İKİNCİ CİLD, 99. cu MEKTÛB
Bu mektûb, seyyid Muhammed Nu’mâna “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazılmış olup, ba’zı Evliyâ, tesavvuf yolunda ilerlerken, kendilerini, Eshâb-ı kirâmın makâmında görüyor. Bunu açıklamakda ve dünyâda Peygamberlere çok derd ve belâ gelmesinin sebebini bildirmekde ve adem, Fenâ ve Bekâyı anlatmakdadır:
Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdiği kullarına selâm olsun!
Süâl: Sâlik, tesavvuf yolunda yükselirken, ba’zan kendisini, kendinden yüksek olduklarında sözbirliği olan Eshâb-ı kirâmın makâmında görüyor. Hattâ, ekseriyâ Peygamberlerin makâmlarında görüyor. Bu nasıl olur? Ba’zı kimseler, bu sâlikin o makâmların sâhiblerinin derecesinde olduğunu söylediğini sanıyor. Bunun için, bu sözüne inanmıyorlar. Hattâ, ona dil uzatıyorlar. Bunun sebebi nedir?
Cevâb: Aşağı derecedeki insanların, yükseklerin makâmına çıkması, fakîrlerin zenginler kapısına ve ihsân sâhiblerinin evlerine giderek, onlardan ihtiyâclarını dilemelerine, ni’metlerine kavuşmalarına benzer. Bunların, o makâma çıkmasını, makâm sâhibleri ile müsâvî olmak sananlar, câhillik etmiş olur. Bu yükselmeleri, ba’zan o makâmları görerek özenmeleri içindir. Dünyâda sultânların ve beğlerin serâylarını, köşklerini seyretmeğe gitmek gibidir. Bu gibileri, sultânlarla, beğlerle müsâvî oldu sanmak, ahmaklık olur. Hizmetciler, efendilerine hizmet etmek için, husûsî odalarına kadar girer. Süpürmek için, temizlik için sultânın yanına yaklaşır.
Mısra’:
Derd sâhiblerine her yandan gelir belâ...
Ba’zıları, bir zevallıyı ayblamak ve kötülemek için, behâne arar. Allahü teâlâ, böyle kimselere insâf versin! Bir garîb dervîşi iftirâdan, lâfdan korumak için sebeb aramaları lâzım gelirdi. Bir müslimânın ırzını, şerefini korumak için, çalışmaları îcâb ederdi. Bu makâmlara yükselen sâliklere dil uzatanlar, iki dürlü olabilir:
Bu sâlik, o makâmların sâhibine müsâvî olduğunu sanıyor derlerse, bu sâliki kâfir ve zındık bilmiş olurlar. Çünki bir kimse, kendini Peygamberler ile berâber bilirse, kâfir olur.
Şeyhaynın [ya’nî Ebû Bekrin ve Ömerin] “aleyhimürrıdvân” bütün müslimânlardan üstün olduğunu Sahâbe ve Tâbi’în sözbirliği ile bildirdi. Bu sözbirliğini, din imâmlarımız, kitâblarında yazmakdadır. Bunlardan biri, imâm-ı Şâfi’îdir “rahmetullahi aleyh”. Hattâ Sahâbe-i kirâmın hepsi, sonra gelen müslimânların hepsinden dahâ üstündür. Çünki, insanların en iyisinin sohbetinin üstünlüğüne benzeyen hiçbir üstünlük olamaz. Eshâb-ı kirâmın, islâmiyyetin za’îf olduğu ve müslimânların az olduğu o zemânda, dîni kuvvetlendirmek için ve Peygamberlerin efendisine “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” yardım etmek için yapdığı ufak bir hareketine, o kadar sevâb verilir ki, başkaları, bütün ömrünü, sıkı riyâzetle ve ağır mücâhedelerle ve ibâdetlerle geçirse, o kadar sevâb alamaz. Bunun için Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ümmetimden herhangi biri, Uhud dağı kadar altın sadaka verse, Eshâbımın bir müd arpa sadakasına verilen sevâba kavuşamaz). [Müd, iki rıtldır. (Rıtl) yüzotuz dirhem-i şer’îdir. Bir (dirhem-i şer’î) 3.36 gr.dır. Bir (Müd) sekizyüzyetmişbeş gram ağırlığında bir ağırlık birimidir.]
Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü anh”, bu ümmetin en üstünü olmasının sebebi, îmâna gelmekde, malının çoğunu ve cânını fedâ etmekde ve her dürlü hizmetde, başkalarının önünde bulunmasıdır. Hadîd sûresinin onuncu âyetinde meâlen, (Mekke-i mükerremenin fethinden önce malını veren ve cihâd eden kimseye, fethden sonra malını dağıtan ve cihâd edenden dahâ büyük derece vardır. Allahü teâlâ, hepsine Cenneti va’d etdi) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, onun için indirilmişdir. Ba’zı kimseler, fazîletlere, vak’alara bakarak, bunun en üstün olduğunda duraklıyor. Hâlbuki, bilmiyorlar ki, üstünlüğün sebebi, fazîletler ve hârikalar olsaydı, fazîletleri ve hârikaları çok olan herhangi bir müslimânın, o kadar hârikası olmayan kendi Peygamberlerinden üstün olması lâzım gelirdi. Demek oluyor ki, üstünlüğün esrârı, sebebi, fazîletlerden ve hârikalardan başka birşeydir. Bu fakîre göre, bu sebeb, dîni kuvvetlendirmekde ve mal ve cân fedâ ederek Allahın dînine yardım etmekde başkalarının önünde bulunmakdadır. Her önde olan, sonra gelenlerden dahâ üstün olur. Önde gelenler, sonra gelenlerin, dinde üstâdı ve mu’allimidir. Sonra gelenler, önce gelenlerin nûrları ile aydınlanmakda, onların bereketlerinden fâidelenmekdedir. Peygamber hepsinden ileride, önde olduğu için, hepsinden üstündür. Bu ümmet içinde, Peygamberimizden “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vesselâm” sonra, bu devletin, ya’nî se’âdetin sâhibi, Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahü teâlâ anh”. Çünki, dîni kuvvetlendirmek ve Peygamberlerin efendisine “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” yardım etmek için, malını dağıtmakda, cihâd etmekde, şiddetli mücâdele etmekde ve şânını, şerefini gayb etmekde, öncelerin öncesi Odur. O hâlde, hepsinden dahâ üstün Odur.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, islâmiyyetin yükselmesinin ve kuvvetlenmesinin, Ömer-ül Fârûkun yardımı ile olmasını istedi. Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine yardım etmek için, onu kâfi gördü. Enfâl sûresinin, altmışdördüncü âyetinde meâlen, (Ey Peygamberim “sallallahü aleyhi ve sellem”! Sana yardımcı olarak Allahü teâlâ ve mü’minlerden sana tâbi’ olanlar yetişir) buyurdu. Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ”, (Bu âyet-i kerîme, Ömer-ül Fârûk îmân etdiği zemân geldi) buyurdu. O hâlde, Ebû Bekr-i Sıddîkdan sonra, en üstün olan budur. Eshâb-ı kirâm ve Tâbi’în, bu ikisinin en üstün olduğunu sözbirliği ile bildirdi. Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki: (Ebû Bekr ile Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” bu ümmetin en üstünüdür. Beni onlardan üstün sanan, iftirâ etmekdedir. İftirâ edeni dövdükleri gibi, onu sopa ile döverim). Bunları başka kitâb ve mektûblarımda uzun anlatmışdım. [Bu ikisinin üstünlükleri (Kurret-ül ayneyn) ve (Eshâb-ı Kirâm) kitâbının (Müslimânların iki gözbebeği) kısmında uzun yazılıdır.]
Kendini, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm” gibi sanmak, ahmaklıkdır. Kendini, önce gelen büyüklere benzetmek, câhillikdir.
Şunu da bildirelim ki, önce olmak şerefinin üstünlüğe sebeb olması, birinci asrda, insanların en iyisinin sohbetine kavuşanlar içindir. Sonraki asrlarda böyle değildir. Dahâ sonraki asrda gelenler, önündeki asrlarda gelenlerden üstün olabilir. Hattâ aynı asrda bulunanlardan, sonraki, öncekinden [talebesi hocasından] ileri geçebilir. Allahü teâlâ, dil uzatanları, gaflet uykusundan uyandırsın! Bir müslimânı kabâhatli sanarak, dedikodu yapmak, söğmek, pek şenî’, çok çirkindir. Vehm ile, zan ile, bir müslimâna sapık demek, kâfir demek, inâdcılık, kincilik olur. Bu iftirâları yerinde olmadığı zemân, söyliyenler sapık ve kâfir olur. Böyle olduğunu hadîs-i şerîf bildirmekdedir.
Sözümüze dönelim. Sâliklere dil uzatanların ikinci kısmını bildirelim. Bunlar, o derecelerde olduğunu söyliyen sâliklere kâfir ve sapık demez ise de, iki hâlden birisi olabilir: Ona yalancı derler. Bu da, bir müslimâna sû-i zan etmek olup harâmdır. Yok eğer, sözüne inanır ve o büyüklere müsâvî olmak da’vâsında olmadığını bilirler ise, dil uzatmalarına sebeb kalmaz. Onu niçin söğüp çekişdirirler? Doğru keşflere iyi ma’nâlar vermek lâzımdır. Doğru keşf sâhiblerini ayblamamalı, onlar için kötü, çirkin şeyler söylememelidir.
Süâl: Dedikodu yapan bir kimse, (Sâlikin, fitne ve fesâda sebeb olacak hâlini açığa çıkarmasına ne lüzûm var?) derse:
Cevâb: Tesavvuf büyükleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, böyle hâllerini çok bildirmişdir. Hattâ, âdet olmuşdur. Bu hâllerini, iyi niyyetlerle, doğru maksadlarla açığa vurmuşlardır. Buna sebeb, ba’zan, şübheli olan hâllerinin, doğru olup olmadığını anlamak için mürşidlerine bildirirler. Ba’zan da, tâlibleri, gençleri teşvîk için söylemişlerdir. Ba’zan da, şu veyâ bu, hiçbir sebeb olmıyarak, tarîkat serhoşluğu ile, ağzından kaçırır. Böyle hâlleri şöhret için, kendini beğendirmek için söyleyen yalancıdır. Böyle hâli varsa, kendine zarardır, istidrâcdır.
Süâl: Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve Velîler “aleyhimürrıdvân”, hep derd ve belâ içinde yaşadı. Hattâ (Belâlar, mihnetler, en çok Peygamberlere, sonra Evliyâya, sonra bunlara benziyenlere gelir) buyuruldu. Hâlbuki, Şûrâ sûresi, otuzuncu [30] âyetinde meâlen, (Size gelen belâlar, kabâhatlerinizin cezâsıdır) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmeye göre, derdlerin çokluğu, günâhın çokluğunu gösterir. Peygamber ve Velî olmayanların, çok sıkıntı çekmesi îcâb eder. Dostlarına, neden derd, belâ veriyor? Düşmanları râhat ve ni’metler içinde, dostları mihnetler, belâlar içinde nasıl olur?
Cevâb: Dünyâ, zevk için, lezzet için yaratılmadı. Âhıret, bunun için yaratılmışdır. Dünyâ ile âhıret, birbirinin zıddı, tersidir. Birini sevindirmek, ötekinin gücenmesine sebeb olur. Ya’nî, birinde zevk aramak, ötekinde elem çekmeğe sebeb olur. O hâlde, dünyâda ni’metleri, lezzetleri çok olanlar, [bunlara lâzım olan şükrü yapmazlarsa] âhıretde çok korkacak, çok acı çekecekdir. Bunun gibi, dünyâda [tehlükelerden sakındığı, çalışdığı hâlde] çok acı çeken mü’min, âhıretde çok lezzete kavuşacakdır. Dünyânın ömrü, âhıretin uzunluğu yanında, deniz yanında bir damla kadar bile değildir. Dahâ doğrusu, sonu olan, sonsuz ile ölçülebilir mi? Bunun için dostlarına merhamet ederek, sonsuz ni’metlere kavuşmaları için, dünyâda birkaç gün sıkıntı çekdiriyor. Düşmanlarına, hîle, istidrâc yaparak, biraz lezzet verip, çok elemlere sürüklüyor.
Süâl: Fakîr olan kâfir, dünyâda da, âhıretde de sıkıntı çekiyor. Bunun dünyâda çekdiği sıkıntılar âhıretde lezzete kavuşmasına niçin sebeb olmıyacak?
Cevâb: Kâfir, Allahü teâlânın düşmanıdır. Sonsuz azâb görmesi lâzımdır. Dünyâda, ona azâb yapmamak, kendi hâline bırakmak, ona iyilik, lezzet demekdir. Hattâ, bunun için hadîs-i şerîfde, (Dünyâ kâfirlerin Cennetidir) buyuruldu. Kâfirlerden bir kısmına, dünyâda azâb yapmamakla iyilik etdikleri gibi, ayrıca ni’metler, lezzetler de verirler. Bir kısmına ise, yalnız azâb yapmamak ile iyilik edip, ayrıca lezzetler vermezler. Bunların hep, hikmetleri, fâideli sebebleri vardır.
Süâl: Allahü teâlâ, herşeye kâdirdir. Dostlarına, hem dünyâda, hem de âhıretde ni’metler, lezzetler verseydi ve dünyâda verdiği lezzetler, âhıretde, bunların elem çekmesine sebeb olmasaydı, dahâ iyi olmaz mı idi?
Cevâb: Bunun çeşidli cevâbları vardır:
1. ci cevâb: — Dünyâda, birkaç gün derd, belâ çekmeselerdi, Cennetin lezzetlerinin kıymetini anlamazlardı ve ebedî ni’metlerin kıymetini bilmezlerdi. Açlık çekmiyen, yemeğin lezzetini anlamaz. Acı çekmiyen, râhatlığın kıymetini bilmez. Dünyâda bunlara elem vermek, sanki dâimî lezzetleri artdırmak içindir. Bu elemler, bir ni’met olup, câhil halkı denemek için, büyüklere verilen ni’metler, elem olarak gösterilmekdedir. Yabancılara elem şeklinde gösterilen, dostlar için ni’metdir.
2. ci cevâb: — Belâlar, sıkıntılar, câhil için sıkıntı ise de, bu büyüklere, sevdiklerinden gelen herşey, tatlı olmakdadır. Ni’metlerden lezzet aldıkları gibi, belâlardan da lezzet duyarlar. Hattâ, belâ sâdece sevgilinin arzûsu olup, kendi istekleri karışmadığı için, dahâ tatlı gelir. Ni’metlerde bu lezzet bulunamaz. Çünki, ni’metlerde, nefslerinin istekleri de vardır. Belâ gelince, nefsleri ağlamakda, inlemekdedir. Bu büyükler, belâyı ni’metden dahâ çok sever. Belâ, bunlara, ni’metden dahâ tatlı gelir. Bunların dünyâdan aldıkları lezzet, belâlardan, musîbetlerden gelmekdedir. Dünyâda derd ve belâ olmasaydı, bunların gözünde, dünyânın hiç değeri olmazdı. Dünyânın acı hâdiseleri olmasaydı, onu boş, abes görürlerdi. Fârisî nazm tercemesi:
Seni sevmekden maksadım,
derdi ve gammı tadmakdır.
Böyle olmasaydı arzûm,
dünyâda başka tat çokdur.
O hâlde, Allahü teâlânın dostları, dünyâda da, âhıretde de lezzetli ve sevinclidir. Derdlerden aldıkları lezzetler, âhıret lezzetlerinin azalmasına sebeb olmaz. Âhıret lezzetlerini gideren, câhillerin aradıkları lezzetlerdir. Yâ Rabbî! Dostlarına nasıl ihsân yapıyorsun ki, başkalarına verdiğin ni’metler, bunlara da rahmetdir. Onlara derd, elem olanlar da, bunlara ni’metdir. Başkaları ni’met gelince sevinir. Derd gelince üzülür. Bu büyükler, ni’metde de sevincli, derdde de sevinclidir. Çünki bunlar, işlerin güzelliğine, çirkinliğine bakmıyor. İşleri yapanın güzelliğine bakmakdadırlar. O, güzellerin güzelidir. İşleri yapan sevgili olduğu gibi, işleri de sevgili olmakda ve tatlı gelmekdedir. Bu dünyâda, herşey, güzel olan yapıcının işi olduğundan, derd ve zarar verse de, bunlara, istedikleri ve sevdikleri şey olmakdadır. Kendilerine tatlı gelmekdedir. Yâ Rabbî! Bu nasıl lutf ve ihsândır ki, bu gizli ve kıymetli ni’metleri, yabancılara sezdirmeden, dostlarına gönderiyorsun! Bunları, her ân, kendi arzûna râzı bulundurup, zevk ve lezzet içinde tutuyorsun! Başkalarına derd, ayb, aşağılık olarak gönderdiklerin, bunlar için, cemâl ve kemâl oluyor. Bunların arzûlarını, arzû edilmiyen şeyler içine yerleşdirdin. Dünyâ lezzet ve zevklerini, başkalarının tersine olarak, âhıret derecelerinin, lezzetlerinin artmasına sebeb eyledin. Bu, Allahü teâlânın büyük ni’metidir. Dilediğine ihsân eder. Allahü teâlâ, büyük ihsân sâhibidir.
3. cü cevâb: — Bu dünyâ, imtihân yeridir. Burada hak, bâtıl ile; haklı, haksız ile karışıkdır. Burada, dostlarına sıkıntılar, belâlar vermeseydi, yalnız düşmanlarına verseydi, dost, düşmandan ayrılır, belli olurdu. İmtihânın fâidesi kalmazdı. Hâlbuki, gayba îmân etmek lâzımdır. Dünyânın ve âhıretin bütün se’âdetleri, görmeden inanmağa bağlıdır. Hadîd sûresi, yirmibeşinci [25] âyetinin meâl-i şerîfi, (Allahü teâlâ, Peygamberlerine, gaybdan, görmeden, yardım edenleri bilmek için...) olup, bu hâl bildirilmekdedir. Dostlarını mihnet ve belâ içinde göstererek, düşmanlarının gözünden sakladı. Dünyâ, imtihân yeri oldu. Dostları, görünüşde belâda, hakîkatde ise, zevk ve lezzetdedir. Düşmanlar, böylece zarar, ziyân etmekdedir.
Peygamberlerin, muhârebelerde düşmanlarla döğüşmesi de böyle olurdu. Bedr gazâsında müslimânlar, Uhud gazâsında kâfirler gâlib gelmişdi. Allahü teâlâ bu hâli, Âl-i İmrân sûresi, yüzkırkıncı [140] âyetinde bildirmekdedir.
4. cü cevâb: — Evet, Allahü teâlâ herşeye kâdirdir. Dostlarına hem dünyâda, hem de âhıretde râhatlık verebilir. Fekat, âdeti böyle değildir. Kudretini, hikmeti ve âdeti altına gizlemeği sever. İşlerini, yaratmasını, sebebler altında gizlemişdir. O hâlde, dünyâ âhıretin aksi olduğundan, dostların, âhıret ni’metlerine kavuşmak için, dünyâda sıkıntı çekmeleri lâzımdır. [Allahü teâlânın dostları, derdlere, belâlara, tehlükelere karşı tedbîr alır. Bunlardan kurtulmağa çalışır. Dayanılamıyacak şeylerden kaçınmak, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” sünnetidir. Tedbîrlere, çalışmalara rağmen başa gelen belâlardan zevk alırlar. Derdlerden zevk almak, yüksek derecedir. Çok az seçilmişlerin yapacağı işdir.]
