Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bunlar Cennet ni’meti, yiyin efendim. Sabâh kahvaltısını zeytinle yapdım. Zeytin de yiyin. *Uşr*’u verilmiş. *Mübârek* insanların zeytini bu. 


Mübârek diyorum. Çünkü bu zamanda *Uşr* veren, *Evliyâ* dır. Suda yürümek gibi kerâmetdir efendim. Zâten bu gün, islâmiyete inanmak *Evliyâlık* dır. Çünkü bu zamanda inanan yok gibi. 


Tüccardan *Abdülkâdir bey* vardı. O diyor ki: Bir kış günü *Abdülhakîm* efendi hazretlerini ziyârete gitdim. Soba yanıyor, ikimiz odada yalnız oturuyoruz. Kapı vuruldu, içeriye şeyh kılıklı biri girdi. 


Oturdu, *Çay* ikrâm etdik. Çay içdi. Sonra Efendi hazretlerine; Ben tefsîr yazdım. Eğer kabûl ederseniz, size vereyim de okuyun, dedi.


Efendi hazretleri de; *Öyle miii? Vah vaah! Sen tefsîr mi yazdın? Tefsîrler yazılmııış, bu iş bitmiiiş*, buyurdu. Ve şöyle devam etti:


Tefsîr âlimleri yazmış. Senin yazdığın bu tefsîr, eğer o tefsîr âlimlerinin tefsîrine benziyorsa, ne âlâ, başımızın üstünde yeri var. 


Ama onlar varken senin tekrar yazman, *Şöhret* alâmetidir. Sen, *Meşhûr* olmak istiyorsun, kendini meşhur etmek istiyorsun, şöhrete kapılmışsın. 


Yoook eğer onların aynısını yazmıyorsan, onlardan nakletmiyorsan, kendin yapdıysan. O zaman da senin tefsîrinin yeri şu *Soba* olur. 


Büker büker sobaya atarım senin tefsîrini. Sen kim oluyorsun da, tefsîr âlimlerine uymıyan, benzemiyen tefsîr yazıyorsun, buyurdu. 


Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: *Men fesserel Kur’âne bi re’yihî fekad kefere*. Yâni, bir kimse kendi kafasından tefsîr yazarsa, *Kâfir* olur. 


Yâni, tefsîr âlimlerinin tefsîrlerini bir yana koyacaksın, kendi kafandan, kendi bildiğine göre mânâ vereceksin, mâzallah *Kâfir* olur insan.


Tefsîr âlimlerininkini kenara koyma, onlarınkinin aynını yaz, o zaman da *Şöhret* olursun. Mevcud olan şeyi tekrar yazmak, şöhret olur. 


Ehl-i sünnet âlimlerinin yolu, bu değil. Kurtuluş yolu, o *Büyükler* in yoludur kardeşim. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ne buyuruyor?


*Dînî bir mevzûda, kendi kafasından zerre kadar bir şey yazan, söyliyen, ehl-i sünnet yolundan zerre kadar ayrılan kimse, Cehenneme gider!* buyuruyor.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamber Efendimiz, bir gün eve geliyor. Buyuruyor ki: *Yiyecek bir şey var mı?* Peygamber Efendimiz acıkmış. Yâ Resûlallah, yiyecek bir şey yok, diyorlar. 


Hattâ, zaman zaman arpayı, kendileri değirmende çekip esmer ekmek yapıyorlardı. O ekmek dahî yok. *Akşama hazırlıyacağız!* diyorlar. 


Peygamber Efendimiz bir bakıyor ki, köşede mangal var, ateşde bir şey kaynıyor. *Nedir o?* diye soruyor. 


Kadınlar; *Bizim hizmetçi kadın Büreyde’ye, bir yerden gelen adak etidir!* diyorlar. 


Adak eti, fakîrlere verilir, zenginlere verilmez, harâmdır. Meselâ Peygamber aleyhisselâmın sülâlesine de, *Zekât* ve *Adak* verilmez, harâmdır. 


Onun için hanımlar; *O ateşde kaynayan, adak etidir, size harâmdır!* diyorlar. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: 


Evet, adak eti bana harâmdır. Ama Büreyde’ye gelmiş. Büreyde’nin malı, mülkü olmuş. Eğer Büreyde bana İkrâm ederse, onu yemek bana *Helâl* dir, buyuruyor. 


O zaman hemen o etden bir parça alıyorlar, bir tabağa koyuyorlar. Peygamber aleyhisselâma *ikrâm* ediyorlar. Efendimiz de ondan bir parça yiyorlar. Bunlar, bize birer *Ders* dir kardeşim. 


Gazetenin parası, kitapların parası, bana harâm değil, ama olsun. İhtiyacım yok ki, elhamdülillah. Gazeteden ve kitaplardan *On para* almamışımdır. Onun için hacca gidecek param yok benim. 

********

*Zelîha*, bir salonda kadınları toplamış ve o kadın misâfirlerin önüne *Turunç* getirip ikrâm etmiş. Onlar turunçları bıçakla soyarlarken, Zelîha, *Yûsüf* aleyhisselâmı çağırıyor. 


O zaman Zelîha’nın evinde, hizmetçiydi hazret-i Yûsüf. Yûsüf aleyhisselâm gelince, bütün kadınlar bakıyorlar ki, aman yâ Rabbîiii hiçbir insana benzemiyor, *Nûr* lar içinde. *Cennet* güzelliği vardı Onda, *İnsan* güzelliği değil. 


Kadınlar, Onun *Cennet güzelliği* ni görünce, akılları başlarından gidiyor, kendilerinden geçiyorlar. Turuncu keserken, kendi *Ellerini* kesiyorlar da, acısını hiç duymuyorlar. 


Peygamber aleyhisselâm buyuruyor ki: Mü’minin rûh’u çıkarken, Cennetten hûriler gelecek, melekler gelecek. Mü’min, o *Hûrileri*, o *Melekleri* görünce, rûhun çıkdığının acısını hiç duymıyacak. 


Nasıl ki, o kadınlar, *Turunç* keserken ellerini kestiler de acısını duymadılar, onun gibi işte. 

*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamber Efendimiz mi daha *Güzel* di, yoksa Yûsüf aleyhisselâm mı? Bütün güzellerin en güzeli kimdir? Tabii ki Sevgili *Peygamber* Efendimizdir aleyhissalâtü vesselâm. 


Yûsüf aleyhisselâmı gören kadınlar, ellerini kesmiş. Peygamberimizi gören kadınlar ise, hiçbir şey yok gibi konuşuyorlar, suâl soruyorlar, sohbet ediyorlar. 


Çünkü hicretin 3.cü senesine kadar, kadınların örtünmesi emredilmemişdi. Kadınların erkeklerle konuşması yasak değildi. Kadınlar gelir, Peygamber aleyhisselâma suâl sorarlardı. 


Yüzleri açık konuşurlardı. Çünkü *Harâm* değildi. O zaman kadınların örtünmesi *Farz* edilmemişdi. O hanımlar, Peygamber Efendimizi görünce niçin düşüp bayılmazlardı? 


Hâlbuki Yûsüf aleyhisselâmı gören kadınların akılları başlarından gitmiş, Peygamber Efendimizi gören hanımlara ise hiçbir şey olmuyor, Onu görünce kendilerinden geçmiyorlar, düşüp bayılmıyorlar.


Peki niçin? Cevâbı şöyledir ki: Peygamber Efendimizde; bir melâhat vardı, bir de sabâhat. *Melâhat*, sevimlilik demek. *Sabâhat*, güzellik demek. 


Yûsüf aleyhisselâmda yalnız sabâhat vardı, melâhat yokdu. Peygamber Efendimizde ise hem *Melâhat* vardı, hem de *Sabâhat*. Fakat sabâhatını dünyâda izhâr etmedi. 


Dünyâda izhâr etseydi, hiç kimse onun karşısında duramaz, hemen düşer bayılırdı. İyi de, Herkesin bayılması için mi Peygamberimizi gönderdi Allahü teâlâ? 


Peygamber Efendimiz âlemlere rahmetdir. *Rahmeten lil âlemîn* dir. Onun için sabâhat güzelliğini göstermedi. Allahü teâlâ onu gizledi. Peygamber Efendimizin güzelliği âhiretde görülecek. 


Yâni *Cennet* de görülecek. Dünyâda melâhati görüldü. Çok sevimliydi, ama sabâhatı nasıldı? Onu bilen yok. O, âhiretde, yâni *Cennet* de görülecek. 

********

İnsanın karşılaşdığı her hâdisede bir karar vermesi lâzım. Bu karar vermede de iki ihtimâl vardır. Biri îmân tarafı, yâni *Âhiret* tarafı, biri de *Dünyâ* tarafı. 


Eğer îmân tarafını tercîh ederse, âhireti düşünürse, yâni sevâp tarafını tercîh ederse, îmânının *Güçlü* olduğunu gösterir. 


Yok eğer dünyâ tarafını tercîh ederse, nefsine göre karar verirse, îmânının *Zayıf* olduğunu gösterir. İşte imtihân budur efendim, imtihân bu.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İnsanın kalbi, *Kâbe* den daha kıymetlidir. Nasıl ki Kâbe-i muazzamayı ilk gördüğünüz anda yapılan *Duâ* red olunmazsa, mü’min, mü’minle karşılaşdığı anda yapdığı duâyı da Allahü teâlâ reddetmez, kabûl eder. 


Peki, ne duâ etmemiz lâzım? İşte efendim, yapılacak en güzel duâ, *Esselâmü aleyküm!* demekdir. Neden? Çünkü bunun mânâsı; 


*Allahü teâlâ seni, hem dünyâda, hem de âhiretde selâmete kavuşdursun. Sen ne dünyâda, ne de âhiretde, zerre kadar sıkıntı çekmiyesin!* demekdir. 

********

Gerçek îmân sâhibi bir mü’minin ellerine kollarına *Zincir* vursanız, o yine islâmiyeti yayar. Muhakkak bir şey yapar. *Anlatır*, *Kitap verir*. Durduramazsınız onu. 


Çünkü onun içinde yanan *Ateş*, birilerini Cehennemden kurtarmak içindir. Eğer bu ateşi hissetmiyorsa, onda gerçek *Îmân* henüz teşekkül etmemişdir. 


İmâm-ı Rabbânî hazretleri hacca giderken, *Delhi*’ye geldiğinde, arkadaşı Hasan Keşmirî hazretleri; *Hep ölüye gidiyorsun, burada bir diri var, diriyi de ziyâret et!* dedi. 


Ve Onu, *Bâkî Billah* hazretlerine götürdü. Bâkî Billah hazretleri, *İmâm-ı Rabbânî* hazretlerindeki *Cevheri* görünce, birkaç gün misâfir kalması için yalvardı. 


O da, *Peki* deyip kaldı ve o büyük zâtın huzûrunda, iki günde kalbi açıldı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: *Kâbe’ye giderken, Kâbe’nin Sâhibi’ne kavuşdum*. 


Yâni Bâkî Billah hazretlerinin yanında Allahü teâlâya kavuşdum, dedi. 

********

Bir kimse, kendini *Uyuz Köpek* den daha aşağı görmedikce, *Evliyâ* olamaz. Şâh-ı Nakşibend hazretleri buyuruyor ki: 


*Ben bunun için, kabristânları dolaşıp uyuz köpek arardım. Hizmetimin karşılığına kavuşayım diye, köpeğin yaralarını tımar ederdim*. 


Köpek, bâzan yatar, ayaklarını kaldırır ve bâzı *Sesler* çıkarırdı. Ben de *Âmin!.. Âmin!..* derdim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Mûsâ* aleyhisselâm zamânında, biri dağa çıkmış. Kendi kendine; *Nasıl olsa Allah rızkımı gönderir!* demiş. Çünkü Allahü teâlâ; 


*Ben, herkesin rızkını ezelde tâyin etdim. Herkes rızkını yer. Hiç kimse rızkını bitirmeden ölmez. Kimse kimsenin rızkını yiyemez!* buyuruyor. 


Bunları bildiği için, çıkmış dağa, rızkını beklemiş. Akşam olmuş, gelen giden yok. Acıkmış tabii. Kendi kendine; *Burası uzak yer, ancak gelir!* demiş. İkinci gün de yine birilerini beklemiş. 


Ama kimse gelmemiş. Akşam olunca, yine gelen giden yok. Artık *Açlık* dan pelte gibi yığılıp kalmış. Bunun üzerine Allahü teâlâ, *Mûsâ* aleyhisselâma, Cebrâil aleyhisselâmı gönderip buyuruyor ki: 


O dağdaki kişi şehre insin, insanların arasına karışsın ki, ben de onun *Rızkını* göndereyim. Çünkü ben, insanların rızkını, yine insanlar ile gönderirim. 


Eğer şehre inmez, dağda kalırsa, benim âdetimi bozmuş olur. Benim âdetimi bozduğu için de, onu *Açlıkdan* öldürürüm ve Cehenneme sokarım, ateşde yakarım! Böyle buyuruyor. 


Biz de sebeplere yapışacağız kardeşim. Elhamdülillah, bizim *İhlâs vakfı* hiç dünyâlık peşinde değil. Her işi Allah için. Dostluk da Allah için, düşmanlık da Allah için. 


Onun için Allahü teâlâ hep temiz insanları bize gönderiyor, nasîb ediyor. Bu temiz arkadaşlar, işlerinde muvaffak oluyorlar. 


Her namazda okuyoruz ya. Fâtiha sûresinde; *İhdines-sırâtal müstekîm!* diyoruz. Yâni bizi doğru yola kavuşdur yâ Rabbî. *Sırâtallezîne*, O doğru yola ki. 


*En’amte aleyhim*, sen onu, dostlarına ihsân etdin. *En’amte*, ihsân etdiğin demek. *Aleyhim*, onlara, yâni dostlarına. Sen beni, dostlarına ihsân etdiğin doğru yola kavuşdur yâ Rabbî! 


*Gayril mağdûbi aleyhim veleddâllîn*. Sen bizi düşmanlarının arasına sokma yâ Rabbî. *Mağdûb*; gadab olunmuş demek, düşman demek. 


*Gayril mağdûbi aleyhim*, düşmanlarının, gadab etdiklerinin arasına beni karışdırma yâ Rabbî! Her namâzın her rek’atinde böyle duâ ediyoruz. 


Allahü teâlâ da bu duâlarımızı kabûl ediyor inşallah. Çocukken başladık bu duâyı etmeye. Cenâb-ı Hak da bizi karışdırmadı düşmanlarının arasına elhamdülillah. *Fâtiha sûresi* kurtardı bizi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Kuleli askerî lisesinde, bâzı sınıfların *Kimyâ* dersine girerdim. Bir gün, bir talebe bir suâl sordu. Belki de o şimdi *Paşa*’dır. Hocam, harbde ölen şehîd olur mu? dedi. Ben de; *Tabii olur!* dedim. 


Bunu Peygamber haber veriyor mu? dedi. *Evet, Peygamber Efendimiz haber veriyor!* dedim. Tamam, inandım dedi. Bir suâlim daha var. 


Denizde boğulan da şehîd olur mu? dedi. *Tabii olur, hem de iki kat sevap alır!* dedim. Bunu Peygamber haber veriyor mu? dedi. 


*Elbette haber veriyor!* dedim. Tamam inandım, dedi. Ricâ etsem bir suâlim daha var dedi. Ben de; *Tabii sor!* dedim. Çocuk sordu: 


Hocam, harbde tayyâreden düşen şehîd olur mu? dedi. Ben de; *Elbette olur, hem de öncekilerden daha çok sevap alır!* dedim. 


Bunu da Peygamber aleyhisselâm haber veriyor mu? dedi. *Tabii, bunu da haber veriyor!* deyince, çocuk birden kahraman kesildi. 


Ve hemen; Pekiii, Peygamber aleyhisselâmın zamânında tayyâre var mıydı? dedi. Aklı sıra, beni *Mahcup* etmek istedi. 


Ona dedim ki: Evlâdım, biz bir söz söyleriz, *Bir* veyâ *İki* mânâya gelir. Ama Efendimiz aleyhisselâm öyle söz söylerdi ki, *Çok* mânâya gelirdi. Yâni bir sözle *Çok* şey anlatırdı.


Efendimiz aleyhisselâm; *Yüksekden düşen şehîd olur!* buyuruyor. İster tayyâreden düşsün, ister helikopterden, dedim. 


Ben böyle söyleyince, çocuk *Mahcup* oldu tabii. Öyle düşündüğüne *Utandı*. Bunun üzerine; 


*Hocam, buna cevap veremiyeceğinizi zannetdim, ukalâlık yapdım, kahraman kesildim, ama hakîkî kahraman sizmişsiniz!* dedi. 


Belki şimdi o *Paşa*'dır. Hikâye anlatmıyorum kardeşim, bir *Hâdise*, bir *Vak’a* anlatıyorum.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Hubbu fillah*, Allahın dostlarını sevmek demek. *Buğz-u fillah*, Allahın düşmanlarını sevmemek. Bunlar ne ile yapılır? Kazmayla, kürekle, tabancayla mı? Hayır, hayır. 


Bunların yeri *Kalp* dir. Hubbu fillâh, buğz-u fillâh *Kalp* ile yapılır. Elle, ayakla, tabancayla değil. 


*Vemâ cevâbül-ahmakı illes sükût*. Yâni ahmaka verilecek en güzel cevap, susmaktır. Onunla dikkatli konuşmalı, cevap vermemeli ve sükût etmelidir. 


Âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden mânâ anlaşılsa da, *Murâd-ı ilâhî* yi anlamak çok zordur kardeşim. 


Düşmanın her sözüne cevap verilmez. Eğer her sözüne cevap verirsek, düşmanlığı artar. Sükût edeceğiz. Bakdın ki *Ahmak*, ona sükût edilir, cevap verilmez. 


Münâkaşa yok, Hele de bu zamanda. *Tevekkeltü alallah* deyip susacağız. Allahü teâlâ o ahmağa lâzım olan muâmeleyi yapar. Bizim söylememize lüzûm yok. 


Siz, sohbete devâm edin. Bu sohbet bulunmaz. Ama benim gibi, düşünerek konuşun. Ben hep düşünerek konuşuyorum, *Lüzumsuz* söylemiyeyim diye. 


Bir meclisde, bir toplantıda, hiçbir yerde, hiçbir kimseye lüzûmsuz söz söylemiyelim. Hele münâkaşa hiç etmiyelim. Bizim kitaplarımızda; *Münâkaşa zararlıdır ve yasakdır* diye yazıyor.


Birine bir şey söyledin, bakdın ki karşındaki kabûl etmiyor, hiç ısrâr etme. Çünkü iş münâkaşaya dökülür. Münâkaşa, dostla da yapılmaz, düşmanla da yapılmaz. 


Neden? Çünkü dostla münâkaşa yapılırsa, muhabbet *Azalır*. Düşmanla münâkaşa yapılırsa, düşmanlık *Artar*. İslâmiyet, okumakla öğrenilir, anlaşılır. 


Cenâb-ı Hak; *Bilmiyenler bilenlerden sorsun, öğrensin*, buyuruyor. *Fes’elû ehlez zikri in küntüm lâ ta’lemûn*. Âyet-i kerîmedir bu. 


*Fes’elû*, sorunuz. *Ehlez zikri*, ilim sâhiplerinden, yâni âlimlerden sorunuz. *Bilmediklerinizi, bilenlerden sorunuz* diye emrediyor Allahü teâlâ. Yâni öğrenmek *Farz* dır. 


İşte onun için Peygamber Efendimiz de *Farz* dır diyor. Kadınlara da, erkeklere de islâmiyeti öğrenmek farz. Ehemmiyet vermezse, merak etmezse, öğrenmezse *Îmânı gider*.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Her müslümâna, Sırat köprüsünde, yedi yerde, yedi suâl sorulacak. *Îmân* dan, *Namaz* dan, *Oruç* dan, *Hac* dan, *Zekât* dan, *Gusül abdesti* nden ve *Kul hakkı* ndan. 


*Kul hakkı* o kadar mühim ki, bir *Dank* kul hakkı için, âhiretde yetmiş yıllık, cemâatle kılınmış, kabûl olmuş namâzın *Sevâbı*, karşı tarafa verilecek. 


Yetmezse, onun *Günâhları* buna yükletilip Cehenneme atılacakdır. Bunu bilen bir müslümân, *Münâkaşa* edemez, *Kavga* edemez, *Kalb* kıramaz. 


Çünkü korkar kul hakkından. Hattâ bir mü'minin kalbini kırmak, *Kâbe* yi, yetmiş defâ *Yıkmak* dan daha büyük günâhdır. 


*Hubbu fillah* ve *Buğdü fillah* yâni Allah için seveceksin, Allah için düşmanlık edeceksin. Kimdir o Allah için düşmanlık edeceğimiz kimseler? *Allah* ın düşmanları. Şimdi zamânımızda çok var. 


Ne demek islâmiyet? Allahü teâlânın *Emrleri* ve *Yasakları*. Allahü teâlânın emretdiği şeyleri yapacağız. Yasak etdiği şeylerden de kaçınacağız. 


İşte budur hubbu fillah, buğd-ü fillah. *Îmân* ın alâmeti budur. Zamânımızda Allahın düşmanları çok var. İslâmiyetle *Alay* ediyorlar. Allahın düşmanları sevilmez efendim. 


Namaz kılmak *Farz* dır. Namaza mâni olanler, Allahın düşmanıdır. Oruç tutmak *Farz* dır. Oruca mâni olan da Allahın düşmanıdır. 


Bunlar sevilmez. Sevmek ve sevmemek *Kalb* ile olur. Muhabbetin yeri *Kalb* dir. 


Kitaplarda; *Evliyâlar, Allahü teâlânın sıfatları ile sıfatlanmışlardır* diye yazıyor. Yâni dünyâda, Allahü teâlânın sıfatları ile hareket ederler. 


Onlar da, bu dünyâda dost ile düşmanı ayırmazlar. *Evliyâlar* da, dostlara yapdıkları iyi muâmeleyi, düşmanlara da yaparlar. 


*Ve men yüridillâhe bihî hayren yüfekkıh hü*. Ne demek bu? *Ve men*; bir kimse ki, *Yüridillâhe*; Allahü teâlâ irâde ediyorsa, diliyorsa. 


*Bihî*; o kimse için. *Hayren*; Hayr murâd ediyorsa, yâni Allahü teâlâ, bir kulunu seviyorsa. *Yüfekkıh hü*; onu fıkh âlimi yapar.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Evliyâ-yı kirâm, *Râhat* ve *Huzûr* kaynağıdır kardeşim. Resûlullahın mübârek kalbinden çıkan *Feyz* ve *Nûr* lar Onların kalbleri vâsıtasıyla yayılır. Kimlere yayılır? Onları sevenlere yayılır. 


Peki, sevenler o feyzleri alır mı? Yâni o feyzler gelir, ama sevenler alır mı? Alması için de *İstîdâd* lâzım, yâni *Kâbiliyet* lâzım. O kâbiliyet ve istîdâd nasıl hâsıl olur? 


*İbâdet* ile. Bilhâssa *Namaz* kılmakla. Namaz kılanlar, ibâdet edenler, helâle harâma dikkat edenler, Onlardan *Feyz* alırlar. Onlardan gelen feyz, *Muhabbet* ile gelir. 

********

Rabbimiz, kıyâmetde inşallah hepimize *Kevser Şerâbı* içmek nasîb eder, ihsân eder, inşallah. Hadîs-i şerîfde; *Dîn-ül mer’i dîn-ül ahîhi* buyuruluyor.


Bir de, *Dîn-ül mer’i dîn-ül halîlihî* var. İkiz, yâni iki tâne. Birincide *ahîhi*, ikincisinde *halîlihî*, aynı şey. Yâni bir insanın dîni, arkadaşının dîni gibidir. 


Mü’minin dîni, kiminle *Sohbet* ediyorsa, kimi *Seviyor* sa, onun dîni gibidir. Pekii, seveceğimiz öyle büyük zâtları bulamazsak ne yapacağız? 


Onların kitaplarını okuyacağız. Kitapları vesîlesiyle onları gıyâben seveceğiz. *Rûhen*, onlarla berâber olacağız inşallah. *El mer’ü mea men ehabbe*. Bu da hadîs-i şerîf. 


Yâni insan dünyâda kimi severse, âhiretde onun yanında olacak. Ne büyük *Müjde* efendim. Onun için, biz büyüklerimizi seviyoruz kardeşim, elhamdülillah. 

********

Bu ramezânda kaç gün oruç tutuldu, belli değil. *Ay* hesâbiyle olmak lâzım, *Takvim* hesâbiyle olmaz. Onun için, ya bir gün evvelden başlamış olduk veyâ bir gün sonradan. 


Hakîkî Ramezândan bir gün evvel başladıksa, o bir gün evvelki orucumuz kabûl olmaz. Niçin? Ramezândan evvel olduğu için. 


Yok, bir gün sonra başladıksa, bu sefer de, bizim bayram yapdığımız gün, hakîkî Ramezândır. O günü *Yemiş* oluyoruz. 


O hâlde başından ve sonundan *İki gün* dedi Efendi hazretleri, böyle buyurdu. Bayramdan sonra, iki gün *Kazâ* etmemiz lâzım kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Ubeydullah-ı Ahrâr* hazretleri, silsilemizin büyüklerindendir. Allahü teâlâyı, bir an bile unutmazdı. Bununla birlikle, 113 tâne Çiftliği vardı. Herbirinde, yüzlerce insan çalışırdı.


Her çiftlikde yüzlerce buğday tarlası, binlerce davarları vardı. İşçiler, hesaplarını Ona getirirlerdi. O mübârek zât, hepsini dinler ve *Zekât* hesaplarını yapar, buna rağmen Allahü teâlâyı bir an unutmazdı. 


Çünkü mübârek kalbi, *Allah sevgisi* ile dolu idi. Bir kalb, Allah sevgisi ile dolu olunca, o kalb zikreder. Hattâ bu büyüklerin her *Zerre* si, yâni her *Hücre* si zikreder kardeşim. 


*Men dakka bâb-el kerîmi infetehâ*. Yâni, Kerîm’in kapısı çalınırsa, açılır. Kerîm, burada cömert demekdir. Yâni *Cömert* insanların kapısını çalarsanız, o kapı muhakkak açılır. 


*Men*; bir kimse, *Dakka*; çalarsa, *Bâb-el kerîmi*; kerîmin kapısını, *İnfetehâ*; açılır. 

********

Bir *Seyyide* hizmet etmek ne büyük seâdet kardeşim. Seyyidin biri, bir ahbâbını ziyâret için bir köye gidiyor. Ama evini bulamıyor. O ara karşıdan gelen birine; *Falancanın evi neresi?* diye soruyor. 


O da, parmağıyla işâret ediyor, *Şu karşıki ev!* diyor. Meğerse o işâret eden kimse, yehûdî imiş. Yehûdî, bir müddet sonra vefât ediyor. 


Rüyâda görüyorlar ki, azap içinde. *Ne hâldesin?* diyorlar. Cevâbında; *Azap içindeyim, yalnız şu elim, şu parmağım, azap görmüyor* diyor. 


Neden? Bir seyyide hizmet etdi, ev gösterdi, o kadar. Bir seyyide hizmet etdiği için, Efendimiz aleyhisselâmın yüksek hâtırı için, o eli *Azap* görmüyor. Seyyidler, böyle çok kıymetli kardeşim. 


Bizim *İngiliz Câsusu* kitâbına bakıyordum da; İngiliz câsusu; *Seyyidleri* kıymetden düşüreceğiz, seyyid olmıyanların, sokak adamlarının başına da *Yeşil Sarık* saracağız ki, seyyidlerle karışsın, diyor. 

********

Bizim *Abdülhakîm* anlatmışdı. Tanıdığı birinin kızı vefât etmiş. Abdülhakîm, kızın babasına; *Başın sağolsun, çok üzüldük* demiş. Ama hemen ardından; 


*Aslında üzülmemek lâzım. Çünkü kızınız îmânlı idi, onun için o Cennete gitdi* demiş. 


Doğru demiş efendim. Evet kız 18 yaşında, elbette günâhları vardır. Fakat Ramezân-ı şerîfde vefât etdi. Ramezânda vefât edenin günâhları *Affolur* kardeşim. 


Sonra Abdülhakîm, kızın babasına; *Kızınız iki kere beyin ameliyatı oldu. Ne eziyetler, ne meşakkatler çekdi* demiş. 


Mü’min, eziyyetle meşakkatle can verirse, *Şehîd sevâbı* kazanır. Binâenaleyh kız hem Cehennem azâbından kurtuluyor, hem de şehîd sevâbına kavuşuyor. 


Abdülhakîm; *Şimdi o, kabirde ni’metler içinde* demiş. Adamcağızın da hoşuna gitmiş tabii, tesellî olmuş, rahatlamış. Velhâsıl Abdülhakîm *Kitâba uygun* konuşmuş efendim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir kalp Allaha yaklaşınca, o kalp *Allah sevgisi* ile dolar, *Dünyâ sevgisi* o kalpden çıkar. Meselâ boş bir tencerede ne vardır? *Hava* vardır. 


Buna *Su* koyunca, havayı çıkarmaya lüzûm var mı? Hayır! Hava kendisi çıkar. İşte bir kalbe, *Allah sevgisi* girince de, *Dünyâ sevgisi* kendiliğinden çıkar. 


O zaman ne olur? O kişi, Allahü teâlâ ile *Görür*, Allahü teâlâ ile *İşitir*. Her işi, *Allah için* olur. Dünyâyı hiç kalbine getirmez. 


Kâdî Muhammed Zâhid, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin halîfesidir. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sohbetlerinde, ne söylemişse, onları hep kaydetmiş Mübârek. 


Bu yazıları, 150 sahîfelik fârisî bir *Kitap*. Bunu basdırdık ve bu kitâba, *Mesmûât* ismini koyduk. Mesmûât demek, işitdikleri demek. Kimden? *Üstâdından*. 


Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinden işitdiklerini yazmış ve *Kitap* hâline getirmiş Mübârek. 500 sene sonra, biz onu basdırdık. İşte orada okudum. Diyor ki:


Evliyâ-i kirâm, Allahü teâlânın sıfatları ile sıfatlanmışdır. Onlar, dost ile düşmanı ayırmazlar diyor. 


İnşallah bu büyüklerin teveccühleri, himmetleri bize de gelir de, toparlanırız. Değil mi ki, bizim kalbimize bu muhabbeti ilkâ etdiler. 


