İKİNCİ CİLD, 50. ci MEKTÛB
Bu mektûb, Mirzâ Şemseddîne yazılmışdır. İslâmiyyetin bir sûreti, bir de hakîkati olduğu ve tesavvuf yolunun başında da, sonunda da islâmiyyete uymak lâzım olduğu bildirilmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdiği, sevdiği kullarına selâm olsun! İslâmiyyetin bir sûreti, ya’nî dış görünüşü, bir de hakîkati, ya’nî aslı, özü vardır. İslâmiyyetin sûreti, Allahü teâlâya ve Onun Resûlüne ve bu Resûlün Ondan getirdiği bilgilere inanmak ve islâmiyyetin ahkâmına uymakdır. [(İslâmiyyet), hükmler, emrler ve yasaklar demekdir. Ahkâma uymak demek, emr edilen şeyleri yapmak, yasak edilen şeylerden kaçınmakdır.] İnsanın nefs-i emmâresi îmân etmez ve islâmiyyetin sûretine uymak istemez. Onun yaratılışı böyledir. Bundan dolayı islâmiyyetin sûretine uyanların îmânı, îmânın sûretidir. Ya’nî, görünüşde îmândır. Nemâzları, orucları ve bütün ibâdetleri, ibâdetlerin sûretidir. Ya’nî, hep görünüşde ibâdetdirler. Çünki, insan deyince, insanın nefsi anlaşılır. Herkes (Ben) deyince nefsini bildirmekdedir. İnsan ibâdet yaparken, nefsi küfr hâlindedir. Yapdıklarının yerinde bir iş olduğunu inkâr etmekdedir. Böyle bir insanın îmânı ve ibâdetleri, hakîkî ve doğru olabilir mi? Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için îmânın ve ibâdetlerin sûretlerini, görünüşlerini, hakîkî olarak, doğru olarak kabûl buyuruyor. Böyle kullarını Cennete koyacağını söz veriyor, müjdeliyor. Cenneti ve Cennetde olan kullarını Allahü teâlâ sever. Onlardan râzıdır. Allahü teâlâ, sonsuz ihsân sâhibi olduğu için, yalnız kalbin tasdîk etmesini, inanmasını îmân olarak kabûl buyurmuşdur. Nefsin iz’ân etmesini, inanmasını istememişdir. Böyle olmakla berâber Cennetin de hem sûreti, hem de hakîkati vardır. Dünyâda islâmiyyetin yalnız sûretine kavuşanlar, Cennetin de yalnız sûretine kavuşacaklar, yalnız onun zevkıni, tadını alacaklardır. Dünyâda islâmiyyetin hakîkatine kavuşanlar, Cennetin de hakîkatine kavuşacaklardır.
Cennetin yalnız sûretine ve yalnız hakîkatine kavuşanlar, aynı ni’metlerden meselâ aynı meyvesinden yidikleri hâlde, başka başka lezzet duyacaklardır. Resûlullahın zevceleri, mü’minlerin anneleri olup, Cennetde Resûlullahın yanında bulunacaklar, aynı meyveyi yiyecekler ise de, başka başka tad alacaklardır.
Duydukları lezzet, hep aynı olsa idi, mü’minlerin annelerinin, bütün insanlardan dahâ üstün olmaları lâzım gelirdi “aleyhinnessalâtü vesselâm ve rıdvânullahi teâlâ aleyhinne”. Bunun gibi, her dahâ üstün olan kimsenin zevcesinin de, başkalarından dahâ üstün olması lâzım gelirdi. Çünki zevceler, Cennetde, zevclerinin yanında bulunacaklardır. İslâmiyyetin sûretine uyanlar, âhıretde azâbdan kurtulacak, sonsuz se’âdete kavuşacaklardır. Evliyâlık da, iki dürlüdür: (Vilâyet-i âmme) ve (Vilâyet-i hâssa), ya’nî, seçilmiş olanların vilâyeti. İslâmiyyetin yalnız sûretine uyanlar, vilâyet-i âmmeye kavuşmuş olurlar. Meâl-i şerîfi (Allahü teâlâ, îmân edenlerin velîsidir) olan âyet meşhûrdur.
İslâmiyyetin sûretini elde eden, ya’nî vilâyet-i âmmeye, Allahü teâlânın sevgisine kavuşanlar, tarîkatda, ya’nî tesavvuf yolunda ilerliyerek, vilâyet-i hâssaya kavuşabilirler. Bu yolda ilerliyen müslimâna (Sâlik) denir. Sâlikin nefsi yavaş yavaş, emmârelikden kurtulup itmînâna, râhata kavuşur. Azgınlığı gider. Şunu iyi bilmelidir ki, vilâyet-i hâssaya kavuşmak için çalışan sâlikin, hep islâmiyyetin sûretine uyması şartdır. Tesavvuf yolunda en önemli vazîfe olan (Zikr-i ilâhî), islâmiyyetin emrlerinden biridir. İslâmiyyetin yasaklarından sakınmak da, bu yolda lâzımdır. Farzları yapmak, sâlikin ilerlemesini kolaylaşdırır. Tesavvuf yolunu iyi bilen ve sâlike yol gösteren âlim aramağı da islâmiyyet emr etmekdedir. Çünki, Mâide sûresinde, (Ona kavuşmak için vesîle arayınız!) buyurulmuşdur. [(Künûz-üd-dekâık)deki hadîs-i şerîflerde buyuruluyor ki, (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir), (Evliyâ ol kimselerdir ki, Onlar görülünce, Allah hâtırlanır), (Herşeyin hâsıl olduğu yer vardır. Takvânın elde edildiği yer, âriflerin kalbleridir), (Bâtın ilmi, Allahü teâlânın esrârından bir sırdır!). (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, müslimânların fakîrlerini vesîle ederek düâ ederdi), (Âlimin yüzüne bakmak ibâdetdir!), (Onlar, öyle kimselerdir ki, yanlarında bulunanlar şakî olmaz!), (Ümmetimin âlimlerine saygılı olunuz! Çünki onlar yeryüzünün yıldızlarıdır), (Allahın öyle kulları vardır ki, birşey için yemîn etseler, Allah o şeyi yaratır), (Âlimlerin yanında bulunmak ibâdetdir), (Talebesi arasında âlim, ümmeti arasında Peygamber gibidir), (Bir âlimin ölmesi, bir şehr halkının ölümünden dahâ büyük ziyândır), (Derecesi en üstün olanlar, Allahü teâlâyı zikr edenlerdir), (İnsanların en kıymetlisi, mü’minlerin âlimleridir), (Zikr etmek, nâfile oruc tutmakdan dahâ iyidir), (Allah sevgisinin alâmeti, Onu çok zikr etmekdir), (Resûlullah, Allahü teâlâyı çok zikr ederdi), (İnsan, sevdiğini çok zikr eder).]
Görülüyor ki, islâmiyyetin hakîkatine kavuşmak için, islâmiyyetin sûretine uymak şartdır. Çünki, vilâyetin ve nübüvvetin bütün kemâlleri, islâmiyyetin sûreti üzerine kurulmuşdur. İslâmiyyetin yalnız sûretine uyan, vilâyetin kemâllerine kavuşur. Hem sûretine, hem de hakîkatine uyan ise, nübüvvetin kemâllerine de kavuşur. Bunu, aşağıda inşâallah dahâ açıklıyacağız.
Vilâyete kavuşmak, tesavvuf yolunda çalışmakla olur. Vilâyete kavuşmak için, ya’nî Velî olmak için, mâ-sivâyı kalbden çıkarmak lâzımdır. (Mâ-sivâ), Allahdan başka şeyler demekdir. Ya’nî bütün mahlûklardır. Allahü teâlânın, lutfü ve ihsânı ile, mâ-sivânın hepsi, kalb gözünden silinince, ismleri bile unutulunca, (Fenâ) hâsıl oldu denir. (Seyr-i ilallah) temâm olur. Bundan sonra (Seyr-i fillah) denilen (İsbât) makâmına kavuşmak için çalışılır. Bu makâmda, kalb yalnız Allahü teâlâyı hâtırlamakdadır. Bu makâma (Bekâ) makâmı ve (Hakîkat) denir. Vilâyetin sonu, bekâ makâmıdır. Birincisinde fenâ makâmına ve hakîkatde bekâ makâmına kavuşan sâlik, vilâyete kavuşmuş, Velî olmuşdur. Nefs-i emmâresi mutmainne olmuş, küfrden, inkârdan kurtulup, Rabbinden râzı olmuşdur. Rabbi de ondan râzıdır. Yaratılışında bulunan kötülük, azgınlık yok olmuşdur. Tesavvuf büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” itmînâna kavuşan nefs, azgınlığından kurtulmaz demişler. Fârisî beyt tercemesi:
Mutmainne olsa da nefs,
kötülükleri hiç gitmez.
demişler ve bir gazâdan dönüşde buyurulmuş olan (Küçük cihâddan döndük, büyük cihâda başlıyacağız!) hadîs-i şerîfinde bildirilen büyük cihâd, nefse karşı yapılan cihâddır demişlerdir. Bu fakîre keşf olunan ve vicdânım ile anladığım ise, bunların dediği gibi değildir. İtmînân hâsıl olunca, nefsde hiç azgınlık ve taşkınlık bulmuyorum.İslâmiyyete tam uyduğunu görüyorum. Öyle ki, nefs de, mâ-sivâyı temâmen unutmuş olan kalb gibi olmakda, Allahdan başka hiçbirşeyi görmez ve bilmez hâle gelmekdedir. Mevkı’ sevgisi, birşeye kavuşunca sevinmek, kaçırınca üzülmek onda hiç kalmıyor. Bunun islâmiyyete uymaması, azgınlık, taşkınlık yapması nasıl olabilir? İtmînâna kavuşmadan önce, islâmiyyetden kıl kadar ayrılmasına, azgınlık, taşkınlık derlerse, sözlerinin yeri vardır. Fekat, itmînâna kavuşdukdan sonra, islâmiyyete uymaması, taşkınlık yapması olamaz. Bu fakîr [ya’nî İmâm-ı Rabbânî hazretleri] çok inceledim. Bu bilmeceyi çözmek için pek uğraşdım. Nefs mutmainne olunca, kıl kadar azgınlık, taşkınlık yapamamakdadır. İslâmiyyete tam teslîm olmuş, her kötülüğü yok olmuşdur. Sâhibi için kendini yok etmişdir. Böyle olan nefsin islâmiyyete uymaması, olacak şey değildir. Nefs, Allahü teâlâdan râzı olunca, Allahü teâlâ da ondan râzı olunca, artık taşkınlık, azgınlık yapabilir mi? Azgın olandan râzı olunmaz. Allahü teâlânın râzı olduğu nefs, râzı olmıyacak bir şey yapabilir mi?
Hadîs-i şerîfde bildirilen (Cihâd-ı ekber), bu fakîrin anladığına göre, bedene, cesede karşı yapılan cihâd olabilir. Çünki, insanın bedeni, birbirine zıd, ters olan dört dürlü maddelerden yapılmışdır. Her çeşid madde, başka şeyler istemekde ve başka şeylerden kaçmakdadırlar. Herşeyin doğrusunu ancak Allahü teâlâ bilir. İnsanın şehvânî istekleri, bedenden doğmakdadır. Gazab etmesi, istememesi de bedenden ileri gelmekdedir. Hayvanlarda (Nefs-i nâtıka) yokdur. Onlarda da şehvet, gadab, hırs, hased vardır. İnsanda bu cihâdın sonu olmaz. Nefsin itmînâna ermesi, bu cihâdı ortadan kaldırmaz. Kalbin vilâyet makâmına kavuşması ile, bu cihâd yok olmaz. İnsanda bu cihâdın bulunması, çeşidli fâideler sağlamakdadır. Böylece, beden temizlenir. Âhıretde yüksek derecelere kavuşur. Dünyâ hayâtında, beden, kalbe tâbi’dir. Âhıretde, iş bunun tersinedir. Orada, kalb bedene tâbi’ olur. İnsan ölünce, âhıret hayâtı başlar. Bu cihâd da biter.