Asl cevâb: — Dertlerin, belâların gelmesine sebeb, günâh işlemekdir. Fekat, belâlar, sıkıntılar, günâhların afv edilmesine sebeb olur. O hâlde, dostlara, belâları, sıkıntıları çok vermek lâzımdır ki, günâhları kalmasın. [Allahü teâlâ, sevdiklerinin günâhlarını afv etmek için, onlara derd, belâ gönderiyor. Tevbe, istigfâr edince de, günâhlar afv olur. Derd ve belâ gelmesine lüzûm kalmaz ve gelmiş derdler de gider. O hâlde, derd ve belâdan kurtulmak için, çok (istigfâr) okumalıdır.] Dostların günâhını, düşmanların günâhları gibi sanmamalıdır. (İyilerin, iyilik etmek olarak bildikleri şeyleri, dostlar, günâh işlemek bilirler) buyuruldu. Bunlardan günâh ve kusûr sâdır olsa da, başkalarının günâhları gibi değildir. Yanılmak ve unutmak gibidir. Niyyet ederek, karâr vererek yapılmış değildir. Tâhâ sûresi, yüzonbeşinci [115] âyetinde meâlen, (Âdeme önce söyledik. Fekat unutdu. Azm ile, karâr ile yapmadı) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme Âdem “alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm” içindir. O hâlde, dostlara gelen derdlerin, belâların, musîbetlerin çok olması, günâhların çok afv edildiğini gösterir. Günâhların çok olduğunu göstermez. Dostlarına çok belâ vererek, günâhlarını afv eder, temizler. Böylece bunları, âhıret sıkıntılarından korur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ölüm hâlinde, şiddet ve sıkıntıda iken, Fâtıma “radıyallahü anhâ”, babasını çok sevdiği ve çok acıdığı için ve Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Fâtıma, benden bir parçadır) buyurmuş olduğu için, o da sıkılıyor, kıvranıyordu. Kızının bu hâlini görünce, onu tesellî etmek için, (Babanın çekeceği sıkıntı, ancak bu kadardır. Başka hiçbir sıkıntı görmez!) buyurdu.
Cehennemdeki çok şiddetli azâbların, birkaç günlük sıkıntı ile giderilmesi ve günâhların temizlenmesi için dünyâda sebebler gönderilmesi ne büyük ni’metdir. Dostlara bu mu’âmele yapılırken, başkalarının günâhlarının hesâbını âhırete bırakıyorlar. O hâlde dostlara, dünyâda çok derd ve belâ vermesi lâzımdır. Başkaları, bu ihsâna lâyık değildir. Çünki, büyük günâh işlerler, yalvarmaz, boyun bükmez, ağlamaz ve Ona sığınmazlar. Günâhları sıkılmadan işlerler ve kasd ile, plânlıyarak işlerler. Hattâ inâd edercesine işlerler. Hattâ, Allahü teâlânın âyetleri ile alay edecek, inanmıyacak kadar ileri giderler. Cezâ, suçun büyüklüğüne göre değişir. Günâh küçük olur ve suçlu boynunu büküp yalvarırsa, bu suç, dünyâ derdleri ile afv olunabilir. Fekat, günâh büyük, ağır olur ve suçlu inâdcı, saygısız olursa, bunun cezâsı âhıretde sonsuz ve çok acı olmak lâzım gelir. Nahl sûresi, otuzüçüncü [33] âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, onlara zulm etmez. Onlar, kendi kendilerine zulm edip, ağır cezâları hak etdiler) buyuruldu.
[(Günâh), Allahü teâlânın emrlerini yapmamak, yasak etdiklerinden sakınmamakdır. Emr ve yasaklar, müslimânlaradır, îmânı olanlaradır. Îmânı olmayanları, kâfirleri, emr vermekle, ibâdet etdirmekle şereflendirmedi. Onlar, hayvanlar gibi, her istediklerini yapar, günâh olmaz. Bunlar, ibâdet yapmadıkları için, günâh işledikleri için, dünyâda azâb çekmezler. Her dürlü ni’mete kavuşurlar. İstediklerini, çalışdıklarını elde ederler. Yalnız, zâlim olanları, mahlûklara eziyyet verenleri, dünyâda cezâlarını çeker.
Kâfirlere, yalnız bir emr verilmiş, onlardan yalnız birşey istenilmişdir. Bu bir emr, îmân etmeleri, müslimân olmalarıdır. Kâfirler, bu emri dinlemedikleri için, biricik suç işlemiş oluyorlar. Fekat bu suç, en büyük suçdur. Bu suçun cezâsı, pek büyük, çok acı ve sonsuzdur. Dünyâda böyle cezâ olamaz. Bu sonsuz cezâ, bunlara, âhıretde, Cehennemde verilecekdir].
Diyorsunuz ki, câhiller, ahmaklar, [nemâz kılanlarla, oruc tutanlarla, islâmiyyete uyanlarla] alay ediyor. [Bunlara gerici diyor.] Allah, dostlarına niçin derdler, belâlar gönderiyor? İyilikler, ni’metler vermiyor? [Biz Onun emrlerini yapmıyoruz. Bize cezâ verse yâ? Oh! Biz râhat, istediğimiz gibi zevk, safâ ediyor, keyf sürüyor, hîle ile, yalan ile, dünyânın tadını çıkarıyoruz. Sizler, nemâzla, orucla vakt geçiriyor, dünyâ zevklerinden kaçıyor, sıkıntı içinde yaşıyorsunuz! Bu sıkıntılar yetişmiyormuş gibi, Rabbiniz, derdleri, belâları da size veriyor. Müslimânlık se’âdet yolu olsaydı, siz bizden dahâ râhat, dahâ tatlı, dahâ mes’ûd yaşardınız diyorlar]. Böyle bayağı sözlerle, bu sevgili kullara inanmıyorlar.
Kâfirler, insanların en iyisine de böyle söylerdi. Furkân sûresi, yedinci [7] âyetinde meâlen, (Kâfirler: Bu nasıl Peygamberdir? “sallallahü aleyhi ve sellem”. Bizim gibi yiyip içiyor, sokaklarda geziyor. Peygamber olsaydı, kendisine melek gelirdi. Yardımcıları olur, bize onlar da haber verir, Cehennem ile korkuturlardı. Yâhud, Rabbi, para hazîneleri gönderir, yâhud, meyve bağçeleri, çiftlikleri olur, istediğini yirdi dediler...) buyuruldu. Bu gibi sözler, âhırete, Cennete, Cehenneme inanmıyanların, ilerisini göremiyenlerin sözleridir. Cennet ni’metlerinin, Cehennem azâblarının sonsuz olduğunu bilen kimse, dünyânın birkaç günlük belâlarına, sıkıntılarına hiç ehemmiyyet verir mi? Bu derdlerin, sonsuz se’âdete sebeb olacağını düşünerek, bunları ni’met olarak karşılar. Câhillerin sözlerine aldırış etmez. Derdler, belâlar, sıkıntılar, muhabbetin, sevginin, şaşmıyan şâhidleridir. Ahmakların bunu anlamamasının ne ehemmiyyeti olur. En iyisi, böyle câhillerle konuşmamalı, [radyolarını dinlememeli, filmlerini, gazetelerini ve kitâblarını görmemelidir].
6. cı cevâb: — Belâ, kemend-i mahbûbdur [sevgilinin, âşıkını kendine çekmek için gönderdiği kemenddir]. Âşıkları, sevgiliden başka şeylere bakmakdan koruyan bir kamçı gibidir. Âşıkları, sevgiliye döndürür. O hâlde, derdlerin, belâların dostlara gönderilmesi lâzımdır. Belâlar, dostları, sevgiliden başka şeylere düşkün olmak günâhından korur. Başkaları, bu ni’mete lâyık değildir. Dostları, zorla sevgiliye çekerler. İstediklerini derd ve belâ ile çekerler ve onu mahbûbluk derecesine yükseltirler. İstemediklerini başıboş bırakırlar. Bunların içinden, se’âdet-i ebediyyeye lâyık olan, kendisi doğru yola gelip, çalışarak, uğraşarak, lutf, ihsâna kavuşur. Böyle yapmıyan, başına gelecekleri düşünsün!
Görülüyor ki, seçilenlere, belâ çok gelir. Çalışanlara, uğraşanlara o kadar çok gelmez. Bunun içindir ki, seçilmişlerin reîsi, beğenilmişlerin, sevilmişlerin baş tâcı olan Peygamberimiz “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”, (Benim çekdiğim acı gibi, hiçbir Peygamber acı çekmedi!) buyurdu. O hâlde, derd ve belâlar, öyle usta bir kılavuzdur ki, dostu dosta, şaşmadan kavuşdurur. Sevgiliden başkasına bakmakla onu lekelemekden korur. Ne kadar şaşılır ki, âşıklar, hazînelere, milyonlara mâlik olsa, hepsini verip, derd ve belâ satın alır. Aşk-ı ilâhîden haberi olmıyan, derd ve belâdan kurtulmak için, milyon harc eder.
Süâl: Ba’zan, dostlar, derd ve belâ gelince, üzülüyor. İstemediği anlaşılıyor. Bunun sebebi nedir?
