşterek, ızdâd, mutlak, mukayyed, ibdâl, kalb denilen lügat bilgilerinde üstâd olmak lâzımdır. Sonra sarf, nahv, me’ânî, beyân, bedî’, belâgat ilmlerinde ve üsûl-i fıkh, üsûl-i hadîs ve üsûl-i tefsîrde mâhir olması ve cerh ve ta’dîl imâmlarının sözlerini ezberlemiş olması lâzımdır. (Fakîh) olmak için, bunlardan başka, her mes’elenin delîlini bilmek ve her delîlin ma’nâsını, murâdını ve te’vîlini tahkîk etmek lâzımdır. (Muhaddis) ya’nî, hadîs âlimi olmak için, hadîs-i şerîfleri, işitdiği gibi ezberlemek lâzım olup, ma’nâ, murâd ve te’vîllerini bilmek ve ahkâm-ı islâmiyyenin delîllerini anlamak şart değildir. Bir hadîs-i şerîf için, fıkh âlimi sahîh der ve hadîs âlimi da’îf derse, fakîhin sözü kıymetli olur. Bunun içindir ki, müctehidlerin birincisi ve fakîhlerin en üstünü olan İmâm-ı a’zamın sözü ve re’yi, hepsinden dahâ kıymetlidir. Çünki, birçok hadîsi, Eshâb-ı kirâmdan vâsıtasız işitmişdir. Bu yüce İmâmın sahîh dediği hadîse, bütün islâm âlimleri sahîh demişlerdir. Hadîs âlimi, fıkh âlimi derecesinde olamaz.
Mezheb imâmı derecesine ise, hiç erişemez.
Hadîs âlimlerinden Abdülhak-ı Dehlevî, (Sırât-ı müstekîm) kitâbında diyor ki, (İmâm-ı Şâfi’înin delîl olarak aldığı ba’zı hadîs-i şerîfleri, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe delîl olarak almamışdır. Bunu gören mezhebsizler, İmâm-ı a’zamı lekelemek için fırsat olarak kullanmışlar, Ebû Hanîfe hadîslere uymamışdır yaygarasını basmışlardır. Hâlbuki, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretleri, o mes’eleye delîl olarak dahâ sahîh ve dahâ kuvvetli başka hadîsler bulmuş ve bu hadîsleri almışdır).
Hadîs-i şerîfde, (Ümmetimin en hayrlı olanları, benim asrımda bulunanlardır. Dahâ sonra hayrlı olanlar, bunlardan sonra gelenlerdir. Bunlardan sonra hayrlı olanlar da, bunlardan sonra gelenlerdir) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, Tâbi’înin Tebe’ı tâbi’înden dahâ hayrlı, dahâ üstün olduğunu gösteriyor. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin Eshâb-ı kirâmdan ba’zılarını gördüğünü ve bunlardan hadîs-i şerîfler işitdiğini, bu sebeble Tâbi’înden olduğunu, islâm âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Meselâ, (Allah rızâsı için câmi’ yapan kimseye Cennetde bir köşk verilir) hadîs-i şerîfini imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, Abdüllah bin Ebî Evfâ ismindeki sahâbîden işitmişdir. Şâfi’î âlimlerinden, Celâlüddîn-i Süyûtî, (Tebyîd-üs-sahîfe) kitâbında diyor ki, şâfi’î âlimlerinden imâm-ı Abdülkerîm, İmâm-ı a’zamın gördüğü sahâbîleri uzun bildiren müstekîl bir kitâb yazmışdır. (Dürr-ül-muhtâr)da, İmâm-ı a’zamın yedi sahâbîyi gördüğü yazılıdır. Dört mezheb imâmları arasında tâbi’înden olmak şerefi, yalnız İmâm-ı a’zama nasîb olmuşdur. Birşeyi kabûl edenlerin sözünü, bunu red edenlerin sözlerine tercih etmek, (İlm-i üsûl) kâidelerindendir. Görülüyor ki, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, tâbi’înden olduğu için de, mezheb imâmlarının en üstünüdür. Mezhebsizlerin İmâm-ı a’zamın üstünlüğünü inkâr etmeleri, (Onun hadîs bilgisi za’îf idi) diyerek, bu yüce İmâmı lekelemeğe kalkışmaları, hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömerin üstünlüklerini inkâr etmelerine benzemekdedir. Bunların inkârları ve inadları, va’z ve nasîhat ile şifâ bulacak hastalıklardan değildir. Cenâb-ı Hak, kendilerine şifâ ihsân eylesin! Müslimânların halîfesi olan Ömer “radıyallahü anh” hutbe okurken, (Ey müslimânlar! Şimdi benim size söylediğim gibi Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” de, bize hutbe okuyarak buyurdu ki, (İnsanların en hayrlısı benim Eshâbımdır. Bunlardan sonra hayrlısı, bunlardan sonra gelenlerdir. Onlardan sonra hayrlıları da, onlardan sonra gelenlerdir. Dahâ sonra gelenler arasında yalan söyleyenler bulunacakdır.) Bugün müslimânların tâbi’ oldukları, taklîd etdikleri dört mezheb Resûlullahın hayrlı olduklarına şehâdet etdiği hayrlı insanların mezhebleridir.
