Hazret-i Osman’ın son sözleri

Dört büyük halifeden Hazreti Osman zamanında fitne, anarşi hızla yayılmaya başlamıştı.

İslâm düşmanları, çeşitli dedikodular çıkararak, fitne ve fesadı yaymak teşebbüsüne geçtiler.

Fitnenin ve fesadın en büyük kaynağı Mısır’da idi. Buradaki fitne hareketini, Yemenli bir Yahudi olan Abdullah İbni Sebe adındaki bir münafık yapıyordu.


Kurduğu gizli teşkilâtla, cahil ve başı boş Mısır kıbtilerini aldatarak bir çapulcu alayı

topladı. Âsilerden onüçbin kişi, Medine-i münevvere şehrini sarmağa kadar ileri gidip, halifeye,hilâfetden çekilmeye zorladılar.

Hazreti Osman ise, “ Resulullahın bana giydirdiği elbiseyi, elimle çıkarmam” buyurdu.

Fakat, âsîler ısrarlıydılar.Hazreti Osman’ın evini kuşattılar. Kuşatma, kırk gün devam etti.

Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Abdullah bin Selam hazretleri bu hali şöyle anlatır:

“Kuşatmada altında bulunan Hazreti Osman’ı ziyaret etmek üzere yanına gittim. Bana rüyasını anlattı: “Kardeşim bu gece rüyamda şu pencereden Resûl-i Ekrem’i gördüm bana

“Osman seni muhasara ettiler öyle mi?” diye sordu. Ben de “Evet yâ Resûlallah” dedim.

Resûl-i Ekrem “Seni susuz bıraktılar, öyle mi?” diye tekrar sordular. Ben de “Evet yâ

Resûlallah” dedim. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem bana bir bardak su verdi ve ben de o suyu

içtim. Hatta soğukluğunu göğsümde duyarcasına kandım. Sonra Resûl-i Ekrem bana “İstersen

seni onlara galip getirelim. İstersen iftarı bizim yanımızda yap” buyurdu. Ben de Resûl-i Ekrem’in yanında iftarı tercih ettim” dedi. 


Hazreti  Osman âsilere sordu: “ Benim de orada bulunduğum bir zamanda Efendimiz, “Ey Şebir dağı dur. Zira senin üzerinde bir peygamber, bir sıddık ve iki şehidden başka kimse yoktur” buyurmadı mı? “ Onlar: “Vallahi doğru söylüyorsun” dediler. Hazreti Osman “Allahü Ekber”

diye tekbir aldıktan sonra: “Kâ’be’nin rabbi hakkı için şahid olun ki, ben şehidim” dedi.

Şam valisi Hazreti Muaviye, işin ciddiyetini görerek, asker gönderme teklifinde bulununca,”Hasbünallah ve ni’mel vekil” Allah bana kafidir, O ne güzel vekildir, buyurdu.


Asiler, komşu duvarından aşarak içeriye girdiler. Hazreti Osman oruçlu olup, Kur’ân-ı kerîm okuyordu üzerine saldırıp şehid ettiler. Kan damlaları, “ Allah sana kâfidir” mealindeki ayet-i kerime üzerine düştü. Son sözü, “Yâ Rabbi Ümmet-i Muhammed arasındaki tefrikayı kaldır ve kendilerini birleştir” diye üç kere duâ etmek oldu. Kelimeyi şehadet getirerek vefat etti.

Abdullah bin Selâm diyor ki: “Hazreti Osman bu şekilde duâ etmeseydi, kıyamete kadar Müslümanlar bir araya gelemezdi.”

“Ahlâkı bana en çok benzeyen odur.”

Hazreti Osman daima adaletli davrandı. Müslümanların rahatı için büyük titizlik gösterdi. Fitne hareketine birtakım ithamlarla başlayan âsilerin her türlü bozuk iddialarına, ikna edici cevaplar verip, delillerini gösterdi. Fakat âsilerin maksadı karışıklık çıkarmak ve fitne yaymak olduğundan Hicret’in 35’nci yılında Hz. Osman’ı şehid ettiler. Peygamber efendimiz onun hakkında “Her peygamberin Cennetde bir arkadaşı vardır. Benim arkadaşım da Osman’dır.” buyurmuştu.