Cevâb: O üzüntü ve isteksizlik, görünüşdedir. Tabî’atden, maddesindendir. Bu isteksizliğin fâideleri vardır. Çünki, bu isteksizlik olmasa, nefs ile cihâd, düşmanlık edilemez. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edeceği zemân, görülen sıkıntısı, nefs ile cihâdın son parçaları idi. Böylece, son nefesi de düşman ile mücâdelede geçmiş oldu. Ölüm ânında en şiddetli mücâdeleyi yapdı. İnsanlık sıfatları, tabî’at istekleri kalmadı.
Mubârek nefsini tâm itâ’ate, hakîkî itmînâna getirdi.
O hâlde, belâ, aşk ve muhabbet pazarının dellâlıdır. Muhabbeti olmıyanın dellâl ile ne işi olur. Dellâlın buna ne fâidesi olur ve bunun gözünde dellâlın ne kıymeti vardır?
7. ci cevâb: — Belâ gelmesinin bir sebebi de, doğru âşıkları, dost görünen yalancılardan ayırmakdır. Doğru olan âşık, belâdan lezzet alır, sevinir. Yalancı ise, acı duyar, sızlanır. Muhabbetin tadını tatmış ise, hakîkî acı duymaz. Acı duyması görünüşdedir. Âşıklar, bu iki acıyı birbirinden ayırır. Bunun içindir ki, (Velî “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”, Velîyi tanır) buyurmuşlardır.
Süâl: Ayrıca, soruyorsunuz ki, adem, her bakımdan yok demekdir. Vücûd ile ilişiği olmaz. O hâlde adem, zihnde, ilmde nasıl bulunuyor? Zihnde bulunan birşey hayâlden dışarı nasıl çıkabilir?
Cevâb: Evet adem, yok demekdir. Fekat, bütün bu mahlûklar, ondan yapılmışdır. Herşeyin vücûde gelmesi, onun ayna olması sâyesindedir. Allahü teâlânın ismlerinin, ilm-i ilâhîdeki görünüşleri, adem aynasında aks ederek, onu ademlere ayırmışlar. İlmde var olmasına sebeb olmuşlardır. Böylece, adem, her bakımdan yok olmakdan kurtulmuş, mahlûklara başlangıç [menşe’] olmuşdur. Bu mahlûklar, ilmden dışarıda da vardır. His ve vehm mertebesindedirler. Fekat, his ve vehmin yok olması ile, yok olmazlar. Hattâ hâricde mevcûddurlar denilebilir. Ademin böyle terakkî etdiğine, niçin şaşıyorsunuz? Bu kâinâtın bütün olayları, hep adem üstüne kurulmuşdur. Allahü teâlânın kudretinin büyüklüğünü anlamalı ki, bu kâinâtı adem üzerine kurmuşdur. Vücûdün [varlığın] kemâllerini, onun kusûrları vâsıtası ile meydâna çıkarmışdır. Ademin terakkî sebebi meydândadır. Çünki, Allahü teâlânın ismlerinin, sıfatlarının, ilm-i ilâhîdeki sûretleri [görünüşleri] onun odasında oturmakdadır. Onunla bir yatakda, onun koynundadırlar. Sûretleri, zılleri, asla, hakîkate kavuşduran bir yol bulmuşdur. Kör olan kalbler, bunu görmez. (Bizim vazîfemiz, Rabbine yol bulmak istiyenlere, yol göstermekdir). Vehm ve hayâl kelimeleri sizi şübheye düşürmüş. Ademin terakkî etmesine şaşmayınız! Çünki, bu âlemdeki her vak’a, her iş, ilmin, hayâlin dışında değildir. Fekat, hayâlden hayâle fark vardır. Hayâl mertebesinde var olmak başkadır. Vehmde, hayâlde meydâna gelmek başkadır. Hayâl mertebesindeki varlık, hakîkî varlıkdır. Hattâ, dışarda olan bir varlıkdır denilebilir. Hâlbuki, hayâlde meydâna gelen varlık, böyle değildir. Böyle devâmlı olmaz. Ademin ba’zı hünerlerini yazmışdım. Bir sûretini emîr Muhibbullah götürmüşdü. Merâk ediyorsanız, oradan okuyunuz!
Süâl: Fenâ ve Bekâyı soruyorsunuz.
