Kâfirleri ve bid’at sahiplerini bu gibi kimseleri sevmememiz emrolundu

 Her Müslüman, hem imanını korumaya, kaptırmamaya çalışmalı, hem de, Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine inanmayan kâfirleri sevmemelidir.Kâfirleri ve bid’at sahiplerini bu gibi kimseleri sevmememiz emrolundu. Bunlarla konuşmamalı, evlerine, toplantılarına gitmemeli, selam vermemeli, arkadaşlık yapmamalıdır. Zaruret ve ihtiyaç olduğu zaman, zaruret miktarı kadar görüşülebilir. Ancak bu hallerde de kalbin yine onları sevmemesi lazımdır.

(Derviş Muhammed “kuddise sirruh” hazretleri)

Bid’at sahipleriyle görüşmeyin

 Bid’at sahipleriyle görüşmeyin, konuşmayın, onlardan uzak durun.Bid’at sahipleri, Peygamber efendimizin “aleyhisselam” zamanında ve onun dört halifesi zamanlarında bulunmayıp da, dinde sonradan meydana çıkarılan, uydurulan sözleri,yazıları,usulleri ve işleri,ibadet olarak,inanan,yapan ve yaptıranlardır.Nitekim Peygamberimiz “aleyhisselam”; (Bid’at sahibi olanlara hürmet eden, dirilerini ve ölülerini metheden, bunları büyük bilen, din-i İslamı yıkmaya, dünyadan kaldırmaya yardım etmiş olur) buyuruyor.

(Derviş Muhammed “kuddise sirruh” hazretleri)

Kur’an-ı kerimden kendi aklı ile, kendi düşüncesi ve bilgisi ile mânâ çıkaran kâfirdir

 Peygamberimiz “aleyhisselam”; (Kur’an-ı kerimden kendi aklı ile, kendi düşüncesi ve bilgisi ile mânâ çıkaran kâfirdir) buyuruyor.Bazı kimseler, Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde mânâları açık olmayan itikat bilgilerinde, yanlış tevil yaparak, yanlış mânâ çıkardıkları için, hak yoldan ayrılmışlardır ki, bunlara bid’at ehli denir.Onun için namazdan, imandan haberi olmayanların, sırf para kazanmak için, piyasaya sürdükleri uydurma tefsirlerin, yaldızlı reklamlarına aldanmayınız, bunları almayınız ve okumayınız!.

(Seyyid Ahmet Mekki Efendi “rahmetullahi aleyh” hazretleri)

DÜRZİLER KİMDİR?

 Dürûz, ya’nî Derezîlere, yanlış olarak, “Dürzü” deniliyor.

İbni Âbidîn, üçüncü ciltte, mürtedleri anlatırken buyuruyor ki: 

(Derezîler, müslümân adı taşır. Namaz kılanları da vardır. Fakat, îmânları bozuktur. Tenâsüha inanırlar. Şaraba, alkollü içkilere ve zinâya helal diyorlar. (Ülûhiyyet sıfatları) tanrılık insandan insana geçer diyorlar. Öldükten sonra dirilmeğe, namaza, oruca, hacca inanmazlar. Bunların ma’nâları, dünyâda yaşama yollarını düzeltmektir derler. Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” çirkin şeyler söylerler.


Şâm müftüsü allâme Abdürrahmân, (İmâdî fetvâsı)nda, bunların Mülhidler gibi ve İsmâiliyye gibi inandıklarını bildirmektedir. 


Dört mezhebin âlimleri, bunlardan cizye alarak islâm memleketlerinde oturmalarına izn vermek helal olmaz dedi. Bunlardan kız almak, kestiklerini yemek câiz değildir. 


(Fetâvâ-i Hayriyye)de, bunlar uzun bildirilmekdedir. Bunlara, zındık, mülhid ve münâfık denir. İnanışları bozuk olduğu için, şehâdet kelimesini söylemekle müslüman sayılmazlar.


Dîn-i islâma uymıyan inanışlarından vaz geçmedikçe, müslüman olmazlar. Bunlar, kitaplı ve kitapsız kâfirlerden dahâ zararlıdır). 


İbni Âbidînden “rahmetullahi teâlâ aleyh” terceme temâm oldu. 


Bu (Mülhidler), “Allah, Alî’nin ve çocuklarının şeklinde göründü” derler. Onbirinci imâm olan Hasen bin Alî Askerînin adamlarından olduğunu iddi’a eden İbni Nusayr’ın uydurduğu çirkin sözlere inanırlar. 