Muhabbeti veren de onlar. Sevgi nedir? Onu dahî bilmeyiz. *Seviyorum* deriz, ama, sevmek ne demek, onun farkında değiliz. 


Şimdiki insanlar, hayvânî arzûlarına, nefslerinin şehvetlerine *Sevgi* diyorlar, *Aşk* diyorlar. Hâşâ! Öyle değil. Aşk, muhabbet, *Sıfat-ı ilâhî* dir.


Mübârekdir, muhteremdir, mukaddesdir. Hayvanların şehvetine aşk denmez, muhabbet denmez. Ama onlar öylesine uydurmuş, isim takmışlar. 


Bizim kalbimize, cenâb-ı Hak *Aşk* vermiş, *Muhabbet* ilkâ etmiş. 


*Ulûm-i zâhiriyye*, mektebde okumakla, hocadan işitmekle olur. *Ulûm-i bâtına* ise, bir büyük *Evliyâ* zâtın kalbinden gelir. 


Ulûm-i zâhiriyyeyi öğrenene *Âlim* denir. Kalb bilgileri nasîb olana ise *Ârif* denir.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Yasîn-i şerîfi* her Cum’a günü, ölmüşlerimize okuyoruz ya. Yasîn-i şerîfde ne buyuruyor cenâb-ı Hak? *Vemtâzül yevme eyyühel mücrimûn!* Yâni, ey kâfirler, bugün dostlarımdan, müslümânlardan ayrılınız! 


Kâfirler, *Eshâb-ı şimâl* dir, onlar başka tarafda. Müslümânlar, *Eshâb-ı yemîn* dir. Bunlar başka tarafda. Orada Müslümânlara *Ni’metler* var, kâfirlere *Azap* var. 


Ne büyük *Ni’met* içindeyiz kardeşim. Çok mes’uduz. Sevinelim, üzülmiyelim, kızmıyalım. Seâdete kavuşan insan kızar mı? *Neş’eli* dir o. Allahü teâlâ, hizmet edenleri sever. 


Rabbimiz, müslümânlara hizmet edeni çok sever. Şimdi biz de, Türkiye’de ve bütün dünyâdaki müslümânlara *Hizmet* ediyoruz. Nasıl mı? Bu kitapları göndermekle. 


*Dünyâ* larına hizmet etmek kıymetli. Fakat *Âhiret* lerine hizmet etmek daha kıymetli. Onların Cennete gitmelerine, *Küfr* den, *Cehennem* den kurtulmalarına hizmet ediyoruz. 


Kim ediyor bu hizmeti? Bütün arkadaşlar, hepsi, hepimiz. Bu yolda bir adım atan, meselâ kitâbı alıp da cildciye götüren, bu sevâba kavuşur. Yeter ki *Allah için* yapsın. 


Rabbimize hamdolsun, elhamdülillah, bizde çalışan yüzlerce arkadaşımız, hepsi *Allah için* çalışıyor. Hepsi bu sevâba kavuşacak inşallah. Kıyâmetde karşımıza çıkacak bu hizmetler. 


Ne büyük *Ni’met* içindeyiz. Allahın yolunu yaymak büyük ni’metdir. Bunun devâm etmesi için bu ni’mete şükretmek lâzım. *Şükretmek*, yerinde kullanmak demekdir. 


Yerinde kullanmanın da birinci şartı, *Fitne* den sakınacağız. *Velâ tülkû bi-eydiyeküm ilet-tehlüke*. Yâni kendinizi fitneye sokmayınız, buyuruluyor. Peki, fitne ne demek? 


Fitne, müslümânları zarara uğratmak, onlara zarar getirmekdir. Fitnenin de çeşitli sebepleri var. Birinci sebep, müslümânların birbirlerine olan *Sevgisi* nin azalmasıdır. 


Fitne çıkmaması için, birbirlerimizi çok seveceğiz. Sevgimizi de ona bildireceğiz. *Bir kimse birini severse, sevgisini ona bildirsin!* buyuruluyor. Sevgisini ona bildirsin ne demek?


Yâni, sevginin şartlarını yerine getirsin de, o da onun sevdiğini anlasın. Ben seni seviyorum, demeye, *Lisân-ı kâl* denir. *Kâl*, söz demekdir. 


Ama sevginin şartlarını yapsın, yerine getirsin demek, *Lisân-ı hâl* dir. Yâni hâlimizle, tavrımızla sevdiğimizi bildireceğiz. *Lisân-ı hâl, lisân-ı kâlden entakdır* diyor âlimler.