SA’D BİN EBÎ VAKKÂS (radıyallahü anh)

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin; “...Sa’d ibni Ebî Vakkâs Cennet’tedir...” buyurarak daha dünyâda iken Cennet’le müjdelediği on Sahâbîden biri, okçuların serdârı, İran’ı fetheden meşhûr kumandan. İsmi Sa’d, künyesi Ebû İshak’dır. Babasının adı Mâlik ve künyesi Ebû Vakkâs’dır. Babasının adı yerine künyesi kullanılmaktadır, ilk müslüman olanların yedincisidir. Hicretten 30 yıl önce Mekke’de doğdu. On yedi yaşında hazret-i Ebû Bekr vasıtasıyla müslüman oldu.


Nesebi baba ve anne tarafından Peygamber efendimizle birleşir. Babası Mâlik bin Üheyb bin Abdi Menaf bin Zühre bin Kilâb-i Kureyşî’dir. Annesi, Zühreoğullarından Hamne binti Ebî Süfyân’dır. Annesi, oğlunun müslüman olduğunu duyunca çok kızmış, onu İslâm dîninden döndürebilmek için çeşitli yollara baş vurmuştu. Oğlu Sa’d’in kendisine karşı saygısını ve bağlılığını bildiğinden, İslâm dîninden döndürebilmek için; “Allah’ın sana hısım ve akraba ile ilgilenmeyi, anne babaya dâima iyilik etmeyi emrettiğini söyleyen sen değil misin?” dediğinde, hazret-i Sa’d; “Evet” dedi. Bunun üzerine annesi asıl maksadını bildirmek için şöyle söyledi:


“Yâ Sa’d! Vallahi, sen Muhammed’in getirdiklerini inkâr etmedikçe, ben açlık ve susuzluktan helak oluncaya kadar ağzıma bir şey almayacağım. Sen de bu yüzden anne katili olarak insanlarca ayıplanacaksın.” O güne kadar annesinin her isteğine boyun eğmiş, bir dediğini iki etmemişti. Allahü teâlâ ve Resûlüne sallallahü aleyhi ve sellem bütün kalbi ile inanmış ve bağlanmış olduğundan îmân kuvveti üstün geldi; annesinin isteğini kabul etmedi. Annesinin yiyip içmediğini ve bunda inat ettiğini görünce; “Ey anne! Senin yüz canın olsa ve her birini İslâmiyet’i bırakmam için versen, ben yine dînimden vaz geçmem. Artık ister ye, ister yeme.” dedi. Annesi hazret-i Sa’d’ın dînine bağlılığını, îmânındaki sebatını görünce şaşırdı, çaresiz kaldı. Yemeye ve içmeye tekrar başladı.


Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri ile annesi arasında geçen bu hâdiseden sonra, Allahü teâlâ evlâdın anneye ve babaya hangi hâllerde tâbi olup hangi hâllerde olmayacağını bildiren Ankebût sûresi, sekizinci âyeti kerîmesini göndererek, meâlen; “Biz insana, ana ve babasına iyilikte bulunmasını tavsiye ettik. Eğer onlar, hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşman için uğraşırlarsa onlara (o şirkleri hususunda) itaat etme! Dönüşünüz ancak banadır. Binâenaleyh ne yapar idiyseniz (karşılığını) size haber vereceğim.” buyurdu.


İslâmiyet’in, ilk yıllarında müslümanlar müşriklerden çok eza ve cefâ görüyorlardı. Hazret-i Sa’d da çok eziyet çekmişti. Eshâb-ı kiram ibâdetlerini serbestçe yapamıyorlardı. Hazret-i Sa’d ilk müslüman olan Sahâbîlerden birkaçı ile beraber, Mekke’de Ebû Düb denilen bir vadide namaz kılmakta idiler. Müşriklerin ileri gelenlerinden Ebû Süfyân, bir kaç müşrikle beraber yanlarına gelerek onların namazlarıyla alay etmeye ve kötülemeye başladı. (Ebû Süfyân, o sırada henüz müslüman olmamıştı). Bunun üzerine birbirlerine girdiler. Hazret-i Sa’d, eline geçirdiği bir deve kemiğiyle onlardan birinin başını yardı. Bunu gören diğer müşrikler korkuya kapılıp kaçtılar. Böylece hazret-i Sa’d, Allah yolunda, ilk kâfir kanı döken sahâbî oldu.


Hazret-i Sa’d bütün gazalarda ve bir çok seriyyelerde bulundu. Savaşlarda çok kahramanlıklar gösterdi. Mekkeli müslümanların üç bayrağı bulunuyordu. Bunlardan biri kendisine verilmiş, müslümanların bayraktarlığını yapmıştır. Bedr harbinde, büyük kahramanlık göstermiş, düşman tarafında bulunan, müşriklerin en başta gelen kumandanı ve en azılı din düşmanı Sa’d bin el-As’ı öldürmüştür.


Uhud harbinde, müslümanların sıkışık durumlarında büyük bir metanetle Peygamber efendimizin yanından hiç ayrılmayıp, düşmana karşı savaşmıştır. Hazret-i Sa’d ok atmakta çok maharetliydi. Attığı her ok isabet ediyordu, islâmiyet’te, Allah yolunda ilk ok atan sahâbî olup, okçuların (kemankeşlerin) reisiydi. Uhud harbinde, 1000’den fazla ok attı. Peygamberimiz tarafından iltifat ve dualara mazhâr oldu. Peygamberimiz ok atarken ona; “At yâ Sa’d! Anam, babam sana feda olsun!” buyurmuş, her ok atışında; “İlahî bu senin okundur. Atışını doğrult.” “Allah’ım sana dua ettiğinde Sa’d’ın duasını kabul eyle.” diye dua etmiştir. Peygamber efendimizin hayâtında, “Anam, babam sana feda olsun.” diye sâdece hazret-i Sa’d için dua ettiğini, bunun dışında hiç bir kimseye böyle duada bulunmadığını hazret-i Ali bildirmiştir.


Hazret-i Aişe anlatır: Resûlullah efendimiz, gazvelerin birinde, geceleyin Medîne’ye dönüp geldiğinde; “Ne olurdu, sâlih bir kimse beni korumağı üzerine alsaydı!” buyurdu. Birden bir silâh şakırtısı duyduk. “Bu kimdir?” buyurdu. “Benim! Sa’d bin Ebî Vakkâs” dedi. Peygamberimiz; “Seni buraya hangi şey getirdi” yâni buraya niçin geldin? buyurdu. Hazret-i Sa’d; “İçimden bir ses, Resûlullah yalnızdır, korkarım ki, din düşmanları O’na sıkıntı ve eziyet verirler dedi. Korumağa ve hizmet etmeğe geldim” dedi. Bunun üzerine, Resûlullah ona dua etti ve uyudu.


Hazret-i Ebû Bekr, halîfe seçilince ilk bîât edenler arasında olmuştur. Hazret-i Ömer zamanında, Hevâzin bölgesine zekât toplamak için gönderilmişti. Bu sırada İran taraflarındaki hâdiseler büyüyünce, hem bunları önlemek, hem de düşmana ders vermek için bir ordu hazırlandı. Ordunun başına kimin geçirilmesi gerektiği hususunda fikir alış verişinde bulunuldu. Bâzıları bizzat kumandanlığa Halîfe hazret-i Ömer’in getirilmesini istiyorlardı. Bir kısmı da bunun, çeşitli sebeplerle uygun olmayacağını, başka birisinin kumandanlığa getirilmesini istiyordu. Bu sırada Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretlerinin Hevâzin’den mektubu geldi. Sa’d bin Ebî Vakkâs’ın (radıyallahü anh) isimini duyan Eshâb-ı kiramın hepsi ittifakla hazret-i Ömer’e; “İşte aradığın kimseyi buldun” dediler. Bunun üzerine hazret-i Ömer, Sa’d bin Ebî Vakkâs’ı (radıyallahü anh) Medîne’ye çağırarak, İslâm ordularına başkumandan tâyin etti. Ona; “Ey Sa’d! Sana Resûlullah’ın dayısı ve eshâbı dediklerine bakıp da gururlanma. Allahü teâlâ kötülüğü ancak iyilik ile yok eder. Allah ile kul arasında, kulluktan başka bir bağ yoktur. Allahü teâlâ onların Rabbi, onlar da, O’nun kullarıdır. Fakat ölüm anındaki durumları ve bu son nefeste ettikleri son sözleri bakımından birbirlerinden üstün olurlar. Ancak kullukla Allah katında karşılık bulur, sevâb kazanırlar. Allah’ın Resûlü ne yaptıysa, sen de öyle yap ve sabrı elden bırakma” dedi. Hazret-i Ömer, bu şekilde nasîhat ettikten sonra, Sa’d bin Ebî Vakkâs’ın (radıyallahü anh) emrine dört bin asker verdi. Hazret-i Sa’d, bu askerlerle Medine’den çıktı, İran topraklarında bulunan İslâm askerleri ile birleşerek, meşhûr Kadisiye meydan muharebesini kazandı (Bkz. Kadisiye zaferi).


Daha sonra hazret-i Ömer’in emriyle, Sâsânî Devleti’nin başşehri olan Kisrâ’nın bulunduğu Medâyin’e hareket edildi. İslâm askerinin Medâyin’e doğru yürüdüğünü duyan Yezd-i Cürd, korkudan şehri terketti. İslâm ordusu, Medâyin’e kolayca girdi. Sa’d bin Ebî Vakkâs bu fethi şu mektûbla Halîfe-i müslümîne bildirdi:


“Rahman ve Rahîrn olan Allahü teâlânın adıyla: Irak valisi Sa’d bin Ebî Vakkâs’dan, mü’minlerin emîri Ömer-ül-Fârûk’a:


Allah’ın selâmı üzerine olsun. Kendisinden başka hak mâbûd olmayan, eşi benzeri bulunmayan Allahü teâlâya hamd ve habîbi Muhammed aleyhisselâma salât ve selâm ederim. Allahü teâlâ, şeytana uyan bir kavme karşı bize zafer ihsan etti. Gözün görmediği meydanlarda at koşturmayı nasîb etti. Allahü teâlâ bize ihsanı ile muamele etti. Kisrâ’nın yurdunun büyük bir kısmını ele geçirdik. Yezd-i Cürd kaçtı. Kızı, esir olarak ele geçirildi. Bundan sonra ne yapacağımız hususunda Medâyin şehrinde, emirlerinizi bekliyorum. Allahü teâlânın selâmı bütün müslümanların üzerine olsun.”


