Kitâbsız kâfirler

 “Kitâbsız kâfirlerin kestikleri yenmez, kızları alınmaz ve onlara kız verilmez.” 

(Muhammed Hâdimî)

İman ve akıl

 Seyyid Abdülhakim-i Arvasi hazretleri rahmetullahi aleyh, imanı şöyle tarif ediyor:


(İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, akla, tecrübeye ve felsefeye danışmadan, tasdik etmek ve inanmaktır. Akla uygun olduğu için tasdik ederse, aklı tasdik etmiş olur, Resulü tasdik etmiş olmaz veya Resulü ve aklı birlikte tasdik etmiş olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz.)


İmanın geçerli olması için, gayba iman etmek şarttır. Kur’an-ı kerimde müminler övülürken, (Onlar gayba inanırlar) buyuruluyor.


Mesela Cennet, Cehennem gibi şeyler akılla anlaşılmaz, nakille anlaşılır. Allahü teâlâ Cennet var diyorsa vardır, Cehennem var diyorsa vardır, melekler var diyorsa vardır, cin var diyorsa vardır. Bunlar akılla anlaşılsaydı peygamberlere, kitaplara lüzum kalmazdı. Herkes aklıyla doğruyu bulabilirdi.


Namazın nasıl kılınacağı, diğer ibadetlerin nasıl yapılacağı da, akılla anlaşılmaz, nakille anlaşılır.


Aklın görevi, naklin sağlam yerden, yani Peygamberden geldiğini anladıktan sonra, hiç tereddüt etmeden ona inanmaktır.


Akıl, her şey demek değildir. Sonra herkesin aklı aynı da değildir, onun için akıl, şaşmaz ölçü olamaz. Öyle olsa herkes aynı şeyi söyler, herkes aynı düşünür. Herkes aynı dine, aynı mezhebe inanır, herkes aynı partili olur, farklı görüşe rastlanmaz. Farklı dinler, farklı partiler, farklı görüşler olduğuna göre, akılların da farklı olduğu anlaşılır.


Böyle farklı olan akla nasıl güvenilir ki? Onun için nakil şarttır. Nakle inanmak için de, aklı kullanmak şarttır.


Mesela akıl, asırlardır doğup batan güneşe bakar, hiç ısısının ve ışığının eksilmediğini görür. Kâinattaki yıldızlara, gezegenlere, insanın vücut yapısına, meyvelere, hayvanlara bakar. Buradan, kâinatın bir yaratıcısı olduğunu anlar ve ona inanır. Bu da, gayba inanmak demektir. Yoksa yaratıcıyı görmesi mümkün değildir. Yaratıcıyı, ancak eserleriyle anlar. Yine akılla, peygamberlere, kitaplara inanır. Orada bildirilenlere inanır.


Akılla, Kur’an-ı kerimdeki şeyler doğru mu diye ölçemez. Aklın buradaki görevi, (Bu kâinatı yoktan yaratan Allah, Kur’an-ı kerimde de yanlış şey bildirmez) diye inanmaktır, akıl gerisine karışmaz. İnandıktan sonra da, artık akla değil, nakle itibar eder.


Nakilden öğreniyoruz ki; akıl hakla bâtılı, eğriyle doğruyu ayıran bir kuvvettir. Allahü teâlâ Kur’an-ı keriminde, Peygamber efendimiz de hadis-i şeriflerinde, şu doğru, şu yanlış diyor. Akılla bunları öğreneceğiz. Öğrenmeyen milyarlarca insan var, onlar elbette sorumludur. Onlara niye öğrenmedin diye sorulacak. Öğrenmişsen öğrendiğini niye yapmadın diye sorulacaktır.


Naklî bilgilerle doğruyu eğriyi niye bulmadın diye sorulacak. İşte kitap burada, niye bununla amel etmedin diye sorulacak. Kitaba bakmadan, aklınla bunları bil denmeyecektir. Kitabın gönderilmesi doğru ve eğrinin bilinmesi içindir. Akılla bu kitaptan doğru eğri öğrenilir.


