Noktacı Kasım Efendi

 Allahü teâlâ, her şeyi düzenli olarak yarattı.Allahü teâlâ, din ve dünya ihtiyaçlarına kavuşmak için, duâ etmeyi sebep yaptı. 

 Noktacı Kasım Efendi evliyanın büyüklerindendir. Seyyid Abdülkadir Geylânî hazretlerinin torunlarındandır. Antakya’da doğdu. Halep’te ilim tahsil ettikten sonra Bursa’da İnegöl'e giderek İzzeddin Ali Karamani sohbetlerinde kemale erdi ve hilâfet alarak taliplerini yetiştirdi. 941 (m. 1534)’de İnegöl'de vefat etti. “Cevahirü'l-Ahbar” ismindeki eserinde şöyle anlatmaktadır:

Allahü teâlâ, her şeyi nizâmlı, düzenli olarak yarattı. Kur'ân-ı kerimde, her şeyin nizâmlı, hesaplı olduğunu bildirdi. Bu nizâmın devamı için, her şeyi bir sebep ile yaratmaktadır. Maddeleri, birbirlerinin yaratılmasına sebep yaptığı gibi, insanın irâdesini ve kuvvetini de sebep kılmıştır. Bâzan, (hârikulâde) olarak, yâni bu âdetinin hilâfına, sebepsiz de yaratmaktadır. Peygamberlerin duâsı ile sebepsiz yaratmasına, (mucize) denir. Şeriate uyarak, kalblerini ve nefislerini temizleyen evliyânın duâsı ile sebepsiz yaratmasına, (kerâmet) denir. Şeytan bunları aldatamaz. Açlık çekerek, sıkıntılar içinde yaşayarak, nefislerini ezip, onu kalbi aldatamaz bir hâle getiren fâsıkların ve kâfirlerin istediklerini, sebepsiz yaratmasına (istidrâc) ve (sihir) denir. Sebepsiz iş yapan, kaybolan şeylerin yerlerini ve gelecekte olacak şeyleri haber veren ve cinlerle konuşan bir kimse, şeriate uyuyor ise, bunun velî olduğu anlaşılır. Uymuyorsa, kâfir olduğu, nefsini tasfiye etmiş, cilâlamış olduğu anlaşılır. Bunun kalbi mahlûkların sevgisinden temizlenmemiş, nefsi de Allahü teâlâya düşmanlıktan vazgeçmemiştir. Şeytan da, yanlarından ayrılmaz.

Bir şeye kavuşmak isteyen bir Müslüman, Allahü teâlânın âdetine uyar. Bu şeyin yaratılmasına sebep olan şeyi yapar. Meselâ, para kazanmak isteyen, sanat, ticâret yapar. Aç olan, yemek yer. Hasta olan, tabîbe koşar, ilâç alır. Hasta, câhil kimseden ilâç alırsa, şifâ bulmaz, ölür.

Allahü teâlâ, din ve dünya ihtiyaçlarına kavuşmak için, duâ etmeyi de sebep yaptı. Fakat duânın kabûl olması için, Müslüman olmak, Ehl-i sünnet olmak, sâlih olmak, yâni Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için, çalışmak, bunun için de, haram yoldan, kul hakkından geçinmemek ve yalnız Allahü teâlâya yalvarmak lâzımdır. Böyle olmayan kimse, böyle olan kimseden, yâni, evliyâdan, kendisine duâ etmesini ister. Evliyâ, öldükten sonra da, işitir. Kabrine gelip, dileyenlere duâ eder.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Annenin babanın, üzerimizde hakkı çokdur. Onları seveceğiz, ama *Aşk* derecesinde değil. Onlara olan sevgi de, *Allah sevgisi* nden dolayıdır. O emretdiği için seviyoruz.  


Müşrikler, *Bilâl-i Habeşî* radıyallahü anh hazretlerini, *Kızgın kuma* yatırıp, üzerine koca bir *Taş* koydular. Bu eziyete, Allahü teâlâya olan *Sevgisi* sâyesinde sabredebildi. 


Peygamberimiz aleyhisselâm; *Büyüklerine hürmeti olmıyan, küçüklerine şefkati olmıyan, bizden değildir!* buyuruyor. 


Ayrıca; *Bu yolda, ehil ve nâehil, berâberdir*, buyuruluyor. Yâni birbirini sevenler, Cennetde de berâber olup ayrılmıyacaklar. 


Yâni, bu *Ehil* dir, şu ehil *Değil* dir, diye bir ayırım yok, yeter ki Allahı ve Peygamberi *Sevsin*. Sevenlerin hepsi berâber olacak, ayrılmıyacakdır. 

● ● ● 

Peygamber Efendimiz; *İki kelime vardır ki, söylemesi çok kolay, ama terîzîde çok ağırdır* buyuruyor. Efendi hazretleri bunu bana okutdu, tekrar etdirdi, ezberletti.


Ve, Ölünceye kadar bunu unutmazsın, dedi. Nedir o iki kelime? *Sübhânallahi ve bi hamdihî sübhânallahil azîm!* Hadîs-i şerîfdir bu. 


Bu iki kelime, kıyâmetde *Mîzâna*, yâni *Terâzî* ye konacak. Öbür kefedeki günâhların toplamından daha *Ağır* gelecek ve bütün günâhları temizliyecek. 


Onun için kitapda diyor ki: *Her namazdan sonra bunu on kerre okumalı*. Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin Mekâtib-i şerîf kitâbı var, fârisî, orda yazılı bu. 


Berîka kitâbının en son sahîfesinde de Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: 


*Namazlardan sonra 11 kerre ihlâs-ı şerîf okuyan, Cennetin sekiz kapısından istediğinden Cennete girer*. Müsâid olduğu zaman okumalı kardeşim. 


*Mehmed Mâsum* hazretleri de, Mektûbât’ında bunu bildiriyor ve diyor ki: *Peygamber Efendimiz buyurdu ki: Her namazdan sonra üç istiğfâr okuyun!* 


Bunu okumak lâzım. Geriye 67 kalıyor. Bunu da, duâdan sonra okuruz, diyor. Bunlar, bizler için büyük *Kazanç*. Bunu 70 kerre okumak, günâhlara *Keffâret* dir. 


Büyüklerimiz çok merhametli olduğu için, kazanalım diye bunları tavsiye ediyorlar bize. *İnde zikrissâlihîn tenzîlürrahme!* Ne demek bu?


Yâni evliyânın *İsmi* anıldığı yere *Rahmet* yağar. Bütün arkadaşlar müsâit zamanlarda toplanıp, *Kitap* okusunlar. Kitap okumak çok mühim, hattâ *Şart* dır kardeşim.

Sünnet-i Gayri Müekkede nedir?

(Kuvvetli olmayan sünnet) Peygamber efendimizin, ibâdet maksadı ile arasıra yapıp, arasıra terk ettikleri işler ve ibâdetler. Buna, müstehâb da denir.

İkindi ve yatsı namazlarının ilk dört rek'atlik sünnetleri, sünnet-i gayr-i müekkededir. (İbn-i Âbidîn)

Allahü teâlânın isminden sonra, tazîm, saygı gösteren bir kelime de söylemeli

*Allahü teâlânın isminden sonra, tazîm, saygı gösteren bir kelime de söylemeli*


Allahü teâlânın ismini söyleyince, işitince, yazınca, *(Sübhânallah),*

*(Tebârekallah),* *(Celle-celâlüh),*

*(Azze-ismüh),*

*(Cellet kudretüh)* veyâ 

*(Teâlâ)* gibi saygı sözlerinden birini söylemek, yazmak *birincisinde vâcib*, tekrârında ise *müstehaptır.*


*Resûlullahın ismini işitince salavât söylemek de böyledir.*


(Bezzâziyye)de ve (Hindiyye)nin beşinci cüzünde diyor ki, (Allahü teâlânın ismini işitince ve söyleyince, “celle celâlüh” veyâ “teâlâ” yâhud “tebâreke”, “sübhânallah” diyerek saygı göstermek vâciptir. Tekrâr edince de, yalnız söylemeyip, teâlâ da demek müstehabdır. Yanî, Allahü teâlânın isminden sonra, tazîm, saygı gösteren bir kelime de söylemelidir. 


*Bunun gibi, yalnız (Kur’ân) dememeli, dâimâ (Kur’ân-ı kerîm) demelidir.*


Görülüyor ki, (Allah buyurdu ki...) veyâ (Allah teâlâ buyurdu ki...) demek ve yazmak yanlışdır. *(Allahü teâlâ buyurdu ki...)* demek lâzımdır. 


*İslâmiyetde kavmiyet, ırkcılık yoktur. Her milletin, her dil sâhiblerinin böyle arabî söylemeleri lâzımdır. Tercümesini söylüyorum diyerek saygısızlık yapmamalıdır.*


İbni Âbidîn beşinci cildin sonunda ve (Birgivî)nin Kâdî zâde şerhinde diyor ki, *(Eshâb-ı kirâmın ismine (radıyallahü anh), başka âlimlere (rahmetullahi aleyh) demek ve yazmak müstehaptır).*


Tam İlmihal Saadet-i Ebediyye/434

Zât-ı ilâhînin sevgisi insanı kaplamalıdır

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki;

Evet, âhıreti istemek iyidir, sevâbdır. Fekat, ebrâr için [ya'nî nefslerinin sevgisinden kurtulmamış olup, nefslerini azâbdan korumak ve ni'metlere kavuşdurmak için, ibâdet edene] sevâbdır. Mukarrebler âhıreti istemeği de günâh bilir. Zât-ı ilâhîden başka bir şey istemez. Mukarrebler derecesine yükselmek için, (Fenâ) hâsıl olmak lâzımdır ve Zât-ı ilâhînin sevgisi insanı kaplamalıdır. Bu sevgiye kavuşan, elemlerden, sıkıntılardan da lezzet alır. Ni'metler ve musîbetler, müsâvî olur. Azâblar da, ni'metler gibi tatlı olur. [Allahü teâlânın her işinden, Onun işi olduğu için râzıdırlar. Fekat, günâhlardan, kulun kesbi olmak bakımından râzı değildirler.] Cenneti, Allahü teâlânın râzı olduğu yer olduğundan ve Cenneti istiyenleri sevdiği için, isterler. Cehennemden sakınmaları da, Allahü teâlânın gazab etdiği yer olduğu içindir. Yoksa, Cenneti istemeleri, nefslerine tatlı geldiği için değildir. Cehennemden kaçınmaları, orada azâb ve sıkıntı olduğu için değildir. Çünki, bu büyükler, sevgilinin yapdığı her şeyi güzel görür. Bunları kendilerinin matlûbu, maksadı bilirler. Sevgilinin her işi, sevgili olur. İşte, tâm ihlâs budur.


NOT;

Fena hasıl olmak ne demektir?

Önce fena fil arkadaş. Sonra fena fişşeyh. Sonra fena firresul, sonra fena fillah.

Fena fil arkadaş; (Ben yokum arkadaşım var) bilincine ermek. Sırasıyla diğerleri gelir. Bunların olabilmesi, bir mürşid-i kamil zatın sohbetinden veya kitaplarını okumaktan gelen feyiz iledir.

(Hüseyin Hilmi Işık)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bursa’da iken, bir gün sokakda, *Tesettür* lü bir hanım ile, *Mini etek* li kızını, kolkola gördük. Kıyâmette, mini etekli kız, tesettürlü olan o annesine veyâ nenesine diyecek ki:


Siz dünyâda *Kapalı* geziyordunuz, neden beni de kendiniz gibi *Örtme* diniz? Şimdi beni *Ateşe* atıyorlar! diyecek. 


Sonra da diyecek ki: Hadi bakalım, dünyâda iken açık gezmeme *Mâni* olmadınız, şimdi siz de benimle berâber *Cehenneme* gireceksiniz! 


Böyle diyecek. Ve efendim dünyâda nasıl ki, *Kızı* veyâ *Torunu* ile böyle geziyorsa, aynı şekilde onlarla berâber, *Cehenneme* girecekler.

● ● ● 

Elhamdülillah, biz çok *Tâlihli* yiz, bütün dünyâyı sevindiriyoruz kardeşim. En büyük ibâdet nedir? *Mü’minleri sevindirmek!* İşte biz bunu yapıyoruz. 


Bu hizmetler sebebiyle öyle çok *Sevap* kazanıyoruz ki, âhiretde anlıyacağız bunun *Kıymeti* ni. Allahın kullarını sevindiriyoruz. 


Hem *Sevindirmek* sevâbı alıyoruz, hem de *Öğretmek* sevâbı. Yâni *Emr-i mâruf* sevâbı kazanıyoruz. Ne büyük ni’met. İnşallah o sevaplar bizleri âhirette korur kardeşim. 


*Allahümmağfir lî ve li-vâlideyye ve lil-mü’minîne vel mü’minât*. 


Peygamber Efendimiz böyle duâ buyuruyor. Her gün *Yirmibeş* kere bunu okumalı. Her kim bunu okursa, ona her bir mü’min adedince *Sevap* yazılır ve kıyâmet günü, o mü’minler; 


Yâ Rabbî! Bu kulun, dünyâda iken bize istiğfâr ederdi, duâ ederdi. Biz de bugün ona duâ ediyoruz. Sen bizim duâmızı kabul et, bu kulunu affet! derler. 


Bütün mü’minler için istiğfâr edeceğiz kardeşim. Ama önce kendimize duâ edeceğiz. *Allahümmağfir!* yâ Rabbî affet. *Lî,* beni. Yâ Rabbî beni affet, diyeceğiz. 


Sonra da ana babamıza duâ edeceğiz. *Ve li-vâlideyye* yâ Rabbî, anamı ve babamı da affet diyeceğiz. Onlar için de *İstiğfar* edeceğiz. 


Üçüncü olarak da bütün mü’minlere duâ edeceğiz. *Ve lil mü’minîne* yâ Rabbî, bütün mü’min olan erkekleri, *Vel mü’minât* ve bütün mü’min olan kadınları da affet yâ Rabbî.


Velhâsıl, bütün mü’min erkeklere ve bütün mü’min kadınlara böyle duâ edeceğiz, Bu, çok güzel bir *İstiğfâr Duâsı* dır kardeşim.

ÎMÂN

“İnsânın vücûdu iki nesneden mürekkebdir (oluşmuştur). Biri rûh,  ve biri ceseddir.  (Pes; o halde) tasdîk; sıfat-ı rûh ve ikrâr-ı bi’l-lisân; sıfat-ı ceseddir. Binâen alâ bu emr-i zâhirî ve (emr-i) bâtınî riayet için kalb ve rûha tasdîk, kâlıb ve cesede ikrâr vaz’ olundu (konuldu, bildirildi).  Tâ ki, gizli ve âşikâre îmân buluna (biline).”

(Şerhu şi’âbu’l-îmân, sf. 3)

VÂSITA

“Vesâdet-i enbiyâ (peygamberlerin vasıta olması) lazımdır. Ki, onların tavassutuyla (vasıta olmaklığı ile) ahkâm-i şerâyi’ (Şeri’atin hükümleri) ma’lûm ola (bilinsin). Ve Hakk’a her vecihle tekarrüb (yaklaşmak, kavuşmak) hâsıl ola (ele geçsin, mümkün olsun). 

Zîra, mücerred akl-i kâsir (tek başına kusurlu akıl) her nesneyi (her şeyi) idrâkde (anlamada) kifâyet etmez (yeterli değildir).  Bu sebebten, bi’set-i enbiyâ (peygamberlerin gönderilmesi) rahmet-i hasse (husûsî rahmet) ve muktezâ-i hikmetdir (hikmet icabıdır). Ve onlardan tahkîk-i nübüvvet (peygamberliğini hakk olduğunun anlaşılması) için mu’cizât (mucizeler) sâdır olmuşdur (görülmüştür).

(Şerhu Şiâbu’l-îmân, sf 20)

SÜMÜN nedir? ne demektir?

Sekizde bir. Ferâiz ilminde yâni İslâm mîras hukûkunda sekizde bir hisse (pay).

Ölüden kalan mîrasın sümün hissesini alacak olan yalnız bir kimsedir. O da Zevce (hanımı) olup, çocuğu veya oğlunun çocuğu bulunduğu zaman sümün hisse alır. (M. Mevkûfâtî)

AMEL VE ÎMÂN

 

Şerhu Şi’âbu’l-îmân isimli eserin 3. sahifesinde yazar ki;

“Bir kimse, bir hükmün vücûbunu (farziyyetini) bilse, velâkin (ancak) amel etmese, kâfir olmaz. Ve illâ (aksi halde) mü’minlerden âsî (günahkâr) olanların cümlesi ekfâr (kâfir) olunmak lazım gelir (kafir olduğu iddia edilir), bu ma’naya gelir. Ba’zı ehâdis-i sahîhede (sahîh hadislerde) dahi vardır (ki) 

يخرج من النار من كان فى قلبه مثقال زرة من الايمن

Ya’ni, bu hadîsde îmân husûsunda kalbin hâli i’tibâr olundu (kalbe bakıldı). Ki, mücerred tasdîkdir. Onun için, Cehennem’de muhalled olmadı (ebedi kalmadı).”

...

Allahu teâlâ cümlemize îmanlı ölmeyi nasib buyursun. Âmin.

Cennet dili

Sual: (Arap harfleri de, Kiril, Latin ve Çin harfleri gibi, insanlar tarafından meydana getirilmiştir. Arapça da, Rusça, İngilizce ve Çince gibi bir ırkın dilidir, kutsallıkla ilgisi yoktur. Onun için namazda herkes Kur’an mealini kendi diliyle okumalı) deniyor. Bu yanlış değil mi?

CEVAP

Elbette yanlıştır. Arapların, Farsların ve daha önce bin yıl kadar Osmanlıların kullandığı harfler, Arap harfleri değil, İslam harfleridir. Arapça Cennet lisanıdır. Cennette kullanılan yazı da Arapların kullandığı İslam harfleridir. Arab, sözlükte, güzel demektir. Arabî [Arapça], güzel dil demektir. Arap ırkıyla alakası yoktur.


Her lisan, insanlar tarafından meydana getirildi. Arapça ise, insanlar yaratılmadan önce de vardı. İlk insan olan Âdem aleyhisselam Cennetin her yerinde (Lâ ilâhe illallah) yazılı olduğunu gördü. Yani, insanlar yokken de bu harfler, bu lisan vardı. (Mir’at-ı Medine, Ruh-ül beyan tefsiri)


Âdem aleyhisselam, Cennetin her yerinde ve Arş üzerinde İslam harfleriyle yazılı (La ilahe illallah Muhammedün Resulullah) yazısını gördü. O harfler, insan yapısı değildir. Dünya ve Âdem aleyhisselam yokken, o harfler vardı. (S. Ebediyye)


Ruh-ul-beyan tefsirinde, Maide sûresinin 18. âyetinin tefsirinde, Hazret-i Ömer’in haber verdiği şu hadis-i şerif bildiriliyor:

(Âdem aleyhisselam, “Ya Rabbi! Muhammed aleyhisselam hakkı için beni affet!” diye dua edince, Allahü teâlâ “Onu daha yaratmadım. Nereden bildin?” buyurdu. “Ya Rabbi! Arşta, La ilahe illallah Muhammedün Resulullah yazısını görünce, anladım” dedi) [Bu hadis-i şerif, imam-ı Beyhekî’nin Delail kitabında ve yine hadis âlimlerinden Hâkim-i Nişapurî’nin Müstedrek kitabında yazılıdır.]


İbni Hacer-i Mekkî hazretleri buyuruyor ki:

Mushaf'ı Arapçadan başka harfle yazmak ve başka dile tercüme edip, Kur'an-ı kerim yerine bunu okumak haramdır. Arapçadan başka harfle yazmak ve böyle yazılmış Mushaf’ı okumak haramdır. Kur'an-ı kerimi başka dile tercüme edip, Kur'an-ı kerim yerine bunu okumak ve Mushaf'ı Arabî harflerle, okunduğu gibi yazmak suretiyle değiştirmek bile sözbirliğiyle haramdır. Kur'an-ı kerimi böyle yazarken ve başka dile tercüme ederken, Allah kelamının icazı [mucize özelliği] bozulmakta, nazm-i ilahi değişmektedir. Bunun gibi sebeplerle de, Kur'an tercümesi namazda okunamaz. (Fetava-i fıkhiyye)


Namazda her şey Arapça okunsa sadece iftitah tekbiri (Allahü ekber) yerine bunun herhangi bir dildeki tercümesi söylense namaz yine sahih olmaz. (Redd-ül-muhtar)


Selamdan önce okunan duaları bile Arapça okumak şarttır. Arapçadan başka herhangi bir dille namaz kılmanın sahih olmadığını bütün âlimler ittifakla bildirmişlerdir. (Hindiyye)


Diyanet’in hazırladığı Kur'an mealinin önsözünde diyor ki:

(Kur'an-ı kerim, yalnız Türkçeye değil, hiçbir dile hakkıyla çevrilemez. Kur'anın yalnız mânasını ifade eden sözleri, Kur'an hükmünde tutmak, namazda okumak caiz olmaz. Hiçbir tercüme, aslının yerini tutamaz.)


Din İşleri Yüksek Kurulu’nun 4.12.1997 gün ve 103 sayılı kararı da özetle şöyledir:

(Kur’andan kolayınıza geleni okuyun!) mealindeki âyetinde olduğu gibi, Resulullah da namaz kılmayı tarif ederken, (Kur’andan hafızandakilerden kolayına geleni oku!) buyurmuştur. Bu itibarla namazda Kur’an okumak; Kitap, Sünnet ve İcma ile sabit bir farzdır. Kur’an, sadece mâna olarak değil, Resulullah'ın kalbine elfazı [sözleri] ile indirilmiştir. Bu elfazdan başka lafızlarla ifade edilen mâna Kur’an değildir. Çünkü indirildiği elfazın dışında, hattâ Arapça bile olsa, başka sözlerle ifade edilen mâna, Kur’an değildir. Kur’an kavramında sadece mâna değil, bir rüknü olarak onun elfazı da vardır. Bunun için tercümesine Kur’an denilmez ve Kur’an hükmünde olmaz.