Bundan daha güzel bir şey olur mu?

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir gün gelecek, herkes birer birer öbür tarafa gidecek. Cenâb-ı Hak hepimize hayrlı ölümler nasîb etsin. Başkalarının en büyük huzûrsuzluğu, *Ölüm korkusu*’dur. 


Hâlbuki biz, *Hani, nerde o gün?* diyoruz. Mevlânâ’nın *Şeb-i arûs* dediği gibi. Nerede o gün? Efendi hazretlerine, Peygamber Efendimize, Allaha kavuşmak. 


Bundan daha *Güzel* bir şey olur mu? Bundan daha *Güzel* bir gün olur mu? 


Bir mü’min bir mü’mine *Selâm* verirken, o anda kalbinden, bütün peygamberlere de, bütün meleklere de, Evliyânın hepsine de selâm veriyorum, diye düşünürse, bunların hepsi, o mü’minin selâmına *Cevap* verirler. 


Ancak o anda, bâzı melekler *Kıyâm*’da, kimi de *Secde*’de olduğundan, bunlar cevap veremez. Bütün meleklere diye düşündüğünden, bunların yerine de *Allahü teâlâ* cevap verir. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, bize bunu böylece anlatır ve peşinden; *Keşke diğer meleklerin yerine de Allahü teâlâ cevap verseydi*, buyururdu. 


Efendim, bir *Tefsîr*’de okudum. Bir mü’min kabre girdiği zaman, Allahü teâlâ ona Cennetden bir *Hûri* gönderecek. 


*Cennet hûrisi*, o mü’mine; Sen dünyâda iken şunu şunu sevindirdin, ferahlandırdın, o günden beri seni bekliyorum, diyecek. 


O mü’min, o hûrinin gerdanlığına bakacak nasıl bir şey diye. O arada, gözü *İncilere* takılacak. Elini uzatacak, fakat her an kopabilir. 


Gerdanlığa hafifce dokununca, *İp* kopacak efendim. Zâten *kopsun* diye bağlanmış. Parmağıyla hafif dokununca, *İp* kopacak ve bütün *İnciler* kabre dağılacak. 


Mü’min çok üzülecek, utanacak, mahcup olacak, çok sıkılacak. Bu sefer utancından, eğilip tek tek o *İncileri* toplıyacak. Son *İnci’yi* aldığı zaman, kabir hayâtı bitecek. 


Halbuki aradan yüzlerce, belki binlerce sene geçti. Sırf o mümin kabirde *Meşgûl* olsun, sıkılmasın, biraz da *Utansın* diye efendim. Bütün incileri toplar, kabir hayâtı da biter.

Necip Fazıl Kısakürek'den bir hatıra

Mescide geçit veren bir odacıkta oturuyoruz. Kendileri hasır koltukta, ben bir iskemledeyim… Etraflarında yakınlarından birkaç kişi… Dizüstü, yerde oturuyorlar. Efendi Hazretlerine karşı naz makamındaki Şakir’cik gidip geliyor. Bir köşede semaver…

Ha, söylemeyi unuttum; Efendi Hazretlerinin evlerinde semaver gece gündüz kaynar ve ziyaretçilere üstüste çay verilir. “Artık içemem, af buyurun!” deninceye kadar…

Yemekten sonra çaylar içilmiş; Efendi Hazretlerinden, o muazzam temkin tavırları içinde binbir hikmet dinlenmiştir.

Şakir’e emir buyurup bana bir defter verdiler ve bana:

– “Oku; yüksek sesle oku!”

Bu, “hatarât”a dair, kalemlerinden çıkma bir risalecikti ve yüksek sesle okumaya başladım…

Tıs yok; yalnız bir duvar saatinin tıktıkları… Dinleyenler, mümkün olsa, kalblerini durduracaklar… Öyle dinliyorlar…

Risalede “hatarat”tan bahsediliyor; kaynağı, hikmeti, onları def ve nefyetme şekli… Bunun için tedbir şudur:

– “Celâl kelimesini, Allah ismini, medd ile çekerek kalbden geçirmek ve dimağa doğru yükseltmek…”

bahis bu noktaya gelince emir buyurdular:

– “Medd ile çek bakalım, Allah ismini!”

– “Allaaaaaah…”

Diye çektim.

O ânda olan şey…

Müthiş!..

