Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


O *Büyük*’lerin ruhlarından istifâde etmek, onları sevmeye bağlı. Ne kadar seversen, o kadar *Feyz* alırsın. Onun için, bir araya geldiğimizde, o büyüklerin ismini anıyoruz.


Çünkü onların *İsmi* nerede hürmetle anılırsa, ruhları orada hâzır olur. Bakın, *gelir* demiyorum. Çünkü zâten orada, bir yerden gelmiyecek ki. Radyo dalgaları gibi, devâmlı her an mevcut. 


Yalnız irtibât kurmak için *İsmi*’nin anılması lâzım, o kadar. Peki, nasıl irtibât kuracağız? Ruhlarına, üç *İhlâs* bir *Fâtiha* okuyup, hürmetle isimleri söylenince, irtibat kurulmuş olur. 


*Râbıta* ile *Sohbet*, aynı şeydir kardeşim. Her an, tâbi olduğumuz büyük zât ile râbıta hâlinde olmak çok iyidir. 


Meselâ, her işimizde; *Mübârek hocam olsaydı, bu işi nasıl yapardı?* diye düşünmek, râbıtadır işte. Onu düşününce irtibât kuruluyor, râbıta da irtibât kurmakdır zâten. 


Aynen radyonun düğmesini çevirmek gibi. Radyo dalgası zâten orada var. Düğmeye basınca, İrtibât kuruluyor, onun gibi. 


Ancak bir şey var. Ne duâ edecekseniz, onların ismini söyler söylemez, nefes almadan hemen söylemeli ki, irtibât kesikliği olmasın. Böyle yapılırsa, mutlaka kendilerine arzedilmiş olur. 

*******

Bir gün, Efendi hazretleri ile berâber gidiyorduk. Eyüp câmiinden dergâha doğru, o yokuşda yürüyorduk. Birden karşımıza iri bir *Köpek* çıkdı. 


Ben o zaman gencim, subayım, Efendi hazretlerini korumam lâzım. Böyle düşündüm, ama gayr-i ihtiyârî hemen Efendi hazretlerinin arkasına geçdim, oraya saklandım. 


Elimde olmıyarak öyle yapdım. Efendi hazretleri bastonuyla *Hoşt! Hoşt!* dedi, köpeği kovdu. Köpek de gitdi efendim. 


Ben kendi kendime; *Benim öne geçmem lâzımdı, benim Efendi hazretlerini korumam lâzımdı*, dedim. 


Ama öyle yapmadım, ben Ona sığındım. Neden? Çünkü evlât, babasının arkasına saklanır, evlât babasına sığınır, evlât babanın önüne geçer mi?

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Şâh-ı Nakşibend* hazretleri buyuruyor ki: Ben gençliğimde, *tasavvuf* nedir, *evliyâlık* nedir, hiç bilmezdim. Ama benim bir huyum vardı, hastalara giderdim, *ilâç* alır verirdim. 


Borçluların borcunu öderdim, evlenecekse yardım ederdim. Yâni Allahın kullarına *hizmet* ederdim. Bu hâlim, Allahü teâlânın hoşuna gitdi. 


Mükâfat olarak, beni *sevdiği* kimselere kavuşdurdu ve tasavvufun zirvesine çıkardı. 


Allahü teâlânın, bir kulunu sevip sevmediği nereden anlaşılır? Bu, bir şeyden belli olur. Eğer Allahü teâlâ o kuluna, *sevdiği* bir kulunu tanıtmış ve sevdirmişse, onu *seviyor* demekdir. 


Bizim arkadaşlar böyle meselâ. Onlar, eğer Peygamber aleyhisselâmın zamânında olsalardı, hepsi *Eshâb-ı kirâm* olurlardı. 


Bu gün, bu *Büyük*'leri inkâr edenler de, eğer Resûlullahın zamânında olsalardı, *Ebû Cehil* gibi, *Ebû Leheb* gibi olurlardı. Nitekim İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyorlar ki: 


Bu yolun *Büyük*'lerini tanıyanlar, sevenler, kitaplarını okuyup, yollarında yürümeye gayret edenler, *edebsiz* de olsalar, *saygısız* da olsalar, *pervâsız* da olsalar, *patavatsız* da olsalar, yine azîzdirler, makbûldürler, kıymetlidirler. 


