Mektubat-ı Rabbanî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mektubat-ı Rabbanî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Zât-ı ilâhînin sevgisi insanı kaplamalıdır

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki;

Evet, âhıreti istemek iyidir, sevâbdır. Fekat, ebrâr için [ya'nî nefslerinin sevgisinden kurtulmamış olup, nefslerini azâbdan korumak ve ni'metlere kavuşdurmak için, ibâdet edene] sevâbdır. Mukarrebler âhıreti istemeği de günâh bilir. Zât-ı ilâhîden başka bir şey istemez. Mukarrebler derecesine yükselmek için, (Fenâ) hâsıl olmak lâzımdır ve Zât-ı ilâhînin sevgisi insanı kaplamalıdır. Bu sevgiye kavuşan, elemlerden, sıkıntılardan da lezzet alır. Ni'metler ve musîbetler, müsâvî olur. Azâblar da, ni'metler gibi tatlı olur. [Allahü teâlânın her işinden, Onun işi olduğu için râzıdırlar. Fekat, günâhlardan, kulun kesbi olmak bakımından râzı değildirler.] Cenneti, Allahü teâlânın râzı olduğu yer olduğundan ve Cenneti istiyenleri sevdiği için, isterler. Cehennemden sakınmaları da, Allahü teâlânın gazab etdiği yer olduğu içindir. Yoksa, Cenneti istemeleri, nefslerine tatlı geldiği için değildir. Cehennemden kaçınmaları, orada azâb ve sıkıntı olduğu için değildir. Çünki, bu büyükler, sevgilinin yapdığı her şeyi güzel görür. Bunları kendilerinin matlûbu, maksadı bilirler. Sevgilinin her işi, sevgili olur. İşte, tâm ihlâs budur.


NOT;

Fena hasıl olmak ne demektir?

Önce fena fil arkadaş. Sonra fena fişşeyh. Sonra fena firresul, sonra fena fillah.

Fena fil arkadaş; (Ben yokum arkadaşım var) bilincine ermek. Sırasıyla diğerleri gelir. Bunların olabilmesi, bir mürşid-i kamil zatın sohbetinden veya kitaplarını okumaktan gelen feyiz iledir.

(Hüseyin Hilmi Işık)

MEKTÛBÂT-I ŞERİFİN GÜCÜ (imamı Rabbani hazretleri)

Emekli albay,

Fahreddin Tacar abi anlatıyor;

1960 yılında Erzurum Kandilli de 2000 rakımlı Haydariye geçidinde vazife yapıyordum. Burada Latîf isminde bir astsubay vardı. Makinistti. Yakışıklı idi.

Herkes Latîf ağabey derdi. 350 astsubay vardı. Bunların gazinosunun başında hep bu idi. Geceleri kadın falan getiriyordu. Mesai bitmeden az evvel masayı kurarlardı. Subaylarla beraber içerlerdi. Sabah gelirdim ki, binbaşı Sıdkı ve üsteğmen Mehmed de berâber hâlâ içiyorlar.

Ben onu görünce yolumu değiştiriyordum. Bu ise bütün nöbetlerini benimle yazdırıyordu. Zeki Celep geldi. Iğdır'a tayin olunmuştu. Cumartesi günü Lala-pâşa câmii’nde oturup sohbet ettik. Sabah namazını kılıp yattık.

Üç tane Se’âdet-i Ebediyye getirmişti. İkisini bana verdi. Bunlardan birisini ben okuyor, diğerini sırayla uygun kimselere ödünç veriyordum.

🌷Latîf bir gün geldi. “Arkadaşlara verdiğin kitaptan bana da versen” dedi.

"Olur olur” dedim. İçimden de “Herkes istifade etse, sen istifade edemezsin” diyordum.

Sonra ısrar etti, verdim. Bir hafta sonra kitabı istedim,

"Komutanım veremem” dedi. Aradan birkaç gün geçti.

Yûsüf astsubay dedi ki, “Latîf hasta, herkes, komutan bile ziyaret etti, bir siz kaldınız, siz de ziyaret etseniz” dedi.

Ben de: “Sen onun nasıl bir insan olduğunu biliyorsun, ona nasıl gidilir?” dedim.

O da: “Latîf namaz kılıyor” dedi.

"Güldürme beni” dedim. Israr etti:

"Bizzat gördüm” dedi.

"O zaman gitmemiz vacip oldu” dedim.

Kapıyı vurdum, açılmadı. İtince açıldı. Baktım namaz kılıyor. Hem de tam tekmil. Bekledim, selâm verdi. Bana sarıldı ve ağlamaya başladı.

İçeri davet etti.

“Sizden aldığım kitap var ya, onu okudukça yazarını, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini karşımda görmeye başladım” dedi.

Ben hâlâ inanamıyordum. Erbaa'da iken Kerîm hocada Mektûbât’ın taş basmasını görmüştüm.

Ankara’da cumartesi pazarları uğradığım Hâcıbayram'da, kitapçı Hâcı Muhsin efendiye sordum.

"Bir cezâ hâkiminde var” dedi.

Gittim, pahalı bir fiyata aldım. Kenarında İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin şemâili yazıyordu.

Latife dedim ki,

“Gördüğün zât nasıl biriydi?”

O da tarîf etti, aynen şemâildeki tarîfe uyuyordu.

"Namazı nasıl kılıyorsun?” diye sordum.

"Namaz kılarken İmâm-ı Rabbânî hazretlerini görüyorum, onun gibi kılıyorum, abdesti de onun aldığı gibi alıyorum.

Hatta Erzincan’a rektifiye için giderken yol buz idi. Hissediyordum ki arabayı da O kullanıyordu. Gidip gelirken o yollarda üşüttüm” dedi.

Sonra: “Bu garnizonda kim ne yapıyorsa bana gösteriliyor. Bunu savcılığa haber vereyim mi?” diye sordu.

Ben de, “İmâm-ı Rabbânî hazretlerine sor” dedim.

Sonra da, “Ben bir Ankara kızıyla evlendim. Şimdi aileme namaz kıl diyorum, kılmıyor. Başını ört diyorum, örtmüyor. Boşanmak istiyorum” dedi.

Ben de: “Büyüklerimiz müsaade etmiyor” dedim.

Sonradan bir gün bana geldi: “Bu gece zelzele oldu, biz kendimizi dışarı attık. Dışarısı çok soğuktu.

🌹Fakat dışarıda bir anormallik yoktu. İçeri girip yattık. Yine zelzele oldu. Kapıda Fâtıma validemizi gördüm. Hanımı ikaz etmiş. Hanım örtündü” dedi.

💚Hocamıza geldiğimde eczaneye uğradım ve hâdiseyi arz ettim.  “Bunu arkadaslara anlatın, Mektûbât'ın gücünü görsünler” buyurdular.

Mektûbât Tercemesi

 

(Mektûbât Tercemesi) kitâbında, îmân ve tesavvuf bilgilerine

ağırlık verilmişdir. Bu kitâbı dikkat ile okuyan tâli’li bir kimse, kâmil bir îmân ve güzel ahlâk sâhibi olur. Tesavvufu, hakîkî tarîkati anlıyarak, sahte tarîkatcılara aldanmaz. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Kâmil mü’min, eli ile, dili ile, mahlûklara zararı dokunmıyan kimsedir) buyurdu. Derin âlim seyyid Abdülhakîm efendi “rahmetullahi aleyh” de, (Er-Riyâdut-tesavvufiyye) kitâbında, (Tesavvuf, tarîkat, kötü huyların hepsinden kurtulmak, iyi huyların hepsine kavuşmakdır) demekdedir. Görülüyor ki, bu kitâbımız, insanları zararsız ve iyi huylu yapmak için yazılmışdır. Bu kitâbı anlıyan ve uyan insan, Allahü teâlânın emrlerine ve devletin kanûnlarına itâ’at eder. İslâm dîni, hükûmete isyân etmeği, kanûnlara karşı gelmeği, fitne çıkarmağı şiddetle yasak etmiş, bu konuda hiçbir özr kabûl etmemişdir. Seyyid Kutbun ve Mevdûdînin ihtilâlci, bölücü kitâblarına ve boş kafalarından yazdıkları uydurma fetvâlarına aldanmamalı, fitne çıkarmamalıdır. Müslimân, vatanına, milletine fâideli olur. Vatandaşların aynı hak ve hürriyyetlere mâlik olduklarını bilir. Kendini kimseden üstün görmez. Râhat ve huzûr içinde yaşadığı azîz vatanını, milletini ve bayrağını çok sever. Herkese iyilik eder. Bölücülük yapmaz. Gayrı müslimlere, başka dinden, başka mezhebden olanlara, turistlere, yabancı tüccârlara, müsâfirlere de hiç kötülük yapmaz. Müslimânların güzel huylu, iyi insanlar olduklarını, güler yüzü ile, tatlı sözleri ile ve iyi hareketleri ile, bütün dünyâya tanıtır. Herkesin seve seve müslimân olmalarına sebeb olur. Kötülük yapanlara nasîhat verir. Kimseye hîle, hıyânet yapmaz. Devâmlı çalışır. Halâl kazanır. Kimsenin hakkına dokunmaz. Vergilerini, borçlarını vaktinde öder. Bunu, Allah da sever, kullar da sever. Çalışarak halâl para kazanmanın lâzım ve çok sevâb olduğu (Mekâtîb-i şerîfe)nin seksensekizinci mektûbu sonunda uzun yazılıdır.

Dünya işleri üzülmeye değmez

Silsile-i aliyye büyüklerinin 23. halkası olan İmâm-ı Rabbânî "kuddise sirruh" hazretleri buyurdular ki;

“Dünya işlerinin bozuk gitmesinden ve halinizi toparlayamadığınızdan hiç sıkılmayınız! Çünkü dünya işleri, üzülmeye değmez. Bu dünyada olan her şey geçecek, yok olacaktır. Allahü teâlânın razı olduğu şeylerin arkasından koşmak lazımdır. Güç olsa da, kolay olsa da, bunları yapmaya çalışmalıdır. Aranılacak, gönül verilecek, Allahü teâlâdan başka hiçbir şey yoktur. Geçici, yok olucu şeylere gönül vermek pek yazık olur. Bu yolun büyüklerine olan sevgiyi, dünya ve ahiret saadetinin sermayesi biliniz! Bu sevginizin artması için, Allahü teâlâya dua ediniz! Bu sevgi, insanın islamiyet’e uymasını kolaylaştırır. Kalbin her an Allahü teâlâ ile olması, bu sevgi ile elde edilir. Eğer dünyanın bütün sıkıntılarını kalbe doldursalar, bu sevgi bulunursa, hiç üzülmemelidir.”

Mektûbat Tercemesi

 971 [m.1563] de doğan ve 1034 [m.1624] de vefât eden, ikinci bin yılın müceddîdi, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendi hazretleri, Kur’ân-ı kerîm ve Hadîs-i Şerîflerden sonra, en kıymetli üçüncü kitâb olan (MEKTÛBÂT) kitâbını yazmışdır. İnsanoğlunun rûhî hastalıklarının tedâvî yollarını göstermiş, islâm dînine nasıl inanılacağı, ibâdetlerin ehemmiyyeti, Evliyâlık, Resûlullahın güzel ahlâkı, islâmiyyet, tarîkat ve hakîkatin ayrı ayrı şeyler olmadıklarını îzâh etmişdir. Üç cild ve aslı fârisî olan mektûbât kitâbında (536) mektûb vardır.

Kitabı okumak için lütfen linke tıklayın: Mektûbat Tercemesi


Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Asıl maksat, *Allahı* hâtırlamakdır. Ama bu, *Zor* dur efendim. Hele bu zamanda. Ama bunun kolayı var. Bir *Âbi* ile berâber olmak, *Râbıta* olur. Ne güzel işte.


Bizim *Âbiler* le berâber olan, o *Büyük* leri hâtırlar. Büyüklerin *Kitâbı* nı okuyan da, onlarla berâber sayılır. Meselâ bizim kitaplar, o büyüklerin *Sözleri* dir.


Onların mübârek *Kelâmları* dır efendim. Onları okuyanlar, o büyüklerle *Râbıta* hâlinde olur. Niçin? Çünkü onların *Rûh* ları, anıldıkları yerde *Hâzır* olurlar. 


Ruhlar için *Zaman* yok efendim. Rûh zamansızdır. *Ânında* gelir ve okuyanın rûhuyla berâber olur. Ne büyük *Ni’met* efendim. Bu fırsat kaçar mı? 


Kendisi talep etmeden, cenâb-ı Hak, bir kuluna *Hastalık* gönderirse, şöyle düşünsün: 


Bu, benim duâlarımın *Kabûl* olması için, yüce Rabbimin yaratdığı bir *Sebep* dir. Öyleyse *Duâ* edersem, bu hastalık sebebiyle *Rabbim* duâlarımı *Kabûl* eder, desin.


Ve ne ihtiyâcı varsa *Talep* etsin, *Duâ* etsin. Ne dileği varsa dilesin. Ne isteği varsa istesin, ama *Şifâ* için de duâ etsin. 


Çünkü *Mutlak* olan bir şey var ki, Allahü teâlâ, bu kâinâtda *Kendisi* ni, sebepler âleminde gizlemişdir. O, her şeyi, bir *Sebep* le yaratır.


Yâni Allahü teâlâ, *Kendisi* ni gizlediği gibi, *Kudreti* ni de, sebepler altında gizlemişdir. Kendi sevgisi için, *Evliyâ* zâtları sebep yaratmışdır. 


Kalbin ferahlaması ve temizlenmesi için de *Namâz* kılmayı, *Kur’ân-ı kerîm* okumayı ve *Sohbeti* sebep yaratmışdır. 


Bütün sohbetlerin, bütün ilimlerin, bütün nasîhatların kaynağı, *İmâm-ı Rabbânî* hazretleridir kardeşim. 


O da, *Peygamber Efendimiz* den almış, hamur yapmış. Bize hazır lokma, hazır kaynak efendim. *Mektûbât*, en sağlam *Kaynak* dır. 


Biz kitaplarımıza, hep oradan aldık, koyduk. Kitaplarımızın temeli, *Mektûbât* dır kardeşim.

Sevgiliden gelen sıkıntılar iyiliklerinden dahâ tatlıdır, 3.Cild 15.ci mektûb

ÜÇÜNCÜ CİLD, 15. ci MEKTÛB

Bu mektûb, mîr Muhammed Nu’mâna “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” yazılmış olup, sevgiliden gelen sıkıntıların, acıların, seven kimseye, Onun ni’metlerinden, tatlılarından dahâ tatlı olduğunu bildirmekdedir:

Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdiği, sevdiği kimselere selâmlar olsun! Kıymetli seyyid kardeşim! Dikkatle dinleyiniz! İyi düşünceli olan kardeşlerimizin derdlerden kurtulmamız için, her çâreye baş vurduklarını, hiçbirinin fâide vermediğini haber aldım. (Allahü teâlânın yaratdıklarında, gönderdiklerinde hayr, iyilik vardır) hadîs-i şerîfi meşhûrdur.

İnsan olduğumuz için, başımıza gelenlerden, bir aralık üzülmüşdük. İçimiz sıkılmışdı. Birkaç gün sonra, Allahü teâlânın lutfü ile, üzüntü ve sıkıntılar gitdi, hiç kalmadı. Onların yerine sevinc, genişlik geldi ki, bizimle uğraşanlar, Allahü teâlânın istediğini istemekde ve yapmakdadırlar. Böyle olunca, sıkılmanın, üzülmenin yersiz olduğu, Allahü teâlâyı seviyorum diyenin böyle olmaması gerekdiği anlaşıldı. Çünki, sevene, sevgilinin gönderdiği acıların da, Ondan gelen iyilikler gibi sevgili ve tatlı olması lâzımdır. Sevgilinin iyilikleri tatlı geldiği gibi, Onun acıtması da tatlı gelmelidir. Hattâ, Ondan gelen acılarda, tatlılardan dahâ çok lezzet bulmalıdır. Çünki, acılar, sıkıntılar nefse tatlı gelmez. Nefs, böyle şeyleri istemez. Her bakımdan güzel olan, herşeyi güzel olan Allahü teâlâ, bir kulunu incitmek dileyince, Onun irâdesi, isteği, bu kula elbette güzel gelmelidir. Dahâ doğrusu, bundan zevk almalıdır. Bizimle uğraşanların diledikleri, istedikleri, Allahü teâlânın dilediğine uygun olduğu için ve bunların dilekleri, O sevgilinin dilediğini gösterdiği için, bunların diledikleri ve yapdıkları da, elbette güzeldir ve tatlı gelmekdedir. Sevgilinin işini gösteren bir kimsenin işi de, sevene sevgilinin işi gibi, sevimli ve tatlı gelir. Bunun için bu kimse de, sevene sevgili olur. Şaşılacak şeydir ki, bu kimsenin vereceği acılar, sıkıntılar, ne kadar çok olursa, sevenin gözüne o kadar çok tatlı görünür. Çünki, onun verdiği sıkıntılar, sevgilinin düşman gibi olduğunu göstermekdedir. Bu yolda aklı gidenlerin işlerine akl ermez. Demek ki, o kimseye karşılık yapmak, onu kötü bilmek, sevgiliyi sevmeğe uymaz. Çünki, o kimse, sevgilinin işlerini gösteren bir ayna gibidir. Bizimle uğraşanlar, incitenler, başkalarından dahâ sevimli görünüyorlar. Kardeşlerimize, dostlarımıza söyleyiniz! Bizim için üzülmesinler, sıkılmasınlar. Bizi incitenleri kötü bilmesinler. Onlara kötülük yapmasınlar! Bunların yapdıklarına sevinseler, yeridir. Evet, düâ etmekle emr olunduk. Allahü teâlâ, düâ edenleri, Ona boyun bükenleri ve yalvaranları, sızlıyanları sever. Böyle yapmak, Ona tatlı gelir. Belâların, sıkıntıların gitmesi için düâ ediniz! Afv ve âfiyet için yalvarınız!

O kimsenin incitmesi, sevgiliyi düşman gibi göstermekdedir dedim. Evet çünki, sevgilinin düşmanlığı, düşmanlar içindir. Dostlarına düşmanlığı, görünüşdedir. Bu ise, merhametini, acımasını bildirmekdedir. Böyle düşman görünmesinin, sevene nice fâideleri vardır ki, anlatılmakla bitmez. Bundan başka, dostlarına düşmanlık gibi görünen işler yapması, bunlara inanmıyanları harâb etmekde, onların belâlarına sebeb olmakdadır. Muhyiddîn-i Arabî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”, (Ârifin niyyeti, maksadı olmaz) buyuruyor. Ya’nî, Allahü teâlâyı tanıyan kimse, belâdan kurtulmak için birşeye başvurmaz demekdir. Bu sözün ne demek olduğunu iyi anlamalıdır. Çünki, derd ve belâların, sevgiliden geldiğini, Onun dileği olduğunu bilmekdedir. Dostun gönderdiği şeyden ayrılmak ister mi ve o şeyin geri gitmesini özler mi? Evet düâ ederek, gitmesini söyler. Fekat, düâ etmeğe emr olunduğu için, bu emre uymakdadır. Yoksa, gitmesini hiç istemez. Ondan gelen herşeyi de sever, hepsi kendine tatlı gelir. Doğru yolda bulunanlara, Allahü teâlâ selâmet versin! Âmîn.

[(Miftâh-un-necât) da yazılı hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, mü’minler için, hergün yirmibeş kerre, istigfâr okursa, Allahü teâlâ, bu kimsenin kalbinden gıl ve hasedi çıkarır. İsmi, Ebdâl ismleri arasına yazılır. Ona, bütün mü’minler adedince, sevâb yazılır. Kıyâmet günü, bütün mü’minler: Yâ Rabbî, bu kulun bizim için, istigfâr okurdu. Sen de onu afv eyle! derler) buyuruldu. Gıl, hîyle demekdir. Ebdâl, Evliyâdan bir sınıfın ismidir. Hergün (Allahümmagfir lî ve li-vâlideyye ve lil-mü’minîne vel-mü’minât vel-müslimîne vel-müslimât el-ahyâ-i minhüm vel-emvât bi-rahmetike yâ Erhamerrâhimîn) okumalıdır. Bu düâ, (Kitâbüssalât) kitâbımızda da yazılıdır.]

Kazâya râzı olmalıdır hattâ lezzet duymalıdır ,2.Cild 88.ci mektûb

İKİNCİ CİLD, 88. ci MEKTÛB

Bu mektûb, molla Bedî’uddîne yazılmışdır. Kazâya râzı olmağı ve sâhibinin yapdığından lezzet duymak lâzım olduğunu bildirmekdedir:

Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdiği, sevdiği kullarına selâm olsun! İyi kul, sâhibinin yapdıklarından râzı olan, onları beğenen kuldur. Kendi isteklerini beğenen kimse, kendine kuldur. Sâhibi, kulunun buğazına bıçak dayasa, kulun bundan râzı olması, sevinmesi lâzımdır. Allah korusun, eğer bunu beğenmez, istemezse, Onun kulluğundan çıkmış olur. Sâhibinden uzaklaşmış olur.

Tâ’ûn [gibi sârî ve tehlükeli hastalıklar], Allahü teâlânın dilemesi ile gelmekdedir. Kendi isteği ile gelmiş gibi sevinmek lâzımdır. Tâ’ûn [ya’nî vebâ ve her bulaşıcı hastalık] gelince, kızmamalı, üzülmemelidir. Sevgilinin yapdığı şey olduğunu düşünerek sevinmelidir. Herkesin belli bir eceli, ya’nî ölüm zemânı vardır. Bu zemân hiç değişmez. Onun için, hastalıkda sıkılmamalı, telâşa düşmemelidir. Böyle derd ve belâlar gelince, Allahü teâlâya sığınmalı, âfiyet vermesi, kurtarması için düâ etmeli, Ona yalvarmalıdır. Allahü teâlâ düâ edenleri, sıhhat ve selâmet istiyenleri sever. Mü’min sûresindeki âyet-i kerîmede meâlen, (Düâ ediniz! Düânızı kabûl ederim!) buyuruyor. [Bunun için her nemâzda, fâtiha okurken, Allahü teâlâdan hidâyet istiyoruz.] Allahü teâlâ, sizi, görünür ve görünmez belâlardan korusun! Âmîn.

[Ya’kûb bin Seyyid Alî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Şir’a-tül-islâm) şerhinde diyor ki, hadîs-i şerîfde, (Düâ etmek, ibâdetdir) buyuruldu. Kabûl olmazsa da, sevâb hâsıl olur. Düânın kabûl olması için şartlar vardır: Halâl yimelidir. Harâm lokma yiyenin düâsı kırk gün kabûl olmaz. Düâ ihtiyâcı gideren, se’âdete kavuşduran kapının anahtarıdır. Bu anahtarın dişleri, halâl lokmadır. Giydiği de tîb olmalıdır. Hazar olmayan, men’ edilmiş olmayan mala halâl denir. Hazer olmıyan, ya’nî şübheli olmıyan mala tîb denir. Düâ ederken, kalb uyanık olmalı, kabûl edileceğine inanmalıdır. Söylediğinden haberi olmıyan gâfilin düâsı kabûl olmaz. Düâdan evvel tevbe ve istigfâr etmelidir. Düânın kabûlü için acele etmemelidir. Düâya devâm etmeli, usanmamalıdır. Allahü teâlâ, düâ etmeği ve düâ edeni sever. Kabûl etdiği hâlde, istenileni vermeği gecikdirerek, düânın ve sevâbının çok olmasını ister. Düâyı, hiç olmazsa, yedi kerre tekrâr etmelidir. Râhat ve huzûr zemânlarında çok düâ edenin, derd ve belâ zemânlarındaki düâları çabuk kabûl olur. Düâdan evvel, Allahü teâlâya hamd ve Resûlullaha salât ve selâm söylemelidir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” düâya başlarken, (Sübhâne Rabbiyel aliyyil a’lel-Vehhâb) derdi. Evvelâ, günâhlarına tevbe etmeli, sonra bütün mü’minlerin sıhhat ve selâmetleri için düâ etmeli ve her dileğini söyleyip, vermesini cân ve gönülden istemelidir. Akla ve şer’a uymıyan şey istememeli, meselâ, Cennetin sağ tarafında beyâz bir köşk ver dememelidir. Kalbine gelen hayrlı şeyi istemeli, söylediğinin ma’nâsını öğrenmelidir. Düâ, bir temennî olmamalı, istediği şeye kavuşduracak sebeblere yapışmalıdır. Meselâ, önce tâ’at ve ibâdâta sarılmalı, sonra Allahın rızâsına kavuşmak için düâ etmelidir. Tâ’atler, ibâdetler, rızânın, muhabbetin sebebleridir. Sebeblere yapışmadan yapılan düâ kabûl olmaz. Buna düâ denmez. Fâidesiz temennî denir. Ümmîd edilmiyen şeyi istemeğe temennî denir. Ümmîd edilen şeyi istemeğe recâ denir. İstenilen şeyin sebeblerine kavuşdurmasını dilemelidir. Hadîs-i şerîfde, (Çalışmadan düâ eden, silâhsız harbe giden gibidir) buyuruldu. Abdest alıp, diz üstüne, kıbleye karşı oturup, elleri göğüs hizâsında ileri uzatıp, avuçları [semâya karşı] açıp, Peygamberlere ve Evliyâya tevessül ederek, Onların hâtırları ve hurmetleri için istemeli, sonunda (Âmîn) demelidir. Herşeyden önce, afv ve magfiret ve âfiyet için düâ etmelidir. Bunların hepsini ihtivâ eden çok kıymetli düâ, (Allahümme rabbenâ âti-nâ fiddünyâ haseneten ve fil-âhıreti haseneten ve kı-nâ azâbennâr)dır. Kendisi, ehli ve evlâdı için zararlı düâ yapmamalı, [meselâ (Yâ Rabbî! Canımı al) dememelidir]. Kabûl olursa, pişmânlık fâide vermez. Şir’a şerhinden terceme temâm oldu.]

Dünyâ sıkıntılarının fâidesi, Tâ’ûnun sevâbı, 2.Cild 17.ci mektûb

İKİNCİ CİLD, 17. ci MEKTÛB

Bu mektûb, Mirzâ Hüsâmeddîn Ahmede gönderilmiş olup, bu dünyâ sıkıntıları, acı görünse de, insanı yükseltirler ve tâ’ûndan ölmenin kıymetini bildirmekdedir:

Önce, Allahü teâlâya hamd ve Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” salevât eder, size de düâ ederim. Yazılarımla sizi râhatsız ediyorum. Başımıza gelenlere sabr tavsıye buyurduğunuz, kıymetli mektûbu, şeyh Mustafâ getirdi. Okumakla şereflendik. Hepimiz, Allahü teâlânın mülküyüz. Hepimiz, Onun huzûruna gideceğiz! Başımıza gelenler, görünüşde çok yakıcı, çok acıdır. Fekat, hakîkatde ilerletici, yükseltici ilâclardır. [İlâclar, elbette acı olur.] Bu acıların, dünyâda sebeb olduğu fâideler, âhıretde beklediğimiz ni’metlerin yüzde biri olamaz. O hâlde evlâd, Allahü teâlânın büyük bir ihsânıdır. Yaşadıkları müddetce, insan, çok fâidelerini görür. Ölümleri de, sevâb kazanmağa, yükselmeğe sebeb olur. Büyük âlim, Muhyissünne [Nevevî] “rahmetullahi aleyh” (Hilyet-ül-ebrâr) ismindeki kitâbında diyor ki: (Abdüllah ibni Zübeyr “radıyallahü anhümâ” halîfe iken, tâ’ûn hastalığı oldu. Bu tâ’ûnda, Enes bin Mâlikin “radıyallahü anh” seksenüç çocuğu öldü. Kendisi, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” hizmetcisi idi ve bereket, bolluk için düâsını almışdı. Bu tâ’ûnda, Abdürrahmân bin Ebû Bekr Sıddîkin “radıyallahü anhümâ” kırk çocuğu ölmüşdü). İnsanların en iyisi, en kıymetlisi olan Eshâb-ı kirâma “aleyhimürrıdvân” böyle yapılınca, bizler gibi günâhı çok olanlar, hesâba dâhil olur mu? Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Tâ’ûn, eski ümmetlere, azâb olarak gönderildi. Bu ümmet için şehîd olmağa sebebdir). Doğrusu, bu vebâda ölenler, şaşılacak bir huzûr, Allahü teâlâya teveccüh içinde ölüyor. Bu belâ gününde, insan, bu mubârek cemâ’ate karışmağa hevesleniyor. Onlarla birlikde, dünyâdan ayrılıp, âhırete gitmeğe özeniyor. Tâ’ûn belâsı, bu ümmete gazab, azâb gibi görünmekde ise de, iç yüzü rahmetdir. Meyân şeyh Tâhir dedi ki, tâ’ûn günlerinde, Lâhorda, bir kimse sesler duyduğunu ve, (Bu günlerde ölmiyene yazıklar olsun!) dediklerini söyledi. Evet öyledir! Bu şehîdlerin hâline dikkat olunduğu zemân, şaşılacak hâller, anlaşılamıyan işler görülüyor. Böyle ikrâmlar, yalnız Allah için cânını fedâ edenlere mahsûsdur.

Efendim! Çok sevgili oğlumun ayrılığı, pek büyük musîbet oldu. Beni yakdı. Bu kadar yakan bir elem, kimsenin başına gelmemişdir. Fekat, Allahü teâlânın, bu felâket karşısında, kalbi za’îf olan bu fakîre ihsân eylediği sabr ve şükr ni’meti de, en büyük ihsânlarından olmuşdur. Allahü teâlâdan dilerim ki, bu musîbetin karşılığını dünyâda vermesin. Hepsini âhıretde versin! Bu dileğin de, yüreğimin darlığından olduğunu bilmez değilim. Çünki, Onun rahmeti sonsuz, merhameti boldur. Dünyâda da, âhıretde de bol bol vericidir. Kardeşlerimizden umarız ki, son nefesde îmân ile gitmemize ve insanlık îcâbı yapdığımız kusûrların afv edilmesine düâ buyurarak yardım ve imdâd edeler. Yâ Rabbî! Bizi afv et, doğru yoldan ayırma! Kâfirlere karşı korunmakda yardımcımız ol! Âmîn. Size ve hidâyetde olanlara selâm ederim.

Kabr hayâtı ve tâ’ûndan ölmenin kıymeti, 2.Cild 16.cı mektûb

İKİNCİ CİLD, 16. cı MEKTÛB

Bu mektûb, Bedî’uddîn-i Sehârenpûrîye yazılmış olup, kabr hayâtını ve tâ’ûn sevâbını bildirmekdedir:

Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdiği iyi insanlara selâm olsun! Kıymetli mektûbunuz geldi. O taraflarda, iki korkunç hâdise başladığını, birinin tâ’ûn [ya’nî vebâ hastalığı], ötekinin de kaht [ya’nî kıtlık, gıdâ maddelerinin azlığı] olduğunu yazıyorsunuz. Allahü teâlâ, bizi ve sizi belâlardan korusun. Hepimize âfiyet versin!

Bu büyük sıkıntı arasında, gece gündüz ibâdet ve murâkabe etmekdeyiz. Kalbimiz her ân Onun iledir yazıyorsunuz. Bunu okuyunca, Allahü teâlâya hamd eyledik. Böyle zemânlarda dört (Kul)u çok okuyunuz! [Ya’nî, Kul yâ eyyühel kâfirûn ve Kul hüvallahü ve Kul e’ûzüleri okuyunuz! Cinnin ve insanların şerrinden korur!].

Erkeklerin kefeni, üç parça olmak sünnetdir. Sarık sarmak bid’at olur. (Ahdnâme) denilen [süâl meleklerine verilecek cevâbları ve düâ ve istigfâr] yazılı kâğıdı, kabre koymamalıdır. Mubârek yazıların, ismlerin, meyyitin pislikleri ile karışmasına sebeb olur ve [islâmiyyetin dört delîlinden] bir sened ile bildirilmemişdir. Mâverâ-ün-nehr [Aral gölüne akan Seyhûn ve Ceyhûn nehrleri arasındaki şehrler] âlimleri, böyle birşey yapmamışdır. Meyyite kamîs yerine, bir âlimin gömleğini giydirmek iyi olur. Şehîdlerin kefenleri, elbiseleridir. [Silâh yarası alarak ölen şehîdler yıkanmaz ve kefenlenmez. Muhârebede yara almadan ölen ve sulhda, sârî hastalık ve âfetlerle ölenler, şehîd sevâbı kazanırsa da, bunlar yıkanır ve kefenlenir.] Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh”, (Beni, bu iki çamaşırım ile kefenleyiniz!) buyurmuşdu.

Kabrdeki hayât, bir bakımdan, dünyâ hayâtına benzediği için, meyyit terakkî eder, derecesi yükselir. Kabr hayâtı, insanlara göre değişir. Peygamberler “aleyhimüsselâm”, kabrlerinde nemâz kılar buyuruldu. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, mi’râc gecesinde, Mûsâ aleyhisselâmın kabri yanından geçerken, mezârda nemâz kılarken gördü. O ânda göke çıkınca, Mûsâ aleyhisselâmı gökde gördü. Kabr hayâtı, şaşılacak birşeydir. Bu günlerde, merhûm büyük oğlum [Muhammed Sâdık “rahmetullahi aleyh”] dolayısı ile, kabr hayâtına bakarak, şaşılacak gizli şeyler görülüyor. Bunlardan az birşey bildirsem, akl ermez. Fitnelere, karışıklığa sebeb olur. Cennetin tavanı, Arşdır. Fekat, kabr de, Cennet bağçelerinden bir bağçedir. Akl gözü bunu göremiyor. Kabrdeki şaşılacak şeyler, başka bir gözle görülüyor. Evet îmân [inanmak], nasıl olursa olsun, azâbdan kurtulmağa sebebdir. Fekat, o güzel kelimenin [Kelime-i tevhîd] Hak teâlâ tarafından kabûlü için, [dünyâda islâmiyyete uymak], sâlih amelleri işlemek lâzımdır.

Ölmemek için, vebâ hastalığı bulunan yerden kaçmak büyük günâhdır. Muhârebede, düşman karşısından kaçmak gibidir. Vebâ bulunan yerden kaçmayıp sabr eden kimse, ölünce, şehîdlerin sevâbına kavuşur. Kabr sıkıntısı çekmez. Sabr eden kimse, ölmezse, gâzîler sevâbına kavuşur.

Âlemin ,maddenin,zât-i ilâhîden nasîbi yokdur, 2.Cild 45.ci mektûb

 İKİNCİ CİLD, 45. ci MEKTÛB

Bu mektûb, hakîkatleri bilen, ma’rifetler sâhibi, hâce Hüsâmeddîn Ahmede yazılmış olup, bu kâinâtın hepsi, Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının aynası olduğu, Zât-i ilâhîden ise, hiç nasîbleri olmadığı ve maddenin kendi kendine varlıkda duramıyacağı, maddenin hakîkî varlık olmadığı ve birçok şeyler bildirilmekdedir:

Allahü teâlâya hamd-ü senâlar olsun. Onun seçdiği, sevdiği kimselere selâmetler olsun! Muhterem efendim. Fârisî mısra’ tercemesi:

Her ne olursa olsun, dostdan konuşmak dahâ tatlı!

İşitilmemiş, duyulmamış ma’rifetleri yazıyorum. Lutfen iyi dinleyiniz! En yüksek insanların murâkabe yolunu bildiriyorum.

Çok dikkatli okuyunuz! Biliniz ki, âlem [ya’nî herşey], Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının nümûnesi, örneği, aynasıdır. Mahlûkun hayâtı, Onun hayâtının aynası, bilgisi, Onun ilminin aynası, kudreti de, Onun kudretinin görünmesidir. Kulların herşeyi de böyledir. Fekat âlemde, Zât-i ilâhînin, [ya’nî kendisinin] aynası yokdur. Hattâ, Zât-i ilâhînin bu âlem ile hiç münâsebeti yokdur. Hiçbirşeyle ortaklığı yokdur. Ne ismde, ne de sûret ve görünüşde, iştirâk, benzerlik yokdur. O, âlemlerden ganîdir, [hiçbirşeye muhtâc değildir]. Hâlbuki, Onun ismleri ve sıfatları böyle değildir. Sıfatlarının bu âlem ile, ismleri münâsebetli ve sûretleri, görünüşleri müşterekdir. Allahü teâlâda ilm sıfatı vardır. Mahlûkda da, o ilmin sûreti, benzeri vardır. Onda, kudret sıfatı olduğu gibi, bunda da, o kudretin sûreti vardır. Zât-ı ilâhî, böyle değildir. Mahlûkların, bundan nasîbleri yokdur. Kendi kendilerine varlıkda kalabilmek, onlara verilmemişdir. Mahlûklar, Onun ismleri ve sıfatları sûretinde yaratıldıkları için, kendileri, sıfatdır. Hakîkatde hiçbiri madde değildir. Maddelikle alâkaları bile yokdur [ya’nî kendi kendilerine varlıkda durmuyorlar]. Varlıkda durabilmeleri, Zât-i ilâhî iledir. Fizikciler, kimyâgerler, eşyâyı, madde ve maddenin sıfatları, ya’nî hâssaları, özellikleri diye ikiye ayırıyor [ve yaratılmıyan, yok olmıyan sandıkları madde, varlıkda kendi kendine duruyor ve dünyânın temel taşını teşkîl ediyor diyorlar]. Bu sözleri, maddeyi bilmediklerindendir. [Bugünkü tecribeler de, Lavoisier, Dalton ve Robert Boylenin ve dahâ sonra gelen kimyâgerlerin anladıkları madde bilgisini, çok mühim bir şeklde değişdirmişdir. Bugünkü fiziğin temellerinden biri olan Einsteinin relativite nazariyyesine göre, enerjinin de, madde gibi, bir kütlesi vardır. Belki de madde, teksîf edilmiş kudretden başka birşey değildir.]

Kimyâcılar der ki: Sıfat, ya’nî özellik yalnız başına bulunamaz. Hep madde ile birlikde bulunur ve maddenin nasıl olduğunu bildirir. Bunların, sıfat madde ile bulunur demeleri, hakîkatde, sıfatın sıfat ile bulunmasıdır. Sıfat da, madde de, Zât-i ilâhî ile kâim olmakda, varlıkda kalmakdadır. Kendi kendine duran madde yokdur. Bütün cismleri, herşeyi varlıkda durduran, ancak Odur. Ya’nî Allahü teâlâ, kayyûm-i âlemdir. Madde kendi kendine varlıkda durmuyor ki, sıfatları da onunla durabilsin. Sıfatlar, maddenin zâtı, kendisi olmadığı gibi ve yalnız madde ile bulunup, kendi kendilerine bulunamıyacakları gibi, bütün eşyâ da, madde de, Zât-i ilâhî ile bulunmakdadır. Hiçbirinin zâtı yokdur. Maddenin zâtı, [kendisi] olmayınca, sıfatları onunla bulunamaz. Zât, yalnız Allahü teâlânındır. Herşey, Onun zâtı ile varlıkdadır. Herkesin, kendine, zâtına, ben demesi, hakîkatde, herşeyi varlıkda durduran bir Zâtı göstermekdedir.

(Ben) diyenler, neye işâret etdiğini bilse de, bilmese de, bu böyledir. Bununla berâber, Allahü teâlâ, hiçbir işâretle gösterilemez. Hiçbirşeyle birleşmiş değildir. Bu ince bilgileri iyi anlamıyan, tevhîd-i vücûdî ile karışdırmasın! Vahdet-i vücûdü söyliyen, bir zâtdan başka mevcûd yokdur der. Onun ismlerini ve sıfatlarını, nazarî kabûl edilmiş bilir. Mahlûkların hakîkatleri bile vücûd [varlık] görmemişdir. (A’yân [eşyâ], varlığın kokusunu duymamışdır) der. Hâlbuki bu fakîr, sıfât-i ilâhiyyeyi, hâricde [ya’nî ilmde değil, nazarî değil] ayrıca var bilirim. Ehl-i sünnet âlimleri de, böyle bilmekdedir. Esmâ ve sıfât-ı ilâhînin aynaları olan bu âlemi de mevcûd bilirim. Kendi kendine varlıkda durmağı, ya’nî maddeliği bu âlemde göremem. Herşeyin, Zât-i ilâhî ile kâim olduğunu [varlıkda durduğunu] iyi bilirim.

Süâl: Demek ki, mahlûkların zâtı, Zât-i ilâhîden başka değildir. Herşey, Zât-i ilâhî ile birleşmişdir. Bu ise, olamaz. Mahlûk, kadîmin aynı olur mu?

Cevâb: Mahlûkların zâtı, ya’nî mâhiyyet ve hakîkati, Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının aynaları olan birçok a’râz, ya’nî hâllerdir ki, bunlar, Zât-i ilâhînin aynı değildir. Zât-i ilâhî ile birleşik değildir. Yalnız bu hâller, Zât-i ilâhî ile vardır. Herşeyin kayyûmu [varlıkda durdurucusu] Odur.

Süâl: Herkes kendi zâtına ben deyince, Zât-i ilâhîyi gösterirse, mahlûkların zâtı, mâhiyyet ve hakîkatleri, Zât-i ilâhînin aynı olur. Çünki, herkes ben deyince, kendi hakîkatini, mâhiyyetini gösterir.

Tevhîd-i vücûdî sâhibleri de böyle demiyor mu?

Cevâb: Evet, herkes, ben deyince, kendi hakîkatine işâret eder. Fekat, hakîkatleri, a’râz ya’nî hâller topluluğu olduğundan, bunlara işâret olunamaz. Çünki, hâllere, yalnız olarak işâret edilemez. İnsanın hakîkati, işâret kabûl etmeyince, bu işâret, bu hakîkatin kayyûmu olan Zât-i ilâhîye olur. O hâlde mahlûk başkadır. Hâlık başkadır. Tevhîd-i vücûdî sâhiblerinin sözü gibi değildir. Şaşılacak şeydir ki, mahlûkun ben demesi ile Hâlık teâlâya işâret edilmiş olmakla berâber, mahlûk, kendi hâlinde mahlûk olarak kalıyor. (Sübhânî) demek ve (Enelhak) demek doğru olmuyor. Belki de, ayrılığı görerek, bunları söyliyemiyor.

Süâl: Mahlûkun Zât-i teâlâ ile varlıkda durabilmesi, Zât-i teâlâda değişiklik olması değil midir? Bu ise olamaz.

Cevâb: Mahlûk, Zât-i teâlâya hulûl etmemiş, birleşmemişdir. Yalnız varlıkda kalması, Zât-i teâlâ iledir.

Süâl: Mahlûklar hep a’râz, hâller ve sıfatlar olunca, bir yerde bulunması lâzımdır. Çünki hâl, kendi kendine bulunamaz dedik. Bu yer, Zât-i teâlâ olamaz. Adem [yokluk da] olamaz. Bu yer neresidir?

Cevâb: A’râz [ya’nî hâller, özellikler] kendi kendine varlıkda kalamaz. Başka birşeyde bulunur. Fizikciler, bu berâberliği, hulûl şeklinde anladıklarından, a’râz için bir yer arar. A’râz [hâller] yersiz olmaz der. Hâlbuki, söylediğimiz ma’nâda varlıkda durmak için, yer lâzım değildir. Biz anlıyoruz ki, herşey, Zât-i teâlâ ile durmakdadır ve hulûl ve yer, hiç yokdur. Fizikciler, bu sözümüze ister inansın, ister inanmasın. Onların inanmaması, bizim gördüğümüzü, bildiğimizi değişdiremez. Böyle olduğunu biliyoruz. Onların şübhesi; bilgimizi bozamaz. Bu sözümüzü, bir misâl ile açıklıyalım: Hokkabazlar, birçok garîb şeyler gösterir. Herkes, bu gösterilerin, kendiliklerinden varlıkda durmadıklarını bilir. Hokkabaz ile durduklarını ve bir yerde de olmadıklarını bilir. Yine bilirler ki, bunlar hokkabaza hulûl etmemişdir. Yalnız onun ile varlıkda bulunuyorlar. İşte Hak teâlâ, eşyâyı his ve vehm mertebesinde yaratmışdır. Onları varlıkda durdurmakdadır. Ebedî işleri ve sonsuz azâb ve ni’metleri bunlara bağlı kılmışdır. Bu eşyâ, varlıkda kendi kendilerine durmuyor. Hulûl olmadan, birleşmeden, Zât-i ilâhî ile durmakdadır. İkinci bir misâl, bir dağın veyâ gök yüzünün, aynada görünmesidir. Aklı olmıyan, bunları cism sanır. Kendiliklerinden aynada duruyor der. Fekat birisi, aynadaki şeklleri sıfat sanır ve ayna ile bulunuyor der ve sıfat oldukları için, bunlara bir yer lâzımdır, bilirse, bu kimse de abdaldır ki, başkalarına uyarak, meydânda olan bilgisini inkâr etmekdedir. Çünki, aklı olan, bu şekllerin yeri olmadığını, yere muhtâc olmadıklarını bilir. İşte, keşf ve şühûd erbâbı, bütün eşyâyı, aynadaki sûretler gibi görür. Allahü teâlâ, bu sûretlere kuvvet vermiş, yok olmakdan korumuşdur. Âhıretdeki sonsuz işleri, bunlara bağlamışdır. Kelâm ilmi büyüklerinden ve mu’tezîle mezhebi âlimlerinden Nizâm, herşeyi sıfat bilmiş, maddeyi inkâr etmişdir. Kısa görüşlü olduğundan, bu sıfatların, Hak teâlâ ile durduğunu bilemedi. Aklı olanlar tarafından ayblandı. Çünki, sıfatın, başkası ile bulunması lâzımdır. Sôfiyye-i aliyyeden (Fütûhât-i Mekkiyye) kitâbının sâhibi [Muhyiddîn-i Arabî] “kuddise sirruh”, herşey sıfatdır ve hepsi, bir varlık ile durmakdadır demiş ve bu varlık da, Zât-i ilâhîdir demişdir. Fekat bu sıfatlar, bir ân için vardır ki, iki zemânda varlıkda duramaz. Âlem, her ân, yok olur ve bir benzeri yerine gelir. Her ân böyle olur demişdir. Bu fakîre göre, bu bir görüşdür. Hakîkat değildir. Bunu, (Şerh-i rubâ’ıyyât) hâşiyesinde açıklamışdım. Ya’nî, tesavvuf yolunda yürüyenler, nihâyete varmadan önce, bütün âlem gözünde gayb olmadan evvel, bir ânda âlemi yok görür, ikinci ânda var görür. Üçüncü zemânda yine yok görür. Dördüncü ânda yine var görür. Tâm Fenâ ile şerefleninceye kadar, ya’nî bütün âlemi her zemân yok görünceye kadar, böyle olur. Fenâ hâsıl olunca, âlemi hep yok bilir.

Üçüncü cildin seksenyedinci mektûbundaki bilgileri açıklamakdadır, 3.Cild 121.ci mektûb

ÜÇÜNCÜ CİLD, 121. ci MEKTÛB

Bu mektûb, Mirzâ Hüsâmeddîn Ahmede yazılmışdır. Mektûbâtın üçüncü cildinin seksenyedinci mektûbundaki ince bilgilerden birkaçını açıklamakdadır:

Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdiği kullarına selâm olsun! Şefkat ve merhamet ederek bu fakîre [ya’nî İmâm-ı Rabbânîye “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”] gönderdiğiniz kıymetli mektûbu okuyarak şereflendim. Diyorsunuz ki, Ecmîrde iken yazmış olduğunuz mektûbun birkaç yerine buradaki büyüklerden biri karşı gelmekdedir. Bunları açıklayınız! O mektûbda şübheli görülen yerleri birkaç sevdiğimiz de bildirmişdi. Bu şübheleri çözmek için, Allahü teâlânın yardımı ile, birkaç önsöz yazıyorum. Allahü teâlâ hepimize doğru yolu göstersin!

Kıymetli efendim! (Seyr-i murâdî) ve (Seyr-i mürîdî) denilen tesavvuf yolculukları, bu yolcuların vicdânları ile, ya’nî kalbleri ile anladıkları bir yolculukdur. Başkasına bildirilmesi, inandırılması lâzım olan şeylerden değildir. Bu sözleri isbât etmek için delîl göstermeğe lüzûm yokdur. Böyle olmakla berâber, keskin görüşlü, anlayışlı yaratılan bir kimse, böyle yolculukları söyleyenlerin hâllerini, gidişlerini inceler, bereketlerini, ilmlerini ve ma’rifetlerini görürse, onun (Seyr-i murâdî) dediği bir yoldan ilerlemiş, yükselmiş olduğunu hemen anlar. Sözünü isbât etmesini, delîl, sened göstermesini istemez. Gökde kamerin her gece doğuş ve batış yerlerini ve aldığı şeklleri gören anlayışlı bir kimsenin, ayın güneşden aldığı ışıkları yaydığını anlaması gibidir. Keskin görüşlü, bilgili olmıyanlar için, bu kadar görmek ve incelemek delîl olmaz. Üstâdım hâce Bâkî Billah hazretleri, bu fakîrin ilerlemesinin (Seyr-i murâdî) olduğunu dahâ başlangıçda bildirmişdi. Orada bulunan kardeşlerimiz arasında, bu müjdeyi işitmiş olanlar vardır. Mesnevînin aşağıdaki beytlerinin bu fakîrin hâline uygun olduğunu buyurmuşlardı. Fârisî mesnevî tercemesi:

Ma’şukların sevgisi, gizlidir gizli,
Âşıkın aşkı da, davul sesi gibi,
Fekat aşk, âşıkları üzer eritir,
Ma’şûkları ise, besler, sevindirir.

Murâdlardan vâsıl olanlar, (Râh-i ictibâ) ile, [seçilmişlerin yolu ile] kavuşurlar. Bu yol, Peygamberlerin ilerledikleri yoldur “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. (Avârif) kitâbının sâhibi [Şihâbüddîn-i Sühreverdî] “kuddise sirruh”, (Meczûb-i sâlik) ve (Sâlik-i meczûb)ları anlatırken, bunu açıkca bildirmişdir. İkinci yola, (Râh-i mürîdân) ve murâdların yoluna (Râh-i ictibâ) demişdir. (Şûra) sûresindeki âyet-i kerîmede meâlen, (Allahü teâlâ, dilediğini kendine seçer, kendine kavuşmak isteyenlere de, kavuşduran yolu gösterir) buyruldu. Evet, ictibâ yolu, aslında Peygamberlere mahsûsdur “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Ümmetlerinden onlara tâbi’ olanlara da, onlara mahsûs olan kemâllerden ihsân olunduğu gibi, bunu da nasîb ederler. Yoksa, ictibâ yolu, yalnız Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” mahsûs olup, ümmetlerinden hiç kimseye verilmez demek değildir. Böyle olduğu işitilmemişdir.

Kıymetli efendim! Sâlike feyzlerin Resûlullah vâsıtası ile gelmesi “aleyhi ve alâ Âlihissalâtü vesselâm”, (Muhammedî-meşreb) olan bu sâlikin hakîkatinin, (Hakîkat-i Muhammedî) ile birleşinceye kadardır. Resûlullaha tam uymakla, belki de Allahü teâlânın lutfü ve ihsânı ile urûc makâmlarında bu hakîkat, o hakîkat ile birleşince, Resûlullah artık vâsıta olmaz. Çünki, birşeyin başka birşeye vâsıta, aracı olması, bu iki şeyin başka başka oldukları zemândadır. İkisi birleşince, bunlar için, birbirlerine vâsıta olmak, perde olmak, perdelenmek gibi şeyler düşünülemez. İki şey birleşince, her işleri ortak olur. Sâlik, tâbi’ iken, uymakda iken, tufeylî iken, ikisi arasındaki işler, hizmetci ile hizmet olunan kimsenin işleri gibi başka başkadır.

Sâlikin hakîkati, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hakîkati ile birleşir sözünü açıklıyalım: (Hakîkat-i Muhammedî) “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”, bütün hakîkatleri kendinde toplamakdadır. Bunun için, bu hakîkate (Hakîkat-ül-hakâik) de denir. Başkalarının hakîkatleri bu hakîkatin parçaları gibidirler. Muhammedî-meşreb olan sâlikin hakîkati, o hakîkatin bir parçasıdır ve onun özelliğindedir. Muhammed-il-meşreb olmıyan sâlikin hakîkati de, o hakîkatin bir parçası ise de, onun özelliği başkadır. Böyle sâlik, urûc ederken, yükselirken, hakîkati eğer hakîkat-i Muhammedî ile birleşirse, önce aynı özellikde olan bir Peygamberin hakîkati ile birleşir. O Peygamberin kemâlâtına ortak olur. Fekat, tekrâr bildirelim ki, bu ortaklık hizmetcinin hizmet olunana olan ortaklığı gibidir. Sâlik, Resûlullaha tam uyarsa, belki de yalnız Allahü teâlânın ihsânı ile, bunun hakîkatinde Resûlullahın hakîkatine karşı sevgi hâsıl olur. Onunla birleşmek ister, iki hakîkat birleşir. İki hakîkat arasındaki sevgi, Allahü teâlânın ihsânı ile, bu fakîrde hâsıl olmuşdu. Bu sevgi kapladığı zemân, (Allahü teâlâyı Muhammed aleyhisselâmın Rabbi olduğu için seviyorum) demişdim. Meyân şeyh Tâc ve başkaları, benim bu sözüme şaşırmışlardı. Sizin de, bunu hâtırlayacağınızı sanıyorum. Böyle fazla sevgi hâsıl olmadıkca, iki hakîkat birleşemez. Bu, Allahü teâlânın öyle bir ni’metidir ki, dilediğine ihsân eder. Allahü teâlâ, pek çok ihsân sâhibidir.

Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, sâliklere feyz gelmesine vâsıta olmasını açıklıyorum. İyi dinleyiniz! (Cezbe) yolunda, Allahü teâlâ çekdiği için ve tâlibe çok ihsânda bulunduğu için, vesîleye, vâsıtaya lüzûm yokdur. (Sülûk) yolunda ise, tâlib ilerlemeğe çalışdığından, vâsıta lâzımdır. Cezbe yolunda vâsıta lâzım değil ise de, cezbenin temâm olması için sülûk lâzımdır. Sülûk, tevbe ve zühd ve başka belli şeyleri yapmağa çalışmakdır. Ya’nî islâmiyyete uymakdır. Sülûksüz olan cezbe, temâm olmaz, noksân kalır. Hind kâfirlerinden ve mülhidlerden, sapıklardan, cezbesi olan çoklarını gördüm. Fekat, bunlar, islâmiyyetin sâhibine uymadıkları için cezbeleri noksân ve bozukdur. Cezbeleri bir görünüşden ileri gidememişdir.

Süâl: Cezbeye kavuşmak için, hiç olmazsa biraz seçilmiş ve sevilmiş olmak lâzımdır. Allahü teâlânın düşmanı olan kâfirlerde nasıl oluyor da cezbe bulunuyor?

Cevâb: Kâfirlerden bir kısmının hakîkatlerinde biraz muhabbet bulunabilir. Bu yoldan, kendilerine cezbe hâsıl olabilir. Fekat, islâmiyyetin sâhibine “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” uymadıkları için bu cezbelerinin sonu gelmez. Ellerinden kaçırırlar. Bu cezbeleri, onlar için huccet olacak, bu yoldan da sorguya çekileceklerdir. Cehl ve inâd ile bunu elden kaçırdıkları için, suçlanacaklardır. Allahü teâlâ, hiçbir kuluna zulm etmez. Onlar kendilerine zulm ediyorlar. Cezbe yolunda sülûk ederek, ya’nî islâmiyyetin sâhibine uymağa çalışarak kavuşanlar, arada vâsıta ve perde olmadan kavuşurlar. (Yerin dibine bir ip uzatsaydınız, Allahü teâlâya kavuşurdunuz!) sözü bunu göstermekdedir ki, Allahü teâlâya çekilirseniz, en bilinmiyen makâmlara varırsanız, sizinle Allahü teâlâ arasında bir vâsıta, bir perde bulunmaz demekdir. Belki hâtırlıyacaksınız, üstâdımız Bâkî-billah hazretleri “kuddise sirruh”, (Ma’ıyyet, ya’nî Allahü teâlâ ile berâber olmak yolundan kavuşmak nasîb olursa, aracı, vâsıta olmaksızın kavuşulur. Terbiye yolu ile, ya’nî sülûk ile kavuşmakda, aracı, vâsıta lâzımdır) buyurmuşdu. Ma’ıyyet yolu, cezbe yollarından biridir. (Kişi, sevdiği ile berâberdir) hadîs-i şerîfi bu sözümüzü kuvvetlendirmekdedir. Çünki bir kimse, sevdiği ile berâber olunca, aradan vâsıta kalkar. Dikkat buyurunuz! Her zıllın, görüntünün, kendi aslı ile bağlılığı vardır. İkisi arasında hiçbirşey perde olmaz. Allahü teâlâ lutf ederek, zıl aslına doğru çekilirse ve islâmiyyetin sâhibine uymak ni’metine de kavuşursa, bu zıl aslına ulaşır. Bu ulaşmak, aralarında vâsıtasız, perdesiz olur. Bu asl, Allahü teâlânın ismlerinden bir ism olduğu için, ism ile ismin sâhibi arasında da bir perde yokdur. Zıl böylece, aslının aslına, ya’nî ismin sâhibine kavuşur.

Demek ki, Allahü teâlânın zâtına, kendisine, bîçûn olarak, ya’nî bilinmiyen, anlaşılamıyan bir şeklde kavuşanlar için, vâsıta ve perde bulunmaz. Böyle kavuşana Allahü teâlânın sıfatları vâsıta ve perde olmayınca, başka şeyler perde olabilirler mi?

Süâl: Allahü teâlânın sıfatları, kendisinden ayrı değildirler. Allahü teâlâya kavuşanlara sıfatların vâsıta, perde olmaması, nasıl olur?

Cevâb: Sâlikin aslı, Allahü teâlânın ismlerinden bir ismdir. Sâlik, bu aslının zıllıdır, görüntüsüdür. Sâlik, bu aslına kavuşunca, kendisi ile zât-ı ilâhî arasında bir vâsıta, bir perde yokdur. Çünki ism ile ism sâhibi arasında bir vâsıta yokdur. Bunun için, sıfatların aradan kalkması lâzım gelmez. Bunu yukarıda, sâlikin hakîkatinin hakîkat-i Muhammedî ile birleşmesini anlatırken bildirmişdim. Zıllın aslına kavuşmasını bildirirken de biraz geçmişdi.

Tenbîh: Cezbe yolunda aracı, vâsıta bulunmaz sözünden, ba’zı kimseler için Resûlullahın “aleyhi ve alâ Âlihissalâtü vesselâm” vâsıta olmasına lüzûm olmayacağı anlaşılmamalıdır. Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” uymalarına ihtiyâcları kalmıyacağı sanılmamalıdır! Böyle anlamak küfr ve ilhâd ve zındıklık ve Onun dînine inanmamak olur. Sülûk yapmadan, ya’nî islâmiyyete uymadan mevcûd olan cezbe noksân olur, bozuk olur ve ni’met şeklinde görünen azâb olur. Kıyâmetde hesâba çekilmesine, azâb yapılmasına sebeb olur. Doğru keşfler ve açık olan ilhâmlar, kesin olarak bildirmişdir ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vâsıta olmadıkca ve Ona uymadıkca, tesavvuf yolunun hiçbir ma’rifetine kavuşulamaz. Başlangıçda ve yolda bulunanlar için olduğu gibi, sona varmış olanlar için de, O yüce Peygambere uymadıkca ve Ona nasîb olan ni’metlerin artıklarını toplamadıkca, tesavvuf yolunun hiçbir feyzi ve bereketi hâsıl olmaz. Fârisî beyt tercemesi:

Ey Sa’dî! Safâ yolunda ilerlemek,
Mustafâya uymakla nasîb olur hep!

Ahmak Eflâtun, yapdığı mücâhedelerle ve riyâzetlerle nefsinde hâsıl olan safâyı görünce, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” uymak lâzım olmadığını sandı. (Biz temizlenmiş insanlarız. Temizleyicilere ihtiyâcımız kalmamışdır) dedi. Peygamberlere uymadan, yalnız riyâzet çekmekle hâsıl olan safânın, altın yaldızla örtülen bakır gibi veyâ şekerle kaplanan zehr gibi olduğunu anlıyamadı. Bakırla karışık altını saf hâlde ayırmak için ve nefsi, emmârelikden kurtarıp itmînâna kavuşdurmak için, Peygamberlere uymak lâzımdır “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Hakîkî hakîm ve tabîb olan Allahü teâlâ, Peygamberleri ve bunların dinlerini “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, nefs-i emmâreyi yıkmak, azgınlıkdan kurtarmak için gönderdi. Onu yıkmak, belki islâh etmek, kurtarmak için bu büyüklere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” uymakdan başka çâre olmadığını bildirdi. Bu büyüklere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” uymadıkca, binlerle riyâzetler ve mücâhedeler yapılsa, onun emmâreliği kıl kadar azalmaz. Tersine, azgınlığı artar, onun hastalığını giderecek yegâne ilâc, Peygamberlerin dinleridir “aleyhimüssalevâtü vettehıyyât”. Bundan başka hiçbir şey, nefsi felâketden kurtaramaz!

Cezbe için sülûk lâzımdır. İster cezbeden önce olsun, ister sonra olsun, sülûksüz cezbe fâidesizdir, kıymetsizdir. Cezbenin sülûkdan önce olması dahâ kıymetlidir. Böyle olunca, sülûk cezbeye yardımcı olur. Sülûkdan sonra olan cezbe ise, sülûke hizmetci olur. Sülûk ni’meti, onu cezbeye kavuşdurur. Cezbenin önce olması, böyle değildir. O önceden çekilmekdedir, da’vetlidir, (Murâd)dır. Sülûkü önce olan ise, (Tâlib)dir. Murâd olunanların başı ve sevilenlerin önderi Muhammed aleyhisselâmdır. Bu da’vet Ona yapılmış, önce O çağırılmışdır “aleyhi ve alâ Âlihissalâtü vesselâm”. Başkaları, Ona tufeyl olarak, yanısıra kabûl olunmakdadırlar. İster murâd olsunlar, ister tâlib olsunlar, Onun arkasındadırlar. Hadîs-i kudsîde, (O olmasaydı, Allahü teâlâ mahlûkları elbette yaratmazdı ve rübûbiyyetini belli etmezdi) buyuruldu.

Başkaları Onun gerisinde bulundukları için ve bu da’vet yalnız Ona yapıldığı için, herkes Ona muhtâcdır. Feyzlere, bereketlere Onun vâsıtası ile kavuşurlar. Bunun için, bütün insanlara Onun Âli denilse yeri vardır “aleyhi ve alâ Âlihissalâtü vesselâm”. Bütün insanlar, Ondan sonradırlar ve arada O olmayınca kemâle kavuşamazlar. Hepsinin varlığı, Onun varlığına bağlı olunca,varlıkdan hâsıl olan kemâller, O vâsıta olmayınca nasıl hâsıl olabilir? Âlemlerin Rabbinin sevgilisi, elbet böyle olur “aleyhi ve alâ Âlihissalâtü vesselâm”!

İyi dinleyiniz! Keşf yolu ile anlaşıldı ki, Allahü teâlânın sevgilisi olması “aleyhi ve alâ Âlihissalâtü vesselâm”, zât-i ilâhîye muhabbeti iledir. Araya hiçbir sıfat ve şân ve i’tibâr karışık değildir. Allahü teâlâ, kendisini de bu muhabbet ile sevmekdedir. Başka kullarını sevmesi böyle değildir. Şuyûn ve i’tibârât ile veyâ esmâ ve sıfat ile, hattâ ismlerinin ve sıfatlarının zılleri ile sevmekdedir.

Bunu dahâ açıklıyalım. Resûlullahın vâsıta olması, iki dürlüdür: Birincisinde, sâlik ile matlûb arasında perde olur. İkincisinde ise, sâlik Ona takılarak, Onu vâsıta ederek, Ona uyarak, matlûba kavuşur. Sülûk yolunda ve hakîkat-i Muhammedîye varmadan önce, vesîle olmanın bu iki dürlüsü de vardır. Öyle sanıyorum ki, bu yolda vâsıta olan âlim, sâlikin şühûduna vâsıta ve perde olmakdadır. Yolun sonunda, cezbe imdâda yetişmezse ve perde aradan kalkmazsa, çok yazık olur. Çünki, cezbe yolunda ve hakîkat-ül-hakâika kavuşdukdan sonra, yalnız ikinci dürlü vâsıta olmak vardır. Ya’nî, arkasına takılmakla ve uymakladır. Perde olmakla değildir. Ya’nî, şühûd ve müşâhede için ve bunların benzeri için, perde olmak yokdur.

Süâl: Yalnız bir ma’nâda olsa bile, Resûlullahın vâsıta olmaması, Resûlullah için bir kusûr, bir noksânlık olmaz mı “aleyhi ve alâ Âlihissalâtü vesselâmü vettehiyye”?

Cevâb: Arada vâsıta olmaması, Resûlullahın “aleyhissalâtü vesselâm” kemâlini, üstünlüğünü gösterir. Onun için kusûr olmaz. Hattâ, arada vâsıta olması kusûr olur. Çünki, tâbi’ olunanın arkasına takılmakla, Ona uymakla, yüksek derecelerin hepsine kavuşmak, Onun kemâlini gösterir. Bu ise, Onun vâsıta olmamasında vardır. Vâsıta olduğu zemân, böyle değildir. Vâsıta olmadığı zemân, şühûd perdesizdir. Bu ise, kemâl derecelerinin en üstünüdür. Vâsıta olunca, hâsıl olan şühûd ise, perdelidir. Görülüyor ki, vâsıta olmamak kemâldir, üstünlükdür. Vâsıta olmak, kusûrdur, noksânlıkdır. Hizmet eden, her makâmda Ona uymakdadır. Ona uymakla, Onun ni’metlerine ortak olmakdadır. Bu ise, hizmet olunanın büyüklüğünü, şerefinin çokluğunu gösterir. Bunun içindir ki, Resûlullah “aleyhi ve alâ Âlihissalâtü vesselâm”, (Ümmetimin âlimleri, İsrâil oğullarının Peygamberleri gibidir!) buyurdu. Âhıretde Allahü teâlâyı görmek de, vâsıtasız ve perdesiz olacakdır. Sahîh olan hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (İnsan nemâza başlayınca, Allahü teâlâ ile kul arasında olan perde kalkar). Bunun için, nemâz mü’minin mi’râcıdır. Nemâzın mi’râc olması, tesavvuf yolunda sona kavuşanlar için tamdır. Çünki, perdenin kalkması, sonda olanlar içindir. Görülüyor ki, vâsıta ve perde aradan kalkmakdadır. Bu ma’rifet, Allahü teâlânın lutf ederek, ihsân ederek bu fakîre [ya’nî imâm-ı Rabbânîye] bildirilen ma’rifetlerin en incelerindendir. Fârisî beyt tercemesi:

Ben o toprağım ki, behâr bulutları,
saçıyor üzerime sâf damlaları.

Şu beyt de ne güzel söylenmişdir:

Fakîrin kapısına gelirse şâh,
şaşırıp ey hoca, sakın çekme âh!

Tesavvuf büyüklerinden çoğu, Resûlullah vâsıta olur dedi. Çoğu da, olmaz buyurdu. Hiçbiri sözlerini açıklamadı. Hangisinin kemâl, hangisinin kusûr olduğunu bildirmediler. Zâhir âlimleri, vâsıta olmaması tam îmân iken, buna küfr dediler.

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vâsıta olmaz diyenler dalâlete düşer, sapık olur sandılar. Vâsıta olmağı, îmânın kemâli zan etdiler. Böyle söyliyenleri kâmil sandılar. Hâlbuki, Resûlullahın vâsıta olmaması, Ona uymanın tâm olduğunu gösterir. Vâsıta olması ise, Ona uymanın noksân olmasını bildirir. Böyle olduğunu yukarıda bildirmişdik. Bunlar, işin özünü anlamamışlardır. Yûnüs sûresindeki âyet-i kerîmede meâlen, (Belki anlamadıkları için inanmıyorlar. Onun sözünün özünü anlamadılar. Bunlardan önce olanlar da, böyle inanmamışlardı) buyruldu.

Efendim! Tesavvufcuların (Üveysî) demeleri, üstâdı yokdur demek değildir. Çünki, üveysî demek, onun yetişmesinde rûhâniyânın da hizmeti olmuşdur demekdir. Hâce-i Ahrâr “kuddise sirruh” [Mevlânâ Ya’kûb-i Çerhînin hizmetinde yetişdiği hâlde], üstâdı bulunduğu hâlde, Behâüddîn-i Buhârînin rûhâniyyetinden de yardım gördüğü için, Hâce-i Ahrâra Üveysî denilir. Bunun gibi, Behâüddîn-i Buhârînin üstâdı, Seyyid Emîr Gilâl hazretleri idi. Fekat, ayrıca hâce Abdülhâlık Goncdüvânînin rûhâniyyetinden de istifâde etdiği için, Behâüddîn-i Buhârîye Üveysî denilmişdir. Bir kimse, üstâdı bulunduğunu söylemekle berâber, Üveysî olduğunu da bildirince, ona üstâdını inkâr ediyor demek şaşılacak insâfsızlık olur.

[(Dürr-ül-me’ârif) kitâbının seksenyedinci sahîfesinde, Abdüllah Dehlevî hazretleri buyuruyor ki, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” veyâ Evliyâdan birine üveysî olmak için, hergün tenhâ bir yerde iki rek’at nemâz kılıp, bir Fâtiha okuyarak, sevâblarını onun mubârek rûhuna göndermeli, bir müddet oturup, hep onun rûhunu düşünmelidir. Birkaç gün sonra, onun üveysîsi olur. (Hüvelganî) risâlesi, (Makâmât-ı Mazheriyye)nin sonunda Hindistânda basılmışdır. Bu risâlede, Abdüllah Dehlevî hazretlerinin melfûzâtında diyor ki, (Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” üveysîsi olmak istiyen, yatsı nemâzından sonra, hayâlinde, Resûlullahın iki mubârek ellerini tutup, yâ Resûlallah! Beş şey için sana bî’at eyledim: Bunlar, Kelime-i şehâdet, nemâz kılmak, zekât vermek, Ramezân ayında oruc tutmak ve yola gücü yetenin hacca gitmesidir demelidir. Birkaç gece böyle yapınca, murâdına kavuşur. Bir Velînin üveysîsi olmak için, tenhâ bir yerde, iki rek’at nemâz kılıp, sevâbını O Velînin rûhuna göndermeli ve rûhunu düşünerek beklemelidir). Ehl-i sünnet i’tikâdında olup ahkâm-ı islâmiyyeye uyan, elbette O Velînin üveysîsi olur. (Mektûbât-ı ma’sûmiyye), ikinci kısm, otuzsekizinci mektûbunda diyor ki, (İnsanın Allahü teâlânın rızâsına kavuşmasına mâni’ olan en büyük hicâb, onun nefsidir. Nefsin aradan kalkması kitâb okumakla, işitmekle olmaz. İnsân-i kâmilin sohbeti lâzımdır. Bu sohbet nasîb olmazsa, uzaklardan kalb ona bağlanırsa, çok sevilirse, onun kalbinden, feyzler, bereketler, muhabbet mikdârınca, tâlibin kalbine akarak kemâle kavuşur. Hadîs-i şerîfde, (Kişi sevdiği ile berâberdir) buyuruldu.)]

Efendim, (Abdülbâkî) sözü, bâkî olan Allahü teâlânın kulu, kölesi demekdir. Yoksa bir insanın ismi olarak söylenilmiş değildir. Bu söz her ne kadar insanların ismi olarak da kullanılmış ise de, benim mürşidim, Allahü teâlânın bir kulu ise de, beni terbiye eden, yetişdiren, bâkî olan Allahü teâlâdır demekdir. Burada kelimeyi değişdirmek ve edebe uygunsuz davranmak nasıl düşünülebilir?

Efendim, Bâyezîd-i Bistâmî “kuddise sirruh”, sekr hâlinde, ya’nî şu’ûrsuz iken (Sübhânî) dedi. Bu söze kusûr denilse, bu kusûrun onda her zemân bulunması lâzım gelmez. Bunun için, başkasının ondan üstün olmasına sebeb olmaz. Çünki, Evliyâdan hâle, vakte göre ba’zı ma’rifetler hâsıl olur ise de, başka vaktde ve başka hâlde, o ma’rifetlerin noksânlık olduğunu anlıyarak, bunları bırakır. Bunların üstündeki ma’rifetlere ve makâmlara yükselir. Mektûbunuzda diyorsunuz ki, çok zemân sekr hâlinde bulunan Evliyânın böyle uygunsuz söylemeleri suç sayılmıyabilir. Fekat, sahv hâlinde bulunanların, ya’nî hep şu’ûrlu olanların böyle şeyler söylememeleri lâzımdır. Efendim, böyle şeyleri söyliyenlerin ve yazanların, sekr hâlinde oldukları anlaşılmalıdır! Sekr karışmıyan hâllerde böyle şeyler yazılamaz.

Fekat, şunu da bilmelidir ki, sekrin çeşidli dereceleri, muhtelif mertebeleri vardır. Sekri çok olanın, sözlerindeki uygunsuzluk da çok olur. Bâyezîd-i Bistâmînin sekri çok olduğundan, (Benim bayrağım, Muhammed aleyhisselâmın bayrağından dahâ yüksekdir) demişdir. Sahv hâlinde olanlarda, sekr hiç bulunmaz sanmamalıdır. Sekrsiz olan sahv, noksânlıkdır. Hâlis, karışıksız sahv, avâmda bulunur. Sahv hâline kıymet verenler, sahvın çok olduğu hâli demişlerdir. Sekr bulunmıyan sahvı demek istememişlerdir. Sekre kıymet verenler de, sekrin dahâ çok bulunduğu hâli söylemişlerdir. Çünki, sahv karışmamış olan hâlis sekr, âfetdir, felâketdir. Cüneyd-i Bağdâdî “kuddise sirruh”, sahv sâhiblerinin reîsi olduğu hâlde ve sahv sekrden dahâ kıymetlidir dediği hâlde, sekr karışık olan o kadar sözleri vardır ki, saymakla bitmez. (Bilen de Odur. Bilinen de Odur) ve (Suyun rengi, içinde bulunduğu kabın rengidir) ve (Hâdis, kadîme yaklaşınca, eseri, izi kalmaz) sözlerini o söylemişdir. (Avârif) kitâbının sâhibi [Şihâbüddîn-i Sühreverdî], sahv sâhiblerinin üstünlerinden iken kitâbında sekr karışık o kadar çok ma’rifetler vardır ki, sayılmakla bitmez. Bu fakîr [ya’nî İmâm-ı Rabbânî hazretleri], onun sekr karışık ma’rifetlerinden birkaçını toplamışdım. Evliyânın gizli ma’rifetleri açığa vurmaları, hep sekr karışık hâllerinde olmuşdur. Övünmeleri, üstünlük göstermeleri de, hep sekrdendir. Kendisinin başkasından dahâ kıymetli olduğunu bildirmeleri, hep sekrden ileri gelmekdedir. Hâlis sahv hâlinde, esrârı meydâna çıkarmak, bu yolda küfr sayılır. Kendini başkasından üstün bilmek de, şirk olur. Sahv hâlinde biraz sekr bulunması, yemeğe lezzet vermek için tuz karışdırmağa benzer. Tuzsuz ta’âm, tadsız olur. Kimse beğenmez. Fârisî beyt tercemesi:

Eğer aşk olmasaydı, aşk derdi olmasaydı,
Bu kadar tatlı sözü, kim söyler, kim duyardı!

Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh” hazretlerinin, (iki ayağım, Evliyânın hepsinin boyunları üzerindedir) sözünü sekr hâlinde söylemiş olduğunu, (Avârif) kitâbının sâhibi “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” bildiriyor. Böyle bildirmesi, bu sözün kusûr olduğunu anlatmak için değildir. Onu övmek içindir. Çünki bildiğini söylemişdir. Övünmeği, üstünlüğü bildiren böyle sözler, ancak sekr karışık hâllerde söylenir. Hiç sekr bulunmıyan sahv hâlinde böyle konuşamazlar. Bu fakîr [ya’nî imâm-ı Rabbânî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”], bütün yazılarımda, bu tâife-i aliyyenin ilmlerini, esrârını açıklamakdayım. Bütün bunların tam sahv hâlinde yazılmış oldukları hâtır-ı şerîfinize gelmesin! Hiç öyle değildir. Çünki, bunları açıklamak, bu yolda harâmdır ve çirkindir ve gevezelik olur. Çok kimseler vardır ki, hiç sekr karışmamış sahv hâlinde, çok konuşurlar. Bunlar, niçin böyle esrâr söylemezler? İnsanları hayrete düşürmezler? Fârisî beyt tercemesi:

Hâfızın feryâdı boşuna değildir,
Sözlerinde şaşılacak çok şey vardır!

Efendim, esrârı ortaya dökmek olan böyle sözler, herkesin anladığı ma’nâ ile söylenmiş değildirler. Bu yolun büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehüm”, her zemân böyle şeyler söylediler. Bunları söylemek, bu büyüklerin âdeti olmuşdur. Bu fakîrin ortaya çıkardığı bir yenilik değildir. (Bu, islâmda ilk kırılan şişe değildir) sözünü burada tekrârlamak yerinde olur. O hâlde, bu gürültüler, bu sataşmalar niçindir? Eğer islâmiyyete uygun görünmiyen bir söz varsa, ufak bir yardımda bulunarak, ona islâmiyyete uygun ma’nâ verilebilir. Böylece, bir müslimâna kötü gözle bakmakdan kurtulmak lâzım olur. Kötü işleri yaymak ve fâsıkın yüz karasını ortaya koymak, dînimizde harâmdır ve çirkin bir işdir. Bir zan ile, bir şübhe ile, bir müslimâna kötü damgası basmak uygun mudur? Yer yer dolaşıp, onu sapık olarak yaymağa çalışmak bir din adamına yakışır mı? Müslimân olan ve müslimânları seven bir kimse, bir insandan islâmiyyete uygun görünmeyen bir söz işitince, bu söyliyeni incelemelidir. Söz sâhibi, sapık ve zındık ise, buna cevâb vermeli, doğrusunu söylemeli, sözüne iyi ma’nâ aramamalıdır.

O sözün sâhibi müslimân ise, Allaha ve Resûlüne îmân etmiş ise, onun sözünü düzeltmeğe çalışmalı, iyi ma’nâ vermeğe uğraşmalıdır. O söze iyi ma’nâ bulamazsa, söz sâhibinden sormalıdır. O da bulamazsa, kendisine nasîhat vermelidir. (Emr-i ma’rûf) ve (Nehy-i münker) islâmiyyetin emridir. [(Ahkâm-ı islâmiyye), Allahü teâlânın emr ve yasak etdiği şeyler demekdir.] Fekat bunun fâideli olması için, tatlı sözle ve yumuşak yapılması lâzımdır. Eğer fâideli olmak için değil de, bir müslimânı kötülemek için yapılıyorsa, buna birşey diyemem. Allahü teâlâ, hepimizi iyi yolda bulundursun! Şuna dahâ çok şaşdım ki, bu fakîrin mektûbunu [üçüncü cildin seksenyedinci mektûbunu] gösterip dedikodusunu yapanı görünce, sizin talebelerinizde de, bu fakîre karşı şübhe ve soğukluk hâsıl olduğu, şerefli mektûbunuzdan anlaşılmakdadır. Sakın bu hâl, onlara mürşidlerinden aksetmiş olmasın. Şübheli sanılan yerleri sizin çözmeniz, aydınlatmanız, işi bu fakîre kadar uzatmamanız lâzım gelirdi. Fitneyi söndürmeniz îcâb ederdi. Oradaki sevdiklerimize de ne diyeyim ki, şübheyi gidermeğe güçleri yetdiği hâlde, susmuşlar, yardım etmekden kaçınmışlardır. Yâ Rabbî! Bizlere acı, doğru yolda bulunmamızı nasîb eyle!

Tesavvuf yolunun başında da sonunda da islâmiyyete uymak lâzımdır, 2.Cild 50.ci mektûb

 İKİNCİ CİLD, 50. ci MEKTÛB

Bu mektûb, Mirzâ Şemseddîne yazılmışdır. İslâmiyyetin bir sûreti, bir de hakîkati olduğu ve tesavvuf yolunun başında da, sonunda da islâmiyyete uymak lâzım olduğu bildirilmekdedir:

Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdiği, sevdiği kullarına selâm olsun! İslâmiyyetin bir sûreti, ya’nî dış görünüşü, bir de hakîkati, ya’nî aslı, özü vardır. İslâmiyyetin sûreti, Allahü teâlâya ve Onun Resûlüne ve bu Resûlün Ondan getirdiği bilgilere inanmak ve islâmiyyetin ahkâmına uymakdır. [(İslâmiyyet), hükmler, emrler ve yasaklar demekdir. Ahkâma uymak demek, emr edilen şeyleri yapmak, yasak edilen şeylerden kaçınmakdır.] İnsanın nefs-i emmâresi îmân etmez ve islâmiyyetin sûretine uymak istemez. Onun yaratılışı böyledir. Bundan dolayı islâmiyyetin sûretine uyanların îmânı, îmânın sûretidir. Ya’nî, görünüşde îmândır. Nemâzları, orucları ve bütün ibâdetleri, ibâdetlerin sûretidir. Ya’nî, hep görünüşde ibâdetdirler. Çünki, insan deyince, insanın nefsi anlaşılır. Herkes (Ben) deyince nefsini bildirmekdedir. İnsan ibâdet yaparken, nefsi küfr hâlindedir. Yapdıklarının yerinde bir iş olduğunu inkâr etmekdedir. Böyle bir insanın îmânı ve ibâdetleri, hakîkî ve doğru olabilir mi? Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için îmânın ve ibâdetlerin sûretlerini, görünüşlerini, hakîkî olarak, doğru olarak kabûl buyuruyor. Böyle kullarını Cennete koyacağını söz veriyor, müjdeliyor. Cenneti ve Cennetde olan kullarını Allahü teâlâ sever. Onlardan râzıdır. Allahü teâlâ, sonsuz ihsân sâhibi olduğu için, yalnız kalbin tasdîk etmesini, inanmasını îmân olarak kabûl buyurmuşdur. Nefsin iz’ân etmesini, inanmasını istememişdir. Böyle olmakla berâber Cennetin de hem sûreti, hem de hakîkati vardır. Dünyâda islâmiyyetin yalnız sûretine kavuşanlar, Cennetin de yalnız sûretine kavuşacaklar, yalnız onun zevkıni, tadını alacaklardır. Dünyâda islâmiyyetin hakîkatine kavuşanlar, Cennetin de hakîkatine kavuşacaklardır.

Cennetin yalnız sûretine ve yalnız hakîkatine kavuşanlar, aynı ni’metlerden meselâ aynı meyvesinden yidikleri hâlde, başka başka lezzet duyacaklardır. Resûlullahın zevceleri, mü’minlerin anneleri olup, Cennetde Resûlullahın yanında bulunacaklar, aynı meyveyi yiyecekler ise de, başka başka tad alacaklardır.

Duydukları lezzet, hep aynı olsa idi, mü’minlerin annelerinin, bütün insanlardan dahâ üstün olmaları lâzım gelirdi “aleyhinnessalâtü vesselâm ve rıdvânullahi teâlâ aleyhinne”. Bunun gibi, her dahâ üstün olan kimsenin zevcesinin de, başkalarından dahâ üstün olması lâzım gelirdi. Çünki zevceler, Cennetde, zevclerinin yanında bulunacaklardır. İslâmiyyetin sûretine uyanlar, âhıretde azâbdan kurtulacak, sonsuz se’âdete kavuşacaklardır. Evliyâlık da, iki dürlüdür: (Vilâyet-i âmme) ve (Vilâyet-i hâssa), ya’nî, seçilmiş olanların vilâyeti. İslâmiyyetin yalnız sûretine uyanlar, vilâyet-i âmmeye kavuşmuş olurlar. Meâl-i şerîfi (Allahü teâlâ, îmân edenlerin velîsidir) olan âyet meşhûrdur.

İslâmiyyetin sûretini elde eden, ya’nî vilâyet-i âmmeye, Allahü teâlânın sevgisine kavuşanlar, tarîkatda, ya’nî tesavvuf yolunda ilerliyerek, vilâyet-i hâssaya kavuşabilirler. Bu yolda ilerliyen müslimâna (Sâlik) denir. Sâlikin nefsi yavaş yavaş, emmârelikden kurtulup itmînâna, râhata kavuşur. Azgınlığı gider. Şunu iyi bilmelidir ki, vilâyet-i hâssaya kavuşmak için çalışan sâlikin, hep islâmiyyetin sûretine uyması şartdır. Tesavvuf yolunda en önemli vazîfe olan (Zikr-i ilâhî), islâmiyyetin emrlerinden biridir. İslâmiyyetin yasaklarından sakınmak da, bu yolda lâzımdır. Farzları yapmak, sâlikin ilerlemesini kolaylaşdırır. Tesavvuf yolunu iyi bilen ve sâlike yol gösteren âlim aramağı da islâmiyyet emr etmekdedir. Çünki, Mâide sûresinde, (Ona kavuşmak için vesîle arayınız!) buyurulmuşdur. [(Künûz-üd-dekâık)deki hadîs-i şerîflerde buyuruluyor ki, (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir), (Evliyâ ol kimselerdir ki, Onlar görülünce, Allah hâtırlanır), (Herşeyin hâsıl olduğu yer vardır. Takvânın elde edildiği yer, âriflerin kalbleridir), (Bâtın ilmi, Allahü teâlânın esrârından bir sırdır!). (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, müslimânların fakîrlerini vesîle ederek düâ ederdi), (Âlimin yüzüne bakmak ibâdetdir!), (Onlar, öyle kimselerdir ki, yanlarında bulunanlar şakî olmaz!), (Ümmetimin âlimlerine saygılı olunuz! Çünki onlar yeryüzünün yıldızlarıdır), (Allahın öyle kulları vardır ki, birşey için yemîn etseler, Allah o şeyi yaratır), (Âlimlerin yanında bulunmak ibâdetdir), (Talebesi arasında âlim, ümmeti arasında Peygamber gibidir), (Bir âlimin ölmesi, bir şehr halkının ölümünden dahâ büyük ziyândır), (Derecesi en üstün olanlar, Allahü teâlâyı zikr edenlerdir), (İnsanların en kıymetlisi, mü’minlerin âlimleridir), (Zikr etmek, nâfile oruc tutmakdan dahâ iyidir), (Allah sevgisinin alâmeti, Onu çok zikr etmekdir), (Resûlullah, Allahü teâlâyı çok zikr ederdi), (İnsan, sevdiğini çok zikr eder).]

Görülüyor ki, islâmiyyetin hakîkatine kavuşmak için, islâmiyyetin sûretine uymak şartdır. Çünki, vilâyetin ve nübüvvetin bütün kemâlleri, islâmiyyetin sûreti üzerine kurulmuşdur. İslâmiyyetin yalnız sûretine uyan, vilâyetin kemâllerine kavuşur. Hem sûretine, hem de hakîkatine uyan ise, nübüvvetin kemâllerine de kavuşur. Bunu, aşağıda inşâallah dahâ açıklıyacağız.

Vilâyete kavuşmak, tesavvuf yolunda çalışmakla olur. Vilâyete kavuşmak için, ya’nî Velî olmak için, mâ-sivâyı kalbden çıkarmak lâzımdır. (Mâ-sivâ), Allahdan başka şeyler demekdir. Ya’nî bütün mahlûklardır. Allahü teâlânın, lutfü ve ihsânı ile, mâ-sivânın hepsi, kalb gözünden silinince, ismleri bile unutulunca, (Fenâ) hâsıl oldu denir. (Seyr-i ilallah) temâm olur. Bundan sonra (Seyr-i fillah) denilen (İsbât) makâmına kavuşmak için çalışılır. Bu makâmda, kalb yalnız Allahü teâlâyı hâtırlamakdadır. Bu makâma (Bekâ) makâmı ve (Hakîkat) denir. Vilâyetin sonu, bekâ makâmıdır. Birincisinde fenâ makâmına ve hakîkatde bekâ makâmına kavuşan sâlik, vilâyete kavuşmuş, Velî olmuşdur. Nefs-i emmâresi mutmainne olmuş, küfrden, inkârdan kurtulup, Rabbinden râzı olmuşdur. Rabbi de ondan râzıdır. Yaratılışında bulunan kötülük, azgınlık yok olmuşdur. Tesavvuf büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” itmînâna kavuşan nefs, azgınlığından kurtulmaz demişler. Fârisî beyt tercemesi:

Mutmainne olsa da nefs,
kötülükleri hiç gitmez.

demişler ve bir gazâdan dönüşde buyurulmuş olan (Küçük cihâddan döndük, büyük cihâda başlıyacağız!) hadîs-i şerîfinde bildirilen büyük cihâd, nefse karşı yapılan cihâddır demişlerdir. Bu fakîre keşf olunan ve vicdânım ile anladığım ise, bunların dediği gibi değildir. İtmînân hâsıl olunca, nefsde hiç azgınlık ve taşkınlık bulmuyorum.İslâmiyyete tam uyduğunu görüyorum. Öyle ki, nefs de, mâ-sivâyı temâmen unutmuş olan kalb gibi olmakda, Allahdan başka hiçbirşeyi görmez ve bilmez hâle gelmekdedir. Mevkı’ sevgisi, birşeye kavuşunca sevinmek, kaçırınca üzülmek onda hiç kalmıyor. Bunun islâmiyyete uymaması, azgınlık, taşkınlık yapması nasıl olabilir? İtmînâna kavuşmadan önce, islâmiyyetden kıl kadar ayrılmasına, azgınlık, taşkınlık derlerse, sözlerinin yeri vardır. Fekat, itmînâna kavuşdukdan sonra, islâmiyyete uymaması, taşkınlık yapması olamaz. Bu fakîr [ya’nî İmâm-ı Rabbânî hazretleri] çok inceledim. Bu bilmeceyi çözmek için pek uğraşdım. Nefs mutmainne olunca, kıl kadar azgınlık, taşkınlık yapamamakdadır. İslâmiyyete tam teslîm olmuş, her kötülüğü yok olmuşdur. Sâhibi için kendini yok etmişdir. Böyle olan nefsin islâmiyyete uymaması, olacak şey değildir. Nefs, Allahü teâlâdan râzı olunca, Allahü teâlâ da ondan râzı olunca, artık taşkınlık, azgınlık yapabilir mi? Azgın olandan râzı olunmaz. Allahü teâlânın râzı olduğu nefs, râzı olmıyacak bir şey yapabilir mi?

Hadîs-i şerîfde bildirilen (Cihâd-ı ekber), bu fakîrin anladığına göre, bedene, cesede karşı yapılan cihâd olabilir. Çünki, insanın bedeni, birbirine zıd, ters olan dört dürlü maddelerden yapılmışdır. Her çeşid madde, başka şeyler istemekde ve başka şeylerden kaçmakdadırlar. Herşeyin doğrusunu ancak Allahü teâlâ bilir. İnsanın şehvânî istekleri, bedenden doğmakdadır. Gazab etmesi, istememesi de bedenden ileri gelmekdedir. Hayvanlarda (Nefs-i nâtıka) yokdur. Onlarda da şehvet, gadab, hırs, hased vardır. İnsanda bu cihâdın sonu olmaz. Nefsin itmînâna ermesi, bu cihâdı ortadan kaldırmaz. Kalbin vilâyet makâmına kavuşması ile, bu cihâd yok olmaz. İnsanda bu cihâdın bulunması, çeşidli fâideler sağlamakdadır. Böylece, beden temizlenir. Âhıretde yüksek derecelere kavuşur. Dünyâ hayâtında, beden, kalbe tâbi’dir. Âhıretde, iş bunun tersinedir. Orada, kalb bedene tâbi’ olur. İnsan ölünce, âhıret hayâtı başlar. Bu cihâd da biter.

Allahü teâlâ, lutf ederek, ihsân ederek, nefs itmînân makâmına gelince ve islâmiyyete uymakla şereflenince, (İslâm-ı hakîkî)ye kavuşulur ve îmânın hakîkati hâsıl olur. Bundan sonra yapılacak her iş, islâmiyyetin hakîkati olur. Nemâz kılınca, nemâzın hakîkati kılınmış olur. Oruc tutunca, orucun hakîkati tutulmuş olur. Hac yapınca, haccın hakîkati yapılmış olur. İslâmiyyetin bütün hükmlerine uymak da, hep böyledir. Görülüyor ki, ilk yol ile hakîkat, islâmiyyetin sûreti ile islâmiyyetin hakîkati arasında bir geçiddir. Vilâyet-i hâssa ile şereflenmedikce, islâm-ı mecâzîden kurtulup, islâm-ı hakîkîye kavuşulmaz. [İslâmiyyetin sûretine uymak, islâm-ı mecâzîdir. İslâmiyyetin hakîkatine uymak ise, hakîkî müslimânlıkdır.] Bir müslimân, Allahü teâlânın ihsânı ile, islâmiyyetin hakîkatine kavuşur, islâm-ı hakîkî ile şereflenirse, Peygamberlere tam uyarak ve O büyüklere vâris olarak, (Kemâlât-i nübüvvet) denilen makâma kavuşabilir. O yüksek derecenin ni’metlerini bol bol elde edebilir. İslâmiyyetin sûreti, kemâlât-ı vilâyet meyvelerini meydâna getiren mubârek bir ağaç olduğu gibi, nübüvvet kemâlleri de, mubârek bir ağaç gibi olan islâmiyyetin hakîkatinin meyveleri gibidir. Vilâyetin kemâlâtı, sûretin meyveleridir. Nübüvvet kemâlâtı ise, bu sûretin hakîkatinin meyveleridir. Bunun içindir ki, vilâyetin kemâlâtı, Peygamberlik kemâlâtının sûretleridir. Peygamberlik kemâlâtı, bu sûretlerin hakîkatleridir.

Şunu iyi anlamalıdır ki, islâmiyyetin sûreti ile islâmiyyetin hakîkati, nefsden dolayı birbirinden ayrılmakdadır. İslâmiyyetin sûretine kavuşanın nefs-i emmâresi taşkınlık yapmakda ve inanmamakdadır. İslâmiyyetin hakîkatine kavuşunca, nefs mutmainne olmakdadır.

Müslimân olmakla şereflenmekdedir. Bunun gibi, sûret gibi olan (Kemâlât-i vilâyet) ile, bu sûretlerin hakîkatleri gibi olan (Kemâlât-i nübüvvet) arasındaki ayrılık da, bedenden ileri gelmekdedir. Vilâyet makâmında, bedeni meydâna getiren dört dürlü maddeler, kendi isteklerinde, kendi azgınlıklarındadır. Meselâ, nefsi itmînâna kavuşmuş olan bir Velînin bedenindeki enerji, kudret, iyi olduğu, üstün olduğu da’vâsındadır. Bedendeki toprak maddeleri, kötülük ve aşağılık yapdırmak istemekdedir. Sıvı ve gaz hâlindeki maddeler de, fizik ve kimyâ özelliklerini ve reaksiyonlarını meydâna getirmek çabasındadır. Kemâlât-i nübüvvet makâmına kavuşunca, bedendeki maddelerin hepsi, adâlet, denge hâlini alır. Aşırı ve zararlı hâlleri kalmaz. Resûlullahın “aleyhi ve alâ Âlihissalâtü vesselâm” (Şeytânım müslimân oldu), ya’nî teslîm oldu buyurması, belki de bu denge hâlini haber vermekdedir. Çünki, insanın dışında şeytân bulunduğu gibi, içinde de vardır. İnsanın içindeki şeytânı, onun kudretinin, enerjisinin taşkınlığıdır. Enerji artınca, insanda kibr ve yükseklik hâsıl olur. Kötü sıfatların en aşağısı da, bu kibr sıfatıdır. Enerjinin teslîm olması, selâmet bulması, bu kötülüğün ondan gitmesidir.

(Kemâlât-i nübüvvet) hâsıl olan bir Velînin hem kalbi, hem de nefsi itmînâna kavuşmuşdur. Hem de bedendeki üç çeşid maddesi ve enerjisi denge hâline gelmişdir. Vilâyetde ise kalb temâmen, nefs de şöyle böyle itmînâna kavuşmuşdur. Nefsin itmînâna kavuşmasına şöyle böyle dedik. Ya’nî az çok, yaklaşık olarak dedik. Çünki, nefsin itmînâna tam olarak, olgun olarak kavuşması, beden maddelerinde denge hâsıl oldukdan sonra olur. İşte bundan dolayı vilâyet sâhiblerinin bedenlerindeki maddeler dengeye gelmedikleri zemân, mutmainne olan nefsin eski sıfatlarına döneceğini bildirmişlerdir. Bedendeki maddelerin i’tidâle gelmesinden sonra, itmînâna kavuşan nefs, eski sıfatlarına dönmez. Görülüyor ki, nefsin eski kötülüklerine dönmesini ve dönmemesini söylemek, makâm sâhiblerinin görüşlerinin başka olmalarından ileri gelmekdedir. Her Velî, kendi makâmına uygun olanı söylemişdir.

Süâl: Bedendeki maddeler de dengeye geldikden ve islâmiyyete uymıyan taşkınlıkları kalmadıkdan sonra, bunlarla cihâd etmek nasıl olur? Mutmainne olan nefs ile cihâd yapılmadığı gibi, bu maddelere karşı da cihâd yapmak lüzûmu ortadan kalkmaz mı?

Cevâb: Nefsin mutmainne olması ile bedendeki maddelerin dengeye gelmeleri, birbirine benzemez. Nefs mutmainne olunca, yok gibi olur. Âlem-i emrden olan beş latîfe nasıl yok gibi oluyorlarsa, nefs de böyle olur. Bedendeki maddelerin, dünyâda kaldıkca, islâmiyyetin ahkâmına uymaları lâzım olduğundan sekr ve istihlâk ile ilgileri yokdur. İstihlâk olanda, ya’nî benliği yok olanda, emre karşı durmak, taşkınlık etmek kalmaz. Sahv hâlinde olan, ya’nî benliği, şu’ûrü gitmiyen ise, emrlere uygunsuz davranabilir. Bu davranış her emre karşı değildir ve çeşidli fâidelere sebeb olmakdadır. Bu davranış, Allahü teâlânın lutf etmesi ve koruması ile, yalnız müstehabları yapmamak olup, bundan ileriye gitmez. Bundan dolayı, dengeye gelmiş olan beden maddelerine karşı cihâd yapılabilir. Mutmainne olan nefs ile cihâd yapmak ise câiz değildir. Bu bildirdiklerimi, Mektûbâtın birinci cildinde, büyük oğlum [Muhammed Sâdık “rahmetullahi aleyh”] için yazmış olduğum mektûbda [ikiyüzaltmışıncı mektûbda] dahâ uzun bildirmişdim. Anlaşılamıyan yer kaldı ise, o mektûba da bakınız!

Allahü teâlâ, lutf ederek, ihsân ederek, islâmiyyetin hakîkatinin netîceleri ve meyveleri olan (Kemâlât-i nübüvvet) makâmları da aşılınca, artık ilerlemek, çalışmakla, ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla olmaz. O makâmlarda nasîb olan herşey, rahmân olan Allahü teâlânın yalnız lutf etmesi ile ve ihsânı ile olur. Bu makâmlarda îmânın, ilmin te’sîri yokdur. Kazanılanlar, yalnız ihsân ile, ikrâm iledir. Bu makâmlar, önceki makâmlardan pek çok dahâ yüksek ve pek çok genişdir. Öyle nûrludurlar ki, önceki makâmlarda bu nûrlar hiç bulunmaz.

Bu makâm, yalnız (Ülül’azm) olan Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” verilmişdir. Bunlara tam uyan pek az seçilmişlere de ihsân ederler.

İslâmiyyet, bütün bu yüce makâmların temelidir. Bütün kazancların sermâyesidir. Ağaç ne kadar dal budak verse de ve duvar ne kadar yükselse ve üzerine yüksek binâlar yapılsa da, köksüz ve temelsiz olamaz. Köke, temele her zemân muhtâc olurlar. Bir binâda ne kadar çok kat yükselirse yükselsin, aşağıdaki katlara hep muhtâcdırlar. Hiçbir kat, altındaki kata olan ihtiyâcından kurtulamaz. Aşağıdaki katlardan biri çürük olursa, yukardaki katların hepsi de çürük sayılır. Onlardan biri yıkılınca, yukardakiler de yıkılır. Demek ki, islâmiyyet her zemân ve her makâmda lâzımdır. Hangi makâmda olursa olsun, herkes islâmiyyete uymağa muhtâcdır. Allahü teâlâ, ihsân ederek, bu makâmdan da yukarı çıkılırsa, ele geçenler, ihsân ile değil, muhabbet ile olur. Bu makâmın bu yüksek derecesi, Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed aleyhisselâma mahsûsdur “aleyhi ve aleyhim ve alâ Âl-i küllinissalevâtü vetteslîmâtü vettehıyyâtü velberekât”. Bu yüce Peygambere tam uyanlardan ve izinde gidenlerden dilediklerini de bu ni’metle şereflendirirler. [Bu en yüksek makâm, âlem-i misâlde bir köşk şeklinde görünmekdedir.] Bu köşk çok yüksek görünüyor. Ebû Bekr-i Sıddîk, O yüce Peygambere tam uyduğu için, vâris olarak, bu köşkün içinde görünüyor. Hazret-i Ömer-ül-Fârûk da, bu ni’metle şereflenmişdir. Mü’minlerin annelerinden Hazret-i Hadîce ve Hazret-i Âişe-i Sıddîka da zevcelik bağı ile, bu köşkde görülmekdedir “radıyallahü anhüm ecma’în”. Her işin doğrusunu yalnız Allahü teâlâ bilir. Yâ Rabbî! Bize merhamet et! Bizleri doğru yola kavuşdur! Kıymetli kardeşim, ma’rifetler sâhibi şeyh Abdülhay, senelerce sohbetde bulundu. Şimdi memleketine gidiyor. Oraların makâmı kendisine verilmişdir. Bunu size birkaç satır ile bildirmek lâzım oldu. Ehlullah [ya’nî Allah adamları, ya’nî Evliyâ], hangi memleketde bulunursa, oradaki insanlar için büyük bir ni’metdir. Bunların se’âdete kavuşmaları için büyük müjdedir. Onları tanıyabilenlere, anlıyabilenlere ne mutlu!

[İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh”, birinci cild, 97. ci mektûbunda buyuruyor ki, (İnsanın yaratılması, ibâdet yapmak içindir. İbâdet yapmak da, yakîn ya’nî hakîkî îmâna kavuşmak içindir. Hicr sûresinin son âyetindeki (hattâ) kelimesi, belki de (için) demekdir. İbâdet yapmadan önceki îmân, sanki îmânın sûretidir. İbâdet yapınca, îmânın hakîkati hâsıl olur. (Vilâyet) ya’nî evliyâlık, Fenâ ve Bekâ demekdir. Fenâ, Allahü teâlânın râzı olmadığı şeylerin, kalbden çıkmaları, kalbde kalmamalarıdır. Bekâ, yalnız Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği şeylerin kalbde bulunmasıdır). İbâdet, Resûlullahın sünnetine, yoluna tâbi’ olmak demekdir. Bu yola (İslâmiyyet) denir. İslâmiyyete tâbi’ olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmek, Allahü teâlânın emrlerini yapmak ve harâmlardan, bid’atlerden sakınmak lâzımdır. Harâmların en kötüsü, kul hakkıdır. Hükûmet adamları buna çok dikkat etmelidir. Adâlet yapmaları, islâmın en büyük düşmanı olan ingilizlere aldanmamaları, sulh zemânında, zevk ve safâya sapmayıp, düşmanlardaki silâhları temîn etmeleri, milleti tıb, ticâret, zırâat, san’at ve harb işlerinde yetişdirmeleri emr olundu. Bunlar, hakîkî bir âlimden öğrenilir. Bu âlime (Mürşid) denir. Bir mürşid bulup, onun sözlerinden, hâllerinden öğrenilir. Mürşid bulamazsa, bir mürşidin kitâbından öğrenilir. Mürşidin sohbeti veyâ kitâbı, en büyük bir ni’metdir. Ebedî se’âdete sebebdir. İnsan, bu sebebi çok sever. (İhsân sâhibini sevmek, insanların yaratılışında vardır) hadîs-i şerîfi meşhûrdur. İnsan, mürşidini sevdiği kadar, onun kalbinden feyz alır. Fenâ makâmına kavuşur. İbâdetlerini ihlâs ile yapmak nasîb olur. Her hareketi zikr olur. Kalb ile zikr söylemek de, fenâ makâmına kavuşdurur ise de, kalbine feyz gelerek kavuşmak, dahâ sür’atli olur.]

ÜÇÜNCÜ CİLD, 67. ci MEKTÛB

 ÜÇÜNCÜ CİLD, 67. ci MEKTÛB

Bu mektûb, mîr Mensûr için yazılmışdır. Kâinâtın hakîkatini bildirmekde ve kendi keşfi ile Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin keşfi arasındaki farkı açıklamakdadır:

Gördüğümüz ve geniş, düz, uzun ve yassı olarak anladığımız bu Kâinât, ya’nî bütün varlıklar, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine göre ve Onun izinde bulunanlara göre, hâricde mevcûd olan, var olan tek bir varlıkdır. Bu tek varlık Allahü teâlânın kendisidir. Kâinât, bu tek varlığın zuhûrudur, görünüşüdür derler. Bu kâinâta (Zâhir-i vücûd) dediler. Allahü teâlânın ilminde bulunan çeşidli sûretler, bu tek varlığa aks etmiş, burada çeşidli şekllerde görünmüşlerdir derler. İlmdeki bu şekllere (Bâtın-ı vücûd) ve (A’yân-ı sâbite) demişlerdir. Tek ve basît olan o varlık, geniş, uzun, yassı gibi şekllerde hayâl olunmakdadır. Câhil olsun, âlim olsun, herkesin gördüğü çeşidli şekller, Allahü teâlâdır. Câhiller bu görünenleri âlem sanır. Hâlbuki âlem, ilm-i ilâhîden dışarı hiç çıkmamışdır. Hâricde var değildirler. Çeşidli şekllerde, sûretlerde ilmde bulunan âlem, ayna gibi olan vücûd-i ilâhîye aks etmiş, hâricde görünmüşdür. Câhiller, bu görünenleri, âlemin kendisi sanmışlardır derler. Molla Abdürrahmân Câmî “aleyhirrahme”, böylece buyuruyor ki:

Mahlûkları, eskidenberi,
çeşid çeşid ayırmakdayız.

Pek iyi anladık ki, hepsi,
birdir, O da Zât-i ilâhî!

Bu fakîrin [ya’nî imâm-ı Rabbânînin] keşfi ve i’tikâdı şöyledir ki, bu görünenler varlık değil, vehmdir. Allahü teâlâ, bu çeşidli mahlûklarını (Mertebe-i vehm)de yaratmışdır. Hepsini çeşidli şekllerde, bu mertebede durdurmakdadır. Görülen, duyulan, bilinen herşey, mahlûkdur. Tesavvuf yolcularından birçoğu, bunları vâcib, [ya’nî Allahü teâlânın kendisi] sanmış, hakîkî varlık olarak görmüşler ise de, hepsi âlemdir. Hepsi mahlûkdur. Allahü teâlâ, ötelerin ötesidir. Onu hiç göremeyiz, bilemeyiz.

Keşf ile, şühûd ile bilinemez. Fârisî beyt tercemesi:

Mahlûk, Onu nasıl görebilir?
Hangi aynada görülebilir?

Hâricde mevcûd olan, yalnız Allahü teâlâdır. Mahlûkların hepsi, vehm mertebesinde olup, Onun kudretinin görünüşleridir. Vehm mertebesi, hakîkî varlık mertebesinin zıllidir, görüntüsüdür. Vehm mertebesine, hâric mertebesinin zılli olduğu için, (Hâric) demek mümkindir. Bunun gibi, vücûdün zılli olduğu için, mevcûd denilebilir. Vehm mertebesindeki varlıklar [ya’nî mahlûklar], hâricdeki varlık gibi [ya’nî Allahü teâlâ gibi], (Nefs-ül emrî)dirler. [Ya’nî bir hayâl, bir düşünce olmayıp, kendileri vardır.] Sıfatları, işleri vardır. Sonsuz var olacaklardır. (Muhbir-i sâdık), ya’nî hep doğru söyleyici Peygamber “aleyhissalâtü vesselâm” böyle olacağını haber vermişdir.

Yukarıda bildirilen iki keşfden hangisinin, Allahü teâlâyı iyi tenzîh etdiğini, (ülûhiyyet sıfatları)na dahâ yakışır olduğunu iyi düşünmelidir. Hangisinin, tesavvuf yolunun başlangıcı ve ortası ile, hangisinin de yolun sonu ile ilgili olduğunu iyi anlamalıdır. Bu fakîr de, senelerce onlar gibi inanıyordum. Bu i’tikâda uygun, şaşılacak hâller ve garîb müşâhedeler hâsıl oluyordu. O makâmda çok lezzetler duyuyordum. Sonra, Allahü teâlâ lutf ederek, anlaşıldı ki, görülen, bilinen şeylerin hiçbiri, O değildi. Hepsini yok etmek lâzımdır. Cenâb-ı Hakkın ihsânı ile kendileri yok oldular. Hak sanılan bâtıl yok oldu. Gaybın sevgisi hâsıl oldu. Mevhûm, mevcûddan ayrıldı. Kadîm, hâdisden temizlendi.

Madde Allahü teâlâya ayna olamaz, 2.Cild 24.cü mektûb

İKİNCİ CİLD, 24. cü MEKTÛB

Bu mektûb, hâcı Muhammed Firketîye yazılmış olup, hiçbir maddenin Allahü teâlâya ayna olamıyacağını bildirmekdedir:

Allahü teâlâya hamd olsun ve seçdiği, beğendiği kullarına selâm olsun!

Bu fakîrlere karşı olan sevginizin, bağlılığınızın çokluğundan dolayı gönderdiğiniz kıymetli mektûb, bizleri pek sevindirdi. Bağlılığınız, sizi dâimâ, bağlandığınız ile berâber bulundurur. Onun nûrlarının size akmasına, aks etmesine sebeb olur. Bu büyük ni’mete, çok şükr etmelisiniz! (Kabz), ya’nî sıkıntı ve (Bast), ya’nî neş’e insanı uçuran iki kanad gibidir. Sıkıntı hâsıl olunca, üzülmeyiniz. Neş’eli olunca da, sevinmeyiniz!

Her yerde, herşeyde Allahü teâlâyı görmek istediğinizi yazıyorsunuz.

Sevgili yavrum! Kulun, kölenin arzûsu ve emrleri unutması olur mu? Kulun istekleri, kendi kısa görüşü kadar olur. Herşeyde Allahü teâlâyı görmek arzûsu, kısa görüşlü olmakdandır. Bu cismler, maddeler, Allahü teâlâya ayna olabilir mi? Bu mahlûklar aynasında görünen, ancak Onun sıfatlarının sayısız akslerinden biridir. Allahü teâlâyı, verâların verâsı [uzakların uzağı] olarak aramak lâzımdır. İnsanın içinden ve kendinden başka şeylerden uzakda, dışarda aramalıdır. Sizin şimdi ilerlediğiniz derece, arzûnuzun çok üstündedir. Sakın, başkalarına bakarak, geriye dönmeyiniz ve yüksekden, aşağıya düşmeyiniz! Bu büyüklerin yolu, çok yükseklere gider. Allahü teâlâ, yükselmek istiyenleri sever. Onu bir ân unutmamanıza ve herkesle iyi olmanıza düâ ederim!

Vahdet-i vücûd bilgisi, Vücûd-i vehmî, 2.Cild 44.cü mektûb

İKİNCİ CİLD, 44. cü MEKTÛB

Bu mektûb, hâce Muhammed Mü’minin oğlu Muhammed Sâdıka yazılmış olup, vahdet-i vücûd [panteizm]ü bildirmekdedir:

Allahü teâlâya hamd ederim. Onun beğendiği, seçdiği kullarına selâmet vermesini düâ ederim! Soruyorsunuz ki, tesavvufcular, vahdet-i vücûd söylüyor. Âlimler ise, bu söze küfr ve zındıklık diyor. Hâlbuki, her iki taraf da Ehl-i sünnetdir. Siz bu işe ne dersiniz?

Sevgili yavrum! Bu işi, birçok mektûblarımda ve risâlelerimde uzun uzun anlatmışdım. İki taraf arasında, kelime farkından başka bir ayrılık olmadığını bildirmişdim. Bununla berâber, mâdemki siz de soruyorsunuz, süâle cevâb lâzımdır. İster istemez birkaç kelime yazıyorum. Biliniz ki, Sôfiyye-i aliyyeden (Vahdet-i vücûd vardır ve herşeyde Hak teâlâyı görüyoruz ve herşey Odur) diyen, herşey, Hak teâlâ ile birleşmiş, O, herşeyden ayrı değil, herşeye benzer, bu âlem ile berâber ve birlikde var oldu, işte O görünüyor, gibi şeyler demek istemiyor. Böyle söyleyen, kâfir olur, zındık, dinsiz olur. Allahü teâlâ mahlûkları ile birleşik değildir. Onların aynı değildir. Onlara benzer değildir. O hep var idi, hep öyledir. Zâtında ve sıfatlarında, ismlerinde hiç değişiklik olmaz. Birşeyi yaratmakla, bunlarda değişiklik olmaz. O, hiçbir bakımdan mahlûklarına benzemez. Onun varlığı, lâzımdır. Ondan başkası, olsa da olur, olmasa da. O büyüklerin, (Herşey Odur) demeleri, hiçbirşey yokdur. Yalnız O vardır, demekdir. Meselâ, Hallâc-ı Mensûr, enelhak [ben Hakkım] dedi. Böylece, ben Hakkım, Hak teâlâ ile birleşdim demek istemedi. Böyle diyen kâfir olur ve öldürülmesi lâzım olur.

Onun sözünün ma’nâsı, (Ben yokum, Hak teâlâ vardır) demekdir. İşte sôfiyye, herşeyi, Hak teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının görünüşü, onların aynası bilir. Zâtın [kendisinin] bunlarla birleşdiğini, zâtında değişiklik olduğunu söylemez. Meselâ, bir insanın gölgesi, kendinden hâsıl oluyor. Gölge, o kimse ile birleşmiş, onun aynıdır veyâ o kimse inerek, o gölge şekline girmişdir, gibi şeyler söylenemez. O kimse, kendi kendinedir. Gölge, onun bir görünüşüdür. Bu kimseyi aşırı seven, gölgeyi filân görmez. Ondan başka birşey görmez. Gölge, o kimsenin aynıdır diyebilir. Ya’nî gölge yokdur, yalnız o insan vardır der. Bundan anlaşıldı ki, sôfiyye, eşyâya, Hak teâlâdan meydâna gelmişdir, Hak teâlâ değildir diyor. O hâlde, sôfiyyenin (Herşey Odur) sözleri, (Herşey Ondandır) demekdir ki, âlimler de böyle söylemekdedir. İki taraf arasında bir fark yokdur. Yalnız şu fark vardır ki, Sôfiyye, eşyâya, Hakkın görünüşü diyor. Âlimler bunu söylemekden çekiniyor. Eşyâ ile birleşmek, eşyânın içinde bulunmak anlaşılmasın diye, bu sözü söylemiyor.

Süâl: Sôfiyye, eşyâya, Hak teâlânın görünüşü dedikleri gibi, bunları dışarda yok biliyor. Hâricde Allahü teâlâdan başka birşey yokdur, diyor. Âlimler ise, eşyâyı hâricde mevcûd biliyor. O hâlde, iki tarafın bilgisi de, kelimeleri gibi, farklı değil midir?

Cevâb: Sôfiyye, hâricde birşey yokdur diyorsa da, eşyânın hâricde (Vücûd-i vehmî) ile var olduğunu söylüyor. Hâricde hiç yokdurlar demiyor. Hâricde kesret-i vehmiyye vardır, diyor. Fekat, hâricde görünen bu (Vücûd-i vehmî), bizim vehm ve hayâl ve düşüncelerimizde olan vücûd, ya’nî varlık gibi değildir. Çünki, vehm, hayâl ve düşüncemizi durdursak, bunlardaki varlıklar kalmaz, yok olur. Ya’nî, vehmlerimiz, hayâllerimiz devâmlı değildir. Hâlbuki, bu kâinâtın (Vücûd-i vehmî)leri ve hayâlî görünüşleri, bizim vehm ve hayâllerimizde olmayıp, Hak teâlânın yaratması ile ve Onun kâmil, [ya’nî sonsuz] kudreti ile olduğundan, yok olmuyor. Varlıkları devâm ediyor. Âhıretin ebedî, sonsuz işleri, dünyâdaki bu varlığa bağlı bulunuyor. Yunân feylesoflarından Sofistâî [sophiste] denilen mugâletacılar, safsatacılar, bu kâinâtı, evhâm ve hayâlât sandı. Hayâlimiz olmasa, bir şey olmazdı dedi. Eşyânın varlığı, bizim inancımıza bağlıdır, hakîkatde hiçbirşey yokdur. Gökleri yer kabûl edersek, yer olurlar, yerler de, i’tikâdımıza göre gök olur. Tatlıyı acı bilirsek, acı olur. Acılık, bizim inancımıza göre tatlı olur, dediler. Bu ahmaklar, ihtiyârı, isteği olan Yaratanı inkâr etdi. Aldandılar ve çoklarını aldatdılar. Sôfiyye-i aliyye, eşyâyı, hâricde, vücûd-i vehmî ile var biliyor. Böyle vücûd, devâmlıdır. Ya’nî bizim vehmimizin yok olması ile yok olmaz. Âhıretin sonsuz hayâtını, bu vücûda bağlı bilirler. Âlimler, eşyâyı hâricde mevcûd bilir. Âhıretin sonsuz hayâtı, bu eşyâya göre olacakdır der. Bununla berâber, eşyânın hâricde varlığını, Hak teâlânın varlığı yanında za’îf, kuvvetsiz ve hattâ, yok bilir. Görülüyor ki, her iki taraf da, eşyâya hâricde var diyor. Dünyâ ve âhıret işlerini, bu varlık üzerine kuruyor. Vehmin, hayâlin yok olması ile yok olmaz, diyor. Yalnız, sôfiyye, bu varlığa vehmî diyor. Çünki, bunlar, tesavvuf yolunda yükselirken, hiçbirşey görmiyor. Hak teâlânın varlığından başka, birşey gözlerine görünmüyor. Âlimler ise, bunların varlığına vehmî demekden kaçınıyor, câhillerin, yanlış anlayıp, hayâlin yok olması ile, yok olur sanacaklarından ve ebedî, sonsuz azâbı ve sevâbı inkâr etmelerinden korkuyorlar.

Süâl: Sôfiyye, eşyânın vücûd-i vehmîsi vardır demekle, bu varlık devâmlı olmakla berâber, hakîkî değildir vehmdir diyor. Âlimler ise, eşyâ hâricde hakîkatde vardır diyor. Böylece, iki taraf arasında, yine ayrılık bulunmuyor mu?

Cevâb: Vücûd-i vehmî ve hayâlde görünüş, vehm ve hayâlin yok olması ile yok olmadığından, hakîkatde var demekdir. Çünki, bu varlık, devâmlıdır. Bütün vehmlerin yok olması ile, yok olmuyor. Hakîkî varlık da, bu demekdir. Yalnız şu kadar varki, mahlûkların hakîkî varlıkları, Vâcib teâlânın hakîkî varlığı yanında, yok gibidir, vehm ve hayâl gibidir.

Böylece, iki taraf arasında fark kalmamış olur.

Süâl: Eşyânın vücûd-i vehmîsi hakîkî olunca, hakîkî var olan, birden çok olur. Bu ise vahdet-i vücûdü bozar. Vahdet-i vücûd, hakîkî var olanın bir olması değil midir?

Cevâb: Her iki varlık da, hakîkîdir. Var olan hakîkat de ikidir: [Yaratan ve yaratılanlar.] Fekat, iki varlığın hakîkî olmaları, aynı bakımdan değildir. Meselâ, bir kimsenin şekli, aynada görülünce, aynada hakîkatde bir cism yokdur. Görünen şekl, aynanın ne üzerindedir, ne de içindedir. Aynadaki o şeklin varlığı, hayâlimizdedir. Bu vücûd-i vehmî ve hayâlî görünüş ise, bir rü’yâ değildir. Hakîkatde mevcûddur. Bir kimse, Ahmedi aynada gördüm dese, akl ve âdet ona inanır. Yemîn etse, günâha girmez. Görülüyor ki, Ahmed, hakîkatde aynada değildir. Vehm ve hayâl bakımından, aynada olması da hakîkatdir. Fekat, birincisi, her bakımdan hakîkî, ikincisi ise, vehm ve hayâl bakımından hakîkîdir. Şaşılacak şeydir ki, hakîkatin zıddı olan vehm ve hayâl, burada varlığı hakîkî yapmağa sebeb oluyor. Çünki, vehm ve hayâl bakımından demeseydik, aynadaki görünüş hakîkî olmıyacakdı. İkinci bir misâl de, (Nokta-i cevvâle)dir. [Ya’nî, dâire şeklinde hızlı dönen, bir noktadır.] Vehm ve hayâl, bunu, hâricde dâire görür. Hâlbuki, hakîkatde, dâire yokdur. Nokta vardır. Fekat, vehm ve hayâl bakımından, hâricde dâirenin bulunması hakîkîdir. Şu kadar var ki, noktanın hâricde bulunması, her bakımdan hakîkî iken, bundan meydâna gelen dâirenin hâricde bulunması, yalnız vehm ve hayâl bakımından, hakîkîdir. İşte vahdet-i vücûd, her bakımdan hakîkîdir. Birden ziyâde varlık ise, vehm ve hayâl bakımından hakîkîdir. Bu iki varlıkdan birincisi (Her bakımdan), ikincisi de (Yalnız bir bakımdan) hakîkat oluyor. Zıd birşey olmuyorlar.

Süâl: Vehm ve hayâl bakımından var olan birşey, vehm ve hayâl yok olunca, niçin yok olmuyor?

Cevâb: Bu vücûd-i vehmî yalnız vehm tarafından hâsıl olmamışdır ki, vehm ile berâber o da yok olsun. Bunları, Allahü teâlâ vehm mertebesinde yaratmışdır. Fekat, sâbit, devâmlı olmuşlardır. Allahü teâlâ, bunları vehm ve hayâl mertebesinde yaratdığı için, Vücûd-i vehmî demişlerdir. Hangi mertebede olursa olsun, hattâ hakîkî varlık olmıyan mertebede olsa da, O yaratdığı için, o mertebede var olmaları, hakîkîdir. Allahü teâlâ, bu eşyâyı his ve vehm mertebesinde yaratmışdır demek, eşyâyı öyle bir mertebede yaratmışdır ki, o mertebe, yalnız his ve vehmde vardır. Hâricde yokdur. Meselâ bir hokkabaz, mevcûd olmıyan şeyleri, var imiş gibi, gösteriyor. Birşeyi, on dâne gösteriyor. Bu on dâne şey, hakîkatde yokdur. Yalnız, his ve vehmde vardır. Hakîkatde, yalnız birşey vardır. Görülen bu on şey, eğer Allahü teâlânın sonsuz kudreti ile kuvvet ve devâm kazanıp, çabuk gayb olmakdan korunursa, varlıkları, bu mertebe için hakîkî olur. Bu vakt bu on şey, hakîkatde hem vardır, hem de yokdur. Fekat, iki ayrı bakımdan düşünülmekdedir. Ya’nî his ve vehm mertebesini düşünmezsek, yokdurlar. His ve vehm düşünülürse, vardırlar. Hindistânda meşhûr olan bir hikâye vardır. Bir Hind şehrinde, hokkabazlar, pâdişâhın karşısında oyun yaparken, göz boyamakla, aynada bağçe ve ağaçlar gösterirler. Hakîkatde bulunmıyan bu ağaçların büyüyerek meyve verdiklerini gösterirler. Meyveleri koparıp sultâna ve seyrcilere yidirirler. O vakt, sultân emr eder. Oyuncuları hemen öldürürler. Çünki, oyun yaparken, hokkabazlar öldürülürse, görülen oyunlar, Allahü teâlânın kudreti ile, o hâlde kalır, yok olmazlar diye işitmiş, imiş, Hokkabazlar öldürülünce, o ağaçlar, aynada öylece kalır. Bu zemâna kadar durdukları, meyvelerini herkesin yidikleri söyleniyor. Bu hikâyenin hepsi veyâ bir kısmı doğru veyâ yanlış olması bir tarafa, sözümüzü aydınlatdığı için burada söyledik.

Hâricde ve hakîkatde, Allahü teâlâdan başka, mevcûd yokdur. Allahü teâlâ, kudreti ile, kendi ismlerinin ve sıfatlarının kemâlâtını mümkinât sûretlerinin perdesinde göstermiş, ya’nî eşyâyı, kendi kemâlâtına uygun olarak, his ve vehm mertebesinde, îcâd etmiş, var etmişdir.

Böylece, eşyâ, vehmde görünmekde, hayâlde devâm etmekdedir. O hâlde eşyâ, hayâlde göründüğü için vardır. Lâkin Allahü teâlâ, bu görünüşe devâm verdiği, yok olmakdan koruduğu eşyânın yapısına sağlamlık verdiği ve ebedî mu’âmeleyi de bunlara bağlı kıldığı için, vehmdeki varlık ve hayâldeki devâm da, hakîkî varlık olmuşdur. Bunun için, eşyâ hâricde [ilmde, hayâlde değil], bir bakımdan, hakîkaten vardır deriz. Bir bakımdan da yokdur diyebiliriz. Bu fakîrin babası, hakîkate varmış âlimlerden idi “kuddise sirruh”. Buyurdu ki, kâdî Celâleddîn-i Egrî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, derin âlimlerden idi. Bir gün bana sordu ki, (Nefs-ül-emr, vahdet midir, yoksa kesret mi? Ya’nî hakîkatde var olan, bir mi, yoksa çok mu? Eğer bir ise, bu emrler, sevâblar, azâblar, kimedir? Bu âmirlik, me’mûrluk nedir? Yok eğer hakîkî var olan çok ise, sôfiyyenin vahdet-i vücûd sözleri yanlış olur). Pederim buyurmuş ki, (Her ikisi de, nefs-i emrîdir). Ya’nî hakîkatde, hem vahdet vardır, hem kesret. Ve bu cevâbı îzâh etdiler. Fekat neler söylediklerini, şimdi hâtırlamıyorum. Bu fakîrin kalbine akıtılan bilgileri size yazdım. Demek ki, Vahdet-i vücûd söyliyen tesavvufcular haklıdır. Âlimlerin kesret-i vücûd sözleri de haklıdır, ya’nî doğrudur. Tesavvufcuların hâli, vahdete uygundur. Âlimlerin hâli de, kesrete uygundur. Çünki, islâmiyyet kesret üzerine kurulmuşdur. Çeşidli emrler kesret ile olur. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gönderilmesi, Cennet ni’metleri ve Cehennem azâbları, hep kesrete bağlıdır. Allahü teâlâ (Bilinmeyi, tanınmayı sevdim) buyurduğu için ve kesreti istediği için ve zâhir olmağı sevdiği için kesret mertebesine de inanmalıyız! Çünki, Allahü teâlâ, bu mertebeyi seçmiş, beğenmişdir. Büyük bir sultânın, hademeleri de, askerleri de vardır. Onun büyüklüğü, yalvaranların, titriyenlerin, Ona muhtâcların çokluğu ile ölçülür. Vahdet-i vücûd dahâ doğru ve kesret-i vücûd, bunun yanında, mecâzdır. Ya’nî hakîkate benzemekdedir. Bunun için, o âleme (Hakîkat âlemi) ve bu âleme (Âlem-i mecâz) derler. Fekat bu zuhûrâtı, Allahü teâlâ sevdiği için ve eşyânın varlığını sonsuz yapdığı için ve kudretine hikmet elbisesi giydirdiği ve kendi fi’lini, yaratmasını sebebler altında gizlediği için, o hakîkat, ikinci derecede kalmış ve bu mecâz, meşhûr olmuşdur. Hakîkatde var olan, nokta-i cevvâledir. Bunun dönmesinden görünen dâire, mecâzdır. Fekat, hakîkat gayb olmuş, mecâz görünmüş, tanınmışdır.

(Allahü teâlâ bir kulunu severse, günâh işlemek ona zarar vermez) sözünün ma’nâsını soruyorsunuz. Şöyle biliniz ki, Allahü teâlâ, bir kulunu severse, onu günâh işlemekden korur. Evet onlar, günâh işliyebilir. Ya’nî Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gibi değildirler. Çünki, Peygamberler günâh işlemekden ma’sûmdur, temizdir, günâh işliyemezler. İşte Evliyâ günâh işlemiyeceği için, günâhın zararından kurtulmuş olur. Bu sözdeki günâh, belki de evvelki günâhlar, ya’nî vilâyet derecesine varmadan önce işlediği günâhdır. Çünki, islâm, evvelki günâhları yok etmekdedir. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. Yâ Rabbî! Unutarak, yanılarak söylediklerimizi ve yapdıklarımızı afv et! Bizi bunlar için cezâlandırma! Allahü teâlâ, size ve doğru yolda gidenlere selâmet versin. Âmîn.

Üç nişan olur velîlerde, demiş, erbâb-ı dil,
biri ol ki, görenin gönlü ona mâil olur.

Onun ikinci nişânı, oldur ki, iyi bil,
her ne dese, dinleyenler, sözüne kâil olur.

Üçüncüsüne gelince, cümle a’zâsı anın,
şer’ ile âdâb ile, her zemân, âmil olur.

Kâ’be-i mu’azzamanın hakikati ve nemâzın kemâlâtı, 3.Cild 77.ci mektûb

ÜÇÜNCÜ CİLD, 77. ci MEKTÛB

Bu mektûb, kıymetli oğlu Muhammed Sa’îd “kuddise sirruh” hazretlerine yazılmış olup, Kâ’be-i mu’azzamanın hakîkatinde olan sırları ve nemâzın ve Kelime-i tevhîdin hakîkatlerindeki incelikleri bildirmekdedir:

Allahü teâlâya hamd olsun ki, bize doğru yolu gösterdi. Eğer O, merhameti ile, doğru yolu bildirmeseydi, kim bulabilirdi? Rabbimizin Peygamberlerine inanırız “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. En yüksek mertebede yalnız nûr idi. [Bu nûr, nasıl olduğu bilinmiyen bir nûrdur.] Burayı, Kâ’benin hakîkati bulmuş ve yazmışdım. Bu mertebenin üstünde, dahâ yüksek bir mertebe var ki, Kur’ân-ı kerîmin hakîkatidir. Kâ’be-i mu’azzama, Kur’ân-ı kerîm sebebi ile, herkesin kıblesi olmuş ve kendine karşı secde olunmakla şereflenmişdir.

İmâm, Kur’ândır. Önde Kur’ân-ı kerîmdir. Öne alınan ise, Kâ’bedir. Bu mertebe, Allahü teâlânın, nasıl olduğu bilinmiyen vüs’atinin başlangıcıdır. Anlaşılamıyan âlemin ayrıldığı derecedir. Bu pek yüksek mertebede vüs’at, uzunluğun ve genişliğin çokluğu ile değildir. Böyle vüs’at, mahlûkda olur ve noksânlık, kusûr alâmetidir. Orası, öyle bir makâmdır ki, yetişemiyen, tatmıyan anlayamaz. O mertebedeki ayrılık da, bildiğimiz iki başka şeyin ayrı olması, benzemedikleri için, ayrılmaları değildir ki, bunlar parçalanmakla, dağılmakla olur ve maddenin, cismin hâssasıdır. Allahü teâlâ, cism değildir. Orada, birşey ve başka başka iki şey düşünülemez. Çünki, orada ayrılık gayrılık ve ikilik yokdur. Düşünmek de olamaz. Fârisî iki beyt tercemesi:

Bir kuş var ammâ, nasıl bildireyim sana,
Çünki, Ankâ ile bulunur, her ân, yan yana.

Ankânın adını duymuş herkes, bilmese de cismini,
Bu kuşun ise, kimse duymamışdır ismini.

Orada, er ne kadar, birşey düşünülemez ise de, birşey düşünülse ve bu şey incelense, o mertebede bu şeye mahsûs olacak ve başka birşeyde bulunmıyacak hiçbir hâl, hâsıl olmaz. Zâten orada, birşeyi incelemek de olmaz. Bununla berâber, düşünülen o iki şey arasında, ayrılık vardır. Biri diğerinden başkadır. İnsanlardan, kendisine hiçbir yol açmıyan, yalnız tanıyamamak, anlıyamamak yolunu açık bırakan Allahım! Sen, insanların düşünebilmesinden çok uzaksın! Onu anlıyamamak, anlaşılamıyacağını anlamak, Evliyânın en büyüklerine nasîb olur. Anlamamak başkadır, anlıyamamak başkadır. Meselâ, o mukaddes mertebede, ayrılık olmadığını söylemek ve Zât-ı ilâhînin her kemâlini, birbirlerinin aynı bulmak, ya’nî ilm, kudretin aynıdır demek ve kudret, irâdenin aynıdır demek, o mertebedeki ayrılığı anlamamakdır. Hâlbuki, o mertebede ayrılıklar olduğunu söylemek, fekat bu ayrılıkların nasıl olduğunu anlıyamadığını söylemek, o mertebedeki ayrılığı anlıyamamakdır. Anlamamak, cehâletdir. Anlamakdan acz ise, ya’nî anlıyamamak ise ilmdir.

Anlıyamamak, hattâ iki ilmdir: Birisi, birşeyi bilmekdir. İkincisi, o şeyin özünü, büyüklüğünden dolayı anlıyamadığını bilmekdir. Bir üçüncü ilm dahâ da söyliyebiliriz ki, o da, kendinin kul olduğunu gösteren aczini ve kusûrunu bilmekdir.

Bilmemek, cehldir demişdik. Ba’zan bu cehl, cehl-i mürekkeb olur ve bilmediğini bilmez de, biliyorum sanır. Bilememekde ise bu hastalık yokdur ve hattâ olamaz. Çünki, aczini, kusûrunu söylemekdedir. Bilmemek ile bilememek aynı olsaydı, bütün câhiller ârif olurdu ve cehlleri, kemâllerine, üstünlüklerine sebeb olurdu. Hattâ, o mertebede, cehli çok olan dahâ çok ârif olurdu. Çünki, orada ma’rifet, bilmemekdir. Hâlbuki bu söylediklerimiz, bilememek için doğrudur. Çünki, bilememesi çok olan, dahâ ârif olur. Bilememek, kötülemeğe benziyen bir medh, kusûra benziyen bir kemâldir. Bilmemek ise, tam bir kötülemekdir ki, medh etmenin kokusunu bile duymaz. Yâ Rabbî! Seni tanımakdan aczimizin büyüklüğünü, ya’nî tanıyamayacağımızın çokluğunu bilmemizi artdır! Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh”, bu fakîre gösterilen bu farkı düşünseydi, ma’rifetden acze, ya’nî tanıyamamağa cehl demezdi ve (Bilen de ve “Anlamanın bilinememesi, anlamakdır” diyen câhil de, bizdendir) demezdi. Bundan sonra, birinci kısmın ilmlerini, ya’nî bilenlerin, bildiklerinden birşeyler söylemiş ve bununla mübâhât eylemiş, ya’nî öğünmüşdür. Bu ilmler, yalnız bana bildirildi deyip, Peygamberlerin sonuncusu “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bile bu bilgileri, Evliyânın sonuncusundan [ya’nî kendisinden] alıyor demişdir. Kendisine Evliyânın sonuncusu dedi. Bu sözlerinden dolayı, birçok kimseler onu beğenmiyor. Onu sevenlerden (Füsûs) kitâbını şerh edenler de, bu sözlere ma’nâ bulmak için, çok uğraşmışlardır. Bu fakîre göre, diyebilirim ki, Şeyh-i ekberin bu sözleri, ya’nî bu bilgileri, o aczden katkat aşağıdır. Belki o acz ile hiç ilişiği bile yokdur. Çünki, onun ilmi zıllere, sûretleredir. O acz ise, asldadır. Sübhânallah! Bu sözü söyliyen, Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahü anh”. Bu acze mazhar olan, odur ki Âriflerin başı ve Sıddîkların reîsidir. Bu aczden ileride olan ilmin ne kıymeti vardır? Bu âcizden ileri, hangi kâdir vardır. Fekat o, Sıddîkın “radıyallahü anh” üstâdına “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” böyle söylenince, ona da bunu söylerse, ne denebilir? Ne tuhaf şey ki, Şeyh-i ekberi “kuddise sirruh” böyle sözleri ile ve câiz olmıyan bir çok bilgileri ile, yine makbûller, sevilenler arasında görüyorum. Evliyâ arasında bulunuyor. Fârisî mısra’ tercemesi:

Kerîmler ile yapılan işler kolaydır.

Evet, ba’zıları düâ edene gücenir. Bir kısmı da, söğene, kötüleyene güler. Şeyh-i ekberi red eden, beğenmiyen, tehlükededir. Onu, sözleri ile birlikde kabûl eden de, tehlükededir. Onu kabûl etmelidir. Fekat, islâmiyyete uymıyan sözlerini red etmelidir. Onu kabûl ve red etmek arasında orta yol da, bu fakîrin beğendiği ve gösterdiği, işte bu yoldur. Herşeyin doğrusunu, ancak Allahü teâlâ bilir.

Yine sözümüze gelelim. Kur’ân-ı kerîmin hakîkati dediğimiz bu mukaddes mertebeye, nûr da denemez. Zât-i ilâhînin diğer kemâlâtı gibi, buraya da, nûr yanaşamaz. Burada, nasıl olduğu bilinemeyen bir vüs’atden ve anlaşılamıyan ayrılıklardan başka birşey bulunamaz.

Bu mertebenin üstünde, dahâ yüksek bir mertebe vardır ki, bu da nemâzın hakîkatidir. Bunun âlem-i şehâdetdeki sûreti, nihâyete yetişmiş büyüklerin kıldığı nemâzdır. Bu mertebenin vüs’ati, pek çokdur. Bilinemiyen ayrılıkları, farklılıkları vardır. Çünki, Kâ’benin hakîkati, ondan bir parçadır. Kur’ân-ı kerîmin hakîkati, onun bir kısmıdır. Nemâzda, ibâdetlerin kemâlâtının hepsi bulunur. Hâlis ma’bûdluk olan aslın aslı ile berâberdir. Ya’nî, bütün ibâdetleri kendinde toplamış olan nemâzın, hakîkati bulunan mertebenin üstü, herşeyin aslıdır ve bağlandıkları mertebedir. Bu mertebede vüs’at da, kısalıkdır. Bilinemiyen ayrılık da yokdur. Ma’bûdluk ancak bu mertebenin hakkıdır.

Peygamberlerin olgunları ve Evliyânın büyükleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” nemâzın hakîkati olan makâmın sonuna kadar yükselebilirler ki, burası ibâdet edenlerin, ibâdetlerinin mertebesinin nihâyetidir. Bu makâmın üstü, yalnız ma’bûdluk mertebesidir.

Hiç kimse, hiçbir sûretle bu devlete ortak olamaz. Nerede kaldı ki dahâ yukarı çıkıla.

İbâdet ve ibâdet edicilik bulaşan her mertebeyi, kalb gözü ile görmek mümkin olduğu gibi, buralara yükselmek de olabilir. Hâlis ma’bûdluk makâmına yükselmek olamaz. Tesavvuf yolu, oraya götürmez. Fekat, Allahü teâlâya hamd olsun ki, orayı göstermekden mahrûm bırakmadılar. İsti’dâda, kâbiliyyete göre müsâ’ade etdiler. Mi’râc gecesi (Dur yâ Muhammed!) buyurulması, belki bu hâlis mertebenin üstü, vücûd mertebesidir. Zât-i ilâhînin tecerrüd ve tenezzüh mertebesidir. Buraya yol yokdur. (Lâ ilâhe illallah) kelime-i tayyibesinin hakîkati, bu mertebededir ki, uydurma ma’bûdlara ibâdet edilmiyeceği hakîkati, buradadır. Ondan başka ibâdete lâyık ve müstehak kimse bulunmıyan hakîkî ma’bûdün isbâtı, bu makâmda hâsıl olur. Âbidlik ve ma’bûdluk arasındaki tâm ayrılık, burada âşikâr olur. Âbid, ma’bûdden, olduğu gibi, ayrılır. Nihâyete kavuşanlar (Lâ ilâhe illallah) kelimesini (Allahü teâlâdan başka ma’bûd yokdur) olarak bilirler ki, islâmiyyet de, böyle bildirmekdedir. Allahü teâlâdan başka mevcûd yokdur veyâ maksûd yokdur gibi ma’nâlar, başlangıçda ve yolun ortasında olanlar içindir. Maksûd yokdur ma’nâsı, mevcûd yokdur ve vücûd yokdur ma’nâlarından yüksek olup (Allahü teâlâdan başka ma’bûd yokdur) ma’nâsına dahâ yakındır.

Şunu bilmelidir ki, bu mertebede, nazarın, görmenin ilerlemesi ve kalb gözünün kuvvetlenmesi, nemâz kılmakla olur. Nihâyete erenlerin ibâdetleri, hep nemâz kılmakdır. Başka ibâdetler, belki nemâzın kemâline yardımcı olurlar. Nemâzda bir kusûr olursa, onu temâmlarlar. Bunun için olabilir ki, (Nemâzın güzelliği, îmânın güzelliği gibi, kendisindendir. Başka ibâdetlerin güzellikleri, kendilerinden değildir) demişlerdir. Vesselâm.

[İbâdet, Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yapmakdır. Ubûdiyyet, Allahü teâlânın işinden râzı olmakdır. Ubûdet, Allahü teâlânın, nelerden râzı olduğunu bilmekdir. (Reşehât)da, Ubeydüllah-i Ahrâr buyuruyor ki, (İbâdet, Allahü teâlânın emrlerini yapıp, yasaklarından kaçınmakdır. Ubûdiyyet, Allahü teâlâya teveccüh ve ikbâldir. Ya’nî, kalbin huzûru, âgâhlığıdır)].