Ayak uçlarında oturan yakınlarından biri, galiba Eyüpsultan’daki aktar dükkânının sahibi, o türlü sarsıldı ki, kopacak kadar sıkılmış bir çamaşır gibi kendi üstünde birkaç kere burkuldu, gözleri kaydı, ağzından köpüğe benzer bir şey çıktı; ve bir doktora teslim edilse birkaç günde ancak düzeltilecek bir hâle düştü.

Ben dondum, herkes sakin; kimse adamcağızın yüzüne bile bakmıyor, hepsi doktorlarından emin…

Efendi Hazretleri, herkesten daha sakin ve telâşsız, sadece adama ismiyle hitap ettiler:

– “Abidin!”

Ve adam; bir ânda çözülüp kendine geldi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Leyle-i Regâib* kandiliniz mübârek olsun. Regâib demek, *ihsân* demekdir. Allahü teâlânın merhameti ve ihsânı, bu gece her zamandan daha fazladır. 


Bu gecede, bu günde yapılan duâları Allahü teâlâ red etmez. *Regâib*, Allahü teâlânın merhamet deryâsının saçıldığı bir gündür. *Deryâ*, o gün saçılıyor. 


Bu gün, bu gece, duâ edip Rabbine yalvaranların bütün günâhları afvolur. Elimizden geldiği kadar bu gün okuyacağız. Hiçbir şey bilmiyorsak, *Kulhüvallahü* ile *Elhamı* okuyacağız. 


Sevâbını mevtâlarımıza göndereceğiz. Ve duâ edeceğiz. Yalnız kendimize duâ etmiyeceğiz. Bütün mü’minlere de duâ edeceğiz, mevtâlarımıza, babalarımıza, dedelerimize de duâ edeceğiz ki, onları affetsin Allahü teâlâ. 


Mübârek günler, geceler hürmetine, Allahü teâlâ mevtâlarımızı affeder inşallah. Kabir azâbı çok şiddetli. Bizim bir *Fâtiha* okumamız, dünyâyı vermekden daha makbûl olur onlara. 


Rabbimize çok şükür. Bizi Müslümân evlâdı yaratmış. Analarımız, babalarımız *Nûr* içinde yatsınlar ki, bizi *Îmân* ile terbiye etmişler. *Besmele* öğretmişler, Allahımızı öğretmişler. 


Derd-ü belâ bir ni’metdir. *Dünyâ ni’metleri tatlıdır, ama derd-ü belâ daha tatlıdır*, diyor Mektûbât’da. Neden böyledir? 


Çünkü dünyâ ni’metlerinde nefsin de lezzeti vardır. Nefs de lezzet alır. Ama derd-ü belâdan nefs lezzet almaz, bil’akis inler. *Nefsin inlemesi çok tatlıdır*, diyor Mektûbâtta. 


Allahın düşmanı olan o *Nefs* inledi mi, evliyâlar büyük *lezzet* duyar. Bu dünyâ muvakkat, misâfirhâne. Ne mutlu bu dünyâyı Rabbinin rızâsıyla geçirenlere. 


Bir gün, Ankara’da iken *Fârûk Işık* beyin oğlu *Nevzât* bize geldi ve *Efendi Baba sizi çağırıyor*, dedi. Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini, Fârûk Bey’in evine getirmişlerdi. 


Vefât edene kadar 15 gün, o evde Efendi hazretlerine hizmet etdim efendim. Gece-gündüz, devâmlı aynı odada, berâber bulunduk. Ziyâretçiler geldiğinde herkes karşıya, sandalyelere otururdu. 


Beni ise, kendi yanına, yatağına oturturdu. Bütün hizmetini ben yapardım. Bir gün, beline elimi sokdurdu. Ve *Ne buluyorsun?* buyurdu. 


Çok zayıflamışdı. *Efendim bir deri, bir kemik kalmış, hiç et kalmamış*, dedim. Bana dönüp;


*Elhamdülillâh, dünyâdan bir şey götürmüyoruz*, buyurdu. Onbeş günlük izni bitip, askerler geri almaya geldikleri zaman, o gün *vefât* etdi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Arvasi Efendi nazretlerinin evi *Eyüp*’de idi. Bizim ev *Fâtih*’de idi. Her gün, sabah namazından önce *Eyübe*, Efendinin sohbetine giderdim. Gece yarısına kadar kalkmazdım.


Daha doğrusu kalkamazdım efendim. Kalkınca da, Eyüp Sultân’dan vapurla *Köprü*’ye giderdim. Köprüden tram-vayla *Fâtih*’e. 