Suriye’de bulunanların kendilerine alevî dedikleri (Müncid)de yazılıdır. Türkiye’de böyle alevî yoktur. 


Mısır’daki Fâtimî hükümdârları, Ehl-i sünnetden ayrıldı. Bozuk yollara saptı. Bunlardan Hâkim bi-emrillah, müslümânlıktan da çıkmıştı. Dırâr isminde bir dönme, Hâkim’i aldatdı. İslâmiyeti yıkmağa uğraştı. Dırâr’ın talebesinden Hamza bin Ahmed sapık inanışlar uydurmuş, Hâkim’i ve Mısır’daki Derezîleri, bu bozuk yola sokmuşdu. Bu inanışları alan Derezîler, Sûriye ve Lübnan’dakilere de aşıladı. 


Selmân-ı Fârisî’yi “radıyallahü anh” çok severiz derler. İnanışlarını gizli tutarlar. İri, inatçı, yağmacı, merhametsiz kimselerdir. 


Yavûz Sultan Selîm’e “rahmetullahi teâlâ aleyh” tâbi’ oldular. Sultân üçüncü Murâd zemânında isyân ettiler ise de, Bosnalı Dâmât İbrâhîm Paşa, terbiyelerini verdi. 


Suriye’deki hıristiyanlarla da, ara sıra savaşdılar. Derezîler, Arabistan’dan Irak’a gelmiştir. Îrânlılar, Irak’taki Hîre devletini yıkınca, Hîrelilerle birlikte Derezîler de Mısır, Şâm ve Halep’e göç etmişti. Şâm’ın fethinde islâm askerine yardım etdiler. Fâtimîler zemânında yolu sapıttılar.


Tam ilmihâl Seâdet-i Ebediyye syf. 487

Bir mü'minin Allah indindeki makbuliyetinin derecesi ne kadardır?

 Bir mü'minin Allah indindeki makbuliyetinin derecesi ne kadardır? Bunun tek ölçüsü var,o da İslamiyet'e hizmet ettiği kadar. Kim dine ne miktarda faideli ise, onun kalbinde iman o derece parlaktır. İmanı güçlü ve kuvvetli olanların ellerine zincir vursalar, ayaklarına zincir vursalar yine durduramazlar, yine bir şeyler yapmaya çalışırlar, en azından söylerler.

(Hüseyin Bin said hazretleri)

AÇLIĞIN FAYDALARI

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


Şimdi aziz: Aklı olana şu sözüm yeter. Şirkin kaynağı midedir. Her ne fesat koparsa, karında kopar. Her ne iyilik olursa, oda bu karından olur. Zira, karın tok olunca, bütün azalar açılır ve acıkır, yani fesat başları baş kaldırarak fesada başlar. Fakat, kırk gün aç kalırsa, bütün âza doyar ve dilsiz olur. Yukarıda, bunlardan bahsedilmişti. Şimdi, tokluğun zararlarını işittin, gel bu defa da açlığın faydalarını anlatalım.


Hak sübhanehu ve teâlâ, ne zaman ki nefsi yarattı, ona sordu:  

— Bildin mi, ben kimim ve sen kimsin?  

Nefs, cevap verdi:  

— Sen sensin, bende benim!  


Nefs, Allahu teâlânın huzurunda senlik- benlik davasında bulunduğundan beri bu dâvayı bırakmamıştır. Bunun üzerine, Hak celle ve âlâ, nefse hışım etti ve o hışmın parıltısından cehennem yaratıldı. Buyurdu ki, cehennemi üç bin yıl yaksın ve ısıtsınlar, öyle karardı ve karanlık oldu ki, cehennemin içinde göz gözü görmez oldu ve iyice ısındı. Hak teâlânın buyruğu ile nefsi cehennemin içine attılar, orada bin yıl yandı. 


Sonra, cehennemden çıkararak Hakkın huzuruna götürdüler yine soruldu:  

— Ey nefs! Bildin mi sen kimsin, ben kimim?  

Nefs, yine cevap verdi:  

— Ben benim ve sen sensin!  


Hak teâlâ buyurdu, bin yıl daha cehennemde yaktılar, yine aynı soru soruldu ve aynı cevap alındı, götürüp bin yıl daha yaktılar, cehennemde azap ettiler, aynı cevabı tekrarladı. Görüyor musun? Nefs-i emmâre üç bin yıl cehennemde yandığı halde senlik- benlik dâvasından vaz geçmedi. Bu defa, Hak teâlâ gıdasının kesilmesini irade buyurdu. 


Gıdasını kestiler. Aradan üç gün geçmeden, nefs feryada başladı:  

— Beni Rabbime götürün!  

Cehennem ehli buna şaştı, kaldılar. Kendi kendilerine:  

— Bu ne acayip sırdır ki, bu nefs üç bin yıl cehennemde yandı, türlü türlü azaplar gördü de bir kere (RABBÎM SENSİN) demedi. Senlik- benlik dâvasından vaz geçmedi. 

Üç gün gıdası kesilmekle (BENÎ RABBİME GÖTÜRÜN, BANA MEVLAM GEREKTİR, BAŞKA HİÇBİR ŞEY GEREKMEZ) demeye başladı.  


Cehennem mâlikleri, Hak teâlâya niyaz ettiler:  

— İlâhi! Sen, allâm-ül-guyûbsun. (Gaipleri bilicisin.) Şu nefs, cehennemde üç bin yıl yandı da hiç kimseye baş eğmedi. Şimdi, üç gün aç kalınca (BENİ RABBİME GÖTÜRÜN.) diye feryada başladı, dediler.  

Hak teâlâ, huzuruna getirilmesini irade buyurdu ve nefse sordu: .  

— Yâ nefs! Bildin mi? Ben kimim ve sen kimsin?  

Nefs, bu defa şu cevabı verdi:  

— Ent-el Mevlâ ve ene abdük-el za'if (Sen, benim Mevlâmsın. Ben, senin zayıf kulunum) dedi.  


Bunda, acayip sırlar vardır. Birisi de budur ki, kişi nefsini bilmelidir. Onun kötü ve çirkin sıfatları arasında üstünlük taslama ve başkaldırma bulunduğunu da öğrenmelidir. Açlığın ise, nefsi islâh etmeye sebep olduğunu, Allahu Teâlâ’yı bilmeye ve kendisinin aczini anlamağa kâfi geldiğini daima hatırlamalı, serkeşlik edip başkaldırmanın Hak teâlânın hışmına ve kahrına sebep olduğunu her an göz önünde bulundurarak nefsini islâh etmek çarelerini araştırmalıdır.  


Rabbini bilmek, nefsini bilmeye mevkuftur (bağlıdır);  

Bu kısım genc-i mahfi âşıka mâruftur. (Gizli sırra sahip âşıklar bilir) 


Nefs, aç olmayınca benlik dâvasını bırakmaz, kulluğa bel bağlamaz, Allahu teâlâya muti olmaz. Bu konuda söz çoktur, eğer hepsini yazarsak kitap gayet uzun olur. Maksat, bu gerçeği bilmek ve açlığın nefsi, emmârelikten kurtarıp serkeşlikten de koruduğunu ve nefse Mevla’sını bildirdiğini hatırlatmaktır.  Hak teâlânın nefse bu şekilde muamele yaptırmasından muradı, nefsi açlıktan başka hiçbir şeyin acze düşüremeyeceğini ve kulluk makamına getiremeyeceğini bildirmektir.  


Şunu da iyi bil ki, az yemek gönlü saflaştırır, nefsin karanlık ve bulanıklığını giderir. Kişinin zihni pâk ve kuvvetli olur. Gönül yumuşak olur, gönlü yumuşak olanın eli açık olur. Az yiyen kişiler, ibadet ve tâatlerin den zevk ve lezzet bulurlar. Zikirden, tesbihten, namaz ve oruçtan ve bütün hakkani işlerden sefa alırlar. Bütün bâtıllardan kaçınır, nefsini dilediği gibi çeker çevirir ve kendileri nefislerine asla uymazlar. Açlık, kişinin gafletini giderir, kin, cimrilik, haset, nifak, hiyânet bırakmaz. Az yiyenler, alçak gönüllü ve merhametli olurlar, gece- gündüz hakkı zikrederler, dillerinde daima hayır kelâm olur, gözlerinde ve gönüllerinde hikmet bulunur, kendi acizliklerini bilirler, ölümü unutmazlar, günahlarından ötürü pişman olurlar ve çok açlık çeken kişiler ârifi billah da olurlar, çok açlık çektiklerinden dolayı kendilerine mârifet kapıları açılır. Az yiyen kişiler, nefsani gıdalardan kesilir ve ruhanî gıdalara erişirler, gönüllerine hakkın muhabbeti dolar, o muhabbetin nuru beyinlerine çıkar. Nitekim, yukarıda çok yemenin de gafleti ve karanlığı yürekten beyine çıkartarak akıl nurunu hafiflettiği ve aklın tasarrufunu bedenden alarak nefse teslim ettiği ve bütün tasarrufun nefsin eline geçtiği belirtmiştik.  


Evet; az yemekle gönüle hakkın muhabbeti dolar, bu muhabbetin nuru varıp beyini de nurlandırır, ondan imdat alır ve kuvvetlenir ve bunun neticesi olarak bedenden nefsin tasarrufu alınır ve akla verilir ve artık tasarruf tamamen akılda olur. Böyle olunca da bu nur beyinden bütün azaya yayılır. Nitekim, çok yemenin buharının da aynı şekilde beyne yayıldığı ve oradan bedene dağıldığı ve ibadete engel olduğu yukarıda anlatılmaya çalışılmıştı. Bu takdirde, bütün tasarruf nefiste olduğu gibi, Allah muhabbetinin nuru beyinden bütün azaya yayılınca da bunun tam aksi olur ve bu defa tasarruf nefsten akla geçer, bütün âza ibadet ve tâ’atte kuvvetli olur ve ibadetten başka bir şeyden zevk ve sefa bulmaz.  


Bir yandan da karanlığın yolu bağlanıp işlemez olur ve artık o gönüle karanlık gelmez. Muhabbetullah nuru ile bir nazarda, iki cihanda ne varsa bakar ve hepsini görür. Zira, basiret gözü açılır ve ona gizli hiçbir şey kalmaz. Bu sebeple, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: "Amellerin efendisi açlıktır." buyurmuşlardır. Aziz: Bütün bu saadetler hep az yemekten elde edilir. Bütün mihnetler de çok yemekten başa gelir. Hak teâlâ, İsa aleyhisselâma buyurdu: (Eğer, beni görmek istersen aç ol!) O halde, ebedî saadeti isterseniz, açlığı irade ediniz. Şu birkaç günlük ömrü, az yemekle ve nefis mücahedesi ile geçiriniz, ki gidip orada cennet nimetleri ile doyasınız, Allâhın cemâli ile müşerref olup, sultanlık bulasınız.  


Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz buyurmuşlardır ki:  

“Cennet kapılarını vurmakta tembellik etmeyiniz ki, cennet kapıları sizlere açılsın.”  


Ashab-ı kiram sordular:  

— Yâ Resûlallah! Cennet kapılarını vurmak nasıl olur? Şimdilik cennet kapıları görünür yerde değil ki, gidip vurabilelim.  


Efendimiz saadetle buyurdular:  

— Cennet kapılarını vurmak açlık ve susuzlukla olur. Açlığa ve susuzluğa dayanın, nefsinizle cihad edin ki, Hak teâlâ sizlere cennet kapılarını açsın.  


Bir diğer Hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:  

“Açlık ve susuzluğa karşı nefsinizle cihad eyleyin. Açlığa ve susuzluğa dayananlara, Allah yolunda cihad etmiş gaziler gibi ecir verilir.”  


Şeyh Seni ibn-i Abdullah Tüsterî rahmetullahi aleyh buyurmuşlardır ki: “ Tokluktan cahillik ve mâsiyyet hâsıl olur ama açlıktan ilim ve marifet hâsıl olur.” Seni ibn-i Abdullah hazretleri, on beş günde bir yemek yerlerdi. Ramazan aylarında ise, bütün ramazan boyunca yalnız bir kere yerdi. Fakat, her gece bir yudum su içerdi. 


Ebû Ali Dekkak rahmetullahi aleyh buyurmuştur ki: “Zahirini mücahede ile süsleyenin, batınını da Hak teâlâ müşahede nurları ile süsler.” Yine buyurmuşlardır ki: “Yüksek makamlara vasıl olmanın sebepleri, açlıktır.”  


Şimdi ey aziz kardeş: Açlığa kendini alıştır ve bunu mutlaka âdet et! Nefsine, riyazet ve mücahedeyi öğret ki, mücahede insanı müşahedeye erdirir. Şunu, muhakkak olarak bil ki, açlık Nebilerin hasletidir. Tokluk ise, kafirlerin, münafıkların ve hayvanların hasletidir.  


Şeyh Sâfi rahmetullahi aleyh buyururlar ki: “Bir kişi, yemeğe BİSMİLLAH diye başlasa ve o yemeği ibadet etmeğe kuvvet bulmak niyeti ile yerse ve sonunda EL-HAMDÜLİLLÂH derse, o yemek nura dönüşür. Eğer, nefsinin hazzı için yerse, ne kadar az olsa da o yemek karanlıklara tebdil olunur.” Az yemenin acayiplikleri çoktur. İnşa’allahu teâlâ sırası geldikçe onlardan da bahsedeceğiz.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek

 Allahü teâlâ, kâfirlerin, kendi düşmanı ve Peygamberinin düşmanı olduklarını bildiriyor. Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek ve onlarla kaynaşmak, insanı Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine düşman olmaya sürükler.Böyle kimse, kendini Müslüman zan eder. Kelime-i tevhidi söyleyip, inanıyorum der. Namaz kılar ve her ibadeti yapar. Halbuki, bilmez ki, böyle çirkin hareketleri, onun imanını ve İslamını temelinden götürür.

(Derviş Muhammed “kuddise sirruh” hazretleri)

Dualarının neticesi yalnız bu olursa yetmez mi?

 NE GÜZEL NASİHAT

İbrâhîm-i Edhemden “kuddise sirruh” sordular ki, Allahü teâlâ, (Ey kullarım! Benden isteyiniz! Kabûl ederim, veririm) buyuruyor. Hâlbuki, istiyoruz, vermiyor? Cevâb buyurdu ki, Allahü teâlâyı çağırırsınız, Ona itâ’at etmezsiniz. Peygamberini “sallallahü aleyhi ve sellem” tanırsınız, Ona uymazsınız. Kur’ân-ı kerîmi okursunuz, gösterdiği yolda gitmezsiniz. Cenâb-ı Hakkın ni’metlerinden fâidelenirsiniz, Ona şükr etmezsiniz. Cennetin, ibâdet edenler için olduğunu bilirsiniz, hâzırlıkda bulunmazsınız. Cehennemi, âsîler için yaratdığını bilirsiniz, Ondan sakınmazsınız. Babalarınızın, dedelerinizin ne olduklarını görür, ibret almazsınız. Aybınıza bakmayıp, başkalarının ayblarını araşdırırsınız. Böyle olan kimseler, üzerlerine taş yağmadığına, yere batmadıklarına, gökden ateş yağmadığına şükr etsin! Dahâ ne isterler? Düâlarının netîcesi, yalnız bu olursa, yetmez mi?

Tam ilmihal Seadet-i Ebediyye, sahife 73

Zalim kimseleri methetme!

 Zalim kişileri adil diye methedenin, din düşmanının ölüsüne dirisine dua edenin imanı gider.


Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri

Velilerin Kabirlerini Ziyaret Hususunda

Ziyaretçi feyz almaya ve mevta feyz vermeye ehil olup feyz için gereken şartlara da riayet edilirse muhakkak bir eser ortaya çıkar. 


Ziyaret edilen mevta mercuin ve irşada mezun evliyadan ise ortaya çıkan eser durgun, yavaş ve kalıcı olur. Müstehlikin ve irşada mezun olmayan evliyadan ise hasıl olan feyz ve eser keskin ve hızlı olur, çabuk kaybolur.


Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri (Rabıta-i Şerife eserinden sadeleştirilerek iktibas)

Rü'yâlar isti'dâdı haber verir

 "...Mahdûma! Server-i kâinâtı (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) ve Mefhar-ı mevcûdâtı rüyâda ve vâkı'ada görmeniz, Medîne-i münevverede medfûn olan sûret ve şeklinde görmeniz şartına bağlı değildir. Hangi sûrette [şekilde] görürseniz, umulur ki, şeytanın temessülünden [O şekle girmesinden] mahfûz olur. Lâkin bilmek lâzımdır ki, vâkı'alar ve rüyâlar müjdeci ve istidadın habercisidirler. Kavuşmayı göstermezler. Can çıkarırcasına çalışmak lâzımdır ki, kuvveden fi'le, kulaktan kucağa gelsinler..."

Not: Bu mektûb Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretleri tarafından Molla Fasîhuddin'e yazılmış mektûbun bir bölümüdür.

[Mektûbât-ı Ma'sûmiyye, 3.cild, 219.mektûbdan bir bölüm]