Allahü teâlâ, lutf ederek, ihsân ederek, nefs itmînân makâmına gelince ve islâmiyyete uymakla şereflenince, (İslâm-ı hakîkî)ye kavuşulur ve îmânın hakîkati hâsıl olur. Bundan sonra yapılacak her iş, islâmiyyetin hakîkati olur. Nemâz kılınca, nemâzın hakîkati kılınmış olur. Oruc tutunca, orucun hakîkati tutulmuş olur. Hac yapınca, haccın hakîkati yapılmış olur. İslâmiyyetin bütün hükmlerine uymak da, hep böyledir. Görülüyor ki, ilk yol ile hakîkat, islâmiyyetin sûreti ile islâmiyyetin hakîkati arasında bir geçiddir. Vilâyet-i hâssa ile şereflenmedikce, islâm-ı mecâzîden kurtulup, islâm-ı hakîkîye kavuşulmaz. [İslâmiyyetin sûretine uymak, islâm-ı mecâzîdir. İslâmiyyetin hakîkatine uymak ise, hakîkî müslimânlıkdır.] Bir müslimân, Allahü teâlânın ihsânı ile, islâmiyyetin hakîkatine kavuşur, islâm-ı hakîkî ile şereflenirse, Peygamberlere tam uyarak ve O büyüklere vâris olarak, (Kemâlât-i nübüvvet) denilen makâma kavuşabilir. O yüksek derecenin ni’metlerini bol bol elde edebilir. İslâmiyyetin sûreti, kemâlât-ı vilâyet meyvelerini meydâna getiren mubârek bir ağaç olduğu gibi, nübüvvet kemâlleri de, mubârek bir ağaç gibi olan islâmiyyetin hakîkatinin meyveleri gibidir. Vilâyetin kemâlâtı, sûretin meyveleridir. Nübüvvet kemâlâtı ise, bu sûretin hakîkatinin meyveleridir. Bunun içindir ki, vilâyetin kemâlâtı, Peygamberlik kemâlâtının sûretleridir. Peygamberlik kemâlâtı, bu sûretlerin hakîkatleridir.
Şunu iyi anlamalıdır ki, islâmiyyetin sûreti ile islâmiyyetin hakîkati, nefsden dolayı birbirinden ayrılmakdadır. İslâmiyyetin sûretine kavuşanın nefs-i emmâresi taşkınlık yapmakda ve inanmamakdadır. İslâmiyyetin hakîkatine kavuşunca, nefs mutmainne olmakdadır.
Müslimân olmakla şereflenmekdedir. Bunun gibi, sûret gibi olan (Kemâlât-i vilâyet) ile, bu sûretlerin hakîkatleri gibi olan (Kemâlât-i nübüvvet) arasındaki ayrılık da, bedenden ileri gelmekdedir. Vilâyet makâmında, bedeni meydâna getiren dört dürlü maddeler, kendi isteklerinde, kendi azgınlıklarındadır. Meselâ, nefsi itmînâna kavuşmuş olan bir Velînin bedenindeki enerji, kudret, iyi olduğu, üstün olduğu da’vâsındadır. Bedendeki toprak maddeleri, kötülük ve aşağılık yapdırmak istemekdedir. Sıvı ve gaz hâlindeki maddeler de, fizik ve kimyâ özelliklerini ve reaksiyonlarını meydâna getirmek çabasındadır. Kemâlât-i nübüvvet makâmına kavuşunca, bedendeki maddelerin hepsi, adâlet, denge hâlini alır. Aşırı ve zararlı hâlleri kalmaz. Resûlullahın “aleyhi ve alâ Âlihissalâtü vesselâm” (Şeytânım müslimân oldu), ya’nî teslîm oldu buyurması, belki de bu denge hâlini haber vermekdedir. Çünki, insanın dışında şeytân bulunduğu gibi, içinde de vardır. İnsanın içindeki şeytânı, onun kudretinin, enerjisinin taşkınlığıdır. Enerji artınca, insanda kibr ve yükseklik hâsıl olur. Kötü sıfatların en aşağısı da, bu kibr sıfatıdır. Enerjinin teslîm olması, selâmet bulması, bu kötülüğün ondan gitmesidir.
(Kemâlât-i nübüvvet) hâsıl olan bir Velînin hem kalbi, hem de nefsi itmînâna kavuşmuşdur. Hem de bedendeki üç çeşid maddesi ve enerjisi denge hâline gelmişdir. Vilâyetde ise kalb temâmen, nefs de şöyle böyle itmînâna kavuşmuşdur. Nefsin itmînâna kavuşmasına şöyle böyle dedik. Ya’nî az çok, yaklaşık olarak dedik. Çünki, nefsin itmînâna tam olarak, olgun olarak kavuşması, beden maddelerinde denge hâsıl oldukdan sonra olur. İşte bundan dolayı vilâyet sâhiblerinin bedenlerindeki maddeler dengeye gelmedikleri zemân, mutmainne olan nefsin eski sıfatlarına döneceğini bildirmişlerdir. Bedendeki maddelerin i’tidâle gelmesinden sonra, itmînâna kavuşan nefs, eski sıfatlarına dönmez. Görülüyor ki, nefsin eski kötülüklerine dönmesini ve dönmemesini söylemek, makâm sâhiblerinin görüşlerinin başka olmalarından ileri gelmekdedir. Her Velî, kendi makâmına uygun olanı söylemişdir.
Süâl: Bedendeki maddeler de dengeye geldikden ve islâmiyyete uymıyan taşkınlıkları kalmadıkdan sonra, bunlarla cihâd etmek nasıl olur? Mutmainne olan nefs ile cihâd yapılmadığı gibi, bu maddelere karşı da cihâd yapmak lüzûmu ortadan kalkmaz mı?
Cevâb: Nefsin mutmainne olması ile bedendeki maddelerin dengeye gelmeleri, birbirine benzemez. Nefs mutmainne olunca, yok gibi olur. Âlem-i emrden olan beş latîfe nasıl yok gibi oluyorlarsa, nefs de böyle olur. Bedendeki maddelerin, dünyâda kaldıkca, islâmiyyetin ahkâmına uymaları lâzım olduğundan sekr ve istihlâk ile ilgileri yokdur. İstihlâk olanda, ya’nî benliği yok olanda, emre karşı durmak, taşkınlık etmek kalmaz. Sahv hâlinde olan, ya’nî benliği, şu’ûrü gitmiyen ise, emrlere uygunsuz davranabilir. Bu davranış her emre karşı değildir ve çeşidli fâidelere sebeb olmakdadır. Bu davranış, Allahü teâlânın lutf etmesi ve koruması ile, yalnız müstehabları yapmamak olup, bundan ileriye gitmez. Bundan dolayı, dengeye gelmiş olan beden maddelerine karşı cihâd yapılabilir. Mutmainne olan nefs ile cihâd yapmak ise câiz değildir. Bu bildirdiklerimi, Mektûbâtın birinci cildinde, büyük oğlum [Muhammed Sâdık “rahmetullahi aleyh”] için yazmış olduğum mektûbda [ikiyüzaltmışıncı mektûbda] dahâ uzun bildirmişdim. Anlaşılamıyan yer kaldı ise, o mektûba da bakınız!
Allahü teâlâ, lutf ederek, ihsân ederek, islâmiyyetin hakîkatinin netîceleri ve meyveleri olan (Kemâlât-i nübüvvet) makâmları da aşılınca, artık ilerlemek, çalışmakla, ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla olmaz. O makâmlarda nasîb olan herşey, rahmân olan Allahü teâlânın yalnız lutf etmesi ile ve ihsânı ile olur. Bu makâmlarda îmânın, ilmin te’sîri yokdur. Kazanılanlar, yalnız ihsân ile, ikrâm iledir. Bu makâmlar, önceki makâmlardan pek çok dahâ yüksek ve pek çok genişdir. Öyle nûrludurlar ki, önceki makâmlarda bu nûrlar hiç bulunmaz.
Bu makâm, yalnız (Ülül’azm) olan Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” verilmişdir. Bunlara tam uyan pek az seçilmişlere de ihsân ederler.