Şimdi, bu dört mezhebden başka mezheb edinmenin câiz olmadığını, islâm âlimleri sözbirliği ile bildirdiler.
(Bahr-ür-râık) kitâbının sâhibi olan İbnü Nüceym-i Mısrî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Eşbâh) kitâbında diyor ki, (İmâm-ı Şâfi’î, fıkh ilminde mütehassıs olmak isteyen, Ebû Hanîfenin kitâblarını okusun buyurdu.) Abdüllah ibni Mübârek diyor ki, (Fıkh ilminde Ebû Hanîfe gibi mütehassıs görmedim. Büyük âlim Mis’ar, Ebû Hanîfenin karşısında diz çökerek, bilmediklerini sorar öğrenirdi. Bin âlimden ders aldım. Fekat, Ebû Hanîfeyi görmeseydim, Yunan felsefesinin bataklığına kayacakdım). Ebû Yûsüf buyuruyor ki, (Hadîs ilminde Ebû Hanîfe gibi derin bilgi sâhibi olan kimseyi görmedim. Hadîs-i şerîfleri tefsîr etmekde onun gibi bir âlim yokdur). Büyük âlim ve müctehid Süfyân-ı Sevrî buyuruyor ki, (Bizler, Ebû Hanîfenin yanında, doğan kuşu yanındaki serçeler gibi idik. Ebû Hanîfe, âlimlerin önderidir). Alî bin Âsım diyor ki, (Ebû Hanîfenin ilmi, zemânındaki âlimlerin ilmlerinin toplamı ile ölçülse, Ebû Hanîfenin ilmi fazla gelir). Yezîd bin Hârûn diyor ki, (Bin âlimden ders aldım. Bunların arasında Ebû Hanîfe “rahmetullahi teâlâ aleyh” gibi vera’ sâhibi olanını ve aklı onun aklı kadar çok olanını görmedim.) Şâm âlimlerinden Muhammed bin Yûsüf Şâfi’î, (Ukûd-ül-cümân fî-menâkıb-in-Nu’mân) kitâbında, Ebû Hanîfeyi çok övmekde, Onun üstünlüğünü uzun anlatmakda ve Ebû Hanîfe, müctehidlerin reîsidir demekdedir. Ebû Hanîfe buyurdu ki, (Resûlullahın hadîs-i şerîfleri başımızın tâcı ve gözümüzün nûrudur. Eshâb-ı kirâmın sözlerini arar, seçer ve onlara uyarız. Tâbi’înin sözleri ise, bizim sözlerimiz gibidir). (Redd-i Vehhâbî)den terceme temâm oldu. Bu kitâb 1264 [m. 1848] de Hindistânda ve 1401 [m. 1981] de İstanbulda basılmışdır.
(Seyf-ül-mukallidîn alâ a’nâk-il-münkirîn) kitâbında mevlânâ Muhammed Abdülcelîl, fârisî olarak buyuruyor ki, mezhebsizler (Ebû Hanîfenin hadîs bilgisi za’îf idi) diyor. Bu sözleri, câhil olduklarını veyâ hased etdiklerini göstermekdedir. İmâm-ı Zehebî ve İbni Hacer-i Mekkî buyuruyorlar ki, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hadîs âlimi idi. Dört bin âlimden hadîs aldı. Bunlardan üç yüzü Tâbi’înin hadîs âlimi idi. İmâm-ı Şa’rânî, (Mîzân)ının birinci cildinde diyor ki, (İmâm-ı a’zamın müsnedlerinden üçünü inceledim. Hepsi, Tâbi’înin meşhûr âlimlerinden rivâyet edilmişdir). Mezhebsizlerin Selef-i sâlihîne olan düşmanlıkları ve müctehid imâmlara ve hele bunların en önde olanı, İmâm-ül-müslimîn Ebû Hanîfeye olan hasedleri, kalblerini kör ve vicdânlarını yok etmiş olacak ki, bu islâm âlimlerinin güzelliklerini, üstünlüklerini inkâr ediyorlar.
Kendilerinde bulunmayan şeylerin başka sâlih kimselerde bulunmasını istemiyorlar. Bunun için, din imâmlarımızın üstünlüklerini inkâr ediyorlar. Böylece, kendilerini hased şirkine kapdırıyorlar. (Hadâık) kitâbında diyor ki, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, ezberlediği hadîs-i şerîfleri yazardı. Yazdığı hadîs kitâblarını sandıklarda saklardı. Böylece hâzırladığı birkaç sandığı hep yanında taşırdı. Az hadîs rivâyet etmesi, ezberlediği hadîs adedinin az olduğunu göstermez. Bunu ancak din düşmanı olan müte’assıb kimseler söyliyebilir. Onların bu te’assubları ise, İmâm-ı a’zamın kemâline şâhid olmakdadır. Çünki, nâkısların kötülemeleri, âlimlerin kemâllerini gösterir. Büyük bir mezhebi kurmak ve yüzbinlerle süâli, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden delîl getirerek cevâblandırabilmek, tefsîr ve hadîs bilgilerinde derin ihtisâs sâhibi olmayanın yapacağı bir iş değildir. Hem de, bir benzeri, bir örneği olmadan nev’i şahsına münhasır, yeni bir mezheb ortaya koymak, İmâm-ı a’zamın tefsîr ve hadîs ilmlerindeki vukûfunu, ihtisâsını açıkca göstermekdedir. İnsan gücünün üstünde çalışarak, bu mezhebi ortaya koyduğu için, hadîs-i şerîfleri ayrıca bildirmeğe, râvîlerini saymağa vakt bulamaması, bu yüce imâmı, hadîs bilgisi za’îf idi gibi, hased taşları atarak lekelemeğe sebeb olamaz. Zâten dirâyet olmadan rivâyet etmenin makbûl olmadığı ma’lûmdur. Meselâ, İbnü Abdilberr (Dirâyetsiz rivâyet, kıymetli olsaydı, çöpçünün bir hadîs söylemesi, Lokmânın aklından üstün olurdu) demişdir. İbni Hacer-i Mekkî, şâfi’î mezhebi âlimlerinden olduğu hâlde, (Kalâid) kitâbında diyor ki, büyük hadîs âlimi A’meş, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfeden birçok mes’ele sordu. İmâm-ı a’zam, süâllerinin herbiri için hadîs-i şerîfler okuyarak cevâb verdi. A’meş, İmâm-ı a’zamın hadîs ilmindeki derin bilgisini görünce, (Ey fıkh âlimleri! Sizler mütehassıs tabîb! Biz hadîs âlimleri ise, eczâcı gibiyiz! Hadîsleri ve bunları rivâyet edenleri biz söyleriz. Bizim söylediklerimizin ma’nâlarını siz anlarsınız!) dedi. (Ukûd-ül-cevâhir-il-münîfe) kitâbında diyor ki, Ubeydullah bin Amr, büyük hadîs âlimi A’meşin yanında idi. Birisi gelip, birşey sordu. A’meş bunun cevâbını düşünmeğe başladı. O esnâda, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe geldi. A’meş, bu süâli İmâma sorup cevâbını istedi. İmâm-ı a’zam, hemen geniş cevâb verdi. A’meş, bu cevâba hayrân olup, yâ İmâm! Bunu hangi hadîsden çıkardın dedi. İmâm-ı a’zam, bir hadîs-i şerîf okuyup, bundan çıkardım. Bunu senden işitmişdim dedi. İmâm-ı Buhârî, üçyüz bin hadîs ezberlemişdi. Bunlardan yalnız oniki bin kadarını kitâblarına yazdı. Çünki, (Benim söylemediğimi hadîs olarak bildiren, Cehennemde çok acı azâb görecekdir) hadîs-i şerîfinin dehşetinden çok korkardı.
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin vera’ ve takvâsı dahâ çok olduğundan, hadîs nakl edebilmesi için çok ağır şartlar koymuşdu. Ancak bu şartların bulunduğu hadîs-i şerîfi nakl ederdi. Ba’zı hadîs âlimlerinin meslekleri geniş, şartları hafîf olduğu için, çok sayıda hadîs rivâyet etmişlerdir. Hiçbir hadîs âlimi, bu şartların ayrılığı sebebiyle başkalarını, başka âlimleri küçültmemişdir. Böyle olmasaydı, İmâm-ı Müslim, İmâm-ı Buhârîyi “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” incitecek birşey söylerdi. Ebû Hanîfenin takvâsı çok olduğu için, az hadîs rivâyet etmesi, ancak onu medh ve senâ etmeğe sebebdir. (Seyf-ül-mukallidîn)den terceme temâm oldu.]
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh” hergün sabâh nemâzını câmi’de kılıp, öğleye kadar tâliblere cevâb verirdi. Öğle nemâzından sonra, yatsıya kadar, talebeye ilm öğretirdi. Yatsıdan sonra, evine gelip, biraz dinlenir, sonra câmi’e gider, sabâh nemâzına kadar ibâdet ederdi. Bu hâli, Selef-i sâlihînden Mis’ar bin Kedâm-ı Kûfî ve başka kıymetli kimseler haber vermişlerdir. Mis’ar 115 [m. 733] senesinde vefât etdi.
Ticâret ederek halâl kazanırdı. Başka yerlere mal gönderir, kazancı ile talebesinin ihtiyâclarını alırdı. Kendi evine bol harc eder, evine harc etdiği kadar da, fakîrlere sadaka verirdi. Her Cum’a günü, anasının babasının rûhu için, fakîrlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Hocası Hammâdın “rahmetullahi teâlâ aleyh” evi tarafına ayağını uzatmazdı. Hâlbuki, aralarında yedi sokak uzaklık vardı. Ortaklarından birinin, çok mikdârda bir malı, islâmiyyete uygun olmıyarak satdığını anlayınca, bu maldan kazanılan doksan bin akçanın hepsini fakîrlere dağıtıp, on parasını kabûl etmedi. Kûfe şehrinin köylerini haydûdlar basıp, koyunları kaçırmışlardı. Bu çalınan koyunlar, şehrde kesilip, halka satılabilir düşüncesi ile, o günden beri yedi sene kesilmiş koyun eti alıp yimedi. Çünki, bir koyunun, en çok yedi yıl yaşayacağını öğrenmişdi. Harâmdan bu derece korkar, her hareketinde islâmiyyeti gözetirdi.
İmâm-ı a’zam “rahmetullahi aleyh”, kırk sene yatsı nemâzının abdesti ile sabâh nemâzı kıldı. (Ya’nî yatsıdan sonra uyumadı). Ellibeş def’a hac yapdı. Son haccında, Kâ’be-i mu’azzama içine girip, burada iki rek’at nemâz kıldı. Nemâzda bütün Kur’ân-ı kerîmi okudu. Sonra ağlıyarak (Yâ Rabbî! Sana lâyık ibâdet yapamadım. Fekat senin akl ile anlaşılamıyacağını iyi anladım. Hizmetimdeki kusûrumu, bu anlayışıma bağışla!) diyerek düâ etdi. O anda, bir ses işitildi ki, (Ey Ebû Hanîfe “rahmetullahi teâlâ aleyh”! Sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet etdin.
Seni ve kıyâmete kadar, senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri afv ve mağfiret etdim) buyuruldu. Hergün bir ve her gece bir kerre Kur’ân-ı kerîmi hatm ederdi.
İmâm-ı a’zamın takvâsı o kadar çokdu ki, otuz yıl (harâm olan beş günden başka) hergün oruc tutdu. Çok kerre, bir rek’atde veyâ iki rek’atde bütün Kur’ân-ı kerîmi okurdu. Ba’zan da, yalnız bir azâb veyâ rahmet âyetini nemâzda veyâ nemâz dışında tekrâr tekrâr okuyup, hıçkıra hıçkıra ağlar, sızlardı. (Hanefî mezhebinde, Allah için ağlamak nemâzı bozmaz). İşitenler, hâline acırdı. Muhammed aleyhisselâmın ümmeti içinde, bir rek’at nemâzda bütün Kur’ân-ı kerîmi hatm etmek, yalnız Osmân ibni Affân ve Temîm-i Dârî ve Sa’îd bin Cübeyr ve imâm-ı a’zam Ebû Hanîfeye nasîb olmuşdur. Kimseden hediyye kabûl etmezdi. Fakîrler gibi giyinirdi. Ba’zan da, Allahü teâlânın ni’metlerini göstermek için, çok kıymetli elbise giyerdi. Ellibeş kerre hac edip, birkaç yıl Mekke-i mükerremede kaldı. Yalnız rûhu kabz olunduğu yerde [zındanda], yedibin kerre hatm-i Kur’ân okumuşdu. (Ömrümde bir kerre güldüm. Ona da pişmânım) demişdir. Az söyler, çok düşünürdü. Ba’zı din konularında, talebesi ile münâzara, konuşma yapardı. Bir gece, yatsı nemâzını cemâ’at ile kılıp çıkarken, bir ayağı kapının dışında, bir ayağı dahâ mescidde iken, bir konu üzerinde, talebesi Züfer ile sabâh ezânına kadar konuşup, ikinci ayağını dışarı çıkarmadan, sabâh nemâzını kılmak için, yine mescide girmişdir. (İmâm-ı Alî “radıyallahü anh”, dörtbin dirheme kadar nafaka câizdir buyurdu) diyerek, kazancının dörtbin dirheminden fazlasını fakîrlere dağıtırdı.
Halîfe Mensûr, İmâma çok hürmet ederdi. Onbin akça ile bir câriye hediyye etmişdi. İmâm, kabûl etmedi. O zemân, bir akça, bir dirhem gümüş idi. Yüzkırkbeş senesinde, İbrâhîm bin Abdüllah bin hazret-i Hasen, Medîne-i münevverede halîfeliğini i’lân eden kardeşi Muhammede “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yardım için asker topluyordu. Kûfeye gelmişdi. (Ebû Hanîfe buna yardım ediyor) diye yayıldı. Mensûr işitip, İmâmı Kûfeden Bağdâda getirtdi. (Mensûr, haklı olarak halîfedir) diye herkese bildir dedi. Buna karşılık temyîz reîsliğini verdi. Çok zorladı. İmâm-ı a’zam kabûl buyurmadı. Mensûr, İmâmı habs etdi. Otuz değnek vurdurup, mubârek ayağından kan akdı. Mensûr pişmân olup, otuzbin akçe gönderdi ise de, kabûl buyurmadı. Tekrâr habs edip, hergün on değnek fazla vurdurdu. (Ba’zı haberlere göre) onbirinci günü, halkın hücûmundan korkulup, zorla sırtüstü yatırıldı. Ağzına zehrli şerbet döküldü.
Vefât ederken secde etdi. Nemâzını ellibin kadar kimse kıldı. Güçlükle ikindiye kadar kılındı. Yirmi gün, nice kimseler gelip, kabri yanında nemâzını kıldılar.
Yediyüzotuz talebesi vardı. Herbiri fazîlet ile ve sâlih amelleri ile meşhûr olmuşdu. Çoğu kâdî ve müftî oldu. Oğlu Hammâd “rahmetullahi teâlâ aleyh”, talebesinin ileri gelenlerinden idi. (Mir’ât-ül-kâinât)ın yazısı temâm oldu.
Oldu bunlar, muktedâ’yı ehl-i dîn,
rahmetullahi aleyhim ecma’în.
Allahü teâlâdan çok korkardı. Kur’ân-ı kerîme uymağa çok dikkat ederdi. Talebesine, (Bir iş için, sözüme uymıyan bir sened elinize geçerse, benim sözümü bırakınız! O senede uyunuz!) buyururdu. Bütün talebesi yemîn ediyor ki, (Ona uymıyan sözlerimizi de, elbette ondan işitdiğimiz bir delîle, senede dayanarak söyledik).
İctihâdla anlaşılan bilgilerde, İmâm-ı a’zam ile talebesi arasında ayrılıklar olmuşdur. (Ümmetimin âlimleri arasındaki ayrılık rahmetdir) hadîs-i şerîfi, bu ayrılığın fâideli olduğunu haber vermekdedir.
Hanefî mezhebindeki müftî efendiler, İmâm-ı a’zamın sözü ile fetvâ vermelidir. Onun sözü bulunmazsa, imâm-ı Ebû Yûsüfe uymalıdır. Bundan sonra, imâm-ı Muhammedin sözü ile amel olunur. İmâm-ı Ebû Yûsüf ile imâm-ı Muhammedin sözü bir tarafda, İmâm-ı a’zamın sözü karşı tarafda ise, müftî, her iki tarafa göre fetvâ verebilir. Zarûret olduğu zemân, müftî, müctehidlerden en kolay söyliyenin sözüne uygun fetvâ verir. Müctehidlerden herhangi birinin sözüne uymıyan fetvâ veremez. Böyle olan bildiriye fetvâ denmez.
Geçdi gençlik tatlı bir rüyâ gibi ey çeşmim zâr! [ağla!]
Beni mecnûn etdi girye, meskenim olsun mezâr!
Muhammed Ma’sûm, ikinci cild, 80.ci mektûbunda buyuruyor ki (İstigfâr düâsına devâm edeni, Allahü teâlâ derdlerden kurtarır).
Düâ budur:
Estagfirullahel’azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüv elhayyel kayyûme ve etûbü ileyh.
Allahümme inneke afüvvün kerîmün tühıbbül afve fa’fü annî.
(Fâideli Bilgiler)