Dâima son vapuru beklerdim. Bakardım, son vapurun kalkmasına yarım saat var. Efendinin sohbetinden ayrı-lamazdım efendim. İçimden; *Hele 5-10 dakîka daha oturayım*, derdim. 


Bir de bakardım ki, vapurun kalkmasına 10 dakîka var. Yine içimden; *Koşa koşa inerim yokuş aşağı, 5 dakîkada giderim*, diye düşünürdüm. 


*5 dakîka daha otursam kârdır*, derdim. Bir de bakardım ki, 5 dakîka var. Yine içimden; *Kalkmıyacağım, ne olursa olsun*, derdim. İskeleye gidince bakardım ki, vapur kalkmış. 


Hattâ yarım sâat, bir sâat olmuş. Yürüyerek Fâtih'e giderdim. *5-10 dakîka* diyerek, vapuru kaçırırdım. Başka vâsıta da yokdu. Geceleyin yürüyerek giderdim. 


Mübârek, bana *Arabcayı* ve *Farscayı* öğretdi. Her gidişimde, Mevlânâ Hâlid Efendimizin *Dîvânını* okuturdu bana. Kelime kelime okutup, mânâsını anlatırdı. Böylece o *Dîvânı* başından sonuna kadar hatmetdik. 


Askerî okulda, lise birinci sınıfa başlamışdım. Ramezân-ı şerîfde oruç tutmak istiyenleri, doktor muâyene edip, tutabilip tutamıyacak olanları ayırdı. 


*Seksen* kişi oruç tutmak istiyen vardı. Bunların içinden güçlü kuvvetli olanlarından *otuz* kişiyi, *Tutabilir* diye ayırdı. *Elli* kişiyi de, zaîf gördüğü için *Tutamaz* diye ayırdı. 


Ben de ufak tefekdim, zaîfdim. Beni de, *Tutamıyacak* ların içine ayırdı. Hâlbuki ben, tutmak istiyordum. Çünkü evimde de öyle terbiye almışdım. Önceden de tutuyordum. 


Doktora; *Ben tutmak istiyorum*, deyince, doktor bana bir kızdı, bir bağırdı. *Sen oruç tutacak adam mısın, sınıfda kalırsın, hasta olursun, ölürsün*, dedi. Doktor iriyarı bir yüzbaşıydı. 


Ramezân-ı şerîf geldi. Oruç tutacak olan otuz kişiye *Yemek* çıkıyordu. Ben de onlarla berâber kalkıyordum. Onların yemeklerinden yiyordum. Ben de orucumu tutdum. 


Seksen senedir de tutuyorum, oruçdan dolayı *hasta* bile olmadım. Doktor bana; *Sınıfda kalırsın*, demişdi. Ben oku-lun birincisi oldum. 


Bir sonraki sene oruç tutanların sayısı daha azaldı. Sonra azala azala, son sınıfda iken bir tek *Ben* kalmışdım. Ben namâzımı da kılardım. Başka kılan yokdu. Ben hademelerin odasına gider kılardım.

AZİZ MAHMUT HÜDAYİ HAZRETLERNİN BİR KERAMETİ

 AŞAĞIDAKİ SATIRLARDA 1974 KIBRIS HAREKATINDA AZİZ MAHMUT HÜDAYİ HAZRETLERNİN BİR KERAMETİ ANLATILMAKTADIR.


Yıl 1975. Öğle namazına yakın bir vakitte Azîz Mahmûd Hüdâyî türbesi önüne buğday tenli ve tıknaz boylu bir genç gelmişti. O an tesâdüfen Azîz Mahmûd Hüdâyî Câmii’nin imâmına rastladı ve:

“-Efendim! Ben Azîz Mahmûd Hüdâyî’yi görmeye geldim! Kendisiyle nasıl görüşebilirim? Acabâ şu an burada mıdır?” diye sordu.

Böyle bir suâl karşısında şaşıran imâm Muharrem Efendi:

“-Oğlum! Evet Azîz Mahmûd Hüdâyî burada!” dedi.

Hazret-i Pîr’in orada olduğunu duyan genç, sevinçle:

“-Lütten beni onunla görüştürünüz!” dedi.

Fakat buna bir mânâ veremeyen Muharrem Efendi, türbenin yanında olduklarından tekrar:

“-Oğlum! Azîz Mahmûd Hüdâyî burada!” dedi.

Genç de, talebini tekrarladı:

“-O zaman benimle görüştür! Ben onunla görüşmek istiyorum!” dedi.

