Bu mektûb, üstâdı Muhammed Bâkî Billahın “kuddise sirruh” oğlu Hâce Muhammed Abdüllaha “sellemehullahü ve ebkâhu ve evsalehu ilâ gâyeti mâ yetemennâhu” yazılmış olup, işin başı, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid’atden kaçmak olduğu ve sâireyi bildirmekdedir:
Allahü teâlâya hamd ederim. Onun seçdiği insanlara selâmet ve iyilikler ihsân etmesini düâ ederim. Kıymetli oğlum “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ”! Size ve diğer dostlara söyliyeceğim en birinci nasîhat, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid’atlerden kaçınmakdır. İslâm dîni, garîb olmağa, za’îflemeğe başladı. Müslimânlar, kimsesiz kaldı. Bundan sonra da, dahâ garîb olur gider. O dereceye gelir ki, yer yüzünde Allah “celle celâlüh” diyen kimse kalmaz. Kıyâmet, dünyâdaki iyi insanlar kalmayıp, her yeri kötülük kapladığı zemân kopar, buyuruldu.
[Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Bir zemân gelecek ki, ümmetimde müslimânlığın yalnız adı kalacak. Mü’min olanlar, yalnız birkaç islâm âdetini yapacak. Îmânları kalmıyacak. Kur’ân-ı kerîm yalnız, okunacak. Emrlerinden, yasaklarından haberleri bile olmıyacak. Düşünceleri yalnız yiyip içmek olacak. Allahü teâlâyı unutacaklar. Yalnız paraya tapınacaklar. Kadınlara köle olacaklar. Az kazanmak ile kanâ’at etmiyecekler. Çok kazanınca doymıyacaklar).
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî “rahmetullahi aleyh”, (Tezkire-i Kurtubî) muhtasarında diyor ki: İbni Mâcenin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Bir zemân gelecek. Elbisenin rengi, zîneti solduğu gibi, yer yüzünde islâmiyyet de solup kalkacak. Öyle olacak ki, nemâz, oruc, hac, sadaka unutulacak. Kur’ân-ı kerîmden yer yüzünde bir âyet kalmıyacak) buyuruldu. İmâm-ı Kurtubî buyuruyor ki, (İslâmın unutulması, Îsâ “aleyhisselâm” gökden inip, öldükden sonra olacakdır. Dahâ önce, müslimânlar garîb olacak. Kur’ân-ı kerîme uyulmıyacak ise de, büsbütün unutulmıyacakdır). (Ma’rifetnâme)de diyor ki, (Kıyâmet alâmetleri çokdur. Câmi’ler çok, cemâ’at az olacak. Binâlar yüksek, elbiseler ince, kadınlar emîr olacak. Erkekler kadınlaşacak)].
En mes’ûd, en kazanclı kimse, dinsizliğin çoğaldığı bir zemânda, unutulmuş sünnetlerden birini meydâna çıkarandır ve yayılmış bid’atlerden birini yok eden kimsedir. Şimdi öyle bir zemândayız ki, insanların en iyisinden “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” bin sene geçmiş bulunuyor. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” zemân-ı se’âdetinden uzaklaşdıkca, sünnetler örtülmekde, yalanlar çoğaldığı için, bid’at yayılmakdadır. Bir kahramân lâzımdır ki, sünnete yardım edip, bid’ati durdursun, kaçırsın.