Niçin? Çünkü îmânları ve îtikatları *sağlam*'dır da ondan. 


Allahü teâlânın dînine *hizmet* niyetiyle yaşıyanlar, bu yolda gayret gösterenler, yâni derdi bu olanlar, yataklarında ölseler bile, *şehîd*’dirler kardeşim. 


Yeter ki, niyetleri bu olsun. Allahın dînini, Onun kullarına anlatmak, yaymak olsun. Bu niyetle yaşasın. 


Böyle olan bir mü’min, ölürken Resûlullahın *nûr cemâl*'ini görür ve onun zevkiyle hiç acı hissetmeden *şehîd* olarak Rabbine kavuşur.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamber aleyhisselâmın aslî vazîfesi, islâmiyeti yaymakdır. Yâni onun için gelmişdir. Onun dînine *hizmet* etmek, getirdiği dîni yaymak için uğraşmak da peygamberlik vazîfesine *ortak* olmakdır. 


Böyle bir *mücâhid* yola çıkdığı zaman, melekler gelir, o mücâhidin ayaklarının altına kanatlarını döşerler. İslâma *hizmet*, böyle çok kıymetlidir. 


Allahü teâlânın dînini yayan, *bu aşk* ile kalbi yanan bir mücâhid, yatağında ölse bile *şehîd* olur kardeşim. Bu dünyâda, iki şeye akıl erdiremedim. 


Birincisi, Mehmed Dârende’nin *din gayreti*, kitaplarımızın dağıtılmasında gösterdiği *fedâkârlık*, akıl alacak gibi değil. Onun bu gayretine, bu fedâkârlığına akıl erdiremedim, anlıyamadım, olmaz böyle şey. 


İkincisi de Enver âbi’nin *merhameti*. Bunu da anlıyamadım. Bu nasıl bir merhamettir efendim, aklım ermiyor onun merhametine. Ben öyle yapamam. Bu, yaratılıştan gelen bir şey. 

*******

Ömründe bir defâ olsun, *bir fâtiha* okuyup, bu yolun büyüklerine gönderen kimseyi, bu büyükler unutmazlar kardeşim. 


Onlar *vefâkârdır*, onu tanırlar, bu iyiliğini kaydederler. Ve yârın âhiretde, ona *şefâat* ederler. Bu, ne büyük *müjde*. 


Bir mü’min, bir mü’mini, herhangi bir şekilde sevindirirse, bundan cenâb-ı Hak sevinir, memnun olur. 


Bu memnûniyetden hâsıl olan nûr, bir *ampül* olarak dünyâya inse, onun ışığında *güneş* kararır efendim. Neden? O mü’mini sevindirdiği için. 

*******

Mektûbât’da geçiyor, *dünyâ ehli* biriyle karşılaşırsanız, yolunuzu değişdirin. Aynı köydeyse, başka yere hicret edin. Aynı mahalledeyse, başka yere taşının. Niçin? Onunla karşılaşmamak için. 


Bu, çok mühim, çünkü kalbiniz meyleder. Bizim yolumuz, *hassas* ve *ince*’dir. Bu yolda en çok dikkat edilecek husus, dünyâyı sevenlerle dostluk kurmamakdır. Gayr-i ihtiyârî *kalb* meyleder kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bâzı mü’minler, ölüm acısını tatmıyacak. Nasıl öldüğünü anlamıyacak. Aslında acı var, ama o duymıyacak. Niçin? Çünkü Allahü teâlâ, ona, Peygamber aleyhisselâmı gösterecek. 


Onun akıl almaz güzelliğini görünce, kendinden geçecek ve hiç acı duymıyacak, hani *narkoz* verilmiş gibi. 


Beş vakit namazda Ettehiyyâtü’yü okurken *Esselâmü aleyke!* diye Peygamber aleyhisselâma selâm veriyoruz ya, işte o anda, Efendimiz aleyhisselâm bunu işitiyor.


*Bana selâm veren kim?* diye bakıyor ve onu hâfızasına kaydediyor. O mü’min vefât edeceği zaman hemen geliyor ve *nûr* cemâlini ona gösteriyor. Bu, ne büyük *müjde* kardeşim! 

*******   

Dünyâda en zor iş nedir? İslâmı anlatmakdır. Dîni yaymakdır, yâni dîne *hizmet* etmekdir. 


Bu iş, peygamberlik vazîfesidir. Peygamber aleyhisselâmın çekdiği *çile*’yi, kıyâmete kadar, hiç kimse, ne çekmişdir, ne de çekecekdir. 


Bu gün, birine bir *Namaz Kitâbı* vermek, dîne hizmetdir kardeşim. Bunu yapana ne mutlu. O, bu hizmetiyle Resûlullahın *vârisi* olmuş olur. Çünkü Resûlullahın vazîfesine *ortak* oldu. 

*******

İki tâne *kötü huy* vardır efendim, iki kötü huy. Nedir onlar? *Kibir* ve *İnat*. Kibir ve inat, müslümân olmaya mânidir. Bu din, bu iki şeyi yıkmak için gelmişdir. 


Kim, kendinde zerre kadar bir *varlık*, bir *üstünlük* görürse, yanar kardeşim. Cenâb-ı Hak, her günâhı affeder, ama *kibr*’i affetmez.


İblîs’in, şeytan olmasının, yâni kovulmasının sebebi, Âdem aleyhisselâma karşı secde etmediğinden değildi kardeşim. Neydi ya? 


Kibirlendi, büyüklendi, *Bu emir yanlış!* dedi. Emri beğenmedi, Cenâb-ı Hakka karşı geldi. Onun için *tard* edildi. Yoksa secde etmediği için değil.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Akıllı* olmanın alâmeti, kendini Cehennem ateşinden kurtarmakdır. Bir *kelime-i şehâdet* getirse, Cehennemde yanmakdan kurtulacak. Bunu akıl edemiyene, akıllı denir mi efendim? 


O hâlde *Mü’min* bir çoban, *Kâfir* bir devlet başkanındandan, bin kere daha akıllıdır. Niye? Çünkü bu, *Cennete* gidecek, öbürü *Cehenneme*, hangisi akıllı? İmâm-ı Rabbânî hazretleri ne buyuruyor? 


*Kelime-i tevhîd*, yâni Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah, o kadar büyük ki, bunu bir defâ söylemenin *Sevâbı*, kıyâmete kadar gelecek olan bütün insanlara dağıtılsa, yeter ve artar, buyuruyor. 


Yine o buyuruyor ki: *Bu kelimenin hürmetine, cenâb-ı Hak bütün kâfirleri affetse, yeridir*. 


Yedi kat yerler dolusu ve yedi kat gökler dolusu *Günâh*'ların tamâmı bir kefeye konsa. Bu *Kelime-i tevhîd* de öbür kefeye konsa, bu kelime-i tevhîd ağır gelir. 


Ama bu, söyliyenin derecesine göre böyle kıymetlidir. Herkesin söylediği değil efendim. 


Bir gün hazret-i Osmân radıyallahü anh abdest alacak, su getiriyorlar. Ellerini yıkarken gülmeye başlıyor. Sonra ordakilere dönüp; *Niçin güldüğümü niye sormuyorsunuz?* diyor. 


Onlar da sorunca, şöyle anlatıyor: Bir gün, tam bu yerde, Peygamber aleyhisselâm abdest almak için bizden *Su* istedi. Ben koşup ibriği getirdim ve dökmeye başladım. 


Tam ellerini yıkarken Efendimiz gülmeye başladı. Sonra bize dönüp; *Niçin güldüğümü niye sormuyorsunuz?* buyurdu. Biz de sorunca buyurdu ki: Nasıl gülmiyeyim? 


Bir *Mü’min* abdest alırken, elini yıkadığı zaman, eliyle işlediği bütün *Günâhlar* dökülüyor. Yüzünü yıkarken, yüzüyle, gözleriyle, burnuyla, ağzıyla işlediği bütün *günâhlar* dökülüyor. 


Başını yine öyle, ayaklarını yıkarken de, ayaklarıyla işlediği bütün *günâhlar* dökülüyor. Ben bunu görüyorum da sevincimden gülüyorum, buyurdular diyor. *Hazret-i Osmân*, bunu hâtırlamış da onun için gülmüş efendim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmde; *Bu din geldikden sonra, birbirlerinizle kardeş oldunuz. Değil öldürmek, birbiriniz için canlarınızı fedâ eder hâle geldiniz*, buyuruyor. 


Nitekim, bir savaşta kan kaybetmiş ve *Suuu! Suuu!* diye inliyen bir sahâbîye, bir başka sahâbî, bir bardak *Su* götürüyor efendim. Tam suyu içecekken, başka bir sahâbî *Suuu!* diye inliyor. 


O, bunu işitince suyu içmiyor ve işâretle; *Suyu ona götür!* diyor. Ona götürürken bir başkası, *Suuu!* diye inliyor. O da içmeyip, *Ona götür!* diyor. 


Böylece o suyu, birbirlerine ikrâm ederken, üçü de *Şehîd* oluyor efendim. İşte Efendi hazretleri, bizi himmetleri altına almasaydı, kim bilir ne hâlde olacaktık. 

********

Mahşer meydanı, bu dünyâda olacak kardeşim. Sûriye, Arabistân, Ürdün, Yemen, buralarda. Dümdüz olacak bu yerler. Hiç engebe kalmıyacak. Mahşer, orada kurulacak.


Düşünün ki, her taraf *mermer*, güneş iyice alçalmış. Herkes, günâhları nisbetinde tere garkolmuş. Tek bir ağaç gölgesi yok, *rüzgâr* yok, insanlar feryâd edecek; 


*Yâ Rabbî, ne olur hesâbımızı gör! Cennetse Cennet, Cehennemse Cehennem, yeter ki şu izdihâmdan kurtulalım!* diyecekler. 


Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri buyuruyorlar ki: *Mahşer, elli bin âhiret senesi sürecek*. Ama bu, kâfirler için böyle. 


Onlar, o yakıcı güneşin altında, o müthiş izdihâmda, sıkış sıkış, Elli bin sene bekliyecekler. Ama bu kadar uzun süre, mü’minlere, iki rekât namaz kılacak kadar *Kısa* gelecek efendim. 


İki rekât namaz kılacak kadar. Yâni en fazla *Beş dakîka*. Hem de Arş-ı âlânın altında, serinde. Bir de bakacaklar ki, mahşer bitmiş. 

*******

En büyük bayram, o *Büyük*’leri tanımak ve sevmekdir kardeşim. Çünkü bu ni’met, dünyâ ve âhiret ni’metlerinin en büyüğüdür, bundan büyük ni’met yok. Niçin? Çünkü Cennete girmek, buna bağlı. 


O büyükleri görmiyen, kitaplarını okumıyan kimsenin, kurtulması çok *Zor*’dur. Meselâ biz, Efendi hazretlerini görmeseydik, belki şimdi müslümân bile değildik, yâhut da *Sapık* bir müslümândık.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâm, ilk sohbetde *Müctehid* olurlardı. Yâni dereceleri, bütün Evliyânın üstünde olurdu. Çünkü nefsleri *Îmân* ederdi. 


*Nefs* îmân edince, *Kalb* ile birleşir ve terakkîleri çabuk olurdu. Ama huy, kolay değişmez. 


Çünkü huy, doğarken insanın hücrelerinde, genlerinde vardır. *Can çıkar, huy çıkmaz*, derler ya, bunun mânâsı, huy değişmez değil. Huy değişir, ama çok zor değişir. 


Tasavvuf, bunun için vardır zâten. Can çıkmadan, önce *Huy* bedeni terk eder, sonra *Can* çıkar. 


İyi huylu olmak çok zordur. Peygamber aleyhisselâmın en büyük mûcizesi, *Kur'ân-ı kerîm* idi, ondan sonra *Güzel huylu* olmasıydı. Güzel ahlâk yâni. 


Nitekim kendisi; *Ben size, güzel ahlâkı anlatmak için geldim*, buyuruyor. 


Yine Efendimiz aleyhisselâm; *Üç kişinin Cennete gireceğine ben kefîlim*, buyurmuş. 


Birincisi, şaka için de olsa, yalan söylemiyen. İkincisi, din kardeşinin kalbi kırılır diye korkup, münâkaşa yapmıyan ve sen haklısın diyen. Üçüncüsü de, güzel ahlâklı olan. 

*****

Peygamber aleyhisselâm buyuruyorlar ki: *İyş mâ şi’te, fe inneke meyyitün*. Ne demek bu? Yâni ne iş yaparsan yap, bir gün öleceksin. 


Efendi hazretleri, bâzan; *Aranızda misâfirim, bu günlerin kıymetini iyi bilin, yoksa çok ararsınız*, buyururdu. 


Ölüm hak kardeşim. Eûzü billâhi mineş şeytân irracîm. *Küllü nefsin zâikat-ül mevt*. Yâni Allahü teâlâ; Herkes, ölümün acısını tadacaktır, buyuruyor. 


Size, mutlak olan birşey söylüyorum: Âhiret hayâtı, dünyâ hayâtından daha *Râhat*, daha *Huzûrlu*, daha *İyi*’dir. Sakın ola ki ölümden korkmayın. 


*Ölüm*; evin bir odasından diğer odasına geçmek gibidir. Müslümânlar, son nefesde Peygamber Efendimizi aleyhisselâm görerek ve Cennet hayâtını seyrederek, ölüm acısını hiç duymıyacaklar.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir savcı, *Üç* tâne *Suâl* hâzırlamış, *Efendi* hazretlerine soracakmış. Ehibbâdan Hâlid efendi ile Bâyezid’de buluşup, Eyüp Sultâna gideceklermiş. Savcı câmiye gitmediğinden, kahvede buluşmuşlar. 


Hâlid efendi demiş ki: *Efendi hazretlerinin câmide sohbeti var, Onu dinleyip, sonra berâber yanına gideriz*. Hâlid efendinin zoruyla, savcı câmiye girmiş. Efendi hazretleri de sohbete başlamış.


Ve o sohbetin içinde, savcının bütün suâllerine de bir bir cevap vermiş efendim. Çıkdıkdan sonra, savcı; *Gitmemize lüzûm kalmadı, bütün suâllerimin cevâbını tek tek aldım ve tatmîn oldum*, demiş. 

*****

Eyüp Sultân’da, *Hüseyin efendi* diye meşhur bir *Şeyh* vardı. Efendi hazretleri oraya gelince, bu Hüseyin efendi merâk etmiş. Kendi kendine;


*Benden büyük şeyh olur mu? Kimmiş bu Vanlı Hoca, gidip bir göreyim*, demiş. Efendi hazretlerinin yanına cübbeyle, sarıkla gelmiş, kendini tanıtmış. 


Efendi hazretleri, *Buyurun!* deyip, yanına oturtmuşlar. Herkes bir geri kaymış. Hüseyin efendi kendi kendine; *Kıymetimi bildi, yanına oturttu*, demiş. 


Fakat biri dahâ gelince, onu da yanına oturtmuş. Hüseyin efendi de dâhil, herkes bir geri kaymış. Her gelen, Efendi hazretlerinin yanına oturduğundan, Hüseyin efendi kendini kapının eşiğinde bulmuş. 


Fakat sohbeti dinleyince herşeyi anlamış efendim. Ertesi gün cübbeyi, sarığı çıkarmış, Efendi hazretlerine gelmiş. Efendi hazretleri; *Hüseyin Efendi sen misin, niçin geldin?* diye sormuş. 


Hüseyin Efendi; Efendim, ben kendimi *şeyh* zannederdim. Meğer ben, *Eşşeyh* değil, *Eşşek*’mişim, size kul köle olmağa geldim, demiş ve o gün dergâhta hizmete başlamış. 


Hanımına ve kayınvâlidesine de; *Siz de gelin, dergâhda bulaşık-çamaşır yıkayın*, dermiş. Biz onları, orada hizmet ederken gördük efendim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu büyükler, gelen talebelerde kâbiliyet aramazlar. Zîra onlar, bir *Taş*’a teveccüh etseler veyâ dokunsalar, hattâ sâdece baksalar, o taş *Feyz* alır, feyz verir. Hattâ *bin sene* geçse bile, o feyz, o taşdan gitmez efendim. 


O büyüklerin tahmînî konuşmaları, *Allahü a’lem* demeleri, yâni *Allah bilir ki*, demeleri veyâ öyle zannediyorum ki, demeleri *Kat’iyyet* ifâde eder. 


Çünkü onlar, *Mutlak böyledir* demezler, bir açık kapı bırakırlar. 


Meselâ Efendi hazretleri; *Bu gün, dünyâda bir mürşid-i kâmil, şurada yok, şurada yok, şurada yok, belki Hindistân’da vardır*, buyurdular. 


İşte o *Belki* kelimesi, kat’iyyet ifâde eder. O gün Hindistân’da vardı efendim, İsmi de, *Ehlisünnet Hân*. Hattâ bu zât, bir kitap yazmış. Ben okudum o kitâbı. 


Bir yerinde yazmış ki: *Bizi seven, yolumuzu seven, bu büyükleri seven kimseye, kabir azâbı olmaz*. Öyle buyurmuş Mübârek. 

*******

Bir kadıncağız, kocasına devâmlı söylermiş, dermiş ki: *Ne olur, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerine söyle, ben Ona bağlanmak istiyorum*. O da; Söylerim hanım! dermiş, ama gidince unuturmuş. 


Ertesi gün bir daha sormuş: *Söyledin mi efendi?* Aaa, Vallâhi unutdum hanım. *Niye unutdun?* Hanım, bu gün öyle bir sohbet vardı ki, Vallâhi aklıma bile gelmedi. Hanımı; *Bâri bugün söyle*, demiş. 


Adam da; Hayhay hanım söylerim, demiş, ama gene unutmuş. Derken hanım vefât etmiş efendim. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri namâzını kıldırmış ve *Allahü a’lem, bizi sevenler kabir azâbı çekmez*, buyurmuş. 


Ertesi gün, bu kadıncağızı rüyâda görüyorlar. Diyorlar ki: Allahü teâlâ sana ne muâmele etdi? 


Kadıncağız sevinç içinde; *O zâtı sevdiğim için kabir azâbı çekmiyorum*, demiş. Kabir azâbı yok. Niçin? O zâtı sevdiği için. Sevmek kâfi, ne büyük *müjde* kardeşim

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâm zamânında münâfıkların başlarından biri, Peygamber Efendimizi kastederek; *Ey Kureyşliler! Bunun yüzünden ne bu başımıza gelenler?* demiş.


Sonra da –Hâşâ- *Bu Zelîli indirelim, bir Azîzi başa çıkaralım*, demiş. Sahâbeden *Zeyd bin Erkam*, o vakit çocuk imiş. Bunu duymuş ve gidip Peygamber aleyhisselâma söylemiş. 


Bu münâfığın oğlu *Hâris* radıyallahü anh da, bunu duyar duymaz hemen babasına koşmuş. 


Ve hiddetle; *Eğer böyle bir şey dediysen, git Peygamberimizden özür dile. Demediysen, demediğini söyle!* demiş. 


O da korkup *inkâr* etmiş. Bir de *yemîn* etmiş. Ama *Hâris* radıyallahü anh babasının bunu söylediğini iyi biliyormuş. Efendimize koşup, babasını öldürmek için *İzin* istemiş. 


Fakat Peygamber Efendimiz buna izin vermemişler. Bunun üzerine bu münâfık şehre girerken, oğlu *Hâris* radıyallahü anh koşup yolunu kesmiş. 


Ve babasının karşısına dikilip; *Ben Zelîl’im, Muhammed Azîz’dir* demedikçe, şehre giremezsin! demiş. 


O da korkusundan; *Ben Zelîl’im, Muhammed Azîz’dir* demek zorunda kalmış. 

,,,,,,,,,,


Efendi hazretleri gözlerinden râhatsızlardı. Bâzı talebeleri ameliyat olmasını söylediler. Efendi hazretleri bir gün bana; *Sen bu ameliyat husûsunda ne dersin?* diye sordu. Benimle istişâre etdi. 


Ben de cevâben; *Efendim, sizin onların eline teslîm olmanıza dayanamayız. Hem netîcesi de kesin değil*, diye arzetdim. 


Efendi hazretleri; *Biz de öyle düşünüyoruz*, buyurdu.


Efendi hazretlerine biz acırdık kardeşim. *Böyle derin bir âlim tanınmıyor, bilinmiyor, buralarda yazık oluyor*, derdik. 


Şimdiki Lise hocaları hep çocuk. Bizim zamânımızda oturaklı hocalar vardı. Meselâ bir fransızca hocamız vardı ki, Galatasaray Lisesinde senelerce müdürlük yapmışdı. 


Bu hoca, benim gözümde *Büyük*’dü. Ama ne zamana kadar? Efendi hazretlerini görünceye kadar. Ne zaman ki *Efendi hazretlerini* gördüm, *Sohbet*’ini dinledim.


İşte o zaman, o hocanın ve onun gibilerin, Efendi hazretlerinin yanında ne kadar *Küçük* olduğunu anladım. Bütün bu ni’metler, büyüklerin karşısında *Edebli* oturmamızdandır kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Biraz mürekkep yalamış bir adam, bir Evliyâyı ziyârete gitmiş. Yolda giderken de kendi kendine; *Buna Allah adamı diyorlar, bakalım nasıl biri?* demiş. 


O zâtın köyüne varmış. Evini bulup kapısını çalmış. *Kabûl ederseniz, misâfir geldim*, demiş. Oturup konuşmuşlar. Akşam namazı vakti gelince de, namazı cemâatle kılmışlar. 


Ev sâhibi imâm olmuş. Adam, onun okuyuşunu dinleyince, içinden; *Buna evliyâ diyorlar. Bu daha Fâtiha’yı bile doğru dürüst okuyamıyor*, diye düşünmüş. 


Sabahleyin namâza kalkdıklarında, köylerde *Çeşme* dışarıda olur. Abdest almağa dışarı çıkınca, bir de bakmış, çeşmenin başında koca bir *Aslan* var.


Nerdeyse adama saldıracak. Adam, korkusundan içeri kaçmış ve ev sâhibine; *Sakın dışarı çıkma, çeşmenin başında bir aslan var*, demiş. 


Ev sâhibi kapıyı açıp, aslana bir kızmış, bir bağırmış; *Sen, benim misâfirimi nasıl korkutursun? Çabuk git buradan!* demiş. 


Aslan, yelelerini sürüyerek, *Hürmet* ve *Saygı* ile geri geri gitmiş ve oradan uzaklaşmış. Misâfir şaşırmış tabii. İçinden; *Allah Alllah! Nasıl olur, aslan insandan korkar mı, aklım almıyor*, demiş. 


Bu Velî zât, o adamın kulağına eğilmiş. *Bizim Fâtihamızla uğraşacağına, biraz adam ol*, buyurmuş. 


Sonra da; *Bir kimse Allah’dan korkarsa, bütün mahlûklar da ondan korkar. Allaha itâat etdiği kadar mahlûklar da ona itâat ederler*, buyurmuş. 


Allahü teâlâ, meâlen: *Kullarımın arasında benden en çok korkanlar, beni en iyi tanıyanlardır*, buyuruyor. Ancak korkmanın temelinde *muhabbet* vardır, *sevgi* vardır. 


Evet, seven korkar. Ama niçin korkar? Kötülük yapar diye mi? Hayır. Onu *üzerim*, *incitirim* diye korkar. 


Meselâ bir talebe, hocasından korkar. Niçin? Bir hatâ yaparım, yanlış bir iş yaparım da hocam *Üzülür*, *kırılır* diye korkar.