Ak Şeyh'in Öğrettiği Kıymetli Dua

Ak Şeyh'in Öğrettiği Kıymetli Dua | II.Mehmet Han ve Akşemseddin Hazretleri

İstanbul'un fethinin üzerinden bir müddet geçmiştir ve Akşemseddin Hazretleri de İstanbul'dadır. İstanbul'un çeşitli camilerinde vaazlar verir, o kısa sürede bile talebeler yetiştir. Bu arada Eyüp Sultan Hazretleri'nin kabri ve cami müştemilatı da bitmiştir. Onun açılışı yapılacaktır. Akşemseddin Hazretleri de bu açılış sonrası memleketine dönmek istemektedir. Padişahın gönlü istemez ama hocasına da bir şey diyemez. Yalnız bir ricası vardır. Kendisinden kıymetli bir dua ister. Mübarek dua eder etmesine ama padişah çok hoşnut olmaz.

Devamı yayında... Haydi buyurun...

İLMİHALİN ÖNEMİ

Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye kitabı, İslâm âlimlerinin eserlerinden tercüme edilerek hazırlanmıştır. İçinde yazarına âit hüküm bildiren bir kelime yoktur. Bu yüzden çok kıymetlidir. Bu kitabı çok okumalıdır. 

Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Allahü teâlânın çok sevdiği kimse, dinini öğrenen ve başkalarına öğretendir.”

Şevahid-ün Nübüvve kitabında buyruluyor ki: “Allahü teâlâ, bir kulunu severse, onu fıkıh ilmiyle meşgul eder. Sonra da fıkıh âlimi olur.” Demek ki bu kitabı okumak, Allahü teâlâ tarafından sevilmiş olmanın alâmetidir. Sevilmemenin alâmeti de, malayâni ile, faydasız veya zararlı şeylerle meşgul olmaktır.

Rastgele çok kitap okuyan sapıtır, yoldan çıkar. Ancak bir mürşid-i kâmil görmüşse, ondan hakkı bâtılı öğrenmişse, o kendini korur, onun çok kitap okumasının zararı olmaz. Her kitap, o günün şartlarında, o günün insanlarına, o günün ihtiyaçlarına cevap olarak yazılmıştır. O kitapların içindekilerden bugüne âit olanlar, seçilerek Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye kitabına konmuştur. Bu çok önemlidir! Onun için bu asrın mürşid-i kâmili Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye’dir. Çünkü yüzlerce âlim ve evliyâ zatın mübârek sözleridir. Bu kitabı okuyup anlayan, âlim olur. Öğrendikleriyle amel eden de, evliyâ olur.

Kur’ân-ı kerîmin tefsirini öğrenmek isteyen, İlmihâli okuyup anlamaya çalışmalı. Kur’ân-ı kerîmin asıl gayesi, (Bu yenir, bu yenmez, bu serbest, bu yasak, bu yapılır, bu yapılmaz, bu sevilir, bu sevilmez...) diye öğretmektir. Orada Cennetliklerin ve Cehennemliklerin hâlleri bildirilmiştir.

Dolayısıyle Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye kitabı, Kur’ân-ı kerîmin açıklamasıdır. Ona uyan da, İslâmiyete uymuş olur.

www.hakikatkitabevi.com

Kalbinde zerre kadar îmânı olan cehennemde sonsuz olarak kalmayacak

("Kalbinde zerre kadar îmânı olan Cehennemde sonsuz olarak kalmayacak, çıkarılacaktır..!") 

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mektûbât kitabında buyuruyor ki:

“Cehennemde sonsuz olarak yanmak, küfrün karşılığıdır. Bir kimse, dinde inanılması lâzım olan şeylerden, bir tânesine bile inanmamış veyâ şüphe etmiş yâhut beğenmemiş ise îmânı gider, kâfir olur. 

Bir kimse de, Kelime-i tevhîd söyleyip, bunun mânâsını kabûl eder, Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın Peygamberidir, her sözü doğrudur, güzeldir deyip, ona uygun olmayanlar yanlıştır, fenâdır diye inanırsa ve son nefesinde de öyle ölüp, âhırete, bu îmân ile giderse, bu kimse, kâfirlere mahsûs olan âdetlere ve bayramlara katılır, kâfirlerin mukaddes bildikleri günlerinde ve gecelerinde, onların yaptıklarını yaparsa Cehenneme girer. 