Bid’ati yaymak, dîn-i islâmı yıkmakdır. Bid’at çıkarana ve işleyenlere hurmet etmek, onları büyük bilmek, islâmiyyetin yok olmasına sebeb olur. Hadîs-i şerîfde, (Bid’at işliyenlere büyük diyen, müslimânlığı yıkmağa yardım etmiş olur) buyurulmuşdur. Bunun ne demek olduğunu iyi düşünmelidir. Bir sünneti meydâna çıkarmak ve bir bid’ati ortadan kaldırmak için, son gayretle çalışmak lâzımdır. Her zemân, hele müslimânlığın çok za’îflediği bu zemânda, islâmiyyeti kuvvetlendirmek için, sünnetleri yaymak ve bid’atleri yıkmak lâzımdır. Eskiden gelen islâm âlimleri, bid’atde bir güzellik görmüş olacaklar ki, bunlardan ba’zılarına, hasene [ya’nî güzel] ismini vermişlerdir. Fekat bu fakîr, bu noktada onlara uymuyorum ve bid’atlerden hiçbirini güzel görmüyorum. Hepsini karanlık ve bulanık görüyorum. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (Bid’atlerin hepsi dalâletdir, yoldan çıkmakdır) buyurdu. Müslimânlığın za’îflediği bu zemânda, selâmet bulmak, Cehennemden kurtulmak, sünnete yapışmakla; dîni yıkmak ise, nasıl olursa olsun, herhangi bir bid’ate kapılmakla olduğunu görüyorum. Bid’atlerin herbirini, islâm binâsını yıkan bir kazma gibi, sünnetleri ise, karanlık gecede yol gösteren, parlak yıldızlar gibi anlıyorum. Zemânımız hocalarına Allahü teâlâ insâf versin de, hiçbir bid’ate güzel demesinler ve hiçbir bid’atin işlenmesine müsâ’ade etmesinler. Bid’at gün doğması gibi, karanlıkları parlatıcı görünürse de, bunlara göz yummasınlar! Çünki sünnetlerin dışında, şeytânlar, işlerini kolay görür. Eski zemânlarda, islâmiyyet kuvvetli olduğundan, bid’atlerin zulmeti belli olmuyordu ve belki de, o zulmetlerden ba’zıları, islâmiyyetin her tarafı kaplıyan kuvvetli zıyâsı arasında, parlak sanılıyordu. Bunun için, güzel deniliyordu. Hâlbuki, bu bid’atlerde de, hiçbir parlaklık ve güzellik yok idi. Şimdi ise, müslimânlık za’îflemiş, kâfirlerin âdetleri, hattâ kâfirlik alâmetleri, müslimânlar arasına yerleşmiş [moda olmuş] olduğundan, herbir bid’at, zararını göstermekde, kimsenin haberi olmadan, müslimânlık sıyrılıp gitmekdedir. Hocalarımız, bu husûsda çok uyanık olup, eski fetvâlara dayanarak şu câizdir, bunun zararı yokdur, diye bid’atlerin yayılmasına ön ayak olmamalıdır. Din zemân ile değişir sözünün yeri işte burasıdır. Yoksa, kâfirlerin [Allah düşmanlarının], müslimânlığı yıkmak, bid’atleri, küfrü yerleşdirmek için, bu sözü maşa olarak kullanmaları yanlışdır. Bu zemân, bid’atler dünyâyı kapladığından, karanlık bir gece gibi görünmekdedir. Sünnetler çok azalmakda, nûrları da, bir karanlık gecede, tektük uçan ateş böcekleri gibi parlamakdadır. Bid’at işlenmesi çoğaldıkca, gecenin karanlığı artmakda, sünnetin nûru azalmakdadır. Sünnetin işlenmesi ise, karanlığı azaltmakda, bu nûru çoğaltmakdadır. İstiyen, bid’at karanlığını çoğaltsın, şeytân fırkasını kuvvetlendirsin! İstiyen de sünnetin nûrunu artdırsın. Allahü teâlânın askerini kuvvetlendirsin! Şunu iyi biliniz ki, şeytân fırkasının sonu felâketdir, ziyândır. Allahü teâlânın fırkasında olan, se’âdet-i ebediyyeye erecekdir.
[Tekrâr edelim ki, (Bid’at) demek, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Onun dört halîfesinin “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” zemânlarında bulunmayıp da, dinde, sonradan meydâna çıkarılan, uydurulan inanışlara, sözlere, işlere, şekllere ve âdetlere denir. Bunların hepsini din diye, ibâdet diye uydurmak veyâ dînin ehemmiyyet verdiği şeyleri dinden ayrıdır, din buna karışmaz demek bid’atdir. Bid’atlerin ba’zıları küfrdür. Ba’zıları da büyük günâhdır. Kur’ân-ı kerîmi ve ezânı ho-parlörle okumak, radyoda okumak, bid’atdir.
(Mektûbât) kitâbının arabî ve fârisî baskılarında, yüzseksenaltıncı mektûb hâşiyesinde diyor ki, (İslâm âlimlerinin çoğu, amelde bid’atleri ikiye ayırdı: Sünnete muhâlif olmıyan yeniliklere, reformlara, ya’nî birinci asrda aslı bulunanlara, Bid’at-i hasene dediler. Aslı bulunmıyanlara Bid’at-i seyyie dediler. İmâm-ı Rabbânî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” hazretleri ise, aslı bulunanlara, bid’at ismini bulaşdırmadı. Bunlara Sünnet-i hasene dedi. Mevlid okumak, minâre, türbe yapmak böyledir. Bid’at ismini, yalnız aslı bulunmıyanlara verdi.
Vehhâbîler, bu bid’at-i hasenelere de, bid’at-i seyyie dedi. Sünnet-i hasenelere de şirk dediler. Câhil din adamları da, bid’at-i seyyielerin çoğuna, bid’at-i hasene diyerek, kötü bid’atlerin yayılmalarına sebeb oldular. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bid’atleri kötülemekde, islâm âlimlerine karşı değil, câhil din adamlarına karşıdır.)]
Zemânımızın tesavvuf adamları da, insâfa gelerek ve müslimânlığın za’îfliğini, uydurma şeylerin din ve ibâdet hâlini aldığını düşünerek, kendi pîrlerinin sünnete uymıyan sözlerini ve hareketlerini yapmamalıdır. Dinde bulunmıyan şeyleri, kendi pîrleri yapdı diye, kendilerine din ve ibâdet etmemelidir. Sünnete yapışmak, insanı elbette kurtarır ve iyiliklere, se’âdetlere kavuşdurur. Sünnetden başka şeyleri taklîd etmek, insanı tehlükelere, felâketlere götürür. Bizim vazîfemiz doğruyu bildirmekdir. Herkes istediğini yapar, yapdıklarının karşılığını da bulur. [Âkıl bâlig olan her erkek, kendi işinden, kendisi mes’ûldür.]
Bizi yetişdiren büyüklerimize, Allahü teâlâ çok iyi mükâfât ihsân eylesin ki, bizim gibi câhilleri, bid’atlerden korudular. Kendilerine uyarak karanlık tehlükelere, uçurumlara sürüklemediler. Sünnetden başka bir yol göstermediler. Dînin sâhibine “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” uymakdan ve harâmlarla berâber şübhelilerden bile kaçmakdan başka yol göstermediler. Bunun için, bu büyüklerin kazancları pek fazladır. Kavuşdukları dereceler, çok yüksekdir. Bunlar, tegannî ve raksa dönüp de bakmamış, vecde, tevâcüde [ve kendinden geçmeğe] ehemmiyyet vermemişlerdir. Başkalarının kalbleri ile buldukları, gördükleri, büyüklük dedikleri hâlleri, maksaddan uzak, matlûbdan başka bilmişler, onların kapıldıkları hayâlleri, def’ ve tard etmişlerdir. Bunların işleri, görmekle, bulmakla, bilinmekle anlaşılacak şeylerden değildir. İlmin, hayâlin, tecellîlerin ve zuhûrların, keşflerin ve görüşlerin üstündedir. Başkaları, birşey bulmak, birşeye kavuşmak için uğraşıyor. Bu büyükler ise, Allahü teâlâdan başka hiçbirşeyi istemiyor, hepsini kovuyor. Başkalarının Kelime-i tevhîdi tekrâr tekrâr söylemesi, Allahü teâlâya yaklaşmak içindir. Kelime-i tevhîdi söylemekle, Allahü teâlânın âciz bir mahlûku olan ve Onunla başka hiçbir münâsebeti bulunmıyan bütün bu kâinâtda, Hak teâlâyı bulmağa, görmeğe uğraşıyorlar. Bu büyükler ise; (Lâ ilâhe illallah) kelimesini, herşeyi yok bilmek, bütün görüşleri, buluşları, bilişleri ve hayâlleri, (Lâ) derken, red etmek, yok bilmek için tekrâr eder ve varlıkda birşey duyarlarsa, hepsini nefy eder ve hâtırlarına hiçbirşey getirmezler. [Bu mektûbun yarısı terceme edildi. Son kısmı terceme edilmedi.]
Cihânda iki dürlüdür, mürâi,
ki aldatır bunlar, fakîri, bâyi.
Birisi, yürür eski kisvetle,
ki, zâhid sanılsın bu sûretle.
Saf kimseleri bunlar, yimek ister,
kendilerine dervîş denmek ister.
Giyerler, yamalı, eski câme,
dilerler böyle görünmek avâme.
Haftalar geçer taramaz sakalın,
ki, desinler, unutmuş kendi hâlin.
İkincisi ise, ehl-i riyânın,
işit imdi alâmetlerin ânın.
Gider ardınca dâim nîk-i nâmın,
diler makbûlü ola hâssu âmmın.
Güzel kumaşları dikdirir ince,
giyinir hergün moda âdetince.
Nasîhat verir, kitâb yazar durmaz,
âlim geçinir, nemâz bile kılmaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder