İçinde küfür ve bid'at bulunan kalp ölmüştür

İçinde küfür ve bid'at bulunan kalp ölmüştür. Ölü kalp taş gibi katıdır. Hiçbir duyarlılığı kalmamıştır.

 (Hüseyin Hilmi Işık rahmetullah-i aleyh)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Efendi* hazretlerini görmeseydik, hiçbir şeyden haberimiz olmıyacakdı. Ehli sünnet âlimlerinin kitaplarının ismini bile işitmezdik. 


Hep *Efendi* hazretlerinin tavsiye ettiği kitaplardan tercüme edip de bizim kitaplara koyduk. *Seâdet-i ebediyye* nin ön sözünü okursanız görürsünüz. En son satırında ne var? 


*Bu kitaplar çok kıymetlidir, sevâbı çokdur. Bütün bu sevaplar, Abdülhakîm Efendi hazretlerine âitdir. Bizde birşey yok, bunlar hep Efendi hazretlerinin eseridir*, diye yazdım


Gece gündüz *Şükr* edelim ki, islâma hizmet etmek bize nasîb oluyor kardeşim. Allah yolunda, hâlis niyetle yapılan hizmetler *Zâyi* olmaz. Allahü teâlâ zâyi etmez.


Rabbimize nasıl *Şükr* edeceğimizi bilemiyorum. Çok râhatız. Ni’metler içinde yüzüyoruz. Nereden geliyor bu ni’metler? Seyyid *Abdülhakîm Arvâsî* hazretlerinden geliyor. 


*Şeref-ül mekân bil mekîn*. Yâni, bir yerin kıymeti, şerefi, orada bulunanlara tâbidir. Göklerdeki melekler *Gıpta* ediyor, imreniyor, beğeniyor, hoşlarına gidiyor, seviyorlar, seviniyorlar. 


Niçin? *Siz varsınız* diye. Yoksa taşın, toprağın ne kıymeti var. Oraya kıymet veren, *Sâhipleri* dir, orada bulunanlardır. Bu ni’meti bize ihsân eden Rabbimize sonsuz *Şükür* ler olsun. 


Elhamdülillah, elhamdülillah, elhamdülillah. Bu büyük *Ni’met* karşısında, dünyâ zevkleri, dünyâ malları ne kalır ki; *Hiç!* 


Onun için bu dünyânın hayrına ve şerrine, vücûduna ve ademine, yâni varlığına ve yokluğuna hiç üzülmemelidir. *Olsa* da oluuur, *Olmasa* da, hiç kıymeti yok. 


Maksadımız *Hizmet* dir, sen ben dâvâsı değil. O müdürmüş, bu bilmem neymiş, bunların hiç kıymeti yok. Asıl iş, *Niyet* de. *İnnemel a’mâlü binniyyât*. Ne demek bu? 


Yâni, amellere verilecek karşılık, *Niyete* göredir. İki kişi aynı ameli işler, amel işliyenin karşılığı, niyete göre değişir. Bir safda iki kişi, yan yana namaz kılar imâmın arkasında. 


Birinin niyeti *Hâlis* dir, yâni *Allah* içindir. Ötekinin hâlis değildir, ihlâsdan haberi yok. Onun ibâdetiyle bunun ibâdeti arasında, *Dağlar* kadar fark vardır. 


Hâlbuki görünüşde ikisi de aynı. Biz de bütün dünyâya, bütün müslümânlara *Hizmet* ediyoruz, niyetimiz de hâlis. Niyet *Hâlis* olunca, Allahü teâlâ yardım ediyor kardeşim.