Amma, kalbinde zerre kadar îmânı olduğu için, yani bildirilenlere kısaca inandığı için Cehennemde sonsuz kalmaz. 


Kısaca inanmış olmak için, dinde inanılması lâzım olan şeylerden birini işitince, şüphe etmeden inanması lâzımdır. 

Bir gün, bir hasta ziyâretine gitmiştim. Ölüm hâlinde idi. Kalbine teveccüh ettim. Kalbi kararmış idi. O zulmetin temizlenmesi için çok uğraştım, fayda vermedi. Uzun zamân yokladıktan sonra, o siyâhlıkların, kâfirlik bulaşıklıkları, sıfatları olduğu, kâfirler ile ve küfür ile olan bağlılığından, berâberliğinden olduğu anlaşıldı. O kadar uğraştığım hâlde, o zulmetler temizlenemedi. Bunların ancak, küfrün cezâsı olan, Cehennem ateşi ile temizleneceği anlaşıldı. Fakat, kalbinde zerre kadar îmân nûru da görüldüğünden, bunun sâyesinde Cehennemden çıkarılacaktır. Hastayı bu hâlde görünce, cenâze namâzını kılayım mı, diye düşünceye daldım. Kalbimi uzun zamân yokladıktan sonra, kılmak lâzım olduğunu anladım. Demek ki, kalbinde îmân varken, zarûret olmadığı hâlde bile kâfirlerle düşüp kalkan, onların bayramlarına, paskalyalarına uyanların cenâze namâzlarını kılmalıdır, bunları kâfir bilmemelidir. Bunların, îmânları sâyesinde Cehennemden çıkacaklarına inanmalıdır. Fakat, hiç îmânı olmayanlara, Muhammed aleyhisselâmın bir sözünü ve âdetini bile beğenmeyenlere af ve mağfiret yoktur ve küfürlerinin karşılığı olarak Cehennem azâbında sonsuz kalacaklardır.

Hülâsa, kâfirlerin âdet ve merâsimlerine katılanda, zerre kadar îmân varsa yani kalbinden kelime-i tevhîdin mânâsına, kısaca inanmış ise, îmânı gideren bir iş ve sözde bulunmadı ise, Cehennem azâbına girecek ise de, Cehennemde ebedî kalmayacaktır.


TÖVBE ETMEDEN ÖLENLER

Îmânı olanlardan büyük günâh işleyen ve tövbe etmeden ölenlere gelince, Allahü teâlâ, bu günâhları isterse affeder, isterse günâhı temizleninceye kadar, Cehennemde azâb eder. Cehennem azâbı, küfür sıfatları ve bulaşıklıkları içindir. 

Küfürden kaçınan îmân sâhiplerinin yaptıkları büyük günâhlar, yâ îmânları hürmetine, cenâb-ı Hakkın merhameti ile veyâ tövbe etmeleri ile yâhut şefâate kavuşmaları ile affolunur. Böyle affolmıyanlar, dünyâ sıkıntıları ve dertleri ile veyâ son nefeste cân verirken, çekecekleri zahmetler ile temizlenir. 

Bunlarla da temizlenmezse, bâzıları kabir azâbı çekmekle affa kavuşur. Bâzıları ise, kabir azâbı, sıkıntıları ve kıyâmet gününün şiddetleri ile af olunup, günâhları biter ve Cehennem azâbı ile temizlenmeye lüzûm kalmaz. Nitekim, Enâm sûresinin 82. âyetinde meâlen;

(Îmân edip de îmânlarını şirk ile bulaştırmayanlar, Cehennemde ebedî kalmaktan emîndirler. Onlar için, bu korku yoktur) buyuruldu...” 


Mü’minin, büyük dahi olsa, günâh işlemekle îmânı gitmez, kâfir olmaz. Kalbinde zerre kadar îmânı bulunanı, günâhlarının çokluğu sebebi ile Cehenneme soksalar da, günâhları kadar azâb edip, sonunda, Cehennemden çıkarılır. 

Peygamber efendimiz;

(Kalbinde zerre kadar îmânı olan Cehennemde sonsuz olarak kalmayacak, çıkarılacaktır) buyurmuştur.

Müslümânların zerre kadar îmânı olanların hepsi sonunda, hattâ çok zamân Cehennemde kaldıktan sonra bile, merhamete kavuşacaktır. Fakat rahmete, merhamete kavuşabilmek için, ölürken îmân ile gitmek şarttır.  sonra bile, merhamete kavuşacaktır. Fakat rahmete, merhamete kavuşabilmek için, ölürken îmân ile

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*

Askeriyede iken, bize birer kilo *Toz* şeker verirlerdi. Başkalarına dahâ az verirlerdi. O bir kilo toz şekeri alır, saklardım efendim. 

İstanbula gelirken o şekeri de getirirdim. Efendi hazretlerinin yanında çok *Çay* içilirdi, ama *Kesme* şekerle içilirdi. Bir bakkalla anlaşdım efendim. 

Ona *Toz* şekeri verip, farkını da ödeyip, *Kesme* şeker alırdım. O bir kilo kesme şekere, Efendi hazretleri çok sevinirdi. O da bana yeterdi tabii. 

Çayı, açık ve *Tek* şekerle içerdi Mübârek. İki kere karışdırır, şekeri erimeden kalırdı. Bâzen ikinci bardağı yarım bırakır, bana uzatıp; *Al, bunu sen iç!* derdi. 
********
*Eddünyâ cîfetün tâlibühâ kilâbün* buyuruldu. *Eddünyâ cîfetün*; Dünyâ ne demek? Allah için olmıyan şeyler, demek. 

İşte insanların kalpleri, niyetleri Allah için olmazsa, bu dünyâ *Cîfe* dir, yâni *Leş* dir. Allah için yapılmıyan her iş, dünyâdır. *Dünyâ* ile uğraşmak, *Leş* ile uğraşmakdır. 

*Tâlibühâ kilâbün*; Tâlipleri köpekdir. *Leş* ile kim uğraşır? *Köpekler*. Köpekler, Leşe üşüşürler, birbirlerini ısırırlar, hırlarlar. Biz de onları seyrederiz, karışmayız. 

Allahü teâlâ, maddî mânevî iyilik edeni, insanlara hizmet edeni, seviyor. *Hayr-ün nâs men yenfe’un nâs!* Hadîs-i şerîf bu. İnsanlara fâideli olmakdan daha büyük hizmet olur mu? 

En büyük hizmet bu. *Hayrün nâs*; insanların en hayrlısı, en iyisi, *Men*; şol kimsedir ki, *Yenfe’u*; fâide verir, *Nâs*; insanlara. İnsanların en hayrlısı, insanlara fâide veren, hizmet edendir. 

İşte insanların en *İyisi* budur, en kıymetlisi budur. Demek ki, Allahü teâlâ müslümânları o kadar çok seviyor ki, müslümânlara *Hizmet* edeni de seviyor. 

Cenâb-ı Hak, Habîb-i ekremine minnet ediyor; *Sana, yardımcılar yaratdım!* diyor. Biz de, sizin gibi yardımcılarla, sizin gibi mücâhidlerle, Rabbimize *Şükr* ediyoruz kardeşim. 

Elhamdülillah ki, Rabbimiz sizleri *Seçmiş*, bu cihâd şerefiyle şereflendirmiş. Biz, sizin gibi mücâhidlerle Rabbimize *Şükr* ediyoruz kardeşim. 

Bu cihâdın, bu hizmetin devâmını arzu ediyoruz. Nasıl devâm eder bu? Kolay. Allahü teâlâ; *Ni’metime şükrederseniz, artdırırım!* buyuruyor. Bu ni’metin devâmı için Rabbimize şükredeceğiz.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Her mü’min ölürken, şeytan *Buz* lu *Su* getirir, tabii Allah o hâllere düşürmesin kardeşim. Geçen gün de söyledim. Peygamberimiz, bir cenâzeye gidiyor.


Kabrin başında bir müddet durdukdan sonra, bir cümle söylüyor. *Ölüm, dehşetli işdir!* buyuruyor. İşte o şiddetde iken, şeytan fırsatını bulup gelir.


Elinde bir bardak *Buzlu Su* vardır. O suyu ona verip, îmânını çalmak için uğraşır. Ölecek olan da harâretden yanıyor. Allah korusun an meselesi, şeytana aldanırsa, *Îmân* sız gider. Allah korusun. 


Onun için, ölecek kimsenin ağzına *Zemzem* verirler, zemzem damlatırlar. Niçin? Şeytana aldanıp da *Îmansız* ölmesin diye. 

********

Berât gecesinde, *Âişe* vâlidemiz uyanıyor, bakıyor ki Resûlullah Efendimiz yanında yok. Merak ediyor. Nereye gitdi acabâ? 


Diğer bir hanımının yanına mı gitdi? Beni bırakıp başkasına mı gitdi? diye merak edip, heyecanla kalkıyor yatakdan. *Sedir* de yatıyorlar, *Rutûbet* dolayısıyla. 


Ayağını basıyor, bir de bakıyor ki, *Yumuşak* bir şey dokunuyor ayağına. Ne olabilir acaba? Merak ediyor tabii, eğiliyor, bakıyor *Bu nedir?* diye. 


Meğer Resûlullah Efendimiz, o esnâda *Secde* de imiş. Resûlullahın üstüne basmış. Hemen sessizce yere inip, o da eğiliyor, kulağını veriyor. 


Resûlullah Efendimiz; *Allahümmerzuknâ kalben takıyyen mineş şirki beriyyen lâ kâfiren ve şakiyyen!* duâsını okuyormuş. Efendimiz aleyhisselâmın duâsı bu. 


Mübârek ne kadar çok korkuyor ki, böyle duâ ediyor. Allahdan kim çok korkar? O’nu en iyi bilen. *İlm* artdıkça *Korku* da artar. Kim, Allahı iyi tanır ve bilirse, Ondan en çok o korkar. 


İlmi en çok olan kimdir ? Allahı en iyi bilen kimdir? Tabii ki *Resûlullah Efendimiz*. Öyleyse Allahü teâlâdan en çok korkan da *Efendimiz* dir. 


Allahü teâlânın *Nûr’u* ve *Mârifeti*, her an Evliyânın kalbinden yayılıyor kardeşim. Konuşmasalar dahî, onların sükûtları bile *Ni’met* dir. Fakat iş, onu alabilmekde.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Âdem* aleyhisselâm, oğlu *Şît* aleyhisselâma vasiyyet edip, *Emânetini, en temiz kadınlara ver!* dedi. 


Çünkü Efendimiz aleyhisselâmın Nûr’u, *Âdem* aleyhisselâmın alnında parlardı. Sonra bu Nûr, *Şît* aleyhisselâma geçdi. 


Velhâsıl Resûlullah Efendimize gelinceye kadar bütün babalar, oğullarına bu *Vasiyyeti* yapardı. Bu vasiyyet, dedesi *Abdülmuttalibe* kadar hep yapılageldi. 


Resûlullahın Nûr’u, Abdülmuttalibin oğlu *Abdullah*’a geçince, Onu evlendirmek için, zamânın en temiz *Kızını* aradı. Netîcede, bu haber her tarafta duyuldu.


Bunun üzerine ikiyüz den fazla *Kız*, evlenmek için mürâcaat etdiler. Hattâ Şam’dan *Fâtıma* isminde bir *Kız* geldi. Çok zengindi. 


Fakat Efendimizin nûr’u *Âmine*’ye nasîb oldu. Âmine vâlidemiz, o zaman ondört yaşındaydı. Hazret-i Abdullah ise onsekiz yaşındaydı. 


Dedesi Abdülmuttalip, o zaman devlet reîsi idi. Mekke’nin havası hastalıklı idi. Onun için zenginler, çocuklarının iyi yetişmesi için, köylere, *Süt anne* ye verirlerdi. 


Peygamber Efendimizi de *Halîme* hâtuna verdiler. İki sene emzirdi. Halîme hâtun fakîr idi. Peygamber Efendimizi alınca, herşeyleri *Bereket* lendi. 