Hazret-i Ömer, Sa’d bin Ebî Vakkâs’ın (radıyallahü anh) mektubunu aldı. Medîne’de bulunan Eshâb-ı kiram ile uzun uzun istişare etti. Haşr sûresi; 7, 8, 9,10’ncu âyetlerini delîl getirerek, arazinin eski sahiplerinde kalmasına ve araziye haraç vergisi konulmasına karâr verildi. Bunu hazret-i Ömer, şu mektûbla Sa’d bin Ebî Vakkâs’a bildirdi:


“Mektubunu aldık. Bildirdiğine göre, gaziler senden, elde ettikleri ganîmetleri ve Allahü teâlânın fey olarak kendilerine ihsan ettiği malları aralarında taksim etmeni istemişler. Benim mektubum sana ulaşınca, mes’eleye eğil. Mal, hayvan ve eşya olarak insanların sana celbettikleri ganîmetleri topla. Onları müslümanlardan hâzır bulunanlara bölüştür. Arazi ve nehirleri işleyicilerine bırak ki, onlar bütün müslümanların atiyyelerine dâhil olsun. Çünkü, arazi ve nehirleri orada bulunanlara taksim edersen, onlardan sonra geleceklere bir şey kalmaz. Ben sana, karşılaştığın kimseleri, harpten önce İslâm’a davet etmeni emretmiştim. Her kim muharebeden önce, dâvetine icabet eder de müslüman olursa, o kimse müslümanlardan bir fert sayılır. Müslümanlar için yapılması lâzım olan hak ve vecîbeler onun için de tahakkuk etmiştir. Onun da İslâm’da bir hissesi (sehmi) vardır. Her kim harp ve hezimetten sonra İslâm dâvetine icabet ederse, o da müslümanlardan bir ferttir. Lâkin onun malı müslümanlarındır. Zîrâ müslümanlar onun malını, o İslâm olmazdan önce elde etmişlerdir. İşte bu benim emrim ve sana yollanan ahdimdim.” (Bkz. Haraç).


Kadisiye Harbi ve Medâyin’in fethinde büyük ganimet elde edilmiş, Kisrâ’nın sarayları ve hazîneleri müslümanların eline geçmişti.


Medâyin’in havasının ve suyunun askerlere iyi gelmediğini anlayan hazret-i Sa’d, hazret-i Ömer’e durumu bildirdi. Halîfe, yeni bir şehir te’sis edilmesini emredince; Sa’d (radıyallahü anh), Küfe şehrini kurdu ve şehrin ilk valisi oldu.


Hazret-i Ömer, şehîd olmadan önce kendisinden sonra yerine geçecek halîfeyi seçmek için altı kişilik bir şûra teşkil edilmesini vasiyet etmişti. Bildirdiği altı kişiden biri de Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleriydi. Eğer Sa’d, halîfe seçilmezse ona bir vazife verilmesini de vasiyet etmişti. Hazret-i Osman halîfe seçilince, hazret-i Ömer’in tavsiyesine uyarak, hazret-i Sa’d-ı tekrar Küfe valiliğine tâyin etti.


Hayâtının sonlarına doğru, Medine’ye yakın Akik demlen yerde hastalandı ve orada 675 (H. 65) yılında vefat etti. Mübarek cesedi Medîne-i münevvereye götürüldü. Namazını, Medine Valisi Mervân kıldırdı. Vasiyetine uyularak Bedr harbinde giydiği elbisesi ile defnedildi. Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, Cennet’le müjdelenen on sahâbîden yâni aşere-i mübeşşereden en son vefat edendir.


Hazret-i Sa’d; heybetli, orta boyda, esmer tenli, cesur, sözü, özü doğru büyük bir zâttı. Çok cömert olup, sadeliği severdi.


Anne tarafından akraba oldukları için, Peygamberimiz, Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretlerine; “Bu benim dayımdır. Böyle bir dayısı olan varsa bana göstersin” diyerek iltifatlarda bulunurdu.


Peygamber efendimiz yine bir hadîs-i şerîflerinde; “Ebû Bekr Cennet’tedir, Talha Cennet’tedir, Zübeyr Cennet’tedir, Abdurrahmân ibni Avf Cennet’tedir, Sa’d ibni Ebî Vakkâs Cennet’tedir, Sa’îd ibni Zeyd Cennet’tedir” buyurdu.


Sa’d bin Ebî Vakkâs’dan; oğulları İbrahim, Âmir, Ömer, Muhammed, Mus’ab, Âişe-i Sıddîka, İbn-i Abbâs, Osman Mehdi, Alkame bin Kays, Ahnef bin Kays, Şureyh bin Hâni (radıyallahü anhüm) ve daha bir çokları hadîs-i şerîf rivayet etmişlerdir.


Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri buyurdu ki: Hayâtımda üç gün ağladım. Bunlardan biri, Resûl-i ekremin sallallahü aleyhi ve sellem vefat ettiği zaman, ikincisi hazret-i Osman’ın şehîd edildiği zaman, üçüncüsü de Hakk’a sığınırken”


Yine buyurdular ki: “Bir kimse gündüz hatim okursa, melekler ona akşama kadar dua eder. Gece okursa sabaha kadar dua eder.”


Karanlığı Aydınlatan Nûr

Sa’d bin Ebî Vakkâs’ın müslüman oluşu şöyle rivayet edilir: Müslüman olmadan önce bir rüya görmüştü. “Rüyasında kendisi zifiri bir karanlığın içinde iken, birden bire her tarafı aydınlatan parlak bir ay doğdu. Ayın aydınlattığı yolu tâkib ederken aynı yolda Zeyd bin Harise, hazret-i Ali ve hazret-i Ebû Bekr’in önünden ilerlediğini gördü. Kendilerine; “Siz ne zaman buraya geldiniz?” diye sorduğunda, “Şimdi” diye cevâbverdiler.” Gördüğü bu rüyadan üç gün sonra hazret-i Ebû Bekr’in kendisine islâmiyet’i anlatması üzerine, kalbinde islâmiyet’e karşı bir sevgi hâsıl oldu. Bunun üzerine hazret-i Ebû Bekr onu Peygamber efendimize götürdüğünde hiç tereddüd etmeden îmân edip, müslüman oldu.


Bizden gerî kalamazsın!

Hazret-i Sa’d, Veda Haccı’ndan sonra hastalanmış, Peygamber efendimiz kendisini ziyarete gelmişti. Sa’d hazretleri hastalığı şiddetlendiğinden dua almak için Peygamberimize; “Yâ Resûlallah! Siz Medine’ye döneceksiniz de ben burada ölüp dostlarımdan geriye mi kalacağım?” dedi. Peygamber efendimiz de; “Hayır! Sen bizden geri kalamazsın! Burada kalır da sâlih ameller işlersen, elbette onunla derecen artar, merteben yükselir. Umarım ki: Sen uzun zaman yaşıyacaksın! Öyle ki senden, bir takım kavimler faydalanacak, bir takımları da mahrum kalacak” dedi. Ve; “Yâ Rabbî! Eshâbımın Mekke’den Medine’ye dönüşünü tamamla” diyerek dua etti. Bunun üzerine iyileşti, şifâ buldu. Medine’ye döndü.


Gözleri görmez oldu!..

Sa’d bin Ebî Vakkâs’ın, ömrünün sonlarına doğru, gözleri görmez olmuştu. Bu hâlde iken Mekke’ye gelmişti. Mekke halkı etrafına toplanıp; “Bana dua et, bana dua et” deyince hepsine dua ediyordu. Abdullah bin es-Sâib anlatır: “Ben genç idim, bir ara ona yaklaştım ve kendimi tanıtmağa çalıştım. Beni tanıdı ve; “Sen Mekke’nin en iyi okurlarından birisin” dedi. Ben de; “Evet” dedikten sonra bir ara; “Amca senin duan makbul, herkese dua edip duruyorsun, kendin için dua etsen de gözlerin açılsa olmaz mı?” dedim. Sa’d gülümseyerek; “Oğlum, Allahü teâlânın benim hakkımdaki takdiri (gözümün görmemesi), gözümün görmesinden daha güzeldir” buyurdu.

İlim taleb etmek!

 Abdullah-ı İsfehânî hazretleri, İran’da yetişen evliyânın büyüklerinden ve meşhûrlarındandır. Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî’nin üç büyük talebesinden biridir. 1321 (H.721) vefât etmiştir. Şam’a ve başka yerlere gidip oralarda bulunan âlimlerden ilim öğrendi. Kendisinden de birçok kimse istifâde etti... ÎMÂNI KORUMAK İÇİN...

Abdullah-ı İsfehânî, Mısır’a giderek Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî hazretlerinin sohbet ve hizmeti ile şereflenerek, tasavvufta yetişti. Hocasının vefâtından sonra oralarda duramayıp, Mekke-i mükerremeye giderek orada yerleşti ve vefâtına kadar orada ikâmet etti...

Abdullah-ı İsfehânî hazretleri, vefatına yakın kendisinden nasîhat isteyenlere buyurdu ki:

“İlmi, ibâdete zarar gelmemesi için taleb ediniz. İbâdeti de, ilme zarar gelmemesi için isteyiniz. Kulun hakkı, ancak bu ikisiyle meşgûl olmasıdır. Akıllı kimse, îmânını korumak için, Allahü teâlânın emir ve yasaklarında gevşeklik göstermez ve sâlih amellerde kusûr etmez. Allahü teâlânın, mü’minlerin kalblerine verdiği îmân, tabîat ve hevâ zulmetiyle perdelenmiştir. Bunun açılması için perdeleri ortadan kaldıracak şeye ihtiyaç vardır. Allahü teâlâ, sâlih amellerle îmânı kuvvetlendirmek için, emir ve yasak, va’d ve vaîdlerde bulunmuştur. Kökü, yakîn toprağında bitmeyen, dalları amellerle meydana gelmeyen her îmân, Azrail aleyhisselâm can almaya geldiği zamandaki şiddetli korkular karşısında sâbit kalamaz. Böyle kişinin, sonunda îmânsız ölmesinden korkulur. Bu da ancak son nefeste ve ölüm korkuları zuhûr ettiği zaman belli olan bir durumdur. Bu hâl meydana geldiğinde, çok az insan îmânında sebât eder. Onun için akıllı kimsenin, sâlih amellerin faydasına kavuşması, Ehl-i sünnet îtikâdında olması lâzımdır. Güzel ahlâk sâhibi olmalıdır. Farzlar, sünnetleri ile birlikte yapılmalıdır. Farzların yardımcısı ve tamamlayıcısı, sünnetlerdir. Kim Kitâb ve sünnet ilmiyle, Selef-i sâlihîn ve Ehl-i sünnet yoluna göre îtikâdını düzeltmezse, çalışmaları zâyi olur. Gayreti boşa gider...