Akıl kendi başına, kitap olmadan, bu doğruları eğrileri bilemez. Bilebilseydi zaten kitap gönderilmezdi. Kitap gönderildiği halde öğrenmeyip doğruyu eğriyi bilmeyen sayısız insan var. Akılla bunları bilemiyorlar, bulamıyorlar. Demek ki, kitaptan, nakilden öğrenmekten başka çare yoktur.


(Ben peygamberim, bana vahiy geliyor) diyen çıksa, bunun doğru mu yanlış mı olduğunu akılla nasıl biliriz ki? Ancak nakille bilinir. Mesela Amerika’da bir deli, (Ben peygamberim, bana vahiy geliyor) dedi. Eğer bu, akla ters gelseydi, ona binlerce kişi inanmazdı. Hepsi de, kendi akıllarına yattığı için inandılar, ama biz, nakle aykırı olduğu için inanmadık.


Muhammed aleyhisselamdan sonra peygamber gelmeyeceğini nakilden öğrendik. Aklımızı değil, naklimizi kullandık. Aklını kullanan binlerce insan, o sapık adamı resul olarak kabul etti.


(Ben resulüm) diyen gibi, (Ben mehdiyim) diyen de çıktı. Nakli değil de, aklını kullananların çoğu onu tasdik etti. Biz nakle baktık. Mehdi’nin vasıfları var. Adı Muhammed, babasının adı Abdullah olacak. Gökten bir melek, (Bu Mehdi’dir) diyecek, bunu herkes duyacak. İsa aleyhisselam gelecek, Deccal ile savaşacaklar. Daha bunun gibi yüzlerce mesele var. Bunlar olmayınca, onun Mehdiliğine inanmadık. Aklımızı kullansaydık, diğer cahiller gibi biz de, onun Mehdi olduğuna, sapık fikirlerine inanırdık.


Oku emrinin de, akılla hiç ilgisi yoktur. Okumak, nakli bilgileri öğrenmek için yapılır. Naklî bilgileri bilmeden, nasıl neye inanacağımızı bilemeyiz. Din ilimlerini öğrenmek, nakli öğrenmek demektir. Hatta nakle itibar etmeyen kimse, aklının ölçüsünde sapıtır. Kendini ne kadar çok akıllı zannederse, naklî bilgileri de o oranda kendi aklıyla ölçmeye çalışır.


Ne kadar akıllı olursa olsun, bir kimsenin ilmi yoksa hiç kıymeti olmaz. İlim demek de, nakli bilmek demektir.


Bir hadis-i şerif meali şöyledir:

(Dini aklıyla ölçmek kadar zararlı şey yoktur. Böylece helâle haram, harama da helâl denmiş olur.) [Taberani]


Hazret-i Ali radyallahu anh buyuruyor ki:

(Din, akılla olsaydı, mestin üstünü değil, altını mesh ederdim.) [Ebu Davud]


İmâm-ı Rabbâni hazretleri de rahmetullahi aleyh buyuruyor ki:

Dinin hükümlerini kendi aklıyla anlamak ve aklı ona rehber etmek isteyen, Peygamberliğe inanmamış olur. Onunla konuşmak akıl işi değildir. (1/214)


http://m.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=6436

Bu kitaplar ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarıdır

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Diğer tarîkatlerde kalbin zikretmesi için, senelerce, bâzen 40 sene çile çekilirdi. Nakşibendî yolunda ise, *(mürşid-i kâmil)* in acıyarak bir bakışı yeter. 


Şâh-ı Nakşîbend hazretleri öyle duâ etmiş. Allahü teâlâdan en kısa ve mutlaka kavuşduran bir yol istemiş mübârek. 


Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine; Bu dereceye nasıl kavuşdun? demişler. Cevâbında; Evliyâyı çok sevmekle) buyurmuş. 


Bu kitaplar, ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarıdır kardeşim. Benim burada, bir kelimem dahî yokdur. Onlardan naklediyorum, onlardan tercüme ediyorum. Bunlar, birer miknâtısdır. 


Miknâtıs ne kadar çok yayılırsa, cevherler o kadar çok yapışır. Yoksa bu kitapları herkes okuyacak, herkes istifâde edecek diye beklemeyin efendim, yırtanlar da olacakdır. 


Kur’ân-ı kerîmi de yırttılar. Ama unutmayın ki, bu kitapları yayanlar, bu kitapları dağıtanlar, Peygamberlik vazîfesini yapıyorlar. Çünkü onlar, Peygamber Efendimizin *(vârisleri)* dir. 


Hiçbir zaman *(mûris)*, vârisini yarı yolda bırakmaz efendim. Bu kitapları satarken, bu hizmetleri yaparken çok sıkıntı çekdik, çok çile çekdik. Evimizden yurdumuzdan ayrı kaldık. 


Ama unutmayın ki, bu bizim çekdiğimiz sıkıntılar, *(Eshâb-ı kirâm)* ın çekdiği sıkıntılar yanında, deryâda bir damla gibidir. Çünkü onlar, yurtlarından kovuldular. 


Bu gün, Allahü teâlânın dînine hizmet edecek kişiler yetişiyor elhamdülillah. Bu kişileri Allahü teâlâ yetişdiriyor. Allahü teâlâ; *(Bu dîni ben muhâfaza ederim)* buyuruyor. 


Muhâfaza etmek için de sebebini yaratıyor. Bu sebep de, işte bu *(mücâhidler)* dir, yâni dînin yayılmasına hizmet edenlerdir. Bir kişi daha yanmasın diye uğraşanlardır, yâni *(sizler)* siniz. 


Kardeşim, sizin yeriniz yerde oturmak değildir. Sizin yeriniz, başımızın üstündedir. Allahü teâlâ, Eshâb-ı kirâma nasîb etdiği *(Îmânı)* size nasîb etmiş. 


Eshâb-ı kirâma ihsânda bulunduğu, nasîb etdiği îmânı size vermiş. Eğer sizin kalbiniz bu îmâna lâyık olmasaydı, Allah vermezdi efendim. 


Siz, o kadar mümtaz ve seçilmiş insanlarsınız ki, Allahü teâlâ size bu kalbi nasîb etmiş. Öyle bir kalb ki, *(Elmas)* hiç kalır yanında. Çok kıymetli olan bu elmas, hepinizin kalbinde var kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bid’at fırkalarını, yetmişiki fırkada olanları sevmiyeceğiz kardeşim. Ama sevmemek demek, doğüşmek, kavga çıkarmak demek değildir. 


Döğüşmek şöyle dursun, münâkaşa etmek bile yok. Çünkü dostla münâkaşa, dostluğu azaltır, düşmanla münâkaşa, düşmanlığı artdırır. 


Allahü teâlâ hepimize seâdet-i dâreyn ihsân eylesin kardeşim. *(Vücûdumun her zerresi gelse de dile, şükrünün binde birini yapamam bile)* buyuruyor İmâm-ı Rabbânî hazretleri. 


Temel olmazsa, binâ ne kadar yüksek olsa da, hepsi birden yıkılır. Temel, *(Îmân)* dır, yâni ehl-i sünnet îtikâdıdır. Velhâsıl îmân çok mühimdir. Etrâf düşman doludur. 


Ehl-i sünnet îtikâdı, balta girmemiş ormanların en ücrâ köşesindeki *(âb-ı hayât)* gibidir. O sudan bir damla içenler, sonsuz Cennete gider. 


İşte bu büyüklerin sohbetleri, kitapları ve kendileri, âb-ı hayâtdır kardeşim. Onu içenler, o gıdâyla büyüyenler, sonsuz olarak, cenâb-ı Hakkın râzı olduğu yerde buluşacaklardır. 


Bütün sohbetlerin özeti, bütün vaazların özeti, bütün nasîhatlerin özeti, bir *(Allah adamı)* na kavuşmakdır. Dünyâda en zor iş, budur. Ona kim kavuşursa, o her şeye kavuşmuş olur. 


*(Akıllı)* kime denir? Akıllı demek, menfaatini koruyan, kollıyan insan demekdir. Kendini ateşde yanmakdan ko-ruyamıyan bir kimse, nasıl akıllı olabilir?


Bir kimse çok zekî olabilir, çok müthiş inşaatlar yapabilir, müthiş yatırımlar yapabilir. Ama eğer Allaha, Peygambere ve âhiret gününe îmân etmiyorsa, ona akıllı denmez. 


Allahü teâlâ bizi, akıllılar zümresinden yaratdı. Çünkü O seçmeseydi, O ayırmasaydı, biz tanıyamazdık. Bu hizmetleri yapanlar, Peygamberlik vazîfesine tâlip olmuşlardır. 


Bu çok kıymetli vezîfenin birçok düşmanları olur. Bir ni’met ne kadar kıymetli ise, onun düşmanı da o kadar çok ve kavî olur. 


En büyük düşman da, insanın kendisidir. O da, insanın *(Nefs)* idir. Nefs de insanın içindedir. Önüne birçok engeller çıkarır, mâni olmak ister.

İslâmiyetin emrettiği cihâd-ı fî-sebîlillah

 “İslâmiyetin emrettiği cihâd-ı fî-sebîlillah, kılıç zoru ile âlemi müslüman olmaya cebretmek değildir. Cihâd, kelime-i tevhîdi bütün cihâna yaymak ve duyurmak, Allahü teâlânın hak dîninin, diğer dinler üzerine olan üstünlük ve fazîletini ortaya koymaktır. Bu cihâd, evvela tebliğ ve nasihat şeklinde yapılır. Yani islâmiyetin hak din olduğu, bütün saadetleri, adâleti, hürriyeti ve insan haklarını emrettiği bildirilir. Bunu kabul eden gayr-ı müslimlere vatandaşlık hakkı verilir. Müslümanların mâlik oldukları bütün hürriyetlere nâil olurlar. Bu daveti kabul etmeyip, inat eden hükûmetlerle, zâlim diktatörlerle harb edilir. Harbde mağlûb oldukları zaman, evvelce yapılmış olan davet tekrar edilir. Yani islâmiyeti kabul etmeleri istenir. Kabul ederlerse, onlar da aynen diğer müslümanlar gibi, hür olurlar. Kabul etmezlerse cizye denilen vergiyi vermeleri teklif edilir. Cizye vermeyi kabul edenlere (zimmî) denir. Bunlara dinlerini değiştirmeleri için herhangi bir zorlama yapılmaz. İhtiyârlardan, hastalardan, kadınlardan, çocuklardan ve yoksullardan ve din adamlarından cizye alınmaz. Kendi dinlerinin icablarını yapmaları için, onlara her türlü müsâade verildiği gibi, malları, canları, ırzları, namusları, müslümanların malı, canı, ırzı ve namusu gibi, devletçe muhâfaza edilir. Bütün hak ve hukukta, müslüman ve müslüman olmayan adâlet önünde müsavi tutulur.”


[Cevâb Veremedi]

İNSANLARIN HALİ

Bir yıl Şam'da öyle bir kıtlık oldu ki; âşıklar aşkı unuttular. Ekinler, hurma ağaçları dudaklarını ıslatamadılar. Ne kadar eski pınar varsa, kaynamaz oldu. Öksüzün gözyaşından başka su kalmadı. Hâl bu merkezde iken, birgün, yanıma bir dostum geldi. Bir deri bir kemik kalmıştı. Hâlbuki paralı, zengin, şan ve şeref sâhibi, hem de iri yapılı bir insandı. 

Hâlini görünce sordum: 

- Güzel huylu dostum, ne felâkete uğradın?

Dostum kızdı ve şöyle dedi: 

- Sebebini bilmiyorsan, ne gaflet. Niçin soruyorsun? 

- Biliyorum, pekâlâ. Fakat kıtlıktan ne korkun var? Senin her şeyin var. Başkası açlıktan helâk olsa, sana ne? 

Bir âlim olan dostum, bana mânidar bir bakışla baktı ve şöyle dedi: 

- Sahilde olup da dostlarının denizde boğulmakta olduklarını gören bir insanın kalbi, müsterih olmaz. Beni fakirlerin kederi sarartmıştır. Akıllı insan, ne kendi âzâsında, ne de başkalarının âzâsında yara görmek ister. Hastanın yanında oturan bir insan sıhhatte de olsa keyifli olabilir mi? Dostları zindanda bulunan kimse, gülistanda nasıl eğlenir?

(Gülistan'dan)

Hak ile bâtılı ayırt edici Ömerdir

 “Birgün, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) hazretlerine, bir münâfık ile bir Yahudi, davq ile geldiler. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) hazretleri, davalarını dinledi. Hak, Yahudinin lehinde çıktı. O münâfık razı olmayınca, Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) o vakit, onlara:(Ey kişiler! Ömere varın, sizin davanızı görsün!) diye buyurdu. Onlar, hazret-i Ömere (radıyallahü teâlâ anh) geldiler. Niye geldiniz? dedi. Münâfık, bu Yahudi ile, davam vardır, dedi. Hazret-i Ömer (radıyallahü teâlâ anh) buyurdu ki, sâhib-i İslâmiyet var iken, ben bu davayı, nasıl göreyim? Münâfık dedi ki: Biz Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)e vardık, davayı Yahudiye hüküm eyledi. Ben razı olmadım! Hemen Ömer (radıyallahü anh) onlara siz bekleyin, ben davanızı, şimdi hâl edeyim dedi ve içeriye gitdi. Biraz sonra, eteğinin altında, bir satırla, bunların yanına geldi, satırı çektiği gibi o münâfıkın kellesini uçurdu ve (Resûlullahın hükmüne râzı olmayanın hâli budur) dedi. İşte bundan dolayı, kendisine Ömer-ül-Fârûk (radıyallahü teâlâ anh) denildi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) hazretleri, (Hak ile bâtılı ayırt edici, Ömerdir) buyurdu.”


[İslâm Ahlâkı]

Fena şeylerin fena olduğunu bilmek ve anlamak da imandandır

“Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz buyururlar ki, (Sizin imanen mükemmel olanınız, ahlâken güzel olup, insanlara iyilik yapanlardır.) Zîrâ, Hak teâlâ hazretleri Kur’ân-ı kerîmde buyurur ki: (Muhakkak sen yüksek bir ahlâk üzerindesin.) Yani, Allahü teâlâ hazretleri Habîbinin (sallallahü aleyhi ve sellem) ahlâkını medh eylemiştir. Bir kimsenin ahlâkı güzel olsa, Resûlullahın (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) ahlâkı ile ahlâklanmış olur ve Onun yolunu tutmuş olur. Korktuğundan kurtulup, istek ve arzularına kavuşur ve hakiki mümin olmuş olur. Bir kimsenin aklına gayri meşru bir şey gelse, onun haram olduğunu bilmek de imandandır. Eshâb-ı kirâm (radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în) sordular: (Yâ Resûlallah! Kalbimize fena şeyler gelirse ne yapalım?) Buyurdu ki: (Kalbe iyi şey de gelir; fena şey de gelir. Fena şeylerin fena olduğunu bilmek ve anlamak da imandandır.)”


[İslâm Ahlâkı]

Dertlerden, sıkıntılardan kurtulmak için

🌹 Muhammed Ma'sûm hazretleri Mektûbât kitabında buyuruyor ki:


“Devlet adamlarından ve başkalarından gelen zulümler, elemler, yalnız zahire, bedene ve dimağadır. Batına, kalbe sirayet etmez. 


Ahirette sevap verilmesine, dünyada batının, kalbin nurunun artmasına sebep olurlar. İnsandan insanlık sıfatları zail olmaz, gitmez. Batın, kalp, Allahü teâlâdan gelen şeylerden razı iken, zahir, beden üzülür.


🌷 Dertlerin, belaların gitmesi için, kalp ile istiğfar okumak çok faydalıdır. Çok tecrübe edilmiştir. Ölümden başka her dertten kurtarır. Eceli gelenin de, ağrısız, sıkıntısız ölmesine yardım eder. 


🌹 Çünkü, hadîs-i şerifte; (İstiğfara devam edeni, çok okuyanı, Allahü teâlâ, dertlerden, sıkıntılardan kurtarır. Onu, hiç ummadığı yerden rızıklandırır) buyuruldu. 


📚 Merâkıl-felâhdaki hadîs-i şerifte; 

🌹 (Her namazdan sonra, üç kere; 


👉 Estağfirullahel'azîm ellezî lâ ilâhe illâ huv el-hayyel-kayyûme ve etûbü ileyh 


okuyanın bütün günahları affolur) buyuruldu. 


Bu hadîs-i şerife uyarak her gün beş vakit farz namazlardan sonra, yetmiş kere istiğfar okuyorum. 


🌹 Yine hadîs-i şerife uyarak, üç defa 


👉 (Estağfirullahel'azîm ellezî lâ ilâhe illâ huv el-hayyelkayyûme ve etûbü ileyh) 


okuduktan sonra, gerisinde yalnız (Estağfirullah) diyorum. 


♦️ Bunun manası; “Beni affet Allahım!” demektir. 


🌹 Alî bin Ebî Bekir, Meâricülhidâyede diyor ki; 


👉 “İstiğfarlardan meşhur olanı, Peygamberimizden haber verilen; 


🌹 (Bir kimse;


👉 Estağfirullahel'azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüverrahmanürrahîm el-hayy-ül-kayyûmüllezî la-yemûtü ve etûbü ileyh Rabbiğfir lî) 


istiğfar duasını 🔺 yirmibeş kere okursa, odasında, ailesinde, evinde ve şehrinde hiç kaza, bela olmaz”dır. 


Bunu ayrıca her sabah ve akşam da üç kere okumalıdır. 


📚 Tergîb-üs-salâtta yazılı hadîs-i şerifte; 


(Cuma günü sabah namazından önce, üç kere istiğfar duasını, yani Estağfirullahel'azîm ellezî lâ ilâhe illâ huv el-hayyel kayyûm ve etûbü ileyh okuyan kimsenin ve anasının ve babasının günahları affolur) buyuruldu. 


Her gün yatınca; 


👉 “Yâ Allah, yâ Allah, estağfirullah min külli mâ kerihallah” çok okuyup, sonunda bir kelime-i tevhid okumalıdır.”


Mektûbâtı Rabbâni

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendimiz aleyhisselâm, elinde ekseriyâ *(asâ)* taşırmış. Bir gün o sopayla, yere düz bir *(çizgi)* çizmiş. O çizginin iki yanına da, balık kılçığı gibi, eğik çizgiler ayırmış ve; 


(Ey Eshâbım, bu doğru çizgi, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği *(yol)* dur. Şu eğik çizgiler de *(sapık)* yollardır) buyurmuş.


Eshâbı kirâm; (Yâ Resûlallah! Bu doğru yol hangisidir?) diye sormuşlar. Efendimiz de aleyhisselâm cevâben; *(Mâ ene aleyhi ve eshâbî)* buyurmuş. 


Yâni, (Benim ve eshâbımın bulunduğu yolda bulunanlardır. Bunlar, Allahın sevgisine kavuşurlar. Yetmişiki sapık yolda olanlar ise, Cenennemlikdir) buyurmuşlar. 


Eshâb-ı kirâmın birçok kıymetli *(hâl)* leri var. Allahü teâlâ, onların bu kıymetli hâllerinden bir tânesini Kur’ân-ı kerîmde bildiriyor. 


O da şu: *(Onlar, devâmlı olarak birbirlerini çok severlerdi)*. Rabbimiz böyle buyuruyor. Eshâb-ı kirâm efendilerimiz, birbirlerini çok severlerdi.


Allahü teâlânın da hoşuna giden en mühim sıfatları bu idi ki, o büyükleri, Kur’ân-ı kerîminde, bu *(sıfat)* ları ile zikrediyor cenâb-ı Hak. 


Veysel Karânî hazretleri, muhabbet îtibâriyle, Eshâb-ı kirâmdan sonra, Peygamber aleyhisselâma en çok *(âşık)* olan, bir mübârek zât idi. 


Ama Efendimizin sohbetine kavuşamadığı için, Eshâb-ı kirâm gibi olamadı. Çünkü bu yolun aslı, *(sohbet)* ve *(muhabbet)* dir. Meselâ bir talebe, hocasına *(râbıta)* etse, istifâde eder.


Ama yine de onu *(görmüş)* gibi olmaz. Çünkü zihninde tecessüm eden, yâni hayâline gelen o *(zât)* ile, asıl *(kendisi)* arasında, mutlaka fark vardır. Aynısı olamaz. 


Enver bey, arkadaşların *(maaş)* ının artdığını söyledi, bana verilmiş gibi sevindim efendim. Başkası alınca se-viniyorum, kendim ise, verince seviniyorum. 


Bu kadar kitâbdan, kendim hiç *(para)* almıyorum, ihlâs şirketinden *(maaş)* da almıyorum. Efendi hazretlerinden böyle gördük. Her şeni Ondan öğrendik.


Kardeşim, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini çok özledim. Kavuşacağım ânı nasıl beklediğimi bilemezsiniz. Tabii kavuşduğum zaman, Efendi hazretleri bana;


*(Hilmi, dünyâdan bize ne getirdin?)* diye soracak. Ben vefât etdiğim zaman, yâni Efendi hazretlerine gitdiğim zaman, kendilerine; 


(Efendim, size büyük bir hediye getirdim) diyeceğim. Efendi hazretleri, *(O hediye nedir?)* buyuracak. Ben de kendilerine;


(Efendim, arkamda çok iyi bir cemâat, çok iyi talebelerimi bırakdım. Onlar, *(Ehl-i sünnet)* îtikâdı üzereler ve insanlara, bu *(îtikâdı)* anlatıyorlar, bunu yayıyorlar) diyeceğim.

Hazret-i Âişe radıyallahü anhâ müctehide idi

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Hazret-i Âişe radıyallahü anhâ *(müctehide)* idi efendim. Fıkhda üçbin hadîs-i şerîf vardır. Bunun binbeşyüz kadarını, yâni yarısını o nakletmişdir. Hazret-i Âişe olmasaydı, *(fıkh ilmi)* olmazdı. 


Efendimiz aleyhisselâm onunla, bunun için evlendiler. Cebrâil aleyhisselâm hazret-i Âişe’nin resmini, birçok *(ipek)* lere sarılı olarak Efendimize getirdi ve;


*(Bu, senin hanımın olacak)* dedi. Efendimiz aleyhisselâm, bundan sonra hazret-i Âişe’yi, kendilerine *(nikâh)* buyurdular.


Allahü teâlâ, kullarına, iki ibâdetin sevâbını bildirmemişdir. Biri, ramezân-ı şerîf *(orucu)* nun sevâbı. Biri de, *(yemek)* yedirmenin sevâbı. 


Bunların, Allah katındaki sevâbını yalnız kendisi bilir. Diğer ibâdetlerin ne kadar sevâb olduğu, kitaplarda açıklanmışdır. Ama yemek yedirmenin sevâbı bildirilmemiştir. 


Onun için mü’minler, mümkün mertebe bir *(çay)* için de olsa, bir *(kahve)* için de olsa, bir lokma *(ekmek)* için de olsa, evine misâfir dâvet etmeli, onlara birşeyler ikrâm etmelidir. 


*(El mer’ü mea men ehabbe)* hadîs-i şerîfi, bizim için büyük bir müjdedir kardeşim. Herkes, bu dünyâda *(kimi)* seviyorsa, âhiretde *(onun)* yanında olacakdır. 


İnşallah, âhiretde o büyüklerin yanında olacağız efendim. Âhiretde, nerede ve *(kim)* in yanında olmak istiyorsak, *(onu)* dünyâda iken seçmemiz lâzımdır. 


Onun için, insan seveceği kimseyi *(iyi)* seçmeli ve ona göre sevmelidir. Kerîm, kereminden vaz geçmez efendim. *(Men dakka bâbel kerîmi infetehâ)*. Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinden işitdik bunu. 


Ne demek bu? yâni, *(Kerîm)* in kapısı çalınırsa, muhakkak açılır demekdir. Çünkü ihsân kapısıdır o. O büyükler, istiyene verirler kardeşim. 


Dünyâda kim kimi severse, âhiretde de onunla berâber olacakdır. Dünyâ için, yâni menfaat için bağlananlar, koparılır. Ama *(Sevgi)* ile bağlananları kimse koparamaz.


Hele insanı bir de *(aşk)* sardı mı, çok güzel olur ve onu ancak *(âşıklar)* anlar. Elhamdülillah, Rabbimize sonsuz şükrler olsun, râhatız, neş’eliyiz. 


*(Kitap)* larımız dağılıyor, *(gazete)* miz yayılıyor. Bundan büyük lûtf-u ilâhî olur mu? 


Allah, Enver âbimize neş’eli olmayı nasîb etsin. Bu, çok mühim. İşin başı O'dur. Enver âbi neş’eli ise, biz de hepimiz *(neş’eli)* yiz kardeşim.