İki sene dolunca, getirip annesine verdi. Ama sonra ayrılığına dayanamayıp tekrar gitdi, istedi. *Sıtma olur!* diyerek, Âmine vâlidemizi kandırıp, geri aldı. 


İki sene daha bakdı. Dört yaşında iken, iki *Melek* gelip, Efendimizi dağa götürdüler. Süt kardeşi *Şeymâ* koşup, bunu annesine haber verdi. 


*Muhammedi dağa kaçırdılar!* dedi. Diğer kardeşleri de korkudan bayılmışlardı. Her yeri aradılar. Sonunda, bir vâdîde, gökyüzüne bakar vaziyyetde buldular. 


Efendimiz aleyhisselâm, olanları onlara anlatdı. Halîme hâtun; *Bu çocuk başka çocuklara benzemiyor, başına bir şey gelmeden teslîm edeyim!* dedi. Ve götürüp teslîm etdi. İki sene de annesi ile kaldı.

Fıtra ve Zekâtı Kağıd Para ile Vermek Câiz Olmaz

 Kâğıd paraların kıymeti, itibarı kıymettir. Mu'teberin itbarından düştü mü kıymeti kalmaz.Bu sebebden fıtra ve zekâtı kağıd para ile vermek câiz olmaz. Kâğıd para ile verilen zekâtlar, altunla devredilerek kazâ edilmelidir. Hacdan mâada diğer ibâdetlerin kazası devir yoluyla yapılır.

Seyyid Abdülhakim-i Arvasi (Kuddise sirruh)

Kaynak: Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı,2.cild, Sahife: 282

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bunlar Cennet ni’meti, yiyin efendim. Sabâh kahvaltısını zeytinle yapdım. Zeytin de yiyin. *Uşr*’u verilmiş. *Mübârek* insanların zeytini bu. 


Mübârek diyorum. Çünkü bu zamanda *Uşr* veren, *Evliyâ* dır. Suda yürümek gibi kerâmetdir efendim. Zâten bu gün, islâmiyete inanmak *Evliyâlık* dır. Çünkü bu zamanda inanan yok gibi. 


Tüccardan *Abdülkâdir bey* vardı. O diyor ki: Bir kış günü *Abdülhakîm* efendi hazretlerini ziyârete gitdim. Soba yanıyor, ikimiz odada yalnız oturuyoruz. Kapı vuruldu, içeriye şeyh kılıklı biri girdi. 


Oturdu, *Çay* ikrâm etdik. Çay içdi. Sonra Efendi hazretlerine; Ben tefsîr yazdım. Eğer kabûl ederseniz, size vereyim de okuyun, dedi.


Efendi hazretleri de; *Öyle miii? Vah vaah! Sen tefsîr mi yazdın? Tefsîrler yazılmııış, bu iş bitmiiiş*, buyurdu. Ve şöyle devam etti:


Tefsîr âlimleri yazmış. Senin yazdığın bu tefsîr, eğer o tefsîr âlimlerinin tefsîrine benziyorsa, ne âlâ, başımızın üstünde yeri var. 


Ama onlar varken senin tekrar yazman, *Şöhret* alâmetidir. Sen, *Meşhûr* olmak istiyorsun, kendini meşhur etmek istiyorsun, şöhrete kapılmışsın. 


Yoook eğer onların aynısını yazmıyorsan, onlardan nakletmiyorsan, kendin yapdıysan. O zaman da senin tefsîrinin yeri şu *Soba* olur. 


Büker büker sobaya atarım senin tefsîrini. Sen kim oluyorsun da, tefsîr âlimlerine uymıyan, benzemiyen tefsîr yazıyorsun, buyurdu. 


Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: *Men fesserel Kur’âne bi re’yihî fekad kefere*. Yâni, bir kimse kendi kafasından tefsîr yazarsa, *Kâfir* olur. 


Yâni, tefsîr âlimlerinin tefsîrlerini bir yana koyacaksın, kendi kafandan, kendi bildiğine göre mânâ vereceksin, mâzallah *Kâfir* olur insan.


Tefsîr âlimlerininkini kenara koyma, onlarınkinin aynını yaz, o zaman da *Şöhret* olursun. Mevcud olan şeyi tekrar yazmak, şöhret olur. 


Ehl-i sünnet âlimlerinin yolu, bu değil. Kurtuluş yolu, o *Büyükler* in yoludur kardeşim. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ne buyuruyor?


*Dînî bir mevzûda, kendi kafasından zerre kadar bir şey yazan, söyliyen, ehl-i sünnet yolundan zerre kadar ayrılan kimse, Cehenneme gider!* buyuruyor.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamber Efendimiz, bir gün eve geliyor. Buyuruyor ki: *Yiyecek bir şey var mı?* Peygamber Efendimiz acıkmış. Yâ Resûlallah, yiyecek bir şey yok, diyorlar. 


Hattâ, zaman zaman arpayı, kendileri değirmende çekip esmer ekmek yapıyorlardı. O ekmek dahî yok. *Akşama hazırlıyacağız!* diyorlar. 


Peygamber Efendimiz bir bakıyor ki, köşede mangal var, ateşde bir şey kaynıyor. *Nedir o?* diye soruyor. 


Kadınlar; *Bizim hizmetçi kadın Büreyde’ye, bir yerden gelen adak etidir!* diyorlar. 


Adak eti, fakîrlere verilir, zenginlere verilmez, harâmdır. Meselâ Peygamber aleyhisselâmın sülâlesine de, *Zekât* ve *Adak* verilmez, harâmdır. 


Onun için hanımlar; *O ateşde kaynayan, adak etidir, size harâmdır!* diyorlar. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: 


Evet, adak eti bana harâmdır. Ama Büreyde’ye gelmiş. Büreyde’nin malı, mülkü olmuş. Eğer Büreyde bana İkrâm ederse, onu yemek bana *Helâl* dir, buyuruyor. 


O zaman hemen o etden bir parça alıyorlar, bir tabağa koyuyorlar. Peygamber aleyhisselâma *ikrâm* ediyorlar. Efendimiz de ondan bir parça yiyorlar. Bunlar, bize birer *Ders* dir kardeşim. 


Gazetenin parası, kitapların parası, bana harâm değil, ama olsun. İhtiyacım yok ki, elhamdülillah. Gazeteden ve kitaplardan *On para* almamışımdır. Onun için hacca gidecek param yok benim. 

********

*Zelîha*, bir salonda kadınları toplamış ve o kadın misâfirlerin önüne *Turunç* getirip ikrâm etmiş. Onlar turunçları bıçakla soyarlarken, Zelîha, *Yûsüf* aleyhisselâmı çağırıyor. 


O zaman Zelîha’nın evinde, hizmetçiydi hazret-i Yûsüf. Yûsüf aleyhisselâm gelince, bütün kadınlar bakıyorlar ki, aman yâ Rabbîiii hiçbir insana benzemiyor, *Nûr* lar içinde. *Cennet* güzelliği vardı Onda, *İnsan* güzelliği değil. 


Kadınlar, Onun *Cennet güzelliği* ni görünce, akılları başlarından gidiyor, kendilerinden geçiyorlar. Turuncu keserken, kendi *Ellerini* kesiyorlar da, acısını hiç duymuyorlar. 


Peygamber aleyhisselâm buyuruyor ki: Mü’minin rûh’u çıkarken, Cennetten hûriler gelecek, melekler gelecek. Mü’min, o *Hûrileri*, o *Melekleri* görünce, rûhun çıkdığının acısını hiç duymıyacak. 


Nasıl ki, o kadınlar, *Turunç* keserken ellerini kestiler de acısını duymadılar, onun gibi işte. 

*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamber Efendimiz mi daha *Güzel* di, yoksa Yûsüf aleyhisselâm mı? Bütün güzellerin en güzeli kimdir? Tabii ki Sevgili *Peygamber* Efendimizdir aleyhissalâtü vesselâm. 


Yûsüf aleyhisselâmı gören kadınlar, ellerini kesmiş. Peygamberimizi gören kadınlar ise, hiçbir şey yok gibi konuşuyorlar, suâl soruyorlar, sohbet ediyorlar. 


Çünkü hicretin 3.cü senesine kadar, kadınların örtünmesi emredilmemişdi. Kadınların erkeklerle konuşması yasak değildi. Kadınlar gelir, Peygamber aleyhisselâma suâl sorarlardı. 


Yüzleri açık konuşurlardı. Çünkü *Harâm* değildi. O zaman kadınların örtünmesi *Farz* edilmemişdi. O hanımlar, Peygamber Efendimizi görünce niçin düşüp bayılmazlardı? 


Hâlbuki Yûsüf aleyhisselâmı gören kadınların akılları başlarından gitmiş, Peygamber Efendimizi gören hanımlara ise hiçbir şey olmuyor, Onu görünce kendilerinden geçmiyorlar, düşüp bayılmıyorlar.


Peki niçin? Cevâbı şöyledir ki: Peygamber Efendimizde; bir melâhat vardı, bir de sabâhat. *Melâhat*, sevimlilik demek. *Sabâhat*, güzellik demek. 


Yûsüf aleyhisselâmda yalnız sabâhat vardı, melâhat yokdu. Peygamber Efendimizde ise hem *Melâhat* vardı, hem de *Sabâhat*. Fakat sabâhatını dünyâda izhâr etmedi. 


Dünyâda izhâr etseydi, hiç kimse onun karşısında duramaz, hemen düşer bayılırdı. İyi de, Herkesin bayılması için mi Peygamberimizi gönderdi Allahü teâlâ? 


Peygamber Efendimiz âlemlere rahmetdir. *Rahmeten lil âlemîn* dir. Onun için sabâhat güzelliğini göstermedi. Allahü teâlâ onu gizledi. Peygamber Efendimizin güzelliği âhiretde görülecek. 


Yâni *Cennet* de görülecek. Dünyâda melâhati görüldü. Çok sevimliydi, ama sabâhatı nasıldı? Onu bilen yok. O, âhiretde, yâni *Cennet* de görülecek. 

********

İnsanın karşılaşdığı her hâdisede bir karar vermesi lâzım. Bu karar vermede de iki ihtimâl vardır. Biri îmân tarafı, yâni *Âhiret* tarafı, biri de *Dünyâ* tarafı. 


Eğer îmân tarafını tercîh ederse, âhireti düşünürse, yâni sevâp tarafını tercîh ederse, îmânının *Güçlü* olduğunu gösterir. 


Yok eğer dünyâ tarafını tercîh ederse, nefsine göre karar verirse, îmânının *Zayıf* olduğunu gösterir. İşte imtihân budur efendim, imtihân bu.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İnsanın kalbi, *Kâbe* den daha kıymetlidir. Nasıl ki Kâbe-i muazzamayı ilk gördüğünüz anda yapılan *Duâ* red olunmazsa, mü’min, mü’minle karşılaşdığı anda yapdığı duâyı da Allahü teâlâ reddetmez, kabûl eder. 


Peki, ne duâ etmemiz lâzım? İşte efendim, yapılacak en güzel duâ, *Esselâmü aleyküm!* demekdir. Neden? Çünkü bunun mânâsı; 


*Allahü teâlâ seni, hem dünyâda, hem de âhiretde selâmete kavuşdursun. Sen ne dünyâda, ne de âhiretde, zerre kadar sıkıntı çekmiyesin!* demekdir. 

********

Gerçek îmân sâhibi bir mü’minin ellerine kollarına *Zincir* vursanız, o yine islâmiyeti yayar. Muhakkak bir şey yapar. *Anlatır*, *Kitap verir*. Durduramazsınız onu. 


Çünkü onun içinde yanan *Ateş*, birilerini Cehennemden kurtarmak içindir. Eğer bu ateşi hissetmiyorsa, onda gerçek *Îmân* henüz teşekkül etmemişdir. 


İmâm-ı Rabbânî hazretleri hacca giderken, *Delhi*’ye geldiğinde, arkadaşı Hasan Keşmirî hazretleri; *Hep ölüye gidiyorsun, burada bir diri var, diriyi de ziyâret et!* dedi. 