İLM-İ HÂL BİLGİSİ...

Bir iş, ancak emrolunduğu şekilde yapılırsa, ibâdet olur. Bu da ancak ilimle bilinir. Peygamber efendimiz; (İlim öğrenmek, her kadın ve erkek Müslümana farzdır) buyurdu. Bu, sâhibinin îmânını, tevhîdini, amelini sahîh kılan, mutlaka bilmesi lâzım olan ilim, ilm-i hâl bilgisidir. İnsanı tevhîde ulaştırmayan her ilim bâtıldır.”

2.Selim Han'a Atılan İftira

1871'de beşinci baskısı yapılan *(Fezleke-i Târîh-i Osmânî)* kitâbında diyor ki: 


*(2. Selîm hân, sarâydaki yangında yanıp yeniden yapılan dâireleri ve hamâmı gezerken, ayağı kayıp mermerler üzerine düşdü. Bu kazâ, ölümüne sebep oldu.)*


İslâm düşmanları, *(Sarı Selîm hamâmda zevk, safâ yaparken sarhoş olduğundan düşüp öldü)* diye gençleri aldatıyorlar. 


Uydurma târîh kitâplarında da, bu yalan ve çirkin iftirâları yazarak ecdâdımızı lekeliyorlar. 


*Evlâdları, babalarına düşman yapıyorlar.*


Hâlbuki, 2. Selîm hân *halvetiye meşâyıhinden Süleymân Âmedîden feyz almış, sâlih müslüman idi.*

 

Tam İlmihal Saadeti Ebediyye - 1149.sayfa

Sevgili kul olmanın on şartı

İslâm âlimlerinin büyüklerinden Ali Râmitenî hazretleri, Allahü teâlâ katında sevgili bir kul olabilmenin on şartı olduğunu bildirmiştir:


Birincisi; temiz olmaktır. Temizlik de iki kısma ayrılır. 1- Kalb temizliği: Kalbin iyi huylarla dolu olmasıdır. Hased etmemek, başkaları hakkında kötülük düşünmemek, Allahü teâlânın düşmanlarından nefret etmek, dostlarına da sevmek gibi cenâb-ı Hakkın beğendiği iyi huylardır. Kalb, Allahü teâlânın nazargâhıdır. Bu sebeple kalbe dünyâ sevgisi doldurmamalıdır. Haram olan yiyeceklerle beslenmemelidir. Haram yiyenin duâsı kabûl olmaz. Gönül, kalb temiz olmazsa ibâdetlerin lezzeti alınamaz, mârifete, Allahü teâlâya âit bilgilere kavuşulamaz. 2- Zâhirî temizlik: Dış görünüşün temiz olmasıdır. Bu, bütün insanların dikkat edeceği hususlardandır. Giyecek, yiyecek, içeceklerin ve kullanılacak bütün eşyâların temiz olmasıdır.


HERKESİN ÇEKTİĞİ DİLİNİN CEZASI


İkincisi; dilin temizliğidir. Dilin kötü sözlerden uzak kalması. Kur'ân-ı kerîm okuması, emr-i ma'rûf ve nehy-i münkerde bulunması, Allahü teâlânın emirlerini yapmayı ve yasaklarından kaçınmayı bildirmesi, ilim öğretmesi. Zîrâ sevgili Peygamberimiz; "İnsanlar, dilleri yüzünden Cehennem'e atılırlar." buyurdu.


Üçüncü şart; mümkün olduğu kadar kötü insanlardan uzak durmağa çalışmalıdır. Bu sebeple göz, haram şeylere bakmamış olur. Zîrâ kalb, göze tâbidir. Her harama bakış, kalb aynasını karartır.


Dördüncü şart; oruç tutmaktır. İnsan oruç tutmak sûretiyle meleklere benzemiş ve nefsini kahretmiş olur. Bununla ilgili hadîs-i kudsîde; "Oruç bana âittir. Orucun ecrini ben veririm. Sevâbı nihâyetsizdir. Muhakkak, sabrederek ölenlerin ecirleri hesapsızdır." buyrulmaktadır. Yine hadîs-i şerîfte; "Oruç, Cehennem'e kalkandır." buyuruldu. Oruç tutarak gönlü huzûra kavuşturmalı ve şeytanın yolunu kapatıp, siper hâsıl etmelidir.


Beşinci şart; Allahü teâlâyı çok hatırlamak, ismini çok söylemektir. En fazîletli olan zikir, "Lâ ilâhe illallah muhammedün resululllah"tır. Lâ ilâhe illallah diyen kimse ihlâs sâhibi olur. İhlâs; bütün işlerini Allahü teâlânın rızâsı için yapmak, dünyâya âit mal ve makamlardan hevesini kesip âhireti istemektir. İhlâslı kimse; "İlâhî! Benim maksudum sensin, seni istiyorum!" der. Nitekim Resûlullah efendimiz, "Lâ ilâhe illallah…" demenin çok fazîletli olduğunu ve günahların affedileceğini buyurdu. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, Ahzâb sûresinin kırk birinci âyet-i kerîmesinde meâlen; "Ey îmân edenler! Allah'ı çok zikrediniz." buyurdu. Nefsin arzu ve isteklerinden kurtulmak için devamlı zikretmelidir. Her işinde onu hatırlamalıdır.


Altıncı şart; iyi düşüncelere sahip olmaktır. İnsanın kalbine gelen düşünceler dört kısımdır. Bunlar; Rahmânî, melekânî, şeytânî, nefsânîdir. Rahmânî olmak; gafletten uyanmak, kötü yoldan doğru yola kavuşmaktır. Melekânî; ibâdete, tâate rağbet etmektir. Şeytânî; günahı süslemekdir, iyi göstermektir. Nefsânî de; dünyâyı taleb etmek, istemektir. Şeytânî ve nefsânî düşüncelerden kurtulmak gerekmektedir.


Yedinci şart; Allahü teâlânın hükmüne rızâ göstermek, irâdesine teslim olmaktır. Havf ve recâ, yani korku ve ümid arasında yaşamaktır. Zîrâ Allah'tan korkan kimse, günah işlemez. Ayrıca mümin, ümitsizliğe de düşmez. Allahü teâlâ, ümitsizliğe düşmemeyi emretmektedir.


İYİLERLE OLAN İYİ İNSAN OLUR!


Sekizinci şart; iyi insanlarla, sâlihlerle sohbeti seçmektir. Sâlihlerle sohbet edildiği takdirde, günahlara perde çekilir, haramlar gözüne kötü görünür.


Dokuzuncu şart; iyi ve güzel hasletlerle bezenmektir. Bu da, her şeyi yaratan Allahü teâlânın ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Çünkü Peygamber efendimiz; "Allahü teâlânın ahlâkıyla ahlâklanınız." buyurdu.


Onuncu şart, helâl ve temiz lokma yemektir. Bu da farzlardandır. Nitekim Allahü teâlâ, Bekara sûresinin yüz altmış sekizinci ayet-i kerîmesinde meâlen; "Yeryüzündekilerden helâl ve temiz olanını yiyiniz." buyurmaktadır. Peygamber efendimiz ise; "İbâdet on cüzdür. Dokuzu helâlı taleb etmektir." Geriye kalan bütün ibâdetler bir cüzdür. Helâl yemeyen kimse, Allahü teâlâya itâat etme gücünü kendisinde bulamaz. Helâl yiyen kimse de, Allahü teâlâya isyânkâr olmaz. Helâl ve temiz yer, isrâf etmez.

EBÛ ZER GIFÂRÎ ( radıyallahü anh )

Meşhûr Sahâbî. İlk müslüman olanlardandır. İsmi, Cündeb bin Cünâdedir. Müslüman olmadan önce künyesi Ebû Memle idi. Müslüman olunca Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) Ona Ebû Zer künyesini verdi. Lakabı Mesih-ül-İslâm’dır. Benî Gıfar kabilesinden olup, doğum târihi bilinmemektedir. 32 (m. 652) senesinde Medine civarındaki Rebeze denilen yerde vefât etti.


Ebû Zer Gıfârî, Mekke’nin ticâret yolu üzerinde yaşamakta olan Benî Gıfâr kabilesindendir. Bunlar Arabistan’da bulunan diğer kabileler gibi cahiliyye devrinin her çeşit kötülüğünü işliyor ve putlara tapıyordu. Ticâret kervanlarını çevirip, yağmacılık yapmalarıyla tanınmışlardı. Ebû Zer Gıfârî de çevresinin tesiriyle bir müddet kervan soygunlarına katılmıştı. Kavmi arasında atılganlığı ve cesâreti ile şöhret bulmuş, gücü kuvveti ve yiğitliği ile o çevrede pek meşhûr olmuştu. Fakat o bütün bunlardan bir tad almıyor, zavallı insanların elleriyle yonttuğu putlara ilâh diyerek tapmasına şaşıyor, putlardan nefret ediyordu. Nihâyet bir gün herşeyin tek bir yaratıcısı olduğuna inanarak, yol kesme işinden vazgeçti. İnsanlardan uzak bir hayat yaşamaya ve Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için kendisine yol gösterecek bir rehber aramaya, başladı. Üç sene böylece devam etti. Ebû Zer Gıfârî hidâyete adım adım yaklaşmakta iken, Muhammed aleyhisselâm’a Allahü teâlâ tarafından peygamberlik verilmişti. Artık insanlar birer ikişer müslüman olmakla şerefleniyor, İslâmın nûru âlemi aydınlatmaya başlıyordu. İslâmın doğuş haberi gün geçtikçe çevrede yayılıyor, müşrikler ise engellemek için çareler arıyordu. Nihâyet bu haber Benî Gıfâr kabilesinin yurduna da ulaşmıştı. Mekke’den gelen biri, Ebû Zer Gıfârî’nin “Lâ ilahe illallah” dediğini işitince, Mekke’de bir zât var, senin söylediğin gibi “Lâ ilahe illallah” diyor ve Peygamber olduğunu bildiriyor, dedi. Hangi kabileden olduğunu sordu. Kureyş’tendir dedi. Ebû Zer Gıfârî bu haberi işitir işitmez kardeşi Üneysi Mekke’ye gönderip bir haber getirmesini istedi. Üneys, Mekke’ye gidip, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) mübârek cemâli, sohbeti ve ihsânları ile şereflendi. Hayran kaldı. Sonra tekrar memleketine döndü. Kardeşi Ebû Zer hazretleri (Ne haber getirdin) diye sorunca, (Efendimiz, Vallahi öyle yüce bir zâtı gördüm ki, hep hayrı, iyiliği emr edip, kötülüklerden sakındırıyor) dedi. Ebû Zer Gıfârî, peki insanlar onun hakkında ne diyorlar dedi. Zamanın meşhûr şairlerinden olan kardeşi Üneys şöyle cevap verdi: “Şair, kâhin, sihirbaz diyorlar. Fakat onun söyledikleri ne kâhinlerin sözüne ne de sihirbazların sözüne benzemiyor. O’nun söylediklerini şairlerin her çeşit şiirleriyle karşılaştırdım. Onlara hiç benzemiyor, hiç kimsenin sözüyle ölçülemez. Vallahi o zât hakkı bildiriyor, doğruyu söylüyor. Ona inanmayanlar yalancı ve sapıklık içindedirler.” dedi.


