İnanarak duâ edenler, eli boş dönmezler!

İmâm-ı Muhammed Bâkır hazretleri "Oniki İmâm"ın beşincisidir. Hazret-i Hüseyin'in torunu ve İmâm-ı Zeynelâbidîn hazretlerinin oğlu İmâm-ı Câfer-i Sâdık hazretlerinin babasıdır. 676 (H.57) senesinde Medîne-i münevverede doğdu. Eshâb-ı kirâmdan hazret-i Câbir ve hazret-i Enes bin Mâlik ile görüşüp onlardan ilim öğrenip hadîs-i şerîf rivâyet eden Muhammed Bâkır hazretleri Medîne'nin büyük fıkıh âlimlerinden oldu. İmâmlığı on dokuz sene sürdü. 731 (H.113) senesinde Medîne-i münevverede vefât etti.


Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'i “radıyallahü anhüma” çok severdi. Zamânında bâzı kimselerin bunlara düşmanlıkta bulunduklarını ve bunu da Ehl-i beyte olan sevgilerinden yaptıklarını iddiâ ettiklerini duyunca, çok üzüldü "Ben hazret-i Ebû Bekr'le hazret-i Ömer'e (radıyallahü anhüma) düşmanlık eden kimselerden uzağım. Onlar da benden uzaktır" buyurdu...


Gece geç vakte kadar ibâdet eder, sonra Allahü teâlâya şöyle yalvararak ağlardı:


"Yâ İlâhî! Yâ Rabbî, gece oldu. Gökte yıldızlar var. Herkes uyuyor. Kimsenin sesi çıkmıyor. Yâ Rabbî! Sen dirisin. Her şeyi biliyor, yapılan her şeyi görüyorsun. Uyuman, uyuklaman olamaz. Seni böyle bilmeyen ihsânına kavuşamaz. Sen öyle kuvvet ve kudret sâhibisin ki, hiçbir şey, senin, olmasını dilediğin bir şeyin olmasına mâni olamaz. Senin bâkî ve ebedî oluşunda, gündüzün bitip gecenin başlaması ve gecenin bitip gündüzün başlaması gibi sebeplerle kesiklik, aksaklık olmaz. Rahmetin o kadar çoktur ki, rahmet kapılarını herkese açmışsın. Sana duâ edenlerin, yalvaranların duâlarını kabûl edersin. İhsân ettiğin nîmetlere hamd edenleri çok sever, onlara daha çok nîmetler verirsin. İnanarak ve güvenerek sana duâ edenler, eli boş dönmezler. Sana güvenen, kapına gelen kimseyi döndürmeye kimsenin gücü yetmez.


Ey Rabbim! Ölümü, kabri ve sana hesab vereceğimi düşündükçe, önümde bunlar olduğunu bildikçe nasıl olur da senden sevinç ve neşe isteyebilirim. Amel defterimin, sağımdan mı, solumdan mı verileceğini bilemediğim aklıma geldikçe, nasıl olur da senden dünyâlık bir şey isteyebilirim? Can alıcı meleğin geleceğini ve canımı alacağını bildiğim hâlde dünyâ lezzetlerinden nasıl tat alabilirim?..


Yâ Rabbî! Sana yalvarıyor, senden istiyor, rahmetinden ümid ediyor ve istiyorum ki, ölümümü, hesâbımı kolay ve rahat eyle ve sonra azâbı olmayan rahat bir hayat ihsân eyle. Âmin Yârabbel Âlemin."

Kabe'ye giderken Kabe'nin sahibine kavuştum

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İmâm-ı Rabbânî hazretleri hacca giderken, Delhi’ye geldiğinde, arkadaşı Hasen Keşmîrî hazretleri; *Hep ölülere gidiyorsun, burada bir diri var, o diriyi de ziyâret et* dedi. 


Ve *Bâkî billâh* hazretlerine götürdü. Bâkî Billâh hazretleri, İmâm-ı Rabbânî hazretlerindeki *cevheri* görünce, birkaç gün misâfir olarak kalması için yalvardı. 


O da kabûl edip kalınca, Onun huzûrunda iki günde kalbi açıldı. İmâm-ı Rabbânî buyuruyor ki: *Kâbe’ye giderken, kâbe’nin sâhibine kavuşdum*. 


Yâni *Bâkî Billâh* hazretlerinin yanında *Allahü teâlâ* ya kavuşdum demek istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri de, hizmet etmeden iltifâta kavuşan büyüklerdendir. 


Ben Kuleli’de *hoca* iken, talebelere, sırası geldi dedim ki: *Üç şey insana neş’e verir, sıkıntıyı kederi giderir. Yeşilliğe, güzel yüze ve akar suya bakmak*. 


*Nefse* güzel gelen şeylerle, *Rûha* güzel gelen şeyler birbirine zıtdır. Bunu birbirine karışdırmamalıdır. Nefse güzel gelen şeyler, insanı *Cehenneme* götürür. 


Tâbiîn’den gençler, Eshâb-ı kirâma; Efendim sizin ne husûsiyetiniz vardı da, Allahü teâlâ sizi, böyle yüce bir Peygambere Eshâb yapdı, Onun sohbetine kavuşdurdu, Onun talebeleri oldunuz? dediler. 


Eshâb-ı kirâm cevâbında; *Biz temiziz, temizliği severiz*, buyurdular. Onun için, temizlik îmândandır. Tabii *beden* temizliği, *kalb* temizliği ve *çevre* temizliği var. Netîcede, Allah temizleri sever.


Bizim kitaplarımız çok *kıymetli*, niçin çok kıymetli? Çünkü içinde bana âit hiçbir *Yazı* yok da onun için. Hepsi, büyük âlimlerin sözleri. *Pırlanta*’nın yanında *Cam* parçasının kıymeti olur mu? 


Abdülhakîm Efendi hazretleri bize hangi kitâbı tavsiye etdi ise, medhetdi ise, o kitâbı aldım, o kitâbdan tercüme etdim. 


Bir gün sohbet arasında, hattât *Safî bey* geldi. Çok ufak boyluydu. Bir yazı getirdi. Efendi hazretlerine verdi. Efendi hazretleri okudu, gülmeğe başladı. 


Ve en yakınındakine verdi. Okuyanların da güleceğini bildiği için, kendisi içeriye geçdi. Hepimiz yazının başına üşüşdük. Merak etmişdik. Ne yazıyordu o kâğıtda. Bakdık ki; 


*Bûy-u Nebî gelir şeyhim özünden, boyum yetişmez ki öpem yüzünden*. Böyle yazıyordu. Safî bey yazmış Efendi hazretleri için. Efendi’yi çok severdi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Dünyâ, ayrılık yeridir kardeşim. Bir mübârek zâtın yanına, çok sevdiği bir arkadaşı ziyârete gelmiş. Ama bu zât, onunla görüşmek istememiş.


Bunu gören oğlu, çok şaşırmış ve; *(Babacığım, siz onu çok seviyordunuz, niçin görüşmek istemediniz?)* demiş. O da oğluna; 


*(Biraz sonra ayrılınca, ayrılığına dayanamam. Onun için sabrediyorum. Âhiretde, hiç ayrılmamak üzere görüşeceğiz)* demiş. 


Bir âyet-i kerîmede, *(İblîs’e)* kıyâmete kadar lânet ediliyor. *(İlâ yevmiddîn)* buyuruluyor. *(Yevmiddîn)*, kıyâmet günü demekdir. *(Mâlik-i yevmiddîn)*, kıyâmet gününün sâhibi, mâliki demekdir. 


İblîs, buna sevinmiş. (Niye seviniyorsun?) denilince, *(Allahü teâlâ bana kıyâmete kadar lânet ediyor, sonsuz demiyor, kıyâmetde kurtulacağım)* demiş. 


Bâzı âlimler, âyet-i kerîmeye bakarak İblîse hak vermişler ve *(İblîs kıyâmetde kurtulacak, biz kendimize bakalım)* demişler. 


İmâm-ı A’zâm hazretleri, bu meselenin aslını öğrenmek için, Eshâb-ı kirâmdan hayâtda olanları araşdırmış. O zaman Eshâb-ı kirâm’dan sâdece *(altı)* tânesi hayâtdaymış. 


Bunlardan en yakında olanı, yüzlerce kilometre uzakdaki *(Tufeyl)* radıyallahü anh hazretleriymiş. Tabii herkes yüz sene yaşamaz. Tufeyl radıyallahü anh hazretleri *(yüz)* yaşından fazla idi. 


Hadîs-i şerîfde, abdest alırken, dirseklere kadar yıkamak emrediliyor. İmâm-ı A’zâm hazretleri, Tufeyl hazretlerine; (Peygamber Efendimizi abdest alırken gördünüz mü?) diye sormuş. 


O da, *(gördüm)* deyince; (Abdest alırken, kollarını yıkarken, dirseklerini de yıkar mıydı, yıkamaz mıydı?) diye sormuş. Hazret-i Tufeyl; *(Hem yıkardı, hem de herkesin yıkamasını emrederdi)* demiş.


Ayrıca, *(Dirseklerinizi yıkamazsanız, abdestleriniz olmaz buyururdu)* demiş. O zaman İmâm-ı A’zâm hazretleri; (İblîs hapı yutdu) buyurmuş. 


Çünkü, abdest alırken, *(dirseklere kadar yıkayın)* emrinde, dirsekler de dâhil olunca, İblîse kıyâmete kadar lânet edilmesinde, kıyâmet de dâhildir, *(İblîs hapı yutdu)* buyurmuş.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim hizmetlerimizin esâsı, *(Sünneti)* ihyâ etmek ve *(Bid’ati)* yok etmekdir. Bu da çok zordur, gayret ister. Zor olduğu gibi, çok da kıymetlidir. Niçin kıymetli? Çünkü bu, *(Emr-i mâruf)* dur efendim. 


Bir insan çok zengin olsa, öyle ki, bütün dünyânın serveti onun olsa ve hepsini muhtaçlara dağıtsa, kazandığı *(sevap)*, bir sünneti ihyâ etmenin sevâbına yetişemez. Hattâ onun yanında *(damla)* gibi kalır. 


Kaldı ki, bizim kitâblarda yalnız sünnet yok efendim, *(vâcib)* ler var, *(farz)* lar var, alınacak sevâbı bir düşünün. *(El mer'ü mea men ehabbe)*. Hadîs-i şerîfdir bu. 


Yâni insan, sevdiğiyle berâberdir. Gece de berâberdir, gündüz de berâberdir. Neş’eli zamanda da, sıkıntılı zamanda da, dünyâda da, kabirde de, âhiretde de berâberdir. 


Sevince, berâberlik böyle olur. Büyükler buyuruyorlar ki: Hiçbir üstünlük, hiçbir şifâ, *(sohbet)* inki kadar olamaz.  


İnsan kendi başına kitap okuyabilir. Buna, kitap okumak derler. İyidir, fâidelidir. Ama biri okur, diğerleri dinlerse, buna *(sohbet)* denir. Her türlü feyz ve bereket, sohbetdedir, yâni birlik ve berâberlikdedir. 


Peygamberimiz aleyhisselâm eshâb-ı kirâm ile sohbet ederken, kuşlar gelir, Eshâbın üzerine konarlardı, hem de defâlarca. Biri uçardı, öbürü konardı. Çünkü onları *(ağaç)* zannederlerdi. 


Niçin? Hiç hareket etmezlerdi ki. Edeblerinden kıpırdamazlardı. Mümkün olsa, nefes almıyacaklar. Hattâ nefes almaları zorlaşırdı efendim. Eli böyle kalmışsa, aşağı indirmezdi, saygısızlık olmasın diye. 


İşte o edebe riâyet etdikleri için *(feyz)* aldılar ve vâsıl-ı ilallah oldular. Efendim, ben kitâplarda okuduklarımı unutuyorum, ama Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinden duyduklarımı unutmuyorum. 


Meselâ şimdi size Efendi hazretlerinden duyduğum bir hadîs-i şerîfi söyliyeceğim, onu hiç unutmuyorum. Peygamberimiz aleyhisselâm; *(İnnallahe yuhibbu en yürâ esera ni’metihî alâ abdihî)* buyuruyor. 