Ve Onu, *Bâkî Billah* hazretlerine götürdü. Bâkî Billah hazretleri, *İmâm-ı Rabbânî* hazretlerindeki *Cevheri* görünce, birkaç gün misâfir kalması için yalvardı. 


O da, *Peki* deyip kaldı ve o büyük zâtın huzûrunda, iki günde kalbi açıldı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: *Kâbe’ye giderken, Kâbe’nin Sâhibi’ne kavuşdum*. 


Yâni Bâkî Billah hazretlerinin yanında Allahü teâlâya kavuşdum, dedi. 

********

Bir kimse, kendini *Uyuz Köpek* den daha aşağı görmedikce, *Evliyâ* olamaz. Şâh-ı Nakşibend hazretleri buyuruyor ki: 


*Ben bunun için, kabristânları dolaşıp uyuz köpek arardım. Hizmetimin karşılığına kavuşayım diye, köpeğin yaralarını tımar ederdim*. 


Köpek, bâzan yatar, ayaklarını kaldırır ve bâzı *Sesler* çıkarırdı. Ben de *Âmin!.. Âmin!..* derdim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Mûsâ* aleyhisselâm zamânında, biri dağa çıkmış. Kendi kendine; *Nasıl olsa Allah rızkımı gönderir!* demiş. Çünkü Allahü teâlâ; 


*Ben, herkesin rızkını ezelde tâyin etdim. Herkes rızkını yer. Hiç kimse rızkını bitirmeden ölmez. Kimse kimsenin rızkını yiyemez!* buyuruyor. 


Bunları bildiği için, çıkmış dağa, rızkını beklemiş. Akşam olmuş, gelen giden yok. Acıkmış tabii. Kendi kendine; *Burası uzak yer, ancak gelir!* demiş. İkinci gün de yine birilerini beklemiş. 


Ama kimse gelmemiş. Akşam olunca, yine gelen giden yok. Artık *Açlık* dan pelte gibi yığılıp kalmış. Bunun üzerine Allahü teâlâ, *Mûsâ* aleyhisselâma, Cebrâil aleyhisselâmı gönderip buyuruyor ki: 


O dağdaki kişi şehre insin, insanların arasına karışsın ki, ben de onun *Rızkını* göndereyim. Çünkü ben, insanların rızkını, yine insanlar ile gönderirim. 


Eğer şehre inmez, dağda kalırsa, benim âdetimi bozmuş olur. Benim âdetimi bozduğu için de, onu *Açlıkdan* öldürürüm ve Cehenneme sokarım, ateşde yakarım! Böyle buyuruyor. 


Biz de sebeplere yapışacağız kardeşim. Elhamdülillah, bizim *İhlâs vakfı* hiç dünyâlık peşinde değil. Her işi Allah için. Dostluk da Allah için, düşmanlık da Allah için. 


Onun için Allahü teâlâ hep temiz insanları bize gönderiyor, nasîb ediyor. Bu temiz arkadaşlar, işlerinde muvaffak oluyorlar. 


Her namazda okuyoruz ya. Fâtiha sûresinde; *İhdines-sırâtal müstekîm!* diyoruz. Yâni bizi doğru yola kavuşdur yâ Rabbî. *Sırâtallezîne*, O doğru yola ki. 


*En’amte aleyhim*, sen onu, dostlarına ihsân etdin. *En’amte*, ihsân etdiğin demek. *Aleyhim*, onlara, yâni dostlarına. Sen beni, dostlarına ihsân etdiğin doğru yola kavuşdur yâ Rabbî! 


*Gayril mağdûbi aleyhim veleddâllîn*. Sen bizi düşmanlarının arasına sokma yâ Rabbî. *Mağdûb*; gadab olunmuş demek, düşman demek. 


*Gayril mağdûbi aleyhim*, düşmanlarının, gadab etdiklerinin arasına beni karışdırma yâ Rabbî! Her namâzın her rek’atinde böyle duâ ediyoruz. 


Allahü teâlâ da bu duâlarımızı kabûl ediyor inşallah. Çocukken başladık bu duâyı etmeye. Cenâb-ı Hak da bizi karışdırmadı düşmanlarının arasına elhamdülillah. *Fâtiha sûresi* kurtardı bizi.