İslâmiyyet, bütün bu yüce makâmların temelidir. Bütün kazancların sermâyesidir. Ağaç ne kadar dal budak verse de ve duvar ne kadar yükselse ve üzerine yüksek binâlar yapılsa da, köksüz ve temelsiz olamaz. Köke, temele her zemân muhtâc olurlar. Bir binâda ne kadar çok kat yükselirse yükselsin, aşağıdaki katlara hep muhtâcdırlar. Hiçbir kat, altındaki kata olan ihtiyâcından kurtulamaz. Aşağıdaki katlardan biri çürük olursa, yukardaki katların hepsi de çürük sayılır. Onlardan biri yıkılınca, yukardakiler de yıkılır. Demek ki, islâmiyyet her zemân ve her makâmda lâzımdır. Hangi makâmda olursa olsun, herkes islâmiyyete uymağa muhtâcdır. Allahü teâlâ, ihsân ederek, bu makâmdan da yukarı çıkılırsa, ele geçenler, ihsân ile değil, muhabbet ile olur. Bu makâmın bu yüksek derecesi, Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed aleyhisselâma mahsûsdur “aleyhi ve aleyhim ve alâ Âl-i küllinissalevâtü vetteslîmâtü vettehıyyâtü velberekât”. Bu yüce Peygambere tam uyanlardan ve izinde gidenlerden dilediklerini de bu ni’metle şereflendirirler. [Bu en yüksek makâm, âlem-i misâlde bir köşk şeklinde görünmekdedir.] Bu köşk çok yüksek görünüyor. Ebû Bekr-i Sıddîk, O yüce Peygambere tam uyduğu için, vâris olarak, bu köşkün içinde görünüyor. Hazret-i Ömer-ül-Fârûk da, bu ni’metle şereflenmişdir. Mü’minlerin annelerinden Hazret-i Hadîce ve Hazret-i Âişe-i Sıddîka da zevcelik bağı ile, bu köşkde görülmekdedir “radıyallahü anhüm ecma’în”. Her işin doğrusunu yalnız Allahü teâlâ bilir. Yâ Rabbî! Bize merhamet et! Bizleri doğru yola kavuşdur! Kıymetli kardeşim, ma’rifetler sâhibi şeyh Abdülhay, senelerce sohbetde bulundu. Şimdi memleketine gidiyor. Oraların makâmı kendisine verilmişdir. Bunu size birkaç satır ile bildirmek lâzım oldu. Ehlullah [ya’nî Allah adamları, ya’nî Evliyâ], hangi memleketde bulunursa, oradaki insanlar için büyük bir ni’metdir. Bunların se’âdete kavuşmaları için büyük müjdedir. Onları tanıyabilenlere, anlıyabilenlere ne mutlu!
[İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh”, birinci cild, 97. ci mektûbunda buyuruyor ki, (İnsanın yaratılması, ibâdet yapmak içindir. İbâdet yapmak da, yakîn ya’nî hakîkî îmâna kavuşmak içindir. Hicr sûresinin son âyetindeki (hattâ) kelimesi, belki de (için) demekdir. İbâdet yapmadan önceki îmân, sanki îmânın sûretidir. İbâdet yapınca, îmânın hakîkati hâsıl olur. (Vilâyet) ya’nî evliyâlık, Fenâ ve Bekâ demekdir. Fenâ, Allahü teâlânın râzı olmadığı şeylerin, kalbden çıkmaları, kalbde kalmamalarıdır. Bekâ, yalnız Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği şeylerin kalbde bulunmasıdır). İbâdet, Resûlullahın sünnetine, yoluna tâbi’ olmak demekdir. Bu yola (İslâmiyyet) denir. İslâmiyyete tâbi’ olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmek, Allahü teâlânın emrlerini yapmak ve harâmlardan, bid’atlerden sakınmak lâzımdır. Harâmların en kötüsü, kul hakkıdır. Hükûmet adamları buna çok dikkat etmelidir. Adâlet yapmaları, islâmın en büyük düşmanı olan ingilizlere aldanmamaları, sulh zemânında, zevk ve safâya sapmayıp, düşmanlardaki silâhları temîn etmeleri, milleti tıb, ticâret, zırâat, san’at ve harb işlerinde yetişdirmeleri emr olundu. Bunlar, hakîkî bir âlimden öğrenilir. Bu âlime (Mürşid) denir. Bir mürşid bulup, onun sözlerinden, hâllerinden öğrenilir. Mürşid bulamazsa, bir mürşidin kitâbından öğrenilir. Mürşidin sohbeti veyâ kitâbı, en büyük bir ni’metdir. Ebedî se’âdete sebebdir. İnsan, bu sebebi çok sever. (İhsân sâhibini sevmek, insanların yaratılışında vardır) hadîs-i şerîfi meşhûrdur. İnsan, mürşidini sevdiği kadar, onun kalbinden feyz alır. Fenâ makâmına kavuşur. İbâdetlerini ihlâs ile yapmak nasîb olur. Her hareketi zikr olur. Kalb ile zikr söylemek de, fenâ makâmına kavuşdurur ise de, kalbine feyz gelerek kavuşmak, dahâ sür’atli olur.]