Yâni Allahü teâlâ, muhakkak ki, verdiği *(ni’met)* in eserini, kulunun üzerinde görmek ister. O ni’meti, kulunun üzerinde görmeyi sever. 


Çok kitap dağıtalım kardeşim. İşimiz bu bizim. Bu kitaplar, ehl-i sünnet âlimlerinin sözleridir, o büyüklerin kelâmıdır. Nasîbi olan *(feyz)* alır. Dağıtdığımız bu kitâpları herkes okur zannetmiyelim. Nasîbi olan okur. 


Çünkü miknatıs, *metal* parçasını çeker, *(cevheri)* çeker, saman çöpünü çekmez efendim. Bu, bir nasîb meselesidir. Peygamber aleyhisselâm herkese anlatıyordu. Anlıyanlar *(eshâb-ı kirâm)* oldu, anlamıyanlar ise *(düşman)* oldular.

Kimse bana hediye göndermiyor!

Sâlih-i Merrî hazretleri anlatır: Bir gece, seher vakti kalkıp, teheccüd namazını kıldıktan

sonra, sabah namazını kılmak üzere câmiye doğru yola çıktım. Yolumun üzerinde bir

mezarlık vardı. İçimden, "Sabah namazı vakti girene kadar şurada kalayım" diyerek mezarlığa

girdim ve bir mezara dayanıp yere oturdum. Bu sırada kendimden geçip uyumuşum. Uykuda

şöyle bir rü'yâ gördüm:

Bütün mezarlık halkı mezarlarından çıktılar ve grup grup olup sohbet etmeye başladılar.

Bu arada pejmürde kılıklı bir delikanlı da bir kenara çekilmiş üzgün üzgün oturuyordu.

Çok geçmeden ortaya, içi çeşitli hediyelerle dolu ve üstleri mendillerle örtülü birçok tabak

çıktı. Her ölü tabaklardan birini alarak kendi kabrine girdi.

Sonunda yalnız o pejmürde kılıklı delikanlı kaldı. Kendisine hiç tabak kalmadığı için

üzgün üzgün kabrine doğru gidiyordu. Ona yaklaşarak, "Seni üzgün görüyorum sebebi nedir?

Ayrıca bu tabaklar neyin nesi?" diye sordum. Delikanlı şöyle cevap verdi:

"Gördüğün tabaklar dirilerin ölülerine gönderdikleri hediyelerdir. Diriler, ölüleri

adına sadaka verince veya onlara duâ edince her cum'a gecesi bu hediyeler gelir. Ben

annemle hacca giderken Basra'da öldüm. Daha sonra annem evlendi. Bana ihtiyacı

olmadığı için benim adımı ağzına hiç almadı; benim için bir sadaka vermedi, bir duâ

etmedi. İşte bunun için üzülmekteyim. Kimse bana hediye göndermemektedir. Zaten

dünyada beni hatırlayacak annemden başka kimsem de yoktur." Bunun üzerine, "Annen

nerede oturuyor" diye sordum.

O da, bana, annesinin evini ta'rif etti. Namaz vakti uyandım. Namazımı kılar kılmaz

kadının evini aramaya başladım. Ta'rif üzerine evi buldum. Kapıya varınca kendimi tanıtıp

aramızda geçecek konuşmaları hiç kimse duymasın diye tenbih ettikten sonra sordum:

- Senin ölmüş oğlun var mı?

Derin bir iç geçirerek inledikten sonra, dedi ki:

- Delikanlı bir oğlum vardı, öldü.

Bu cevabı üzerine rü'yâmı kendisine anlattım. Sözlerimi duyunca çok ağladı. Sonra:

- Bunları yavrum ve göz bebeğim adına sadaka olarak dağıt. Artık ölünceye kadar onu

unutmayacak, ona duâ edecek ve adına sadaka vereceğim, dedi. Ben de yanından ayrıldıktan

sonra, verdiği sarı liraları oğlu adına sadaka olarak dağıttım.

Bir hafta sonra cum'a namazını kılmak üzere yine yola çıktım. Aynı mezarlığa girip sırtımı

bir mezara dayadım. Bir önceki hafta olduğu gibi başım önüme düştü ve gözlerim dalıverdi.

Rü'yâmda yine mezarlarından çıkarak yer yer kümelenmiş ölüler gördüm. Bu arada bir

önceki hafta pejmürde kılıklı ve üzgün olarak görmüş olduğum delikanlı da karşımda idi.

Fakat bu defa beyaz kıyafetli idi, yüzü gülüyordu. Yanıma yaklaşarak dedi ki:

- Allah, sana iyilikler versin. Senin vasıtanla gelen hediyeler elime geçti.

- Siz ölüler de, cum'a gününü biliyor musunuz?

- Tabiî cum'a gününü havadaki kuşlar bile bilir. Dedi.

Kalbin temizliği nasıl olur?

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben Kuleli’de hoca iken, öğretmen iken talebelere, bir sırası geldi de dedim ki: *(Üç şey insana neş’e verir, sıkıntıyı kederi giderir. Yeşilliğe, güzel yüze, akar suya bakmak.)* 


Ama *(nefse)* güzel gelen şeylerle, *(rûha)* güzel gelen şeyler, birbirine zıtdır. Birine *(tatlı)* gelen, öbürüne *(acı)* gelir. 


Bu ikisini, birbirine karışdırmamalıdır. Nefse güzel gelen şeyler, insanı *(Cehenneme)* götürür. Avrupa’da Amerika’da tabâbet, yâni tıp ve fen ileri. Abdülhakim Efendi hazretleri buyurdular ki: 


(Avrupa’da, Amerika’da fen var. Dîni de iyi biliyorlar. Bildikleri hâlde inkâr ediyorlar. Buradaki câhillerde ise fen de yok, dîni de bilmiyorlar. Bilmedikleri hâlde inkâr ediyorlar.) 


Böyle müslümânlar arasında yaşayıp da, inkâr eden münâfıklar, Cehennemde kâfirlerden daha aşağı derecelerde yanacaklar kardeşim. 


*(Kalbler, ancak Allahü teâlâyı anmakla râhat olur.)* Âyet-i kerîmedir bu. Demek ki, kalbin şifâsı, *(zikr-i ilâhî)* ile olur. Burada anmak buyuruluyor, yâni kalben hâtırlamakdır bu, dil söylemez. 


Bir de dil ile söylenen *(zikr)* vardır. Dil ile zikir, sevap kazanmak için olur. Dil ile değil de, kalb ile olursa, kalbi temizlemek içindir. Şimdi insanlar, *(Kalbim temiz, sen kalbe bak)* diyorlar. 


Kalbin temiz olmasının alâmeti, islâmiyete uymakdır. Hem islâma uymıyacaklar, hem de kalbleri temiz olacak! Olur mu öyle şey? Her kabdan, içinde olan dışarı sızar. 


Kalbi, yâni kabı *(iyi)* şeylerle dolu olursa, o kişiden hep *(iyilik)* ler görünür. Kabında, yâni kalbinde *(kötü)* şeyler varsa, o kişiden de hep *(kötülük)* ler meydana gelir.

Sana Allah'ı hatırlatan dert

 Allah Firavun'a dünyanın bütün mülkünü, saltanatını verdi de,

ağrı, sızı, gam, keder vermedi.

Şunu iyi bil ki, sana Allah'ı hatırlatan, seni inciten, gizlice Allah'a yalvartıp  duâ ettiren dert; 

dünya mülkünden ve saltanatından daha iyidir.


Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî

SA’D BİN EBÎ VAKKÂS (radıyallahü anh)

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin; “...Sa’d ibni Ebî Vakkâs Cennet’tedir...” buyurarak daha dünyâda iken Cennet’le müjdelediği on Sahâbîden biri, okçuların serdârı, İran’ı fetheden meşhûr kumandan. İsmi Sa’d, künyesi Ebû İshak’dır. Babasının adı Mâlik ve künyesi Ebû Vakkâs’dır. Babasının adı yerine künyesi kullanılmaktadır, ilk müslüman olanların yedincisidir. Hicretten 30 yıl önce Mekke’de doğdu. On yedi yaşında hazret-i Ebû Bekr vasıtasıyla müslüman oldu.


Nesebi baba ve anne tarafından Peygamber efendimizle birleşir. Babası Mâlik bin Üheyb bin Abdi Menaf bin Zühre bin Kilâb-i Kureyşî’dir. Annesi, Zühreoğullarından Hamne binti Ebî Süfyân’dır. Annesi, oğlunun müslüman olduğunu duyunca çok kızmış, onu İslâm dîninden döndürebilmek için çeşitli yollara baş vurmuştu. Oğlu Sa’d’in kendisine karşı saygısını ve bağlılığını bildiğinden, İslâm dîninden döndürebilmek için; “Allah’ın sana hısım ve akraba ile ilgilenmeyi, anne babaya dâima iyilik etmeyi emrettiğini söyleyen sen değil misin?” dediğinde, hazret-i Sa’d; “Evet” dedi. Bunun üzerine annesi asıl maksadını bildirmek için şöyle söyledi:


“Yâ Sa’d! Vallahi, sen Muhammed’in getirdiklerini inkâr etmedikçe, ben açlık ve susuzluktan helak oluncaya kadar ağzıma bir şey almayacağım. Sen de bu yüzden anne katili olarak insanlarca ayıplanacaksın.” O güne kadar annesinin her isteğine boyun eğmiş, bir dediğini iki etmemişti. Allahü teâlâ ve Resûlüne sallallahü aleyhi ve sellem bütün kalbi ile inanmış ve bağlanmış olduğundan îmân kuvveti üstün geldi; annesinin isteğini kabul etmedi. Annesinin yiyip içmediğini ve bunda inat ettiğini görünce; “Ey anne! Senin yüz canın olsa ve her birini İslâmiyet’i bırakmam için versen, ben yine dînimden vaz geçmem. Artık ister ye, ister yeme.” dedi. Annesi hazret-i Sa’d’ın dînine bağlılığını, îmânındaki sebatını görünce şaşırdı, çaresiz kaldı. Yemeye ve içmeye tekrar başladı.


Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri ile annesi arasında geçen bu hâdiseden sonra, Allahü teâlâ evlâdın anneye ve babaya hangi hâllerde tâbi olup hangi hâllerde olmayacağını bildiren Ankebût sûresi, sekizinci âyeti kerîmesini göndererek, meâlen; “Biz insana, ana ve babasına iyilikte bulunmasını tavsiye ettik. Eğer onlar, hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşman için uğraşırlarsa onlara (o şirkleri hususunda) itaat etme! Dönüşünüz ancak banadır. Binâenaleyh ne yapar idiyseniz (karşılığını) size haber vereceğim.” buyurdu.


İslâmiyet’in, ilk yıllarında müslümanlar müşriklerden çok eza ve cefâ görüyorlardı. Hazret-i Sa’d da çok eziyet çekmişti. Eshâb-ı kiram ibâdetlerini serbestçe yapamıyorlardı. Hazret-i Sa’d ilk müslüman olan Sahâbîlerden birkaçı ile beraber, Mekke’de Ebû Düb denilen bir vadide namaz kılmakta idiler. Müşriklerin ileri gelenlerinden Ebû Süfyân, bir kaç müşrikle beraber yanlarına gelerek onların namazlarıyla alay etmeye ve kötülemeye başladı. (Ebû Süfyân, o sırada henüz müslüman olmamıştı). Bunun üzerine birbirlerine girdiler. Hazret-i Sa’d, eline geçirdiği bir deve kemiğiyle onlardan birinin başını yardı. Bunu gören diğer müşrikler korkuya kapılıp kaçtılar. Böylece hazret-i Sa’d, Allah yolunda, ilk kâfir kanı döken sahâbî oldu.


Hazret-i Sa’d bütün gazalarda ve bir çok seriyyelerde bulundu. Savaşlarda çok kahramanlıklar gösterdi. Mekkeli müslümanların üç bayrağı bulunuyordu. Bunlardan biri kendisine verilmiş, müslümanların bayraktarlığını yapmıştır. Bedr harbinde, büyük kahramanlık göstermiş, düşman tarafında bulunan, müşriklerin en başta gelen kumandanı ve en azılı din düşmanı Sa’d bin el-As’ı öldürmüştür.


Uhud harbinde, müslümanların sıkışık durumlarında büyük bir metanetle Peygamber efendimizin yanından hiç ayrılmayıp, düşmana karşı savaşmıştır. Hazret-i Sa’d ok atmakta çok maharetliydi. Attığı her ok isabet ediyordu, islâmiyet’te, Allah yolunda ilk ok atan sahâbî olup, okçuların (kemankeşlerin) reisiydi. Uhud harbinde, 1000’den fazla ok attı. Peygamberimiz tarafından iltifat ve dualara mazhâr oldu. Peygamberimiz ok atarken ona; “At yâ Sa’d! Anam, babam sana feda olsun!” buyurmuş, her ok atışında; “İlahî bu senin okundur. Atışını doğrult.” “Allah’ım sana dua ettiğinde Sa’d’ın duasını kabul eyle.” diye dua etmiştir. Peygamber efendimizin hayâtında, “Anam, babam sana feda olsun.” diye sâdece hazret-i Sa’d için dua ettiğini, bunun dışında hiç bir kimseye böyle duada bulunmadığını hazret-i Ali bildirmiştir.


Hazret-i Aişe anlatır: Resûlullah efendimiz, gazvelerin birinde, geceleyin Medîne’ye dönüp geldiğinde; “Ne olurdu, sâlih bir kimse beni korumağı üzerine alsaydı!” buyurdu. Birden bir silâh şakırtısı duyduk. “Bu kimdir?” buyurdu. “Benim! Sa’d bin Ebî Vakkâs” dedi. Peygamberimiz; “Seni buraya hangi şey getirdi” yâni buraya niçin geldin? buyurdu. Hazret-i Sa’d; “İçimden bir ses, Resûlullah yalnızdır, korkarım ki, din düşmanları O’na sıkıntı ve eziyet verirler dedi. Korumağa ve hizmet etmeğe geldim” dedi. Bunun üzerine, Resûlullah ona dua etti ve uyudu.


Hazret-i Ebû Bekr, halîfe seçilince ilk bîât edenler arasında olmuştur. Hazret-i Ömer zamanında, Hevâzin bölgesine zekât toplamak için gönderilmişti. Bu sırada İran taraflarındaki hâdiseler büyüyünce, hem bunları önlemek, hem de düşmana ders vermek için bir ordu hazırlandı. Ordunun başına kimin geçirilmesi gerektiği hususunda fikir alış verişinde bulunuldu. Bâzıları bizzat kumandanlığa Halîfe hazret-i Ömer’in getirilmesini istiyorlardı. Bir kısmı da bunun, çeşitli sebeplerle uygun olmayacağını, başka birisinin kumandanlığa getirilmesini istiyordu. Bu sırada Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretlerinin Hevâzin’den mektubu geldi. Sa’d bin Ebî Vakkâs’ın (radıyallahü anh) isimini duyan Eshâb-ı kiramın hepsi ittifakla hazret-i Ömer’e; “İşte aradığın kimseyi buldun” dediler. Bunun üzerine hazret-i Ömer, Sa’d bin Ebî Vakkâs’ı (radıyallahü anh) Medîne’ye çağırarak, İslâm ordularına başkumandan tâyin etti. Ona; “Ey Sa’d! Sana Resûlullah’ın dayısı ve eshâbı dediklerine bakıp da gururlanma. Allahü teâlâ kötülüğü ancak iyilik ile yok eder. Allah ile kul arasında, kulluktan başka bir bağ yoktur. Allahü teâlâ onların Rabbi, onlar da, O’nun kullarıdır. Fakat ölüm anındaki durumları ve bu son nefeste ettikleri son sözleri bakımından birbirlerinden üstün olurlar. Ancak kullukla Allah katında karşılık bulur, sevâb kazanırlar. Allah’ın Resûlü ne yaptıysa, sen de öyle yap ve sabrı elden bırakma” dedi. Hazret-i Ömer, bu şekilde nasîhat ettikten sonra, Sa’d bin Ebî Vakkâs’ın (radıyallahü anh) emrine dört bin asker verdi. Hazret-i Sa’d, bu askerlerle Medine’den çıktı, İran topraklarında bulunan İslâm askerleri ile birleşerek, meşhûr Kadisiye meydan muharebesini kazandı (Bkz. Kadisiye zaferi).


Daha sonra hazret-i Ömer’in emriyle, Sâsânî Devleti’nin başşehri olan Kisrâ’nın bulunduğu Medâyin’e hareket edildi. İslâm askerinin Medâyin’e doğru yürüdüğünü duyan Yezd-i Cürd, korkudan şehri terketti. İslâm ordusu, Medâyin’e kolayca girdi. Sa’d bin Ebî Vakkâs bu fethi şu mektûbla Halîfe-i müslümîne bildirdi:


“Rahman ve Rahîrn olan Allahü teâlânın adıyla: Irak valisi Sa’d bin Ebî Vakkâs’dan, mü’minlerin emîri Ömer-ül-Fârûk’a:


Allah’ın selâmı üzerine olsun. Kendisinden başka hak mâbûd olmayan, eşi benzeri bulunmayan Allahü teâlâya hamd ve habîbi Muhammed aleyhisselâma salât ve selâm ederim. Allahü teâlâ, şeytana uyan bir kavme karşı bize zafer ihsan etti. Gözün görmediği meydanlarda at koşturmayı nasîb etti. Allahü teâlâ bize ihsanı ile muamele etti. Kisrâ’nın yurdunun büyük bir kısmını ele geçirdik. Yezd-i Cürd kaçtı. Kızı, esir olarak ele geçirildi. Bundan sonra ne yapacağımız hususunda Medâyin şehrinde, emirlerinizi bekliyorum. Allahü teâlânın selâmı bütün müslümanların üzerine olsun.”


Hazret-i Ömer, Sa’d bin Ebî Vakkâs’ın (radıyallahü anh) mektubunu aldı. Medîne’de bulunan Eshâb-ı kiram ile uzun uzun istişare etti. Haşr sûresi; 7, 8, 9,10’ncu âyetlerini delîl getirerek, arazinin eski sahiplerinde kalmasına ve araziye haraç vergisi konulmasına karâr verildi. Bunu hazret-i Ömer, şu mektûbla Sa’d bin Ebî Vakkâs’a bildirdi:


“Mektubunu aldık. Bildirdiğine göre, gaziler senden, elde ettikleri ganîmetleri ve Allahü teâlânın fey olarak kendilerine ihsan ettiği malları aralarında taksim etmeni istemişler. Benim mektubum sana ulaşınca, mes’eleye eğil. Mal, hayvan ve eşya olarak insanların sana celbettikleri ganîmetleri topla. Onları müslümanlardan hâzır bulunanlara bölüştür. Arazi ve nehirleri işleyicilerine bırak ki, onlar bütün müslümanların atiyyelerine dâhil olsun. Çünkü, arazi ve nehirleri orada bulunanlara taksim edersen, onlardan sonra geleceklere bir şey kalmaz. Ben sana, karşılaştığın kimseleri, harpten önce İslâm’a davet etmeni emretmiştim. Her kim muharebeden önce, dâvetine icabet eder de müslüman olursa, o kimse müslümanlardan bir fert sayılır. Müslümanlar için yapılması lâzım olan hak ve vecîbeler onun için de tahakkuk etmiştir. Onun da İslâm’da bir hissesi (sehmi) vardır. Her kim harp ve hezimetten sonra İslâm dâvetine icabet ederse, o da müslümanlardan bir ferttir. Lâkin onun malı müslümanlarındır. Zîrâ müslümanlar onun malını, o İslâm olmazdan önce elde etmişlerdir. İşte bu benim emrim ve sana yollanan ahdimdim.” (Bkz. Haraç).


Kadisiye Harbi ve Medâyin’in fethinde büyük ganimet elde edilmiş, Kisrâ’nın sarayları ve hazîneleri müslümanların eline geçmişti.


Medâyin’in havasının ve suyunun askerlere iyi gelmediğini anlayan hazret-i Sa’d, hazret-i Ömer’e durumu bildirdi. Halîfe, yeni bir şehir te’sis edilmesini emredince; Sa’d (radıyallahü anh), Küfe şehrini kurdu ve şehrin ilk valisi oldu.


Hazret-i Ömer, şehîd olmadan önce kendisinden sonra yerine geçecek halîfeyi seçmek için altı kişilik bir şûra teşkil edilmesini vasiyet etmişti. Bildirdiği altı kişiden biri de Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleriydi. Eğer Sa’d, halîfe seçilmezse ona bir vazife verilmesini de vasiyet etmişti. Hazret-i Osman halîfe seçilince, hazret-i Ömer’in tavsiyesine uyarak, hazret-i Sa’d-ı tekrar Küfe valiliğine tâyin etti.


Hayâtının sonlarına doğru, Medine’ye yakın Akik demlen yerde hastalandı ve orada 675 (H. 65) yılında vefat etti. Mübarek cesedi Medîne-i münevvereye götürüldü. Namazını, Medine Valisi Mervân kıldırdı. Vasiyetine uyularak Bedr harbinde giydiği elbisesi ile defnedildi. Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, Cennet’le müjdelenen on sahâbîden yâni aşere-i mübeşşereden en son vefat edendir.


Hazret-i Sa’d; heybetli, orta boyda, esmer tenli, cesur, sözü, özü doğru büyük bir zâttı. Çok cömert olup, sadeliği severdi.


Anne tarafından akraba oldukları için, Peygamberimiz, Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretlerine; “Bu benim dayımdır. Böyle bir dayısı olan varsa bana göstersin” diyerek iltifatlarda bulunurdu.


Peygamber efendimiz yine bir hadîs-i şerîflerinde; “Ebû Bekr Cennet’tedir, Talha Cennet’tedir, Zübeyr Cennet’tedir, Abdurrahmân ibni Avf Cennet’tedir, Sa’d ibni Ebî Vakkâs Cennet’tedir, Sa’îd ibni Zeyd Cennet’tedir” buyurdu.


Sa’d bin Ebî Vakkâs’dan; oğulları İbrahim, Âmir, Ömer, Muhammed, Mus’ab, Âişe-i Sıddîka, İbn-i Abbâs, Osman Mehdi, Alkame bin Kays, Ahnef bin Kays, Şureyh bin Hâni (radıyallahü anhüm) ve daha bir çokları hadîs-i şerîf rivayet etmişlerdir.


Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri buyurdu ki: Hayâtımda üç gün ağladım. Bunlardan biri, Resûl-i ekremin sallallahü aleyhi ve sellem vefat ettiği zaman, ikincisi hazret-i Osman’ın şehîd edildiği zaman, üçüncüsü de Hakk’a sığınırken”


Yine buyurdular ki: “Bir kimse gündüz hatim okursa, melekler ona akşama kadar dua eder. Gece okursa sabaha kadar dua eder.”


Karanlığı Aydınlatan Nûr

Sa’d bin Ebî Vakkâs’ın müslüman oluşu şöyle rivayet edilir: Müslüman olmadan önce bir rüya görmüştü. “Rüyasında kendisi zifiri bir karanlığın içinde iken, birden bire her tarafı aydınlatan parlak bir ay doğdu. Ayın aydınlattığı yolu tâkib ederken aynı yolda Zeyd bin Harise, hazret-i Ali ve hazret-i Ebû Bekr’in önünden ilerlediğini gördü. Kendilerine; “Siz ne zaman buraya geldiniz?” diye sorduğunda, “Şimdi” diye cevâbverdiler.” Gördüğü bu rüyadan üç gün sonra hazret-i Ebû Bekr’in kendisine islâmiyet’i anlatması üzerine, kalbinde islâmiyet’e karşı bir sevgi hâsıl oldu. Bunun üzerine hazret-i Ebû Bekr onu Peygamber efendimize götürdüğünde hiç tereddüd etmeden îmân edip, müslüman oldu.


Bizden gerî kalamazsın!

Hazret-i Sa’d, Veda Haccı’ndan sonra hastalanmış, Peygamber efendimiz kendisini ziyarete gelmişti. Sa’d hazretleri hastalığı şiddetlendiğinden dua almak için Peygamberimize; “Yâ Resûlallah! Siz Medine’ye döneceksiniz de ben burada ölüp dostlarımdan geriye mi kalacağım?” dedi. Peygamber efendimiz de; “Hayır! Sen bizden geri kalamazsın! Burada kalır da sâlih ameller işlersen, elbette onunla derecen artar, merteben yükselir. Umarım ki: Sen uzun zaman yaşıyacaksın! Öyle ki senden, bir takım kavimler faydalanacak, bir takımları da mahrum kalacak” dedi. Ve; “Yâ Rabbî! Eshâbımın Mekke’den Medine’ye dönüşünü tamamla” diyerek dua etti. Bunun üzerine iyileşti, şifâ buldu. Medine’ye döndü.


Gözleri görmez oldu!..

Sa’d bin Ebî Vakkâs’ın, ömrünün sonlarına doğru, gözleri görmez olmuştu. Bu hâlde iken Mekke’ye gelmişti. Mekke halkı etrafına toplanıp; “Bana dua et, bana dua et” deyince hepsine dua ediyordu. Abdullah bin es-Sâib anlatır: “Ben genç idim, bir ara ona yaklaştım ve kendimi tanıtmağa çalıştım. Beni tanıdı ve; “Sen Mekke’nin en iyi okurlarından birisin” dedi. Ben de; “Evet” dedikten sonra bir ara; “Amca senin duan makbul, herkese dua edip duruyorsun, kendin için dua etsen de gözlerin açılsa olmaz mı?” dedim. Sa’d gülümseyerek; “Oğlum, Allahü teâlânın benim hakkımdaki takdiri (gözümün görmemesi), gözümün görmesinden daha güzeldir” buyurdu.

İlim taleb etmek!

 Abdullah-ı İsfehânî hazretleri, İran’da yetişen evliyânın büyüklerinden ve meşhûrlarındandır. Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî’nin üç büyük talebesinden biridir. 1321 (H.721) vefât etmiştir. Şam’a ve başka yerlere gidip oralarda bulunan âlimlerden ilim öğrendi. Kendisinden de birçok kimse istifâde etti... ÎMÂNI KORUMAK İÇİN...

Abdullah-ı İsfehânî, Mısır’a giderek Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî hazretlerinin sohbet ve hizmeti ile şereflenerek, tasavvufta yetişti. Hocasının vefâtından sonra oralarda duramayıp, Mekke-i mükerremeye giderek orada yerleşti ve vefâtına kadar orada ikâmet etti...

Abdullah-ı İsfehânî hazretleri, vefatına yakın kendisinden nasîhat isteyenlere buyurdu ki:

“İlmi, ibâdete zarar gelmemesi için taleb ediniz. İbâdeti de, ilme zarar gelmemesi için isteyiniz. Kulun hakkı, ancak bu ikisiyle meşgûl olmasıdır. Akıllı kimse, îmânını korumak için, Allahü teâlânın emir ve yasaklarında gevşeklik göstermez ve sâlih amellerde kusûr etmez. Allahü teâlânın, mü’minlerin kalblerine verdiği îmân, tabîat ve hevâ zulmetiyle perdelenmiştir. Bunun açılması için perdeleri ortadan kaldıracak şeye ihtiyaç vardır. Allahü teâlâ, sâlih amellerle îmânı kuvvetlendirmek için, emir ve yasak, va’d ve vaîdlerde bulunmuştur. Kökü, yakîn toprağında bitmeyen, dalları amellerle meydana gelmeyen her îmân, Azrail aleyhisselâm can almaya geldiği zamandaki şiddetli korkular karşısında sâbit kalamaz. Böyle kişinin, sonunda îmânsız ölmesinden korkulur. Bu da ancak son nefeste ve ölüm korkuları zuhûr ettiği zaman belli olan bir durumdur. Bu hâl meydana geldiğinde, çok az insan îmânında sebât eder. Onun için akıllı kimsenin, sâlih amellerin faydasına kavuşması, Ehl-i sünnet îtikâdında olması lâzımdır. Güzel ahlâk sâhibi olmalıdır. Farzlar, sünnetleri ile birlikte yapılmalıdır. Farzların yardımcısı ve tamamlayıcısı, sünnetlerdir. Kim Kitâb ve sünnet ilmiyle, Selef-i sâlihîn ve Ehl-i sünnet yoluna göre îtikâdını düzeltmezse, çalışmaları zâyi olur. Gayreti boşa gider...


İLM-İ HÂL BİLGİSİ...

Bir iş, ancak emrolunduğu şekilde yapılırsa, ibâdet olur. Bu da ancak ilimle bilinir. Peygamber efendimiz; (İlim öğrenmek, her kadın ve erkek Müslümana farzdır) buyurdu. Bu, sâhibinin îmânını, tevhîdini, amelini sahîh kılan, mutlaka bilmesi lâzım olan ilim, ilm-i hâl bilgisidir. İnsanı tevhîde ulaştırmayan her ilim bâtıldır.”

2.Selim Han'a Atılan İftira

1871'de beşinci baskısı yapılan *(Fezleke-i Târîh-i Osmânî)* kitâbında diyor ki: 


*(2. Selîm hân, sarâydaki yangında yanıp yeniden yapılan dâireleri ve hamâmı gezerken, ayağı kayıp mermerler üzerine düşdü. Bu kazâ, ölümüne sebep oldu.)*


İslâm düşmanları, *(Sarı Selîm hamâmda zevk, safâ yaparken sarhoş olduğundan düşüp öldü)* diye gençleri aldatıyorlar. 


Uydurma târîh kitâplarında da, bu yalan ve çirkin iftirâları yazarak ecdâdımızı lekeliyorlar. 


*Evlâdları, babalarına düşman yapıyorlar.*


Hâlbuki, 2. Selîm hân *halvetiye meşâyıhinden Süleymân Âmedîden feyz almış, sâlih müslüman idi.*

 

Tam İlmihal Saadeti Ebediyye - 1149.sayfa

Sevgili kul olmanın on şartı

İslâm âlimlerinin büyüklerinden Ali Râmitenî hazretleri, Allahü teâlâ katında sevgili bir kul olabilmenin on şartı olduğunu bildirmiştir:


Birincisi; temiz olmaktır. Temizlik de iki kısma ayrılır. 1- Kalb temizliği: Kalbin iyi huylarla dolu olmasıdır. Hased etmemek, başkaları hakkında kötülük düşünmemek, Allahü teâlânın düşmanlarından nefret etmek, dostlarına da sevmek gibi cenâb-ı Hakkın beğendiği iyi huylardır. Kalb, Allahü teâlânın nazargâhıdır. Bu sebeple kalbe dünyâ sevgisi doldurmamalıdır. Haram olan yiyeceklerle beslenmemelidir. Haram yiyenin duâsı kabûl olmaz. Gönül, kalb temiz olmazsa ibâdetlerin lezzeti alınamaz, mârifete, Allahü teâlâya âit bilgilere kavuşulamaz. 2- Zâhirî temizlik: Dış görünüşün temiz olmasıdır. Bu, bütün insanların dikkat edeceği hususlardandır. Giyecek, yiyecek, içeceklerin ve kullanılacak bütün eşyâların temiz olmasıdır.


HERKESİN ÇEKTİĞİ DİLİNİN CEZASI


İkincisi; dilin temizliğidir. Dilin kötü sözlerden uzak kalması. Kur'ân-ı kerîm okuması, emr-i ma'rûf ve nehy-i münkerde bulunması, Allahü teâlânın emirlerini yapmayı ve yasaklarından kaçınmayı bildirmesi, ilim öğretmesi. Zîrâ sevgili Peygamberimiz; "İnsanlar, dilleri yüzünden Cehennem'e atılırlar." buyurdu.


Üçüncü şart; mümkün olduğu kadar kötü insanlardan uzak durmağa çalışmalıdır. Bu sebeple göz, haram şeylere bakmamış olur. Zîrâ kalb, göze tâbidir. Her harama bakış, kalb aynasını karartır.


Dördüncü şart; oruç tutmaktır. İnsan oruç tutmak sûretiyle meleklere benzemiş ve nefsini kahretmiş olur. Bununla ilgili hadîs-i kudsîde; "Oruç bana âittir. Orucun ecrini ben veririm. Sevâbı nihâyetsizdir. Muhakkak, sabrederek ölenlerin ecirleri hesapsızdır." buyrulmaktadır. Yine hadîs-i şerîfte; "Oruç, Cehennem'e kalkandır." buyuruldu. Oruç tutarak gönlü huzûra kavuşturmalı ve şeytanın yolunu kapatıp, siper hâsıl etmelidir.


Beşinci şart; Allahü teâlâyı çok hatırlamak, ismini çok söylemektir. En fazîletli olan zikir, "Lâ ilâhe illallah muhammedün resululllah"tır. Lâ ilâhe illallah diyen kimse ihlâs sâhibi olur. İhlâs; bütün işlerini Allahü teâlânın rızâsı için yapmak, dünyâya âit mal ve makamlardan hevesini kesip âhireti istemektir. İhlâslı kimse; "İlâhî! Benim maksudum sensin, seni istiyorum!" der. Nitekim Resûlullah efendimiz, "Lâ ilâhe illallah…" demenin çok fazîletli olduğunu ve günahların affedileceğini buyurdu. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, Ahzâb sûresinin kırk birinci âyet-i kerîmesinde meâlen; "Ey îmân edenler! Allah'ı çok zikrediniz." buyurdu. Nefsin arzu ve isteklerinden kurtulmak için devamlı zikretmelidir. Her işinde onu hatırlamalıdır.


Altıncı şart; iyi düşüncelere sahip olmaktır. İnsanın kalbine gelen düşünceler dört kısımdır. Bunlar; Rahmânî, melekânî, şeytânî, nefsânîdir. Rahmânî olmak; gafletten uyanmak, kötü yoldan doğru yola kavuşmaktır. Melekânî; ibâdete, tâate rağbet etmektir. Şeytânî; günahı süslemekdir, iyi göstermektir. Nefsânî de; dünyâyı taleb etmek, istemektir. Şeytânî ve nefsânî düşüncelerden kurtulmak gerekmektedir.


Yedinci şart; Allahü teâlânın hükmüne rızâ göstermek, irâdesine teslim olmaktır. Havf ve recâ, yani korku ve ümid arasında yaşamaktır. Zîrâ Allah'tan korkan kimse, günah işlemez. Ayrıca mümin, ümitsizliğe de düşmez. Allahü teâlâ, ümitsizliğe düşmemeyi emretmektedir.


İYİLERLE OLAN İYİ İNSAN OLUR!


Sekizinci şart; iyi insanlarla, sâlihlerle sohbeti seçmektir. Sâlihlerle sohbet edildiği takdirde, günahlara perde çekilir, haramlar gözüne kötü görünür.


Dokuzuncu şart; iyi ve güzel hasletlerle bezenmektir. Bu da, her şeyi yaratan Allahü teâlânın ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Çünkü Peygamber efendimiz; "Allahü teâlânın ahlâkıyla ahlâklanınız." buyurdu.


Onuncu şart, helâl ve temiz lokma yemektir. Bu da farzlardandır. Nitekim Allahü teâlâ, Bekara sûresinin yüz altmış sekizinci ayet-i kerîmesinde meâlen; "Yeryüzündekilerden helâl ve temiz olanını yiyiniz." buyurmaktadır. Peygamber efendimiz ise; "İbâdet on cüzdür. Dokuzu helâlı taleb etmektir." Geriye kalan bütün ibâdetler bir cüzdür. Helâl yemeyen kimse, Allahü teâlâya itâat etme gücünü kendisinde bulamaz. Helâl yiyen kimse de, Allahü teâlâya isyânkâr olmaz. Helâl ve temiz yer, isrâf etmez.