Birgün Resûlullah efendimiz yakında meydana gelecek fitneleri zikir ediyordu. O sırada oradan bir kişi geçiyordu. Server-i âlem: “O fitne günü bu şahıs hidayet üzere olacaktır.”

buyurdular. Kalkıp o şahsa baktım. Osman bin Affân idi.


O şahsı Resûl-i Ekrem’e göstererek “Yâ Resûlallah. Bu mudur?” diye sordular. “Evet”

buyurdular. Yine aynı hususta Âişe-i Sıddıka’dan rivâyet edilen hadîs-i şerîfte “Yâ Osman!

Allah sana (hilâfet denen) bir gömlek giydirecek. Eğer münafıklar onu soymak isterlerse,

bana kavuşasıya kadar sakın onu çıkarma” buyurulmuştur. Bu hadîs-i şerîf sebebiyle Hz.

Osman muhasara edildiği zaman kendisi halifelikten çekilmemiştir.

Hazreti Osman, edep, haya timsali bir zattı. Resûlullah kızı Rukıyye’yi Osman’a verdikten bir

zaman sonra kızına “Osman bin Affanı nasıl buldun” dedi. Hayırlı, iyi gördüm dedi. “Ey

canım kızım. Osman’a çok saygı göster. Çünkü, Eshâbım arasında, ahlâkı bana en çok benzeyen odur.” buyurdu.

Hazreti Osman bir defasında Resûlullahın evinde hiç yiyecek kalmadığını işitmişti. Hemen bir semiz koyun, bir miktar bal ve bir çuval un alıp, Hazreti  Âişe’nin evine götürdü. Hazreti Âişe’ye şöyle dedi: “Ey müminlerin annesi, Resûl-i Ekrem’in bunu diğer hanımları arasında paylaştıracağını zannediyorum. Hiç paylaştırmasın çünkü ben onlara da bunların aynısını gönderdim.” dedi.

Peygamberimiz eve gelip durumu öğrenince “Yâ Rabbi! Osman’ın geçmiş gelecek, gizli,

aşikâr bütün günahlarını affet” diyerek duâ etti.


Hazreti Osman buyurdu ki:

 “Ölümü bilip gülene, dünyanın fani olduğunu bilip ona rağbet edene, işlerin takdirle

olduğunu bilip, istediği olmayınca üzülene, hesaba inanıp mal toplayana, Cehenneme inanıp

günah işleyene, Allahü teâlâya inanıp dünya ile rahatlıyana, şeytanı düşman bilip, ona itaat

edene çok şaşarım!”

 “On şey zayi olmuştur... “

Hazret-i Osman’ın hikmetli sözleri:

“On şey çok zayi olmuştur: suâl sorulmayan âlim, amel edilmeyen ilim, kabul edilmeyen

doğru görüş, kullanılmayan silâh, içinde namaz kılınmayan mescid, okunmayan mushaf, infâk

edilmeyen mal, binilmeyen vasıta, dünyayı isteyenin içindeki zühd ilmi, içinde âhiret yolculuğu

için azık edinilmeyen uzun ömür”

 “İnsanların en iyisi Rabbine kavuşmadan önce, Rabbini kendinden razı eden, içine

girmeden önce kendi kabrini en güzel yapandır.”

“İnsanların en iyisi, dünya onu terk etmeden, dünyayı terk edendir. Rabbine kavuşmadan

önce, Rabbini kendinden râzı edendir.”

“İbadetin tadını dört şeyde buldum: Allahın farz kıldıklarını yapmada, yasaklarından

sakınmada, Allahdan sevâb bekleyerek emr-i ma’rûf yapmada ve Allahın gadabından kaçınarak

nehy-i münker etmede.”

“Dört şey vardır ki, dışı fazilet, içi farzdır: Sâlihlerle düşüp kalkmak fazilet, onlara uymak

farz; Kur’ân okumak fazilet; onunla amel farz; kabir ziyareti fazilet, kabir için hazırlanmak farz,

hasta ziyareti fazilet, vasıyyetini almak farzdır.”

“Beş vakit namazı vaktinde devam üzere kılana dokuz şey ikram edilir: Allah onu sever,

bedeni sağlam olur, melekler onu korur, evine bereket iner, yüzünde salihler simâsı olur, Allahü teâlâ kalbini yumuşatır, sıratı parlak şimşek gibi geçer, Allahü teâlâ “Onlar için korku ve

üzüntü yoktur” zümresine onu ilhak eyler, Allahü teâlâ onu Cehennemden korur.

Hazreti Âişe validemiz anlatır: Resûlullah evinde yatıyordu. Hazreti Ebû Bekir kapıya gelip izin

istedi. Habib-i ekrem izin vrediler. Hallerini değiştirmediler. Sonra Hazreti Ömer gelip izin istedi. Ona da izin verdiler ve mübarek baldırlarının bir kısmı açık olarak yattıkları vaziyette sohbet

ediyorlardı. Hazreti Osman gelip izin isteyince, Resûl-i Ekrem oturdu ve örtündü. Böyle yapmasının

sebebini sorduğumda buyurdu ki:: “Meleklerin hayâ ettiği bir kimseden ben hayâ etmez

miyim?” buyurdular. Bir rivâyette ise Resûlullah “Osman çok hayâ sâhibi bir kimsedir. Eğer

o halde izin verseydim içeri girip söyleyeceğini anlatmazdı.” buyurmuştur.

Sizden Peygamber Efendimiz'in kokusu geliyor

" Selimiye Câmii imamı Hâfız Mustafa Efendi'nin oğlu Fahreddin Duruöz Abi'ye (v. 2009) Hocamız "Sizden Peygamber Efendimiz'in kokusu geliyor" demişler. Bu da babasına sormak istemiş. Babası çok ciddi ve az konuşan bir zatmış. Bir gün hasta olmuş. Fahreddin Abi de çok hizmet etmiş. Bu arada fırsat bulup sormuş. "Evet, doğrudur. Ben kıymetini bilemez ve taşıyamazsınız diye söylememiştim" demiş. Fahreddin Abi Peygamber Efendimiz'i rüyasında görmüş. Musafaha etmişler. Peygamber Efendimiz ellerini çekmemiş. Fahreddin Abi acaba rahatsız eder miyim diye tereddüt etmiş. Uyandığında bunu Hocamız'a arz etmiş. "Sünnet-i seniyyeye uygun görmüşsünüz. Bu rüyanın sadık olduğuna delalet eder" buyurmuşlar.

[Hüseyn Hilmi Işık Efendi ile Hatıralar,1.cild,sf: 484, Faruk Koca beyin hatıralarından]

Eğer beğenmiyorsan,kazadır bu,değiştir

1978 yılında bir gün Osman Osmanağaoğlu Abi'nin evinde yemekteydik. Seyyid Taha amca vardı. Hocamız Muhammed Masum hazretlerinin bir mektubundan bahsetti. Sonra bununla alâkalı bir de menkıbe anlattılar:

 "Muhammed Masum hazretlerinin huzuruna tecennün etmiş (aklını kaybetmiş) ayakları zincirle bağlı bir genç getirdiler. Babası, Muhammed Masum hazretlerinin eski talebelerinden idi. Sultan'ın yanında memur olan oğlum bir kıza aşık oldu. Öyle tutuldu ki, işini gücünü bıraktı. Gece gündüz o kızın yüzün görmek ister; bunun için ne lâzımsa yapar. Tasarruf buyursanız da, eski şuurlu haline gelse, dedi. Muhammed Masum hazretleri, oğlum bu bozuk fikri bırak. Bu lüzumsuz hayalden vazgeç. Himmetini hakikat bahçesine çevir, buyurdu. Oğlan bunun üzerine Hafız Şirâzî'den "İyiler huzuruna çıkmak bize zor bir iştir. Eğer beğenmiyorsan, kazadır bu, değiştir" mealinde bir beyit okumuş. [Der kûyi nîk nâmî mâ râ güzer nedânend. Ger tû nemî pesendî tağyir kün kazâ râ.] Muhammed Masum hazretleri bunu işitince gayet tatlı bir şekilde, kazayı değiştirdiler, buyurdu. Gencin aklı başına geldi, insani aşkı, ilahi aşka döndü. Muhammed Masum hazretlerinin müridlerinden oldu. Efendim değiştiren bizzat Muhammed Masum hazretleriydi. Dua etti. Bu, kaza-i muallak idi, kaza-i mübrem değildi,değişti" buyurdular. Hocamız bunu anlatınca tam karşıda oturan Taha Amca yerinden sıçrayarak "Efendim bizi de değiştirin, bizi de değiştirin" diye haykırdı. Hocamız (Hüseyin Hilmi Işık Efendi) "Estağfirullah efendim" diye geçiştirdiler.

[Hüseyn Hilmi Işık Efendi ile Hatıralar,1.cild,sf: 484-485, Faruk Koca beyin hatıralarından]

Bizlerin çektiği sıkıntı, Allahü teâlâya olan aşkımızın azlığındandır

 *Enver Ören “rahmetullahi aleyh” Ağabeyimiz* Buyurdu ki:

Bakınız mutlak aşk derecesine kavuşanlara, yani Allahü teâlâya hakiki âşık olanlara, bir sürü dert ve belâ gelir. Aşkı daha ziyade ise, bin türlü dert peşini bırakmaz. Bin türlü. Çünkü dert ve belâlar kemend-i mahbûbdur. Allahü teâlâ, sevdiğine bu belâları verir. Dert sahibi Allahü teâlâyı çok anar. Allahü teâlâ da kendisini çok anmamızı, zikretmemizi ister. Hakiki âşıklar, Allah aşkından, derd ve belâlardan zevk alır. Çünkü dert ve belâları Allahü teâlâ göndermektedir. Meselâ Hazret-i Ali ayağına ok battığı zaman buyuruyor ki, *“Namaza durduğum zamân oku çıkarın. O zamân acı duymam.”* Allahü teâlâya olan aşkı, onun acı duymasına mani oluyor. Bizlerin çektiği sıkıntı, Allahü teâlâya olan aşkımızın azlığındandır. Allah’a şükür, îmânımız var. Îmân eden Allah’ı seviyor demektir. Allahü teâlâ, hiç kendini seven kullarına kızar mı?

Kainat hem yok oluyor hem var oluyor

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu koca kâinât, herşeyiyle birlikde, bir ânın kaç katrilyonda birinde *Yok* oluyor, *Var* oluyor. Allahü teâlâ, bu kâinâtı bir yok ediyor, bir var ediyor. 


Ama her an, binlerce defâ Yok ediyor, sonra *Tekvîn* sıfatı ile Var ediyor, yaratıyor. Yâni bütün kâinat, yok olma ile yaratılma arasında gidip geliyor. 


Biz de, her an, binlerce defâ Yok oluyoruz, Var oluyoruz. Ama bu iş çok sür’atli olduğu için, hep *Var* gibi gözüküyoruz. 


Velhâsıl kâinâtda herşey, her an, binlerce defâ Yok oluyor, Var oluyor. Ama bir gün gelecek, *Yok* olacak, ama bir daha da yaratılmıyacak. İşte o zaman *Kıyâmet* kopacak. 

Efendim, Ankara’da Bağlum’da bulunuyorduk. Zelzeleden sonra gitmişdik. Arkadaşlar bizi görmeye gelmişler. *Kitap* okuduk, *Sohbet* etdik, büyüklerden bahsetdik. 


Büyüklerin *İsmi* nerede anılırsa, *Rûhları* orada hâzır olur efendim. Bakın *Gelir* demiyorum, çünkü zâten oradadır. İsmi söylenince irtibât başlar. Çünkü rûh zamansızdır, ruhda zaman yok. 


Yeter ki o büyüklerin *İsmi* anılsın. O anda irtibât kurulur ve istifâde başlar. Ne gibi? *Radyo* dalgaları her yerde var. Radyonun düğmesini çevirdiğin anda irtibat kuruluyor ve *Yayın* başlıyor, onun gibi.  


*Şâh-ı Nakşibend* hazretleri, kaç yüz sene evvel, açmış ellerini; *Yâ Rabbî, ne olacak bu gençlerin hâli? Bunlar başka şeylerle uğraşıyorlar*. 


*Allahım! Bana kuvvet ver, bana bir şey ihsân et ki, ben bu insanlara fâideli olayım. Bu gençlere yardımcı olayım, Cehennemde yanmasınlar*. 


Böyle yalvardı efendim. Günlerce, secdeye kapanıp cenâb-ı Hakka duâ etdi, yalvardı. 


Çünkü onlar, kalb gözleriyle *görürler* efendim. Cenneti, Cehennemi görüyorlar. *Mahşer* meydanında halkın sıkış sıkış olduğunu, Cehennemdeki *ateşi* görüyorlar ve ciğerleri parçalanıyor.

Hüseyin Hilmi Işık Efendi hocası Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerini anlatıyor

Hüseyin Hilmi Işık Efendi hocası Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerini anlatıyor ...

Hapşırmanın insan vücûduna verdiği fâideler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


O büyüklerin *Kalb gözü* açıldığı zaman, kabirdekileri ve ne hâlde olduklarını görüyorlar efendim. *Mahşer* yerini, ve mahşerdekilerin ne hâlde olduklarını görüyorlar. 


*Sırat* köprüsü’nü görüyorlar. *Mîzânı*, yâni sevap ve günahları tartan *Terâzi*’yi görüyorlar, *Cenneti* görüyorlar.


Cennetteki *Ni’met’leri* görüyorlar. Cehennemi ve Cehennemde *Azâb* çekenlerin hâllerini görüyorlar. 


Ve efendim Allahü teâlâ, insanı bu dünyâda, zamanlı yaratdı. Yâni biz, zamanla yaşıyabiliyoruz, üzerimizde *Zaman* mefhûmu var. 


Nasıl ki görmek, işitmek, yürümek varsa, yemek, hava, oksijen varsa, bir de *Zaman* mefhûmu var. 


Biz *Abdülhakim arvasi Efendi* hazretlerinin câmiye geldiğini, hapşırmasından anlardık efendim. Bir hapşırırdı, *Hapşuuu!* Ses yankılanırdı böyle câmide. Gelince bir daha, *Hapşuuu!* 


Derler di ki, *Efendi hazretleri geliyor*. Bu hapşırma bir ni’met efendim. Çok büyük ni’met. Hapşırdıkdan sonra *Elhamdülillah* diyoruz değil mi? Niçin hamdediyoruz? 


Çünkü hapşırınca, *Kalb* duruyor efendim. Tekrar çalışmıyabilir. Çalışdığı için hamdediyoruz. 


Yâni insan hapşırdığı zaman, yalnız kalb değil, vücûdunda ne kadar sistem, mekanizma varsa, o anda hepsi duruyor ve *Yok* oluyor. 


Yâni hayât duruyor, hiç birşey çalışmıyor. *Kan* duruyor, *Kalb* duruyor, herşey duruyor. Sonra tekrar çalışmaya başlayınca *Elhamdülillah* diyoruz. 


Çünkü tekrar hayâta geldik. Yâni o, tekrar *Dirilme* alâmeti. Onun için hapşırmanın insan vücûduna verdiği fâideleri anlatmak mümkün değil efendim

NAMAZA NASIL BAŞLADIM

Prof. Dr. Mim Kemal Öke, namaza nasıl başladığını Konya'da yerel bir gazetede yazdı. Yazının özeti:

İmanı ibâdetle tamamlamak gençlik yıllarıma nasip oldu. Bu eşiği geçişim, gurbetteki eğitimim sırasında, kendimle yüzleşme ile başladı

Ailem daha küçükken bazı sure ve ayetleri ezberletmişti. Şehirli uygarlık içinde büyüttükleri evlâtlarını, âdeta “protestanlandırılmış bir din telâkkisi” içinde, “modern” Müslüman olarak görmeyi arzuladıklarından olsa gerek, “kabahat de ibâdet de gizlidir” zihniyetiyle, belletmişlerdi bana.

(İngiltere’de) Her biri bir Hıristiyan azizin ismini taşıyan bu kolejlerden birinde kalıyordum. Üniversite açıldıktan sonra, bir arkadaşım, kolej bahçesinde beni görünce;

“Hey, papaz seni çağırıyor.” dedi. Okulun papazı beni güler yüzle karşıladı.

“Siz Müslümansınız. Bu ülkede sizin de ibâdet etmeye hakkınız var. O nedenle ben üniversite yetkilileriyle görüştüm. Müslüman öğrencilerin de, ibâdetlerini aksatmamaları için, bir oda tahsis etmeye karar verdik. Gelin o odayı gezelim. Uygun olup olmadığını söyleyin bize. Uygunsa o zaman tefrişi için ne gerekiyorsa temin ederiz. Tabii, üniversite bütçesinden.”

Şaşırmıştım. O günden itibaren bir oda mescide çevrildi. Bu küçük üniversitede, namaz bile kılmak alışkanlığı olmayan benim üzerime kalmıştı imamlık... İlmihale dalıp, neredeyse bütün derslerimi bıraktım. Üstelik İbrani, İsevî başlangıcıyla... Hepsini taradıktan sonra; “İyi ki Müslüman’ım” dediğimi hatırlıyorum.

Toparladığım bilgiler ile hem kendi namazlarımı kılıyor, hem de Müslüman asıllı öğrencileri, duvarlara yapıştırdığım ilânlarla mescide çağırabiliyordum.

Noel tatilinde. Türkiye’deydim. Aileme kavuşmak çok güzeldi. İlk gün namazımı aksatmamak için odama çekildim. Namazım sırasında annem bir şey söylemek için odama girdi. Durakladı, çıktı. Sonra babamla fısır fısır konuştuklarını duydum. Birkaç namaz daha geçti. Annem devamlı kılıp, kılmayacağımı sordu. Başımı salladım.

Ertesi gün sanki benimle ciddi bir şey konuşmak ister gibi karşıma dikildiler. Bu defa babam sordu:

“Evlâdım, sakın ola ki, İngiltere’de bir aşırı İslâmcı gruplara falan takılmış olmayasın? Bu değişiklik niye?”

Güldüm. Anlatmaya çalıştım onlara. Dinlediler. Bir gün sabah namazına kalkmıştım. Gürültülerden anladım ki, onlar da ayaklanmış, odama girmiş, arkamda duruyorlar. Seyrediyorlar beni... Selâmlarımı verdim. Seccadeyi katlıyordum ki, babam “Dur” dedi. Meraklı gözlerimi onlara çevirince, annemin başındaki başörtüsünü fark ettim. Bir anlık sessizlik; “Bize de namaz kılmayı öğretsene!..” Annem de; “Hem de hemen.” dercesine başını sallıyordu. İşte o günden sonra namazlarını hep kıldılar.

... Oğlumun ne zaman namaza başladığını hatırlamıyorum. O da babası gibi üniversiteyi yurt dışında okumaya başladı. Ramazan'a yakın seccade istedi bizden. Kargo ile hemen gönderdik. Beş vakit namaz kılmaya başladığını söylüyordu.

Oğlumdan on yaş küçük kızıma gelince. Kızımız bize bereket getirmişti. Yürüdü, büyüdü. Ana okuluna başladı. İşlerim açıldı. Yeni bir sitede ev almak istedik. Yeni evin içinde dolaşıyor, hanımla hesap yapıyorduk. Bir ara kızımızın yokluğunu fark ettik. Acaba kapıyı açıp, dışarı mı çıkmıştı? Aman kaybolmasın diye kapıya doğru hamle yaptım. Salona girdiğimde rükûdaydı. Namaz kılıyordu.

O günlerde beş yaşındaydı. Durdum, onu seyrettim. Arkadan emlâk danışmanı ve hanım da aynı sahneyi hayretle izlediler. Şaşkınlık sükûnetini ben bozdum. “Burayı alıyorum!...” demiştim.

Şimdi ben, her gün beş vakit kızımın o namaz kıldığı yerde, ibâdetimi yapıyorum.

Geriye doğru bakınca sadece ilk namaz hadisesi; “Şahdamarından yakınım.” esrarını, bir hardal tanesi kadar bile olsa anlamaya başladığımı hissettim...

Prof. Dr. Mim Kemal Öke

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Cehennem, kâfirlerin, din düşmanlarının yanacağı yerdir kardeşim, derece derece. Günâhkârların yeri değildir. Günâhkârlar, *Suçlu* insandır. Cehennem ise, düşmanların yeridir. 


*Kâfir*, Allahın düşmanıdır. Öyleyse Cehennemde kâfirler yanacak. Müslümânlardan da Cehenneme giden olacak. Niçin? İşlediği günahda, *Küfr bulaşıklığı* olduğu için. 


*Kâfirlik* bulaşıklığı olduğu için. Yoksa günâhları sebebiyle değil. Küfr bulaşıklığı yoksa, Cehenneme girmiyecek efendim. Korkmayın kardeşim, bizim arkadaşlara bir şey olmaz. 


Onlar, bu zamânın *Evliyâsı*’dır. Çünkü onlarda *üç* özellik var. Îtikadları düzgün, ehl-i sünnet. Namazlarını kılıyorlar ve haramdan sakınıyorlar. İşte bu üçü, bu zamanda *Evliyalık* alâmetidir. 


Biz çok bahtiyârız kardeşim. Bizim arkadaşlar, Peygamber aleyhisselâmın *Vârisleri*’dir. Neden? Çünkü islâmiyeti yayıyorlar. 


Peygamber aleyhisselâmın vazîfesi de, islâmiyeti yaymakdı. Âbiler de bu hizmeti yapdıkları için, Peygamber aleyhisselâmın *Vârisi* olurlar. Mûris, vârisini yolda bırakmaz. 


Şu koca kâinatda, dönen her şey *Allah* der kardeşim. Çünkü Allah kelimesinin sonu *(H)* dır. Başındaki eliflâm, bu *H* harfini çıkartmak içindir. Allahü teâlânın adının simgesi *H* harfidir. 


Nefes alırken *H* harfi çıkıyor, verirken yine öyle. Hayvanlar, bağırırken *Zikr* ediyor. Yapraklar sallanırken *Zikr* ediyor. Su akarken *Zikr* ediyor. 


Çünkü her hareketde *H* harfi çıkar. Elini sallasan *H* harfi çıkar. Rüzgâr esse *H* harfi çıkar. Yâni devâmlı sûretde kâinâtda hep *H* harfi var. Velhâsıl şu kâinatda Onu zikretmiyen tek nesne yok. 


Dostu da düşmanı da, canlı cansız herşey, hattâ *atomun* içindeki *elektronlar*, çekirdek etrâfında dönerken *H* harfi çıkıyor. Velhâsıl her dönen şey *H* der, yâni *Allah* der.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Namâza mâni olan işden *Hayr* gelmez kardeşim. Geçen gün, Enver âbi bir kâğıt getirdi bana, önüme koydu. *İmzâ* etmem gerekiyormuş. 


Tam kalemi aldım, imzâ atacakdım ki, o ara saate bakdım. Gördüm ki namaz vakti girmiş. O vakit imzâ atmadım efendim. 


Niçin? Çünkü namaz vakti girmiş. *O anda namaz kılmakdan daha hayrlı birşey olmaz*, dedim. 


*Namazı kılmadan imzâ atarsam, bu imzânın hayrı olmaz*, dedim. Namazı kıldık, sonra imzâyı atdım. 


Birbirimize *Duâ* edeceğiz kardeşim. Ben, her namazda, bütün kardeşlerimize duâ ediyorum. 


Bir elin *Sesi* çıkmaz, hepimiz biraraya gelince bu *Hizmetler* oluyor. Allahü teâlâ, bize bu hizmetleri nasîb ediyor. Ne kadar şükretsek az. 


Bu *Fitne* zamânında ufak bir *Hizmet* edene, çok mükâfâtlar vardır, çok müjdeler vardır. Allahü teâlânın en sevdiği amel, Allahın kullarına hizmet etmekdir. 


Allaha şükrediyorum ki, sizin gibi kardeşlerim var. Sizin sâyenizde biz de *Sevap* kazanıyoruz. Allahın dînine, bu fitne fesat zamânında Hizmet ediyoruz. 


Her adımınıza çok *Sevap* alıyorsunuz. Allahın dînine hizmet etmek, Allahın büyük lütfudur, herkese nasîb olmaz. Allahü teâlâ dilediğine nasîb eder bu hizmetleri. Ne büyük *Şeref*. 


Sizin elinizi değil, ayağınızı öpseler azdır. Sizin hizmetlerinizle, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin rûhları *Şâd* oluyor. 


Allahü teâlâ bu hizmetlerden *Râzı*’dır. Bu hizmetlere katılanlardan da râzıdır. Bir kişi, bu hizmetlere katılmakda gevşek davranırsa, *Hatâ*’yı kendinde arasın, İstiğfâr etsin.