Kalb kırmaktan sakınınız

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:

Kalb, Allahü teâlânın komşusudur. Allahü teâlâya kalbin yakın olduğu kadar hiçbir şey yakın değildir. Mümin olsun, asi olsun, hiçbir insanın kalbini incitmemelidir. Çünkü, asi olan komşuyu da korumak lazımdır. Sakınınız, sakınınız, kalb kırmaktan pek sakınınız! Allahü teâlâyı en ziyade inciten küfürden sonra, kalb kırmak gibi büyük günah yoktur. Çünkü, Allahü teâlâya ulaşan şeylerin en yakın olanı kalbdir. İnsanların hepsi, Allahü teâlânın köleleridir. Herhangi bir kimsenin kölesi dövülür, incitilirse, onun efendisi elbette gücenir. Her şeyin biricik Maliki, sahibi olan efendinin şanını, büyüklüğünü düşünmelidir. Onun mahlukları, ancak izin verdiği, emir eylediği kadar kullanılabilir. İzni ile kullanmak, onları incitmek olmaz. Hatta, onun emrini yapmak olur. (C.3, m.45)

İSTİKÂMET / KERÂMET

 Büyükler buyurdu ki;

“İstikâmet sâhibi ol, kerâmet tâlibi olma! Zirâ nefsin, kerâmet talebine meyli ve hareketi ister. Hakk teâlâ ise, senden istikâmet arar.”


Nefsi gayet kusurlu görmek lazımdır

 "Dînî hükümlerin istikâmeti, bilindiği üzere yalnız emirleri yapıp, nehiylerden kaçmak değildir. Çünkü, böyle bir kişi kendini büyük görebilir. İnsanların kendisini beğenmesini isteyebilir. Ameline güvenebilir ve gösteriş yapabilir. Halbuki böyle ameller fayda vermez.

Emirleri yapıp, nehiylerden kaçmakla beraber, nefsi gayet kusurlu görmek lazımdır. Hatta nefsi böyle görmek, emirleri yapıp nehiylerden kaçmanın anahtarıdır."

 Gavs-i Hizânî Seyyîd Sıbgatullah-i Arvâsî

"kaddesallahu teâlâ sirreh" 

(Minah, sf. 32, 1982)

Kabir azâbı tehlîl hatmesinin sevâbı ile kalkar

Gavs-i Hizânî Seyyîd Sıbgatullah-i Arvâsî "kaddesallahu teâlâ sirreh" hazretleri buyurdular ki;

"Kabir azâbı tehlîl hatmesinin sevâbı ile kalkar. Bunu ancak Nakşibendîler bilirler." 

Yetmiş bin (70.000) kere kelime-i tevhîd okumaktan ibâret olan tehlîl hatmesini, Gavs hazretleri "kaddesallahu teâlâ sirreh" kabir azabına uğrayacağını zannedenlere emr ederdi.

Zekat

İnsanoğlunda cimrilik ve merhametsizlik vardır. Zekat bu iki huyu izâle eder.
(Seyyid Abdülhakim Arvasi kuddise sirruh)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben şimdi diyorum ki: *Bizim kitaplarımız çok kıymetlidir*. Niçin kıymetli? Çünkü içinde, benim hiç yazım yok da ondan. Bizim kitaplarımızda, bana âit hiç *Yazı* yok. 


Eğer bunlara benim yazım karışmış olsaydı, hiç kıymeti kalmazdı. Bizim kitaplar, *İslâm* âlimlerinin kitaplarından tercümedir hepsi. 


Bizim kitaplar, onun için *Mücevher* dir. Çünkü her mes’elede, Falanca kitapda *Şöyle* yazıyor, filanca kitapda *Böyle* yazıyor, diye yazıyorum. 

********

Muhammed Ma’sum hazretleri, vefâtına yakın bir *Hadîs Kitâbı* nı aldı, açdı ve şu hadîs-i şerîfi okudu: 


**Dünyâda derd-i belâ çekenler, hastalık, eziyyet, işkence çekenler ve *Yâ Rabbî, ben buna müstehakım, ne yapsan yeridir* diyerek sabredenler, kıyâmetde çok sevâba kavuşacaklar. 


Öyle çok *Ni’met* lere kavuşacaklar ki, dünyâda iken râhat ve huzûr içinde yaşamış olanlar, bunları görüp imrenecekler ve;


*Âh, keşke dünyâda bizim içimizdeki organları koparsalardı, bütün vücûdumuzu doğrasalardı, onlara sabretseydik de şimdi biz de böyle ni’metlere kavuşsaydık*, diyecekler. 


İşte bunu okuyor ve kitâbı kapatıyor. Kapatış o kapatış. O akşam hasta oluyor, birkaç gün sonra da *Vefât* ediyor. Son okudukları *Hadîs-i şerîf* bu. 


Biz, duâlarımızın sonunda ne okuyoruz? *Sübhânallahi ve bihamdihî sübhânallahil azîm*. Hadîs-i şerîfdir bu. Onun için okuyoruz ki, çok sevap kazanalım. 


Efendimiz bir de ne buyuruyor? *Kelimetâni hafîfetâni fil lisâni. Sakîletâni fil mîzâni* Ne demek bu?


*Kelimetâni*, iki kelime vardır ki. *Hafîfetâni fil lisâni*, lisân, dil demek. Yâni söylemesi çok hafifdir, kolaydır. İki kelime vardır ki, bu iki kelimenin söylemesi çok kolaydır. 


*Sakîletâni fil mîzâni*, yâni kıyâmet günü terâzide tartılınca çok ağır gelir. Söylemesi kolay, fakat kıyâmetde, terâzide tartılırken, çok *Ağır* gelir. Yâni *Sevâbı* çok olur. 


Söylemesi çok Kolay dır. Ama kıyâmetde, terâzide tartılınca çok *Ağır* basar. Âhiretteki *Mîzân* da, yâni terâzide, sevaplarla günâhlar tartılacak. Hangisi *Ağır* gelirse, ona göre muâmele yapılacak.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Efendi* hazretlerinin bir saat sohbetini dinlemek için Ankaradan gelirdim kardeşim. Yine bir gitdiğimde, Efendi hazretleri bana; *Ne zaman döneceksin?* buyurdu. 


Yarın gideceğim efendim, dedim. *Sen bu gece bizim evde kal, bizim misâfirimiz ol, bizim yatakda yat* buyurdu. Peki efendim dedim, çok sevindim. 


O gece salonda yatdım, ne tatlı geceydi o gece. *Efendi* hazretleri ile aynı evde yatmak. Hem çok *Tatlı*, hem de çok *Sıkıntılı*. 


Neden çok sıkıntılı? Çünkü alt katta *Efendi* hazretleri var diye uyuyamadım. Sanki ateş içindeydim, sabaha kadar ayaklarımı uzatamadım. 


Efendi hazretleri, o odadaki eşyâlar için; *Bu odadaki eşyâlar, Vahîdeddîn Hân’ın parasıyla alındı, Onun hediyesi* buyurdular. 

********

İslâmiyetde, döğüşmek şöyle dursun, *Münâkaşa* etmek bile yok. *Dostlar* la münâkaşa etmiyeceğiz. *Düşman* ları sevmiyeceğiz, ama onlarla da münâkaşa etmiyeceğiz. 


Dövmek, sövmek şöyle dursun, kötülemek şöyle dursun, münâkaşa dahî etmiyeceğiz. Velhâsıl hem dostla, hem de düşmanla *Münâkaşa* etmiyeceğiz. 


Niçin? Çünkü *Dost* ile münâkaşa, dostluğu azaltır. *Düşman* ile münâkaşa düşmanlığı artdırır. Münâkaşa etmeyi yasak ediyor bizim dînimiz. 


Nerde kaldı *Kötü* söz söylemek. Nerde kaldı gövde ile *Dövüşmek*. İslâmiyetde dövüşmek yok. En büyük günâh, kalp kırmakdır. 


*Kâfir* in dahî kalbini kırmıyacağız. Güzellikle *Emr-i mâruf* yapacağız. Burası mühim! 

********

Gıbta etmek ne demek? *Onda olduğu gibi, bende de olsa* demekdir. Hased etmek ne demek? *Onda olmasa da, bende olsa* demek. Allah muhâfaza! 


Gıpta etmek *Sevap* dır, hased etmek *Harâm* dır. Meselâ siz şurada oturuyorsunuz, kitap okuyorsunuz. Ben de içimden; *Âh, şunun yerine ben olsam, ben okusam*, diyorum. 


İşte bu, haseddir ve haramdır. Yâni *Şunun yerine* dersem, hased olur, günah olur. Ama, *Şunun gibi* dersem, gıpta olur. Gıbta etmek *Güzel* dir. 


Hem öğrenmenin yaşı olmaz ki kardeşim. Zamânı olmaz, gençliği, ihtiyarlığı olmaz. Peygamber Efendimiz ne buyuruyor. *Mezara kadar ilim öğrenin!* buyuruyor. *

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Tâbiîn-i kirâmın tasavvufda en yüksek olanı, *Veysel Karânî* hazretleridir. Kendisi, Tâbiînin reîsidir. 


Fakat ilmde ve fıkhda en yüksek olan, *İmâm-ı a’zâm Ebû Hanîfe* hazretleridir. İmâm-ı a’zâm beyân buyurmuş, talebeleri de Onun bu beyânlarını kitaplara yazmışlar. 


*Kur’ân-ı kerîm* in mânâsını anlamak istiyen, mezheb imâmlarının kitaplarını okumalıdır. Mezheb imâmları, yazdıklarını, doğrudan *Eshâb-ı kirâm* dan aldılar. 


Veyâhut da hocaları vâsıtasıyla, yine eshâb-ı kirâmdan işitmiş ve yazmışlardır. Bütün bu yazılanlar, hep *Resûlullah efendimiz* den bildirilenlerdir. 


Onun için, *Kur’ân-ı kerîm* in mânâsı, mezheb imâmlarının sözlerinden ve kitaplarından anlaşılmakdadır. *Eshâb-ı kirâmdan* bir zât diyor ki: 


Resûlullah Efendimiz, bir bayram günü *Hutbe* ye çıkıyordu. Minber üç basamakdı. Birinci basamağa çıkdı. Bir şeyler söyledi, ben de işitdim. Buyurdu ki: 


*Yâ Rabbî! Sen, bir kuluna anasını, babasını ihsân etdiğin hâlde, anasını babasını gördüğü hâlde, onların hizmetinde kusûr eden, kalplerini inciten, onların rızâsını, duâsını almıyanı Cehenneme sok yâ Rabbî!* 


O sahâbî diyor ki: Ben de içimden; *Âmîn yâ Resûlallah!* dedim. 


O hâlde birbirimizi seveceğiz, ama anamızın, babamızın da kıymetini bileceğiz. Onların *Gönülleri* ni alacağız, *Duâları* nı alacağız, *Rızâları* nı alacağız. 


*Cennet, annelerin ayakları altındadır*. Büyükler böyle buyuruyor. Ananın, babanın evlâdına duâsı, Peygamberin ümmetıne duâsı gibidir. 

********

Îmânın şartı altıdır derler. Hâlbuki inanılacak şeyler altıdır. Îmânın şartı ise ikidir. *Hubbu fillah* ve *Buğdu fillah*. Ne demek bunlar?


Yâni mü’minleri, ehl-i sünnet yolunda olanları, Allahın dînine hizmet edenleri, yardım edenleri *Sevmek* dir ki, buna *Hubbu fillah* denir. 


*Buğz-ı fillah* ise Allahü teâlânın düşmanlarını *Sevmemek* dir. Kâfirleri, yetmişiki fırkada olanları, Allahü teâlâ sevmez. Cehenneme sokacak onları. Allahü teâlâ, sevdiğini Cehenneme sokmaz. 


Demek ki onları sevmiyor. Öyleyse biz de onları sevmiyeceğiz. Kâfirleri sevmiyeceğiz. Bid’at ehlini de, yâni 72 fırkada olanları da sevmiyeceğiz. 


Ama sevmek ve sevmemek, *Kalp* ile olur. Yoksa sevmemek demek, dövüşmek, kavga çıkarmak demek değildir kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Mü’min, her vakit namâzı kılınca, önceden işlediği küçük günâhları Allahü teâlâ affediyor. Çünkü âyet-i kerîme var. *El-hasenâtü yüzhibnes seyyiât!* buyuruluyor.


Yâni iyilikleriniz, günâhlarınızı *Yok* eder, *Def* eder. İşte âlimler buyuruyor ki: Bin türlü iyilik var. Bunun en büyüğü *Namaz*’dır. Namaz, arada işlenen günâhları temizler. 

********

Efendi hazretleri, *Çay ver!* derlerdi, açık bir çay verirdim. Bir şekerle içerdi Mübârek. İçerdi, bitirirdi. Tekrar koyardım. Bâzen üçüncüye de koydurur, yarısını içer, bana uzatırdı. 


*Artık içemiyeceğim, bunu da sen bitir!* derdi. Mübâreğin yarım kalan çayını ben içerdim. Ooh, ne büyük seâdet. Onların artığını içmek, ne büyük ni’met. Muhakkak *Şifâ* dır. Hem *Maddî* şifâ, hem *Mânevî* şifâ. 

********

*El mer’ü mea men ehabbe*. Yâni seven, sevdiğiyle berâberdir. Müslümânları seven kazanır kardeşim. İşin aslı muhabbet. Mektûbât’da da yazıyor. Efendi hazretleri de söylerdi. 


Bütün bu kâinât, *Rahmet* sıfatıyla değil de, *Muhabbet* sıfatı ile yaratıldı. Allahü teâlâ buyuruyor ki hadîs-i kudsîde: *Küntü kenzen mahfiyyen*; Yâni ben, kapalı, gizli bir hazîne idim.


*Ve ahbebtü*; ve sevdim. *En u’rafe*; ma’rûf olmayı, tanınmayı sevdim. İstedim demiyor da, sevdim, diyor. *Ve halaktül halka li u’rafe bihî*; mahlûkları da onun için yaratdım. 


Mahlûkları niçin yaratmış? Ma’ruf olmayı, tanınmayı sevdiği için, muhabbet sıfatıyla yaratmış. Bu mahlûkâtın vücûde gelmesine sebep, Allahü teâlânın *Muhabbet* sıfatıdır. 

********

Belim ağrıyordu. Hanımanne, bir *Yün fanila* yı ortadan kesti ikiye, iki kat belime koydu, ağrılar geçdi çok şükür. Ama iki üç gün sonra tekrar başladı. 


Sonra aklıma geldi, hanımannenin belime koyduğu *Yün Fanila* yı çıkarıp bakdım ki, sırtımda kaymış, büzülmüş, toplanmış. Hemen açıp düzeltdim ve yerine koydum. Çok şükür ağrı yine kesildi. 


Şimdi râhatım elhamdülillah. Hâtırınızda kalsın. Bu, çok iyi bir İlâç. Hâlbuki evde üç dört türlü *Merhem* var. Hiç birinin fâidesi olmadı. Ağrıyı kesmedi. Ama şimdi râhatım elhamdülillah. 

 

Rabbimize sonsuz şükürler olsun kardeşim, çok râhatız, neş’eliyiz. Kitaplarımız dağılıyor, gazetemiz yayılıyor, bundan büyük *Lutf-i ilâhî* olur mu? 


Hem *Enver âbi* neş’eli. Onun neş’eli olması çok mühim. Çünkü işin başı o. *Enver âbi* neş’eliyse, hepimiz neş’eliyiz.