Muharrem Efendi, hâlâ gencin hâlinden bir şey anlamadığından mes’eleyi çözebilmek için:

“-Evlâdım! Sen Azîz Mahmûd Hüdâyî’yi tanıyor ve biliyor musun” diye sordu.

Yüzü gibi sînesi sâf olan delikanlı da, lafın böyle uzayıp gitmesine ve muhâtabının kendisini neden Mahmûd Hüdâyî ile görüştürmek istemediğine hayret ederek:

“-Ben Azîz Mahmûd Hüdâyî’yi yakından tanıyorum. Beni buraya o dâvet etti. Biz onunla ziyâret husûsunda sözleşmiştik. Benim geleceğimden haberi var.” dedi.

Sözün burasında Muharrem Efendi, mes’elenin farklı bir vechesi ve sırlı bir nüktesi mevcûd olduğunu nihâyet idrâk etti ve merakla sordu:

“-Evlâdım! Nasıl sözleştiniz?” Genç anlatmaya başladı:

“-Efendim ben 1974 Kıbrıs harekâtında paraşütle indirilen komando grubundandım. Biz, ordumuzun denizden, Rumlar’ın da Beşparmak dağlarından karşılıklı mücâdelelerini sürdürdükleri bir hengame de paraşütlerle atladık. Ancak hava pek rüzgârlı olduğundan her birimiz bir tarafa savruluyorduk. Ben de düşman hatlarına düştüm. Ağaçlık bir mevkîde iki yandan gelen cehennemî bir ateş altında kaldım. Ne yapacağımı bilemez bir halde büyük bir şaşkınlık içindeyken karşıma uzun boylu, heybetli ve nûr yüzlü ihtiyar bir baba çıktı. Bana tatlı ve mütebessim bir çehre ile baktı ve:

“-Oğlum! Burası düşman hattıdır. Ne işin var burada? Niçin tek başına bu hatta girdin?” dedi.

Ben de:

“-Baba! Ben gelmedim, rüzgâr buraya düşürdü.” dedim.

Nûr yüzlü ihtiyâr, hafifçe başını salladı:

“-Ben de harbe geldim. Sizden evvel gönderildim. Buraları çok iyi bilirim. Hangi birliktensin oğlum? Gel seni onların yanına götüreyim!” dedi.

Birlikte müthiş bir ateş topu altında yola koyulduk. O mübârek insan, gâyet sâkin bir yolda yürüyormuşçasına rahattı. Her hâli beni ayrı bir şaşkınlığa sevkediyordu. Bana ismimi, nereli olduğumu v.s. birçok suâller sordu. Ben de istediği cevapları verdikten sonra iyice merak edip kendisini sordum:

“-Baba! Ya sen kimsin?” O da:

“-Oğlum! Bana Azîz Mahmûd Hüdâyî derler.” dedi.

Sonra:

“-Baba! Sen bana çok büyük bir iyilikte bulundun? Şâyet memlekete sağ-sâlim dönersem, bir vefâ borcu olarak seni ziyâret etmek isterim. Adresini verir misin?” dedim.

O güzel yüzlü mübârek insan, adres olarak sadece:

“-Oğlum! Üsküdar’a gelip kime sorsan beni sana gösterirler!” dedi.

Bu arada birliğime gelmiştik. Minnet, muhabbet ve hürmetle bu güzel insanın elini öptüm. Kendisiyle vedâlaştım. Sonra da kumandanımın yanına gittim.

Beni bir anda karşısında gören kumandanım, pek şaşırdı. Benim o ateş çemberinden nasıl olup da kurtularak birliğime ulaştığıma hayretle haykırdı:

“-Buraya nasıl gelebildin?” Ben de:

“-Beni, yaşlı, güzel bir baba getirdi.” dedim.

Harb bittikten sonra memleketime döndüm. Ancak Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin bana yapmış olduğu iyilik hiçbir vakit aklımdan çıkmadığı için bir vefâ borcu olarak nihâyet ziyâretine niyetlenip Üsküdar’a geldim. Sorduğum kimseler:

“O mübârek bir zâttır” diyerek burayı târif ettiler.” Bu arada sükût edip derin bir nefes alan genç, Muharrem Efendi’ye önceki talebini tekrarladı:

“-Efendim! İşte Azîz Mahmûd Hüdâyî ile böyle tanıştık. Artık himmet edin de beni kendisiyle görüştürün!” dedi.

Böylece mes’eleyi bütün yönleriyle öğrenen Muharrem Efendi, şâhid olduğu bu mânevî manzara karşısında pek duygulandı. Yalvarırcasına gözlerinin içine bakan delikanlıya bir müddet hiçbir şey diyemedi. Sonra da kendini toparlayıp içli bir sesle âdetâ kekeleyerek hulâsaten:

“-Evlâdım! Azîz Mahmûd Hüdâyî, hayatta olan bir kimse değil, 1543-1628 yılları arasında yaşamış bulunan büyük bir Allâh dostudur. Herhalde seni buraya Fâtiha okuman için çağırmış olmalıdır! İşte türbesi!” diyebildi.

Bu cevabı duyan vefâkâr ve imanlı genç, daha o an öğrendiği hakîkat üzerine son derece müteessir oldu. Kendisini görmek niyet ve hasretiyle geldiği ve hayatını borçlu olduğu büyük velînin sadece türbesiyle karşılaşmıştı. Harp sahasının o müthiş hengâmesinde yaşadığı mânevî tasarrufun daha yeni yeni farkına vardı ve bir çağlayan hâlinde hıçkırmaya başladı. Ellerini yüzüne kapadı; uzun bir müddet içli içli ağladı.

Hüdâyî mihrabının imâmı da, ağlıyordu…

Bu hâdise, Allâh’ın velî kullarına bahşettiği mânevî tasarrufu ne güzel sergiler. Bu tasarruf, Hazret-i Peygamber sallâllâhü aleyhi ve sellem’den zamanımıza kadar gelen evliyâullâhın mânevî yardımlarından bir misâldir.

Şunu unutmamak lâzımdır ki, fâil-i mutlak, Cenâb-ı Hakk’dır. Onun kullara yardımı, gerek melekler vâsıtasıyla, gerekse Allâh’ın velî kulları vâsıtasıyla günümüze kadar olagelmiştir.

Kızlarını Beyoğlu'nda çırılçıplak gezdirseydi bu kadar günaha girmezdi

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir *İdris hoca* vardı Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin zamânında. Sultânahmet Câminin baş imâmı. Bir gün Efendi hazretlerine gitdim. Beni görünce; *Hilmi, ne oldu biliyor musun?* buyurdular. 


*Bilmiyorum efendim*, dedim. Merak etdim efendim, acabâ ne oldu diye. 


Buyurdular ki: *İdris hoca, bu gün, iki kızını Sultânahmet câmiinde, o kadar cemâatin önünde, hatim cemiyetine çıkarmış. O iki kız, câmide hatim duâsı yapmışlar*. 


14-15 yaşlarında iki kızına, erkeklerin önünde hatim duâsı yapdırmış. Eğer o kızları, çırılçıplak soyup, Beyoğlunda yürütseydi, bu kadar günâha girmezdi. 


Çünkü bu günâh, *İbâdet* diye yapılıyor, *Din* adına yapılıyor ki, *Küfr*’e kadar gider. Günah günahdır, ama ibâdet diye işlenirse, sevap diye yapılırsa, *Felâket*’dir. 


Din adamlarının işlediği suç, Beyoğlunda işlenen suçlardan *Bin kat* daha büyükdür kardeşim. Çünkü *Emsâl* teşkîl eder, böyle yapmanın *Câiz* olacağına *Fetvâ* vermiş gibi olur, Allah korusun efendim. 


Bir hizmet ne kadar *Kıymetli* ise, onu yaparken o kadar çok *Sıkıntılar* olur efendim. Yâni bir hizmetde hiç sıkıntı yoksa, o iş, gerçek hizmet değildir. Veyâhut cenâb-ı Hakkın rızâsına uygun değildir. 


Çünkü cenâb-ı Hakkın rızâsına uygun olan bir hizmetde mutlaka *Çile* olur, *Sıkıntı* olur, *Üzüntü* olur, bu böyledir. 


Hayrlı bir hizmetde mutlaka sıkıntı olur. Çünkü bu, bir sünnetdir. Peygamberimiz aleyhisselâm ne buyuruyor? 


*Benim çekdiğim sıkıntıyı, ne benden evvelkiler, ne de benden sonrakilerin hiçbiri çekmemişdir*, buyuruyor. Hâlbuki Efendimiz aleyhisselâm, Allahın sevgilisidir. Habîbidir. 


Bütün Peygamberler Onunla iftihâr etmişlerdir. Efendimiz; *Ben de İmâm-ı âzam ile iftihâr ederim*, buyuruyor. 


Bütün âbilere söylüyorum, tavsiye ediyorum, hattâ vasiyyetime bile yazdım, *Arkadaşlar, her gün muhakkak bir iki sayfa da olsa İlmihâl okusunlar*, diye. 


*Mektûbât* kitâbımızın ilk sayfasında da var bu. Bizim Abdülhakîme hitâben bir yazı yazdım oraya. 


*Oğlum! Bu kitap süs eşyâsı değildir. Okumak, öğrenmek ve tatbîk etmek için yazılmışdır*, diye devâm ediyor. Dînimizi öğrenmek farz. Okumayınca nasıl öğrenilecek?

Kemâl cennetine nasıl erişilir ?

 Niyâzî Mısrî Hazretleri Mevâidü'l-İrfânında buyuruyorlar ki  :


"Cennet mekârihle çevrilmişdir" sözünde şu hakîkate işâret edilmişdir. Bir kâmilin adı uzakdan işitilir ve onunla buluşmaya iştiyâk duyulur, fakat geldikleri vakit, onun etrafını düşmanla çevrili görürler. Öyle ki her düşmanın elinde ötekindekine benzemeyen bir mızrak vardır. O mızrakları bu kâmile âşık olanlara atarlar. Yani iftiralar ederler. Onu ondan çevirmeye çalışırlar. Bu, Âdem aleyhisselâmdan günümüze kadar böyle gelmişdir. Hakîkatde, kâmilin etrafında bulunan bu düşmanlar, istidadlı olmayan kimseleri kemâl sahiblerinin yanına sokmamak için vazîfeli bekçilerdir. İşte kemâl sahibi olan zât, böylece mekârihle çevrilmiş bulunur. Onun yanına ancak kuvvetliler girebilir. Nitekim o kâmil de, maârif cennetine ve kendisine muvafık ihvânla toplanma zevkine düşmanların ezâ ve cefâsına, hasedçilerin sebeb oldukları üzüntülere sabretmek sûretiyle erebilmişdir. Çünkü âriflerin meclisi, cennet misâlidir. Nitekim Peygamber Efendimiz buyurmuşdur ki, "Eğer cennet bahçelerine uğrarsanız, meyvalarından yiyiniz". Fakat cennet mekârihle çevrilidir. 


Ehlullahdan biri Belgrad'dan bizi ziyârete gelmişdi. Önce fakîrin hasedçilerinin çokluğunu görerek bana acıdı. Fakat cuma gecesi toplanan ihvânı görüp, onların vecd ile zikretmelerini görünce çok ağladı ve şöyle dedi: "Bırak onları istedikleri kadar hâinlik yapsınlar, düşmanlık etsinler. Onların ezâlarına sabret. Çünkü bu nûr, onların üflemeleri ile sönmez, bilakis artar". Sonra Kur`ân'dan şu âyeti okudu : "يُر۪يدُونَ لِيُطْفِؤُ۫ا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِه۪ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ". Ve ilâve etdi : "Bu cennetin, hasedçilerden ve düşmanlardan hâlî kalmayıp onlarla kuşatılması îcâb eder. Bu insanlar bunun etrafındaki mekârihi yarıp buraya girmeye kudretleri olmadığından dolayı, hasedleri ve düşmanlıkları artmakdadır. Fakat onların hasedleri ne kadar artarsa, bu nûr da o kadar artar. Onların senin hakkındaki davranışlarına üzülme".


Hâsılı, kâmil, kemâl cennetine cehd-i kesîr ve sabr-ı cemîl ile vâsıl olabilir. Onun hasedçilerinin kötülükleri ile çevrili bulunan sohbet-i cennetine de kâmilin zâtında veya meclisinde bulunan mekârihe ayıplama gözlerini kapatan, o hasedçilerin sözlerine kulak asmayan kimselerden başkaları giremez. 


Fakîr der ki, Mısır'a gidip Şeyhûniyye'de şeyhime bîat etdiğim zaman, oranın fukarâsı sayılamayacak kadar çokdu. Bunlardan bazıları, şeyhime kendi şeyhi zamanından kalmış idi. Şeyhin selefinden kendisine intikâl eden mürîdlerden biri bana gizlice yaklaşdı ve dedi ki : "Ben seni irâdende sâdık görüyorum ama bu şeyh senin zannetdiğin gibi kâmil bir şeyh değildir. Ben sana nasîhat ediyorum, senin aradığın onda yokdur. Beni dinlersen onu bırak ve kendine kâmil bir şeyh ara ki ancak o zaman murâdına erersin". Ve şeyh hakkında birçok ayıplar saydı. Ona dedim ki, "Şimdi onun kâmil olduğuna yakînen inandım". Gerçekden de üç yıl onun hizmetine devam etdim ve onu Tarîk-i Kâdiriyyede kâmil bir şeyh buldum. Allah'a hamd olsun ki onun sâyesinde murâdımın icmâline nâil oldum. Ve tafsîline de başka bir şeyhin, Şeyh Sinân Elmalı'nın hizmetinde erişdim. Kuddise sırruh. Ve onun mekârihini, evvelkinin mekârihinden ziyâde buldum. Kezâ zevkleri de farklı idi.

Belâların Hikmeti

Hazret-i Mevlânâ'nın babası Sultânü'l-Ulemâ Hazretleri buyuruyorlar ki :


Bu dünyâda hâlden hâle geçmek, zahmet çekmek, belâya uğramak, öteki dünyânın nimetine, bu dünyânın nimeti ise öteki dünyânın belâsına vesîledir. Belânın hikmeti şudur. Bu dünyâda belâ, cevheri ortaya çıkaran mihenk taşı gibidir. Demir bir kaç gün demircinin dükkanında eziyet çekmeyince, cevheri ortaya çıkmaz, çıkmayınca da değer kazanmaz. Mü'min için bu dünyâ demirci dükkânıdır. Kezâ tohum bir kaç gün yer hapsinde gam ve kedere marûz kalmayınca ve hâlden hâle geçmeyince boy atmaz, meyve vermez. Tohum kara balçıkda zâyi olmayıp olgunlaşdığı gibi, belâya uğrayan insân da zâyi olmaz, kemâle gelir.

Bilesin ki âlemlerden her bir âlemin kapısında bir belâ vardır. O belâya uğramadan o âleme giremezsin. Nasıl ki cemâd âleminden geçmen için bir yere gömülmek, hapsolmak gerekdir, aynı şekilde hayvanlık âlemine gelmen için de, hayvanın dişleriyle parça parça olmak, hâlden hâle geçmek gerekir. İnsanlık âlemine gelmek için de ana rahminde hapsolmak gerekir. Dünyânın güzelliğini görmek için de doğumun ve ağlamanın eziyetini ve çocukluk zaaflarının bütün sıkıntılarını çekmek gerekir. Gayb âleminde yaşamak istersen, akla âid eziyetlere ve dünyâdaki boş şeylerden alakâyı kesmeye katlanman gerekir. Fânî âlemden geçmeden öteki âleme giremezsin. Beşeriyyet âleminden silinmeden, cemâlullah âlemine giremezsin.

Senin yazdığın bu Seâdet-i Ebediyye kitâbını hazret-i Mehdî okuyacak

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamber Efendimiz, bir gün mübârek ellerini açıp; Yâ Rabbî, dünyâya umûmî bir *felâket* gelecek olursa, beni temsîl eden bir *cemâat* sağ kalsın, bu cemâat, âhirete kadar, beni ve yolumu *temsîl* etsin. 


İnsanlar bir *yanlışa* düştükleri zeman, bu topluluktan biri onları *îkâz* etsin, doğru yolu göstersin, böylece insanlar benim ve eshâbımın doğru yolundan ayrılmasınlar, diye niyâz da bulunmuş. 


Allahü teâlâ da bu niyâzı kabûl etmiş. *Mekkî Efendi*, bunu bize anlatır ve *Allahü a’lem bu kimseler sizsiniz*, derdi.


İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bir mektûbu var efendim. Orada buyuruyor ki: *Beni seven, îmânla ölür*. Ne büyük müjde kardeşim. Biz, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini çok seviyoruz. 


*Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye* kitâbının hemen hemen yarısını, Onun *Mektûbât* kitâbından aldık. Ahmed Mekkî Efendi, bana ne derdi, biliyor musunuz? 


*Senin yazdığın bu Seâdet-i Ebediyye kitâbını, hazret-i Mehdî okuyacak*, derdi. İşte hazret-i Mehdî’nin hangi evden çıkacağı belli olmadığı için, *Tam İlmihâl*’in her evde bulunmasına çalışıyoruz kardeşim.


Efendim, İzmir’den bir mektûb geldi. Makine mühendisi bir hanım yazmış, diyor ki: *Sizin Gazeteyi ve sizin kitaplarınızı okuyunca, bende bir değişiklik oldu. Örtündüm ve namaza başladım*. 


Babam, emekli albaydır. Hayâtta hiç alnını secdeye koymamış biridir. Bana dedi ki: *Kızım ne bu hâlin, sen aklını mı kaybetdin, ne oldu sana?* 


Ben de ona; *Beni bu hâle koyan şu kitâbı al da oku*, dedim. Kırmadı beni, okudu. Okuyunca, o da değişdi ve namaza başladı. 


Kadıncağız böyle yazmış efendim. İşte bu kitaplar, okuyana böyle *Feyz* veriyor. Yalnız okuyana mı? Dağıtana daha çok verir. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri; *İslâmiyetden bir kıvılcım kaldı*, buyururdu. İşte bu kitaplar, o kıvılcımın şerâresidir kardeşim.

Pîrin asâsı pîrin yerindedir

 Hazret-i İşân Abdullah Dehlevi, hazret-i Müceddid-i elf-i sânînin “kaddesallahü teâlâ biesrârihissâmî” *Mektûbât* ından ders yapıyordu. Bir yerde bir müddet düşündükden sonra, mübârek başını kaldırıp, şöyle buyurdular:

— _*Pîrin asâsı pîrin yerindedir._* 

Bundan sonra *Mektûbât-ı şerîfe* tarafına işâret edip;

—_*Bu kitâb da pîrin yerindedir_* , buyurdular ve şu mısra’yı okudular.


    Mısra’: *Sözü, insanın bir parçasıdır.*


 _*Allahü teâlâyı müşâhede_* hususunda da şu Şii’ri okudular.


_*Ben güneşi severim, ne dersem ondan derim,_*

*_Geceyle işim yokdur, ben rü’yâyı neylerim_*


_Alıntı Şuradan:_

_MEKÂTÎB-İ ŞERÎFE_

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir arkadaşımız, hanımı ile berâber, bir *Amerikalı* komşusunun evine ziyârete gitmiş. Ayrı oturmuşlar, ama arkadaşın hanımı mantosunu çıkarmamış. 


Öyle giyimli vaziyetde oturmuş. Amerikalı komşu kadın sormuş. *Niye mantonuzu çıkarmıyorsunuz?* demiş. O hanım da, *Çıkarmasam daha iyi*, demiş. 


Çünkü bizim *İlmihâl* de okumuş ki; *Kâfir kadın, erkek hükmündedir. Onun için müslümân bir hanım, onlara karşı da örtülü olması lâzım*. 


Doğru, biz *İlmihâl*’de böyle yazdık. Fakat sonra bakdık ki, *Hanbelî* mezhebinde bu böyle değil. Hanbelî mezhebinde, kâfir kadın, erkek hükmünde değil. 


Yâni müslümân bir hanım, gayr-i müslim bir kadının yanında başı açık, mantosuz oturabilir. Ancak bir şartla, hanbelî mezhebini *Taklîd* etmesi lâzım. 


Yâni bunu düşünürse, *Câiz* olur efendim. İlmihâli yazdığımızda, böyle şeyle karşılaşmamışdık. Sonra böyle bir *Suâl* gelince, cevâbını kitaplarda aradık, bulduk elhamdülillâh, Bu, büyük *Kolaylık* kardeşim. 


Ben Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinden çok istifâde etdim, ama bir özelliğim vardı benim, çok *Terbiyeli* idim. Edebi gözetmeye çok îtinâ ederdim. Hattâ korkardım efendim. 


Bir edebsizlik yaparım da Abdülhakim Efendi hazretleri üzülür, hattâ *Git, bir daha gelme!* der diye titrerdim, ödüm kopardı. Bu yolda *Edeb*, çok mühim kardeşim. 


Kim olursa olsun, bir milim edebe riâyetsizlik, herşeyi siler atar. *Şâh-ı Nakşibend* hazretlerine sormuşlar, Efendim, sizin yolunuzun başı nedir? demişler.


Mübârek buyurmuş ki: *Edeb’dir*. Ortası nedir? demişler, *Edeb’dir* buyurmuş. Sonu nedir? demişler, yine aynı cevâbı vermiş mübârek, *Edeb’dir* buyurmuş. 


Bu defâ sebebini sormuşlar. Cevâbında; *Çünkü edebe riâyet etmiyen kimse, Allah dostu olamaz, mü’min, edeb sâhibidir*, buyurmuş.