Cevâb: Bunları, çeşidli mektûblarımda ve risâlelerimde yazmışdım. Anlaşılmıyan yerleri kaldı ise, bunları iyi anlamak için, görüşmek, berâber bulunmak lâzımdır. Bunların hakîkati, yazıya sığmaz. Sığsa da, yazmak doğru olmaz. Çünki, kim kavrar, kim anlar? Fenâ ve Bekâ, şühûdîdir. Vücûdî değildir. [Ya’nî Fenâ, kendini yok görmekdir. Yok olmak değildir. Bekâ da böyledir.] Birşey olmıyan kul, Rab olmaz. Hak teâlâ ile birleşmez. Kul, hep kuldur. Rab, hep Rabdır. Fenâ ve Bekâyı, vücûdî sanarak, kulların te’ayyün-i vücûdlerini ortadan kaldırıp, te’ayyünlerden ve benzemekden münezzeh olan asl ile birleşmeği ve kendisi yok olup, Rabbi ile sonsuz var olacağını söyliyen, zındıkdır. Bir damla su, yerinden yok olup, denize damlaması gibi, kaydlardan, bağlardan kurtulup, kaydsızla birleşmeği söylemek zındıklıkdır. Böyle kötü i’tikâddan, inanışdan Allahü teâlâya sığınırız. (Fenâ) demek, Allahü teâlâdan başka herşeyi unutmak, başkasına bağlanmamak ve bütün isteklerinden kalbini temizlemek demekdir. Kulluk da, bundan ibâretdir. (Bekâ) da, kulun, Rabbinin irâdesine uyması, Allahü teâlânın isteklerini, kendi isteği yapmasıdır.
Süâl: Enfüsün üstündeki seyri [yürüyüşü] bildiriyorsunuz. Bu hangi seyrdir?
Âlem-i halkın ve Âlem-i emrin on mertebesinde seyr ve hey’et-i vahdânînin seyri, enfüs içinde seyrdir. O hâlde, enfüsün dışındaki seyr, hangi seyrdir? Hangi yolculukdur?
Cevâb: Enfüs de, âfâk gibi, ismlerin zılleri, hayâlleridir. Allahü teâlânın ihsânı ile zıl kendini unutarak, aslına dönerse ve aslını sevmeğe başlarsa, (Herkes sevdiği ile berâber olur) hadîs-i şerîfi gereğince, kendini, kendinin aslı bulur. Varlığını, aslının varlığı görür. Bu aslın da aslı vardır. Birinci asldan, bu asla geçer. Kendini bu asl bulur. Böylece, asldan asla ilerler. Bu seyr, âfâk ve enfüsün üstünde bir yolculukdur. Ba’zıları Seyr-i enfüsîye, (Seyr-i fillah) demişdir. Bizim bildirdiğimiz seyr, onların dediği seyrden başkadır. Çünki, onların seyri, husûlîdir. Bu ise, vusûlîdir. Husûl ve vusûl arasındaki farkı, çeşidli mektûblarda bildirmişdik.
Süâl: Allahü teâlânın zâtının, sıfatlarının ve ismlerinin çok yakın olduğunun açıklanmasını soruyorsunuz?
Cevâb: Bu sorunun cevâbı konuşmağa, buluşmağa bağlıdır. Yazmak uygun değildir. Yazılırsa, kapalı olur. Anlaşılabileceği belli değildir. Karşılıklı anlatılırsa, çok fâideli olur. [Birinci kısm, kırkbeşinci maddeyi okuyunuz!].
Süâl: Kemâlât-i nübüvveti soruyorsunuz. Fenâ ve Bekâ ve tecellî ve mebde’iyyet-i te’ayyünün hepsi üç vilâyetin [Evliyâlığın] kemâlâtındandır. Kemâlât-i nübüvvetde seyr, ne ile belli olur diyorsunuz?
Cevâb: Urûc ederken, ilerlerken birbirinden ayrılıklar bulunursa ve bir asldan, başka asla geçiliyorsa, böyle kemâlâtın hepsi, Evliyâlıkdadır. Aralarında fark kalmaz, ayrılık gider, hep bir olursa, Peygamberlik mertebesinin kemâlâtına başlanmış olur. Bu mertebede de vüs’at varsa da, bu başka genişlikdir. Ayrılık da varsa da, başka ayrılıkdır. Bundan fazla ne yazılır ve ne de anlaşılır.
Nemâzın ba’zı sırlarını soruyorsunuz. Bunun cevâbını başka zemâna bırakıyorum. Şimdi vakt pek azdır.
Zemânımız insanlarından şikâyetinize ba’zı şeyler yazdım. Dahâ fazla sormayınız. Bu fakîre acıyınız!
Yâ Rabbî! Günâhlarımızı ve emrlerini yapmakda kusurlarımızı afv eyle! Bizi doğru yoldan ayırma! Kâfirlerin karşısında yardımcımız ol, yâ Rabbî! Âmîn.
Aldın mı kalb yoluyla, yektâ haberini sen,
duydun mu hem Yûsüf ve Züleyhâ haberin sen?
Kalbini nice yıllar, ağlatmadı mı bu aşk,
alsan n’olur doğruca, Leylâ haberini sen?
Dağlar dahî duramaz, onun yüzüne karşı,
âlime sor Tûr ile, Mûsâ haberini sen!
Sular gibi yüzünü, yere sür, durma yüksek,
alçaklarda bulursun, deryâ haberini sen!
Âlemde nice yüzbin kişi, aşkdan bahseder,
sorma o mecnûnlara mevlâ haberini sen!
Bülbüle bakma sakın, âşık olayım dersen,
pervâneden al gizli, sevdâ haberini sen!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder