Şeyh Abdurrahman-ı Tâğî ve mahdumu Şeyh Muhammed Diyaüddîn-i Nurşînî (kaddesallahu teala esrâruha) hazretlerinin kabirleri

 



 Seyyid Sıbgatullah-i Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerinin halifesi Şeyh Abdurrahman-ı Tâğî ve mahdumu Şey Muhammed Diyaüddîn-i Nurşînî (kaddesallahu teala esrâruha) hazretlerinin kabirleri...

Şeyh Fethullah-i Verekansî (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerinin kabr-i şerifi

 
 

 Şeyh Fethullah-i Verekansî (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerinin kabr-i şerifi

Eshâb-ı kirâmdan ve Eyub Sultan hazretlerinin (radıyallahu teala anh) kardeşi olan Feyzullah el Ensârî hazretlerinin (radıyallahu teala anh) kabr-i şerifi

 

 Eshâb-ı kirâmdan ve Eyub Sultan hazretlerinin (radıyallahu teala anh) kardeşi olan Feyzullah el Ensârî hazretlerinin (radıyallahu teala anh) kabr-i şerifi

Gavs-i Hizânî Seyyid Sıbgatullah-i Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerinin kabr-i şerifi

 

 
 

Gavs-i Hizânî Seyyid Sıbgatullah-i Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerinin kabr-i şerifi

Seyyid Fehîm Arvâsî "Kuddise sirruh" hazretlerinin kabr-i şerifi

 

Seyyid Fehîm Arvâsî "Kuddise sirruh" hazretlerinin kabr-i şerifi

Seyyid Abdülhakim Efendi (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerinin mescid-i şerifleri

 



Seyyid Abdülhakim Efendi (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerinin 1914 senesindeki hicretine kadar vazife yaptıkları, talebe yetiştirdikleri mescid-i şerifleri

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendi hazretleri, bir gün bana bir *Kitap* verdi ve *Bunu oku, öğren ve bir nüsha da kendine yaz!* dedi. Ben de yazdım. *Elli* sayfa kadar bir *Defter* oldu. 


Şimdi içeride duruyor. *Murâd-ı Münzevî* hazretlerinin yazdığı, tasavvufu anlatan bir *Kitap* dı bu. 


O zamanlar tasavvuf *Yasak* olduğu için, anlatmakdan korkardı Mübârek. İsteseydi, bana iki üç günde o *Kitap* dakileri öğretirdi. 


*Evliyâ* demek, Allahü teâlânın *Sevgili* kulu demekdir. Büyükler öyle buyuruyor. Allahü teâlâ, *Tövbe* lerimizi kabûl etsin kardeşim. 


Allahü teâlâ, *Günâh* işleyip de, boynunu büküp *Tövbe* edenleri severmiş. Ama hiç günâh işlemeyip de, *Var mı benim gibi?* diyenleri sevmezmiş. 


*Kusur* suz insan olmaz. Onun için kusûrunu bilmek, bunun için üzülmek, *Tövbe* etmek olur. Hayâ, *Îmân* dandır. *Hayâ* ne demek? 


Utanmak, sıkılmak demek. Şimdikilerde hiç kalmamış. *Îmân* giderse, *Hayâ* da gider. Îmânı olan *Cennete* gidecek, *Fuhş* yapanlar ise *Cehenneme*.


Yaa, ömürlerimiz *Su* gibi akıyor kardeşim. *Hayât* ımız *Hayâl* oluyor. Bu hayâle gönül bağlıyanlara yazıklar olsun. Büyükler; *Âb-ı hayât, zulümâtda bulunur* buyuruyor. 


Yâni, *Hayât* suyu, *Şifâlı* su, karanlık, vahşî hayvanların yaşadığı ormanlarda bulunur. Onun için, o *Hayât* suyu nu, oradan gidip de almak tehlikelidir. Neden? 


Çünkü ortalıkda vahşî hayvanlar var. İşte islâmiyet de *Âb-ı hayât* dır, yâni *Hayât* suyu dur. İslâm düşmanları, mezhebsizler, gençlerin îmânını *Bozmak* için var güçleriyle uğraşıyorlar. 


Bunlara aldanmamak için hangi *Kitâbı* okuyacaksın? İşte bizim *Seâdet-i Ebediyye* ve sekizli kitaplarımız, hep *Doğru* kitaplardan, *Fıkh* kitaplarından alınmışdır. 


Bizim kitaplarımız, Allahü teâlânın *Sevdiği* kullarının yazılarıdır. *Ehl-i sünnet* âlimlerinin yazıları. Ben soranlara; *Bizim kitaplarımız çoook Kıymet li*, diyorum, çoook. 


Onlar da der ki: *Kendi kitâbını amma da beğeniyor*. Ben biliyorum öyle düşüneceklerini de cevap veriyorum. 


Diyorum ki: Çünkü bizim *Kitap* larımızın içinde, bana âit tek bir *Satır* yazı yok da, onun için *Kıymetli* dir.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben, yeri gelince diyorum ki: Bizim *Kitap* larımız çok *Kıymet* lidir, her kitapdan daha kıymetlidir. Peki neden? Çünkü bizim kitaplarımızın içinde, bana âit, tek bir satır *Yazı* yok.


Onun için kıymetlidir. Bizim kitaplarımızın hepsi, *Büyük* lerin yazılarıdır. *Ehl-i sünnet* âlimlerinin yazılarıdır. *Pırlanta* dır onlar. Onları okuyup da anlıyana ne *Mutlu* kardeşim. 


Ona müjdeler olsun, müjdeler olsun! Bir kimse; *Eûzü billâhi mineş şeytânir racîm* veyâhud da; *Allahümme innî eûzü bike min hemezâtiş şeyâtîn* derse, şeytân kaçar gider. 


İnsanı aldatamaz, *Günâh* işletemez. Bunu her gün, sabah akşam okuyun kardeşim. Bunun mânâsı; Yâ Rabbî, beni *Şeytân* ların şerrinden *Muhâfaza* eyle! demekdir. 


En *Kötü* şeytân kimdir? *İnsan* şeytânı. Yâni kötü insanlar, kötü arkadaşlar, zararlı yayınlar. Beni, onların *Şerrin* den muhâfaza et yâ Rabbî! diye bu duâları okuyacağız kardeşim.


Cenâb-ı Hakkın *Ni’met* leri, bizi peşimizden *Tâkib* eder. Ama biz onları görmeyiz, bilmeyiz. Cenâb-ı Hak onlara emretmişdir; 


*Sen falancanın rızkısın!* diye. O rızık, bizi tâkib eder. Kimse kimsenin *Rızkı* nı yemez. Hiç kimse, *Kendi* rızkını bitirmedikçe ölmez. 


*El mer’ü mea men ehabbe*. hadîs-i şerîf bu. Yâni, insan dünyâda *Kimi* severse, âhiretde Onun yanında olacak. Ne büyük *Müjde*. Biz büyüklerimizi seviyoruz kardeşim.


Helâl *Lokma*, helâl *Rızık*, hem kalbe, hem de bedene şifâ verir kardeşim. Diyelim ki, iki komşu var, biri *Fakîr*, diğeri *Zengin*. 


Fakîr olan komşu, zengin olan komşusuna, *Hasta* olduğu için, âdetdir Anadolu’da, *Çorba* yapıp götürüyor. Zengin de, bu çorbayı *Tevâzû* ile alıyor ve *Besmele* ile içiyor. 


Ne oluyor? *Şifâ* buluyor efendim. Neden? Hadîs-i şerîf var çünkü: *Tehâdû tehabbû*. Nedir bunun mânâsı? Peygamberimiz aleyhisselâm buyuruyor ki: 


*Hediye* leşin ki, birbirinize olan *Sevgi* niz artsın. En muhtaç olduğumuz şey, *Sevgi* dir. Sevgi o kadar mühimdir ki, bu kâinâtın yaratılmasına, *Sevgi* sebep olmuşdur. 


Allahü teâlâ, hazret-i Peygambere *Habîbim* dedi. Efendi hazretlerinin *40 Hadîs* kitâbı var. O hadîs-i şerîflerden birinin îzâhı şöyle:


Efendi hazretleri, bu hadîs-i şerîf hakkında buyuruyor ki: Bütün peygamberler *Allahü teâlâ* ya âşıktır. Allahü teâlâ da *Peygamberimize* âşıkdır.

Çabuk çıkın evlerden!

 Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri “rahmetullahi aleyh” bir gün Taşkent’e gitmek üzere yola çıktı.


Mevsim ilkbahardı.

Yolda akşam olunca, bir talebesinin evinde misafir oldu o gece.

Biraz sohbet ettiler.


Yatma vakti gelince;

- Evladım, sen de yanımda yat, buyurdu ev sahibine.


Talebe;

- Baş üstüne efendim, dedi.


Ve aynı odada yattılar ikisi de.

Talebe tam uykuya dalmıştı ki, bir ses duyup uyandı.


Hocasının sesiydi bu.


Uyuyor musun evlat?


Kendisine;

- Evlat, uyuyor musun, yoksa, uyanık mısın? diye sormuştu.


Cevap verdi:

- Uyumuyorum efendim.

- Pekâlâ, hemen kalk, eşyalarını topla ve hemen dışarı çık, buyurdu.


Ve ekledi:

- Bütün mahalle halkını da uyandır. Herkes kıymetli eşyasını alıp çıksın evinden.


Kendi de acele çıktı.


Sonra meydanda toplanan köy halkına,

- Beni takip edin! diyerek hızlı adımlarla yöneldi yakındaki tepeye.

İnsanlar da peşinden.


Az sonra tepenin üstüne toplanmışlardı bütün köy halkı.


Buraya niçin geldik?


Herkes yanındakine;

- Neler oluyor?

- Buraya niçin geldik?

- Bir şey mi var? diye soruyordu.


Ancak kimse bilmiyordu bundaki hikmeti.

Onlar böyle konuşuyordu ki, yukardan bir sel kopup, büyük şarıltıyla köye indi.


Önüne ne geldiyse, alıp götürüyordu.

Ağaçlar, evler, hayvanlar.


Korkunç sel, kısa zamanda köyü harab etmiş, ama insanlar kurtulmuştu.


Bu harikuladeyi hepsi gördü.

Ve o gün, talebesi oldular bu büyük Veli’nin.

Mü'min haddini bilmelidir

 Her cins iyiliğe, her hayırlı işe, hep “kibir”engeldir kardeşim. Kibr, kibriyâdan gelir. Kibriyâ büyüklük demek. Allahü teâlânın sıfatıdır bu. Allahü teâlâ, diğer sıfatlarından, kullarına da bir nebze ihsân etdi. Ama iki sıfat var ki, onları kullarıyla bölüşmedi. Her sıfatından bir nebze verdi, ama iki sıfatı hâriç. Onlardan biri, halketmek, yâni yaratmak. İkincisi de kibriyâ sıfatı. Cenâb-ı Hak, “Bu ikisi bana mahsusdur”buyuruyor.

Yâni büyüklük, üstünlük, ancak Allahü teâlâya mahsusdur. Bu iki sıfatda kendisine ortak olmak istiyeni yakacağını bildirmişdir. Kul, haddini bilecek kardeşim, biz kuluz, âciziz, zaifiz, her an, her şeyimizde Allah’a muhtâcız. Otuz trilyon kadar kılcal damarılarımızdan bir tânesi, saniyenin onda birinde tıkansa, o anda felç oluruz. Vücûdumuzda 160 bin kilometre uzunluğunda, yâni dünyâyı dört defâ dolaşan kılcal damarlar var.

Hayâtımız, o damarların muntazam çalışmasına bağlı. Otuz trilyon miktarındaki hücrelerimize kan götürüyorlar, yâni oksijen taşıyorlar. Her tarafımız kılcal damarlarla örülü. Çünki hücrelere kan gitmezse, o yer kangren olur, yâhut da ölürüz. Öyleyse neyimizle kibredeceğiz efendim? Bu kadar âciziz işte. Onun için mü’minin birinci vasfı, haddini bilmekdir. “Ben kimim?” diyebilmekdir.“Ben nerden geldim, nereye gidiyorum?”diyebilmekdir.

(Hüseyin Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)