Ebû Zer Gıfârî kardeşinin getirdiği haber üzerine hemen Mekke’ye gitmeye ve Peygamberimizi ( aleyhisselâm ) görüp müslüman olmaya karar verdi. Eline bir değnek ve biraz da azık alarak büyük bir şevkle Mekke yoluna düştü. Mekkeye varınca halini kimseye anlatmadı. Çünkü bu sırada müşrikler Peygamberimize ( aleyhisselâm ) ve yeni müslüman olanlara şiddetli düşmanlık yapıyorlar ve bu düşmanlıklarını safha safha ilerletiyorlardı. Bilhassa müslüman olup da, kimsesiz ve garip olanlara işkence yapıyorlardı. Ebû Zer Gıfârî de Mekke’de kimseyi tanımıyordu. Garip ve yabancı idi. Bu bakımdan kimseye bir şey sormadan Kâ’be’nin yanına varıp oturmuştu. Peygamberimizi ( aleyhisselâm ) görmek için fırsat kolluyor, nerede olduğunu öğrenmek için bir işâret arıyordu.


Akşam üstü bir sokak köşesine çekildi. Hazreti Ali, Ebû Zer’i gördü. Garip olduğunu anlayarak alıp evine götürdü. Halinden bir şey sormadığı gibi Hazreti Ebû Zer de sırrını açmadı. Sabah olunca tekrar Kâ’be’ye gitti. Akşama kadar dolaştığı halde hiçbir ipucu elde edemedi. Eski oturduğu köşeye gelip oturdu. Hazreti Ali, o gece yine oradan geçerken, Ebû Zer’i görünce (Bu biçare hâlâ evini öğrenememiş) diyerek tekrar evine götürdü. Sabahleyin yine Beytullaha gitti, sonra oturduğu köşeye çekildi. Hazreti Ali tekrar evine davet edip götürdü. Nereden ve niçin geldiğini sordu. Ebû Zer hazretleri de, (Eğer bana doğru bilgi vereceğine kat’î söz verirsen, söylerim dedi. Hazreti Ali söyle halini kimseye açmam deyince Ebû Zer Gıfârî işittim ki, burada bir Peygamber çıkmış, onunla görüşmek ve ona kavuşmak için buraya geldim. Hazreti Ali sen doğruyu buldun, akıllılık ettin. Şimdi ben o zâtın yanına gidiyorum. Beni takip et benim girdiğim eve sen de peşimden gir dedi. Ebû Zer Gıfâ’ri, Hazreti Ali’yi takip edip, onunla birlikte Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) mübârek yüzünü görmekle şereflendi. Ve hemen “Esselâmü aleyküm” diyerek selâm verdi. Bu selâm İslâm’da verilen ilk selâm ve Ebû Zer Gıfârî de ilk selâmlayan kimse oldu. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) selâmına cevap verip, “Allahın rahmeti üzerine olsun” buyurdu. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), “Sen kimsin?” diye sorunca ben Gıfâr kabilesindenim dedi. “Ne zamandan beri buradasın?” buyurdu. Üç gün üç geceden beri buradayım. “Seni kim doyurdu?” buyurunca Zemzem’den başka bir yiyecek, içecek bulamadım. Zemzemi içtikçe hiç açlık ve susuzluk duymadım, dedi. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), “Zemzem mübârektir. Aç olanı doyurur.” buyurdu. Bundan sonra Ebû Zer Gıfârî, Peygamberimize ( aleyhisselâm ) bana İslâmı bildir dedi. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) Ona Kelime-i şehâdeti okudu o da söyleyip, müslüman oldu. O ilk müslüman olanların beşincisidir.


Ebû Zer Gıfârî hazretleri müslüman olduktan sonra Kâ’be yanına gidip, yüksek sesle, “Eşhedü enlâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” dedi. Bunu işiten müşrikler hemen üzerine hücum ettiler. Taş sopa ve kemik parçaları vurarak öyle dövdüler ki, kanlar içinde kaldı. Bu hâli gören Hazreti Abbas bırakın bu adamı öldüreceksiniz! O sizin ticâret kervanınızın geçtiği yol üzerinde oturan bir kabiledendir. Bir daha oradan nasıl geçeceksiniz dedi. Ebû Zer hazretlerini müşriklerin elinden kurtardı. Müslüman olmakla şereflenmenin verdiği şevkle öylesine seviniyor ve coşuyordu ki, ertesi gün gene Kâ’be’nin yanında Kelime-i şehâdeti yüksek sesle bağıra bağıra söyledi. Bu sefer de üzerine hücum eden müşrikler yere yıkılıncaya kadar dövdüler. Yine Hazreti Abbas yetişip, ellerinden kurtardı.


Ebû Zer Gıfârî hazretlerine Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) kendi memleketine dönmesini ve orada İslâmiyeti yaymasını emir buyurdu. Ebû Zer Gıfârî bu emir üzerine kendi kabilesi arasına dönüp onlara İslâmiyeti anlatmaya başladı. Hicrete kadar bu hizmete devam etti. Birgün kabilesine Allahın bir olduğunu, Muhammed aleyhisselâmın onun Resûlü olduğunu ve bildirdiklerinin hak olduğunu anlattı. Sonra da tapmakta oldukları putların bâtıl boş ve mânâsız olduğunu söylemişti. Kendisini dinleyen kalabalıktan bir kısmı, “olamaz” diye bağrışmaya başladılar. Bu sırada kabilenin reîsi Haffaf bağıranları susturdu ve durun dinleyelim bakalım ne anlatacak dedi. Bunun üzerine Ebû Zer hazretleri şöyle devam etti. Ben müslüman olmadan önce bir gün Nûhem putunun yanına gidip, önüne süt koymuştum. Bir de baktım ki, bir köpek yaklaşıp, sütü içiverdi. Sonra da putun üzerine pisledi. Görüyorsunuz ki, put köpeğin üzerini kirletmesine manî olacak güçte bile olmayan bir taş! İşte sizin taptığınız şey! dedi. Köpeğin bile hakaret ettiği puta tapmak hoşunuza gidiyorsa buna çok şaşılır, işte sizin taptığınız budur, dedi. Herkes başını eğmiş duruyordu. İçlerinden biri, peki senin bahsettiğin Peygamber ( aleyhisselâm ) neyi bildiriyor. Onun doğru söylediğini nasıl anladın, dedi. Bunun üzerine Ebû Zer hazretleri yüksek sesle kalabalığa şöyle hitap etti. O, Allahın bir olduğunu, Ondan başka ilâh olmadığını, herşeyi yaratan ve herşeyin mâliki, sahibi olduğunu bildiriyor... İnsanları Allah’a îmân etmeye çağırıyor. İyiliğe, güzel ahlâka ve yardımlaşmaya davet ediyor. Kız çocuklarını diri diri gömmenin ve yaptığınız diğer her türlü kötülüğün, haksızlığın, zulmün, çirkinliğini ve bunlardan sakınmayı bildiriyor, dedi. Ebû Zer Gıfârî hazretleri İslâmiyeti uzun uzun açıkladı. Kabilesinin içinde bulunduğu sapıklığı bir bir sayıp, bunların zararlarını ve çirkinliğini gayet açık bir şekilde anlattı. Onu dinleyenler arasında başta kabile reîsi Haffaf, kendi kardeşi Üneys olmak üzere çoğu müslüman oldu. Diğerleri ise daha sonra Peygamberimizi görerek müslümanlığı kabûl ettiler.


Ebû Zer Gıfârî hazretleri bu hizmetleri yaptığı sırada, İslâmiyet Mekke’de ve civarında oldukça yayılmıştı. Müşriklerin zulmü de o derece artmış, İslâm uğrunda kanlar dökülmüş, ilk şehîdler verilmişti. İki defa Habeşistan’a, daha sonra Medine-i Münevvere’ye hicret yapıldı. Ebû Zer hazretleri de Medine’ye hicret etti. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) hicretten sonra Eshâb-ı kiram arasında kurduğu kardeşlikte Ebû Zer hazretlerini de Münzir bin Amr hazretleri ile kardeş yaptı. Daha sonra İslâmı anlatması için tekrar kabilesi arasına gönderildi. Ebû Zer Gıfârî hazretleri hicretten sonra da kabilesi arasında İslâmı yayma hizmetinde bulunduğu için Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında bulunamadı. Daha sonra O da Medine’ye gitti.


Ebû Zer Gıfârî ( radıyallahü anh ), Hendek savaşından sonra Medine’ye yerleşti. Bundan sonra Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) yanından ayrılmadı. Önce Resûlullahın ( aleyhisselâm ) hizmetini görür sonra da mescide gider başka bir işle meşgûl olmazdı. Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) evinden bir fert gibi oldu. Her hareketinde ve her işinde Resûlullaha ( aleyhisselâm ) tâbi oldu. Bütün zamanını dîni öğrenmeye ayırdı. İlim öğrenmek husûsunda büyük gayret sahibi idi. Herşeyi Peygamberimize ( aleyhisselâm ) sorardı. Îmân, ihsân, emir ve nehiy husûsunda, Kadir gecesi ve daha birçok husûsların esrârını, izahını, namaza dair ince husûsları ve nice şeyleri Resûlullaha bizzat sorarak öğrenmiştir. Resûl-i Ekrem efendimiz de Ebû Zer’i çok sever ona husûsî iltifât buyururdu. Çok zaman gece geç vakte kadar Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûrunda kalırdı. Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) mahremi, sır dostu idi. Onunla mahrem meseleleri konuşurdu. Ebâ Zer hazretleri ayrıca Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) mübârek elini öpmek se’âdetine kavuşmuştur. Kendisi şöyle anlatmıştır: “Resûl-i Ekrem ile ne zaman karşılaşsak müsafeha ederdik. Hatta bir gün beni aramış ben yoktum. Aradığını duyunca hemen huzûruna gittim. Çok neşeli oturuyor idi. Kucaklaştık.”


Ebû Zer, Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimize bi’at ederken (Hak teâlânın yolunda hiçbir kötüleyicinin kötülemesine aldanmıyacağına, ne kadar acı olursa olsun dâima doğru sözlü olacağına) söz vermişti. Ömrünün sonuna kadar hep böyle kaldı. Bu husûsta Resûlullah efendimiz, “Dünyaya Ebû Zer’den daha sadık kimse gelmedi” buyurmuşlardır. Resûlullaha ( aleyhisselâm ) anlatılamayacak derecede muhabbeti ve bağlılığı vardı. Bir defasında şöyle demiştir: (Yâ Resûlallah benim kalbim yalnız Allahü teâlânın ve sizin muhabbetinizle doludur. Bu muhabbet o derecede ki insanın kalbi ancak bu kadar muhabbetle dolu olur.)


İki ilim denizinin birleştiği nokta ve ilmin kapısı olarak vasıflandırılan Hazreti Ali, “Ebû Zer ilimde bir deryadır, insanların anlamaktan âciz olduğu çok ilmi biliyordu. Sonra ilmin üzerini kırba bağlar gibi bağlayıp, ondan hiç sızdırıp zayi etmemiştir.” buyurdu. Hazreti Ömer, “Ebû Zer’in ilmi çok yüksektir.” buyurdu. Abdullah İbn-i Mes’ûd ( radıyallahü anh ) da onun ilim husûsunda bu ümmetin en ileri gelenlerinden olduğunu bildirmiştir. O, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) zamanında dinde fetvâ verenlerden biri idi.


Tebük muharebesinde Ebû Zer Gıfârî hazretlerinin devesi pek zayıf ve dayanıksız olduğu için geride kalmıştı. Yolun ortasında devesi çöküp kalınca, devesinden indi. Eşyasını sırtına yükleyerek orduya yetişti. Yalnız başına tenha bir yere oturdu. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), Hazreti Ebû Zer’i böyle tenhada görünce “Allahü teâlâ, yalnız başına yürüyen, yalnız başına vefât edecek olan ve yalnız başına haşr olunacak olan Ebû Zer’e rahmet eylesin” buyurmuşlardır. Mekke’nin fethine de kendi kabilesinin sancağını taşıyarak katılmıştır.


Ebû Zer ( radıyallahü anh ) dünyâya hiç değer vermezdi. Son derece kanaatkar, fakîr ve yalnız yaşardı. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bu sebeble ona “Mesîh-ül-islâm” lakabını vermişti. Peygamberimize ( aleyhisselâm ) tam bağlanıp, O’nun sevip, beğendiğini seven, Onun sevmediğini ve beğenmediğini sevmeyen Ebû Zer ( radıyallahü anh ); Resûlullahın vefâtında da yanında bulunmuştur. Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) vefâtından sonra bir köşeye çekilip, son derece mahzûn ve yalnız yaşadı. Hazreti Ebû Bekir’in halifeliği devrinde de böyle yaşayıp, O’nun vefâtından sonra Şam’a gitti. Oraya yerleşti.


Hazreti Osman’ın halifeliğine kadar orada kaldı. Sonra Medine-i Münevvereye geldi. Şam halkına din bilgilerini öğretmekle meşgûl oldu. Şüphelilerden ve haramlardan son derece sakınırdı. Evinde bir günlük nafakasından fazlasını bulundurmaz, hep fakîrlere dağıtırdı. Hatta Şam’da bulundukları sırada bir gün Şam vâlisi tecrübe etmek için onbin dirhem altın göndermişti. Ebû Zer hazretleri altınları hemen fakîrlere dağıttı. Yanında tek altın bile saklamadı. Ertesi gün vâlinin hizmetçisi gelip, (Aman efendim, dün sana getirdiğim altınlar meğerse başkasına gidecekmiş. Yanlışlıkla sana getirmişim), deyince, Ebû Zer ( radıyallahü anh ), “Oğlum, onları fakîrlere dağıttım. Sen vâliden iki-üç gün mühlet iste, ben bu parayı hazırlarım, iade ederiz” dedi. Vâlinin adamı durumu vâliye anlattı. Vâli Ebû Zer’in ( radıyallahü anh ) doğru sözlü olduğunu anladı. Fakat oranın zenginleri Ebû Zer’în ( radıyallahü anh ) bu durumunu beğenmediler. Oradan gitmesi için Hazreti Osman’a mektûb ile bildirdiler. Böylece Medine-i Münevvere’ye davet edildi. Hazreti Osman, Şam halkının kendisinden şikâyet sebebini sordu. Ebû Zer de hâdiseyi olduğu gibi anlattı. Bunun üzerine Hazreti Osman (Yâ Ebâ Zer, halkı zühd yoluna zorla sokmak imkânsızdır. Benim vazîfem, onlar arasında Hak teâlâ hazretlerinin emriyle hükmetmek ve onları çalışma, iktisat tarafına teşvik eylemektir.) buyurdu. Sonra Ebû Zer ( radıyallahü anh ) Resûlullah bana “Binalar Seldağı’na ulaştığı zaman, sen Medine’den ayrıl.” diye emretmişlerdi, izin verirseniz, ben Medine’den gideyim dedi. Hazreti Osman müsâde buyurdular ve bir deve sürüsü ile, iki köle verdiler. Yetecek miktarda yiyecek ve hediyeler ile Medine-i Münevvere yakınlarındaki (Rebeze) adındaki köye gitmesini söylediler. Ailesi de Şam’dan buraya gönderildi. Ebû Zer Gıfârî ( radıyallahü anh ) buraya bir mescit yaptırdı. Vefât edinceye kadar, gelenlere İslâm dinini öğretti. Hadîs-i şerîfler rivâyet eyledi. Kalan ömrünü burada geçirdi ve orada da vefât etti. Vefâtı pek garip oldu. Hanımı ona bir elbise aradığında bana elbise değil kefen lâzımdır deyip, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) kendisine nasıl vefât edeceğini söylediğini bildirdi: “İyi bir haber var, yakında Resûlullaha kavuşacağım” ve “Ey ölüm çabuk gel rûhum Rabbime kavuşmak sevgisiyle çırpınıyor” dedi. Hasta olduğu bir gün kızı veya hanımına dönüp, “Dışarıdan gelen olup olmadığını” sordu. Dışarı çıkıp baktıklarında bir şey görünmediğini bildirdiler. Bunun üzerine “Vefât zamanım henüz gelmedi. Şimdi siz bir koyun kesip hazırlayın. Cenâzemde sâlih bir topluluk bulunacak. Onlara ikram edersiniz. Yemeden gitmemelerini benim tenbîh ettiğimi söylersiniz” buyurdu. Arzusu yerine getirildi. Tekrar kızına veya hanımına dışarı çıkıp gelenlerin olup, olmadığına bakmasını isteyince, dışarı çıktılar. Uzaktan bir topluluğun gelmekte olduğunu görünce içeri girip haberi verdiler. Bunun üzerine kendisinin kıbleye karşı çevrilmesini istedi. Kıbleye döndükten sonra Hazreti Ebû Zer, “Bismillahi ve billahi ve alâ milleti Resûlullah” diyerek rûhunu Hak teâlâya teslim etti. Gelen misâfirler karşılanıp Ebû Zer Gıfârî’nin ( radıyallahü anh ) vefât ettiği bildirildi. Bunlar, “Böyle mübârek bir zâtın cenâzesinde bulunmak, Allahü teâlânın bize husûsi bir kerem ve lütfudur.” diyerek, Ebû Zer’i ( radıyallahü anh ) gasl, techîz ve tekfîn edip namazını kıldılar ve defn ettiler. Tam gitmek üzereyken, Ebû Zer Gıfârî ( radıyallahü anh ) size selâm etti. Yemek yemeden gitmemenizi tenbîh eyledi diye bildirilince, hepsi oturup yemek yediler. Sonra durumu gidip halifeye bildirdiler. Ebû Zer ( radıyallahü anh ) vefât ettiğinde bir evi, üç koyunu ve birkaç keçisinden başka malı yoktu.


Abdullah İbn-i Mes’ûd, Ebû Zer’in vefâtını işitince, Resûlullah ( aleyhisselâm ), “Ebû Zer yalnız, vefât eder ve yalnız haşr olunur” buyurmuştu, diyerek ağladı. Hazreti Osman, Ebû Zer’e çok acıdı. Onun kızını kendi evlâtları arasına aldı. Ona fevkalâde yakınlık gösterdi.


Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) Ebû Zer hazretleri hakkında buyurdu ki: “Benim ümmetimde Ebû Zer, Meryem oğlu Îsâ’nın zühdüne sahiptir. Bu fıtrat üzere yaratılmıştır.”


“Îsâ aleyhisselâmın tevâzu’una bakmak kendisini mesrûr eden kimse, Ebû Zer’e nazar eylesin.”


“Ebû Zer’den daha sâdık bir söz (lehçe) ne yeryüzü tanımıştır, ne de bir yeşillik üzerine gölge salmıştır. Yani onun gibi doğru sözlü bir kimse dünyâya gelmiş değildir.”


Ebû Zer Gıfârî ( radıyallahü anh ), Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) bizzat işiterek, ikiyüzseksenbir hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Kendisinden Enes bin Mâlik, İbn-i Abbas, Hâlid bin Vehban, Zeyd bin Vehb, Hurşe bin Hurr, Cübeyr bin Nüfeyr, Ahnef bin Kays, Abdullah bin Samit, Amr bin Meymûn ve daha çok sayıda hadîs âlimi, hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Ondan rivâyet edilen bu hadîs-i şerîfler Kütüb-i sitte denilen meşhûr altı hadîs kitabında yer almıştır.


Ebû Zer’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği bir hadîs-i kudsî şöyledir:


(Mânâsı Allahü teâlâdan, sözleri Peygamberimizden olan hadîs-i şeriflere hadîs-i kudsî denir.)


Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu ki: “Ey kullarım! Şüphesiz zulmü kendime haram kıldım. Yani zulümden münezzehim. Bunu size de haram kıldım. Sakın kimseye zulüm etmeyin. Ey kullarım! Hepiniz, dalâlet, sapıklık üzere yaratıldınız. Yani din bilgilerini bilmiyordunuz. Ancak sizden hak yoluna hidâyet ve îmân etmeğe muvaffak eylediğim kimseler hidâyete kavuştu, dalâletten kurtuldu. Benden hidâyet isteyiniz, sizi hidâyete kavuşturayım.”


“Ey benim kullarım, hepiniz açtınız. Fadl ve keremimle sizleri yedirip içirip doyurdum. Benden yiyecek içecek talep ediniz ki, size bunun sebeplerini ve yolunu kolaylaştırayım.”


“Ey benim kullarım hepiniz çıplaktınız, hepinizi ben giydirdim. Benden giyecek talep ediniz ki sizi giydireyim.”


“Ey benim kullarım! Siz gece-gündüz kast ile hata edersiniz. Ben ise şirkden başka bütün günahları affediciyim. Bana istiğfar ediniz ki sizi mağfiret edeyim.”


“Ey benim kullarım! Şüphesiz siz bana hiç bir zarar veremezsiniz ve bana hiç bir faide sağlayamazsınız. Ben bunlardan münezzeh ve müberrâyım. Ben ganiyy-i mutlakım siz de fakîr-i mutlaksınız.”


“Ey benim kullarım! Eğer sizin öncekileriniz ve sonrakileriniz, insanlarınız, cinleriniz, takvânın en yüksek derecesinde olsa, benim mülkümde zerrece artış olmaz. Zühd ve takvânızın fâidesi yine sizedir.”


“Ey benim kullarım! Sizin öncekileriniz ve sonrakileriniz insan ve cinleriniz, yani hepiniz en âsî bir kimse gibi hep, isyankâr ve günahkâr olsanız, benim mülkümden zerre eksilmez. Bunların zararı, ziyanı size ulaşır.”


“Ey kullarım! Öncekileriniz ve sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz, yeryüzünde biryerde el kaldırıp benden isterseniz, (Ben de dilersem), her istediğinizi veririm. Böylece benim mülkümden bir şey eksilmiş olmaz, iğne denize daldırıldığı zaman iğne denizden birşey eksiltir mi? Ucunda kıymetsiz bir yaşlık kalır.”


“Ey kullarım! Sizin amel ve ibadetlerinizi, her işinizi, ilmi ezelîm ve hafaza meleklerim ile zapt ve hıfz ederim. Sonra işlerinizin karşılığını âhirette noksansız veririm. İşte bu şekilde her kim bir hayır işlerse, bana hamd ü sena eylesin. Bu da benim ihsânımdır. Bundan başka iş işleyenler de beni değil, kendi nefislerini kötülesinler. Zira kötülük işleyenler, irâde-i cüz’iyyeleri ile kendi nefslerine uyarak günah işliyorlar.”


Hazreti Ebû Zer’in rivâyet ettiği hadîs-i şeriflerden bir kısmı da şunlardır:


“Akıllı olan kimse zamanını üçe bölmeli, bir kısmını ibâdetle, bir kısmını nefis muhâsebesi ile diğerini de öbür işlerini yapmakla geçirmelidir.”


“Nerede olursan ol, takvâ üzerine bulun, Allahtan kork.”


“Eğer iyilik yapmaya gücün yetmiyorsa, hiç olmazsa kötülük etme bu da nefsin için verilmiş bir sadakadır.”


Ebû Zer hazretleri buyurdu ki:


“Günün deven gibidir. Başını tutarsan, yahut bağlarsan, bedeni sana tâbi olur. Yani sabahleyin tâat, ibâdet ve bir hayır işlersen, günün sonu da öyle gelir.”


“Şüphesiz malının iki ortağı vardır. Biri semâvî âfetler, diğeri de vârisler. Şu hâlde eğer malından nasîbi enaz olan kimse olmak istemiyorsan ve buna gücün yetiyorsa, Allahü teâlâ’nın yolunda sarf et.”


“Bir günlük nafakaya râzı ol. Hayırlı işleri kaçırmaktan kork ve sakın. Dünyan oruç, iftarın ölüm olsun.”


“Fakr yani, ihtiyâç hali benim için zenginlikten ve hastalık da sıhhatli olmaktan daha sevgilidir.” Bu söz yüksek derecelerini göstermektedir.


“İnsan ne kadar dünyâ malı toplarsa o kadar dünyâya düşkün olur.”


“Yalnızlık kötü arkadaşla bulunmaktan iyidir, iyi arkadaşla beraber olmak da yalnızlıkdan iyidir.”


“En garîb ve en çok muhtaç olduğun gün, kabre konduğun gündür.”


Süfyân-ı Sevrî şöyle anlatmıştır: Ebû Zer Gıfârî hazretleri bir gün Kâ’be’de ayağa kalkıp, ey kardeşlerim geliniz toplanınız! Bu şefkatli kardeşinizin nasihâtlarını dinleyiniz, diye bağırdı. Bunun üzerine insanlar yanına gelip, etrâfına halka oldular ve Onu dinlemeye başladılar. Sözüne şöyle başladı: “Sizden biriniz bir yolculuğa çıkarken hazırlık yapıp azığını yanına alır değil mi? Gideceği yere sağ sâlim varmak için tedbirler alır değil mi? Evet dediler. Sonra şöyle devam etti; Siz öyle bir yolculuğa çıkacaksınız ki, bu yolculuk çok zor ve çok uzundur. Bu yolculuk âhiret yolculuğudur. Bu çetin yolculukta size lâzım olacak ve sizi kurtaracak olan azığı hazırlayınız! Dinleyenler dediler ki, o azık nedir? Buna da şöyle cevap verdi:


Kabrin azâbından ve dehşetinden kurtulmak için gecenin karanlığında namaz kılınız. Mahşer günü güneşin şiddetli sıcağından kurtulmak için oruç tutunuz. Kıyâmet gününün çetin zorluklarından kurtulmak için mallarınızdan (zekât) sadaka veriniz. Haccı yapınız. Hayır söyleyip, kötü sözlerden sakınınız. Kıyâmetde her sözünüzden hesaba çekilirsiniz. Dünyayı, ahireti kazanacak bir yer olarak değerlendiriniz. Helâl olan şeyleri arayınız. Mallarınızı üçe ayırıp, bir kısmı ile çoluk çocuğunuza helâl yiyecek temin ediniz, bir kısmını sadaka olarak veriniz, diğer kısmını da size faydalı olan şeylere harcayınız.” Bunları söyledikten sonra daha yüksek bir sesle: “Ey insanlar peşinden yetişilmeyen bir hırs sizi mahvediyor...” dedi.


Ebû Zer Gıfârî ( radıyallahü anh ) şöyle anlatmıştır: “Bir gün mescide girdim. Resûlullah ( aleyhisselâm ) yalnız oturuyordu. Ben de yanına oturdum, buyurdu ki: “Yâ Ebâ Zer, mescide girince iki rekât namaz (tahıyyet-ül-mescid) kılmak gerekir. Kalk kıl.” Kalktım iki rekât tahıyyet-ül-mescid namazını kıldım sonra yine Resûlullahın yanına varıp oturdum. Dedim ki, Yâ Resûlallah ( aleyhisselâm ) Bana namaz kılmayı emir buyurdunuz. Bu namaz nedir? “Azı ve çoğu Allahü teâlânın koyduğu bir ibâdettir.” buyurdu. Dedim ki, Yâ Resûlallah hangi amel daha efdaldir. “Allahü teâlâya îmân etmek ve onun yolunda cihad yapmak.” buyurdu. Yine dedim ki, Yâ Resûlallah îmân bakımından en kâmil mü’min hangisidir? “Ahlâkı en güzel olanıdır.” buyurdu. Dedim ki, Yâ Resûlallah mü’minlerin en emîni kimdir? “İnsanlara elinden ve dilinden zarar gelmeyen kimsedir.” buyurdu. Dedim ki, Yâ Resûlallah en efdâl hicret hangisidir? “Günahlardan uzaklaşmaktır.” buyurdu. Dedim ki, Yâ Resûlallah en efdal namaz hangsidir? “Duâsı fazla olan namazdır.” buyurdu. Yâ Resûlallah, oruç nedir? dedim. “Ecrini, mükâfatını bizzat Allahü teâlânın katkat vereceği bir farzdır (ibâdettir).” buyurdu. Yâ Resûlallah hangi cihad daha efdaldir? dedim. “Mal ve canı ile yapılan cihadtır” buyurdu. Dedim ki, Yâ Resûlallah hangi köleyi azat etmek daha efdaldir?


“Madden ve manen kıymetli olanı” buyurdu. Sadakanın en efdali hangisidir? Yâ Resûlallah dedim. “Az da olsa fakîrin gönlünü almak için verilendir.” buyurdu. Dedim ki, Yâ Resûlallah, Allahü teâlânın indirdiği âyetler içinde en faziletlisi hangisidir? “Âyet-el-kürsî’dir.” buyurdu.


Ebû Zer hazretleri devam ederek, Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) Peygamberler ve onlara gönderilen kitaplar hakkında da suâller sorup aldıktan sonra, Sözüne şöyle devam etmiştir. Yâ Resûlallah bana nasîhat et dedim. “Sana Allah’tan korkmayı tavsiye ederim, işin başı budur.” Yâ Resûlallah biraz daha dedim. “Sana Kur’ân-ı kerîmi okumayı tavsiye ederim. O senin için yeryüzünde nûr, gökte meleklerin övgüsüdür” buyurdu. Biraz daha dedim. “Çok gülmeyi terk et, çok gülmek kalbi öldürür, yüzün nûrunu giderir.” buyurdu. Biraz daha nasîhat buyur, Yâ Resûlallah dedim. “Susmayı tercih et sadece hayır söyle, bu şeytanı senden uzaklaştırır dîne uymakta sana yardımcı olur.” buyurdu. Biraz daha Yâ Resûlallah dedim. “Cihad et, çünkü cihad ümmetimin zühdüdür.” buyurdu. Biraz daha dedim. “Miskinleri (fakîrleri) sev, onlarla bulun.”buyurdu. Biraz daha Yâ Resûlallah dedim. “Kendinden aşağı olanlara bak, senden üstün olanlara bakma, çünkü içinde bulunduğun hal senin için ni’mettir” buyurdu. Biraz daha Yâ Resûlallah dedim. “Akrabanı ziyâret et, onlar seni ziyâret etmeseler de.” buyurdu. Biraz daha Yâ Resûlallah dedim. “Allahü teâlâya itaat et, kınayanların kınamasına aldırma” buyurdu. Biraz daha nasîhat et, Yâ Resûlallah dedim. “Acı da olsa Hakkı söyle” buyurdu. Biraz daha istedim. Sonra da elini göğsüme koydu ve şöyle buyurdu: “Tedbir almak gibi akıllılık yoktur. Haramlardan el çekmek gibi vera yoktur. Güzel ahlâk gibi de soyluluk yoktur.”

MUAZ BİN CEBEL ( radıyallahü anh )

Eshâb-ı kiramın büyüklerinden, helâl ve haram ilmini en iyi bilenlerden. Adı, Muaz bin Cebel bin Amr bin Evs bin Âbid bin Adiy bin Ka’b el-Ensârî’dir. Künyesi Ebû Abdullah’dır. Milâdî 605 senesinde Medine’de doğdu.


Hicretin 18. (m. 640) yılında Kudüs ile Remle arasındaki Amvas köyünde vefât etti. İkinci Akabe bîatinde, kendi canlarını ve mallarını korudukları gibi Peygamberimize yardım ederek İslâmiyete hizmet edeceklerine söz verip, müslüman olan yetmiş Medineli’den birisi de Muaz bin Cebel’dir ( radıyallahü anh ). Onsekiz yaşında iken müslüman oldu. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) ve Eshâb-ı kiram Mekke’den Medine’ye hicret ettiklerinde bütün malları ve mülkleri Mekke’de kalmıştı. Peygamberimizin emirleriyle Medine’de bulunan müslümanlar, Mekke’den hicret eden müslümanlarla kardeşlik kurarak evlerini, mallarını ve eşyalarını paylaştılar. Muaz bin Cebel de, ( radıyallahü anh ) Abdullah bin Mes’ûd ve Ca’fer-i Tayyar ile kardeşlik kurmuştu. Hazreti Muaz bin Cebel, Ensâr adı verilen Medineli müslümanlardandır. Hazreti Muaz bin Cebel, Bedir, Uhud, Hendek, Benî Kureyza savaşlarına ve Hayber’in fethine katılmıştı. Mekke’nin fethinde de bulundu ve bundan sonra yapılan Huneyn savaşı sırasında Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) onu Mekke’de emir olarak bıraktı, halka Kur’ân-ı kerîm öğretmesini ve dîni esasları anlatmasını emretti. Bu vazîfesini yapıp Medine’ye döndükten sonra da Kur’ân-ı kerîmi ve din bilgilerini öğretmeye devam etti.


Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) müslüman beldelerine vâli ve zekât tahsil memurları gönderdiği sıralarda, bir gün sabah namazından sonra Eshâb-ı kirama dönerek“İçinizden hanginiz Yemen’e gider?” buyurdu. Hazreti Ebû Bekir. “Ben giderim yâ Resûlallah” dedi. Peygamberimiz bir müddet sonra, “Hanginiz Yemen’e gider?” buyurdu. Bu sefer Hazreti Ömer “Ben giderim Yâ Resûlallah” dedi. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) biraz sonra tekrar “İçinizden Yemen’e kim gider?” buyurdu. Muaz bin Cebel ( radıyallahü anh ) ayağa kalkıp, “Yâ Resûlallah! Ben giderim” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) “Ey Muaz! Bu vazîfe senindir.” buyurdu. Bütün malını, cihâd için Allah yolunda harcayan Muaz bin Cebel, ( radıyallahü anh ), Yemen’de vâlilik yapmak, halka İslâmiyeti anlatmak, Kur’ân-ı kerîmi öğretmek ve Yemen ülkesinde toplanan zekât mallarını vazîfelilerden teslim almak ve onların arasındaki ihtilafları çözüp hükme bağlamak üzere Yemen’e gitmek için hazırlandı. Yola çıkmadan önce Peygamberimiz O’na şöyle buyurdu: “Sen ehl-i kitaptan (yahudilerden ve hıristiyanlardan) olan bir kavimle karşılaşacaksın. Onların yanına varınca, önce, onları Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammedin ( aleyhisselâm )Allah’ın Resûlü olduğunu tasdîke (inanmaya) davet et. Eğer bunu kabûl ederlerse onlara, Allah’ın beş vakit namazı farz kıldığını haber ver. Bunu da yaptıkları takdîrde, Allah’ın zenginlerin fakîrlere zekât vermesini emrettiğini bildir. Bunu da kabûl ederlerse zekat alırken sakın mallarının (sadece) en iyilerini seçme! Mazlûmun ahını almaktan çekin. Çünkü Allah mazlûmun duâsını (ahını, hemen kabûl eder.)”


Hazreti Muaz diyor ki: “Resûlullah ( aleyhisselâm ) onlardan, her 30 sığırdan bir yaşında erkek veya dişi bir dana, her bülûğ çağındaki gayri müslimden de, bir dinar veya onun dengi Yemen kumaşı, yağmur suyu ile sulanan her mahsûlden öşür (onda bir) ve ücretle sulanan şeylerden de yarım öşür (yirmide bir) alınmasını emretti.


Muaz bin Cebel, ( radıyallahü anh ) Yemen’e gitmek üzere yola çıkınca Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) yanında bir miktar yürüdü ve vedalaşırken “Yâ Muaz, sen belki bu seneden sonra beni bir daha göremezsin. Belki dönüşünde burada benim mescidime ve kabrime ziyârete gelirsin” buyurdu. Bunu işiten Muaz bin Cebel ( radıyallahü anh ) hüzünle gözyaşı dökmeye başlayınca, Peygamberimiz ( aleyhisselâm ): “Ağlama, Yâ Muaz!.. Bana yakın olanlar (tam bağlı olanlar), nerede olursa olsunlar Allah’a hakkıyla kulluk edenlerdir.” buyurdu ve sonra da şöyle sordu: “Sana bir dâva getirilip insanlar arasında hüküm verirken ne ile hüküm vereceksin?” Hazreti Muaz bin Cebel: “Allah’ın kitabı (Kur’ân-ı kerîm) ile hüküm veririm” dedi.“Ya O’nda açıkça bulamazsan?” buyurunca, “Peygamberin ( aleyhisselâm ) sünneti ile hüküm ederim” dedi. “Ya onda da açıkça bulamazsan” buyurunca, “İctihâd ederek, anladığımla hükmederim” dedi.


Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) Muaz bin Cebel’in bu cevabından dolayı çok memnun kalarak mübârek elini O’nun göğsüne koyup: “Elhamdülillah! Allahü teâlâ, Resûlünün elçisini, Resûlullah’ın rızasına uygun eyledi.” buyurdu. Sonra Hazreti Muaz bin Cebel’e şöyle duâ etti: “Cenâb-ı Hak seni her taraftan gelecek musibetlerden muhafaza buyursun, insanların ve cinlerin şerrini senden uzaklaştırsın” ve “Senin sebebinle Allahü teâlânın bir kişiyi hidâyete erdirmesi senin için dünyâdan hayırlıdır.” buyurdu.


Hazreti Muaz bin Cebel, Yemen’de uzun müddet kaldı. Kendisine verilen vazîfeyi yerine getirdi. Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) vefâtını da orada iken haber aldı. Daha sonra Yemen’deki hizmetini tamamlayıp, Medine’ye dönen Muaz bin Cebel ( radıyallahü anh ), Hazreti Ebû Bekir’in halifeliği sırasında Medine’de kaldığı müddetçe Hazreti Ebû Bekir onu seçtiği müşavere (danışma) heyetine aldı. Bu sırada Suriye taraflarına da giderek hem oralarda yapılan savaşlara katıldı, hem de insanlara din bilgilerini ve Kur’ân-ı kerîmi öğretti.


Hazreti Ömer’in halifeliği sırasında Kilâboğulları beldesine zekât memuru olarak, sonra da Suriye taraflarında din bilgilerini ve Kur’ân-ı kerîmi öğretmekle vazîfelendirildi. Filistin bölgesinde bu vazîfesinde iken burada çıkan tâûn (veba) hastalığı salgınına yakalanarak otuzsekiz (38) yaşında iken vefât etti.


Hazreti Muaz bin Cebel’in fazîleti, üstünlüğü çoktur. Onu Resûlullah ( aleyhisselâm ) birçok hadîs-i şerîflerinde medhetmiş, övmüştür. “Muaz bin Cebel ( radıyallahü anh ), ümmetimin âlimlerindendir ve çok yüksektir.”


“İnsanlar arasında, Allahü teâlânın helâl ve haram ettiklerini en iyi bilen Muaz bin Cebel’dir.”


“Kur’ân-ı kerîmi şu dört kimseden alınız (öğreniniz): Muaz bin Cebel ( radıyallahü anh ), Ubey bin Kâ’b, Abdullah bin Mes’ûd ve Sâlim Mevlâ Huzeyfe.”


“Muaz kıyâmette ümmetimin âlimlerinin bir adım önlerinde mahşer yerine gelecektir.”


Eshâb-ı kiramdan Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) diyor ki: “Kur’ân-ı kerîmi şu dört kimse toplamıştır. Ubey bin Kâ’b, Muaz bin Cebel ( radıyallahü anh ), Zeyd bin Sabit ve Ebû Zeyd. Bunların dördü de Ensârdandır.


Hazreti Ömer’e: “Bize kimi halife bırakıyorsun?” denildiğinde buyurdu ki: “Şayet Muaz bin Cebel sağ olsaydı, onu halife bırakırdım ve Rabbime kavuştuğumda, Rabbim bana: “Muhammed aleyhisselâmın ümmetine kimi halife bıraktın?” deyince: “Senin kulun ve Resûlün olan Muhammed aleyhisselâmın “Muaz, kıyâmet günü, âlimlerin önünde, tek başına bir cemaattır” buyurduğu kimseyi bıraktım, derdim.”


Abdullah bin Mes’ûd ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Muaz bin Cebel, Allah’a ve Resûlüne itaat eden, doğru yolda bulunan bir cemaat gibiydi. Biz O’nu İbrâhîm aleyhisselâma benzetirdik. Çünkü O, insanlara hayrı, iyiliği öğretir. Allah’a ve Resûlüne de itaat ederdi.”


Eîzullah bin Abdullah ( radıyallahü anh ) şöyle anlatıyor: “Bir gün Humus’ta mescide girmiştim. Baktım ki, orada, Resûlullah’ın 30 kadar Sahâbîsi vardı. Hadîs-i şerifleri mütâlea ediyorlardı. Aralarında genç ve yakışıklı olan birisi vardı ve çok az konuşuyordu. Fakat diğerlerinin, bir hadîs-i şerîf üzerinde şüphe ve tereddütleri olduğu zaman, hemen ona sorarlardı. O da, bunlara cevap verirdi. Onun cevabı üzerinde hepsi kanaat getirir ve onda ittifâk ederlerdi. Hiç birisi Ona itirazda bulunmazdı. Ben de çok merak ettim ve (Sen kimsin, ey Allah’ın kulu?) diye suâl ettim. Bana buyurdu ki: (Ben Muâz bin Cebel’im!). Ebû Müslim-i Hülvânîve Ya’kub bin Zeyd bin Ceriyye de, bu haberi nakletmektedirler.


Abdürrezzâk, Abdülmelik bin Cüreyc’den haber veriyor ki, Muâz bin Cebel’in ( radıyallahü anh ) bir hurma ağacı vardı. Hurmalarını toplayıp hepsini sadaka verdi. Kendine bir şey kalmadı.


Muhammed bin Ka’b ( radıyallahü anh ) da: “Ben Muâz bin Cebel’i ( radıyallahü anh ) gördüm. Genç ve etine dolgun yakışıklı bir kimseydi. Kerem sahibi olup, çok cömertti. Bir kimse, ondan bir şey isteyip de, yok dediği olmazdı. Elinden geldiği kadar temin edip, ona verirdi” dedi. O, malının tamamını fakîrlere sadaka olarak dağıtır, kendisi borçlu olarak yaşardı. Hatta bir keresinde böyle yaptığını Resûlullah efendimiz haber almıştı. Muâz bin Cebel’in ( radıyallahü anh ) alacaklılarını çağırıp, ona kolaylık göstermelerini ve borçlarının bir kısmını kendisine hediye etmelerini söyledi, hemen hepsi yahûdi olan alacaklıları, bu müsamahayı göstermediler. Sonra, Resûlullah efendimiz, Muâz bin Cebel’i huzûruna çağırıp, durumu ona bildirdi. Bunun üzerine Muâz bin Cebel ( radıyallahü anh ), gidip elindeki bütün gayrimenkullerini sattı. Paralarını alıp, Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) huzûruna geldi. Alacaklılar da, oradaydı. Borçlarının hepsini ödedi. Ondan sonra elinde hiçbir malı ve mülkü kalmadı.


Muâz bin Cebel ( radıyallahü anh ), Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) pek çok hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Onun rivâyet ettiği hadîs-i şeriflerin çoğu Sahih-i Buhârî ve Sahih-i Müslim’de, bir kısmı da diğer hadîs kitaplarında yer almıştır. Hazreti Muâz şöyle anlatıyor:


Bir gün Resûl-i Ekrem ( aleyhisselâm ) bir hayvana binmişti. Ben de arkasında bulunuyordum. Bana “Ey Muâz” diye seslendiler. Ben de: “Emredin, Yâ Resûlallah!” dedim. Üç kerre ismimi söyledikten sonra: “Cenâb-ı Hakkın kulları üzerinde olan hakkı nedir biliyor musunuz?” buyurdu. “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” dedim. Bunun üzerine: “Cenâb-ı Hakk’ın kulları üzerindeki hakkı, onların kendisine ibadet etmeleri ve başka, hiç bir varlığı ona şirk (ortak) koşmamalarıdır.” buyurup tekrar sorarak:


“Kullar bu vazîfelerini yerine getirirlerse, Allah’dan bekledikleri hakları (Allahü teâlânın onlara va’d ettiği) nedir, bilir misin?” buyurdular. Ben yine “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” deyince: “Bu takdîrde kulların Allah üzerindeki hakkı (Onlara va’d ettiği) ni’met, O’nun kullarına azâb etmemesidir...”


Muâz bin Cebel’in ( radıyallahü anh ) bizzat Peygamber efendimizden işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları da şunlardır:


“Allah’ım! Kötü insanları (facirleri) bana ikram ettirme ki, kalbim onlara meyletmesin.”


“Ahlâkınızı güzelleştiriniz.”


Hazreti Muâz, Resûl-i Ekrem’e, ( aleyhisselâm ) “Hangi amel daha makbûldür?” diye sordu. Resûl-i Ekrem ( aleyhisselâm ), dilini ağzından çıkarıp elini dilinin üzerine koyarak dilini göstermiş ve “Bunu koruman en makbûl bir ameldir” buyurmuştur.


“Zillet, mü’minin ahlâkı değildir. Ancak ilim talebinde olabilir.”


“Cennet bahçelerinde eğlenmek isteyenler Allah’ı çok zikir etsinler.”


Muâz bin Cebel ( radıyallahü anh ) şöyle rivâyet eder: Resûlullah ( aleyhisselâm ) bana buyurdu ki: “Ey Muâz! Sana Allah’dan korkmayı, O’na sığınmayı, doğru konuşmayı, verdiğin sözde durmayı, herkese selâm vermeyi, güzel amel ve işlerde bulunmayı, öksüze merhamet etmeyi, tatlı sözlü olmayı, Kur’ân-ı kerîmi okuyup anlamayı, ahireti sevmeyi, âhıret hesabının korkusunu taşımayı ve herkese şefkat kanatlarını germeği tavsiye eder; hikmet sahiplerine kötü söz söylemekten, doğruyu yalanlamaktan, günahkâra itaatten, âdil hükümdâra isyandan ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan seni nehyederim, (sakındırırım). Her yerde Allahü teâlâyı zikretmeyi ve her günahın peşinden tövbe etmeyi tavsiye ederim. Gizli günah işlediğin zaman gizli, aşikare günah işlediğin zaman aşikare tövbe edersin.”


Hazreti Muâz, Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) nasihat istediğinde: “Allah’ı görür gibi ibadet et ve kendini ölmüş gibi bil! İstersen bütün bunları içine alan daha mühimini bildireyim: Dilini tut!” buyurdu.


Resûl-i Ekrem yine bana: “Müslümana kötü söylemekten ve âdil hükümdâra isyan etmekten seni nehyederim.” buyurdu.


Ebû İdris el-Havlânî, Hazreti Muâz bin Cebel’e: “Seni Allah için seviyorum” dediğinde, Muâz bin Cebel: “Sana müjdeler olsun! Ben Resûl-i Ekrem’in ( aleyhisselâm ) şöyle buyurduğunu, işittim: “Kıyâmet günü Arşın etrâfında, bir takım insanlar için kürsüler kurulacaktır. Bunların yüzleri ayın ondördü gibi parlayacaktır. İnsanlar feryad ederken onlar korkmazlar. Korku ve kederleri olmayan kimseler, Allah’ın gerçek dostlarıdır” buyurdu. Peygamberimize bunların kim olduğu sorulunca: “Onlar Allah için sevişen kimselerdir.” buyurdu.


Peygamberimiz Hazreti Muâz’a: “Ya Muâz! Ben seni severim. Bunun için her namazdan sonra şu duâyı terk etme!” buyurdu ve duâyı okudu: “Allahümme e’ınnî alâ zikrike ve şükrike ve husni ibadetike.” Ya’ni, “Allahım! Ancak seni anmak, sana şükretmek ve güzelce ibadet etmek için bana yardım et” “Ey Allah’ım! Seni sevmeyi ve seni seveni sevmeyi ve senin sevgine beni yaklaştıracak şeyi sevmeyi bana nasîb et ve senin sevgini (sıcak ve hararetli günde) soğuk suyu sevmekten bana daha sevimli kıl!”


“Allahü teâlâ kıyâmet günü mü’minlere: “Bana kavuşmayı sever miydiniz?” diye sorar. Onlar da: “Severiz, Yâ Rabbi!” derler. Allahü teâlâ: “Niçin seversiniz?” diye sorar. Onlar da: “Af ve mağfiretini ummak için!” derler. Cenab-ı Hak da “Ben de size af ve mağfireti, kendime borç edindim buyurur.”


“Her insanın dört gözü vardır. Bunların ikisi başındadır. Bunlarla dünyâ işlerini görür. Diğer ikisi de kalbindedir. Bunlarla da âhıret işlerini görür.”


“Bir kimse, deve üstünde düşmanla dövüşürse, Cennet ona vacip olur. Bir kimse, içinden doğru olarak şehîd olmayı ister, sonra ölürse veya öldürülürse, onun için şehîd sevâbı vardır. Bir kimse, Allah yolunda yaralanırsa veya bir zahmet görürse, kıyâmet günü zafir renkli ve misk kokulu olarak gelir.”


Muâz bin Cebel ( radıyallahü anh ) şöyle anlatıyor: Bir gün Resûlullah’ın huzûrunda bir adamın çok aciz bir kimse olduğunu söylediler. Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Kardeşinizi gıybet etmeyiniz”buyurdu. Onlar “O, dediğimiz gibidir” dediler. Bunun üzerine Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Öyle olmasa o zaman iftira etmiş olursunuz” buyurdular.


“Üç şey var ki, onlar dünyâda bir yabancı gibidir: Zâlimin elinde Kur’ân-ı kerîm, kötü insanlar arasında iyi bir kimse, bir evde durup okunmayan Mushaf.”


“İnsan, kıyâmet günü şu dört şeyden sorulmadıkça, hiçbir yere adım atamaz: 1- Ömrünü nerede tükettiği, 2- Gençliğini nerede harcadığı, 3- İlmi ile ne gibi amel işlediği, 4- Malını nereden kazanıp nereye harcadığı.”


“Muhtekir, (karaborsacılık yapan) ne fenâ bir kuldur! Allahü teâlâ fiyatları ucuzlatırsa adamın keyfi kaçar, yükseltirse o zaman ferahlar.”


“Bid’at sahibine hürmet etmek için yürüyen kimse, İslâm’ı yıkmağa yardım etmiştir.”


“Her kim kırk gün ümmetimin nafakası üzerinde karaborsacılık eder de, sonra bu kazancını sadaka olarak dağıtırsa, onun bu sadakası kabûl edilmez.”


Muâz bin Cebel, çok ilim sahibi olup, Eshâb-ı kiramın sevdiği ve müşkil meselelerini sordukları kıymetli bir zât idi. Çok cömert olup, az konuşur ve hikmetli söylerdi.


Abdullah bin Seleme şöyle anlatıyor: Muâz bin Cebel ( radıyallahü anh ) tâûn hastalığına yakalanmıştı. Rahatsızlığı çok arttığı bir sırada, talebelerinden Amr bin Meymun el-Evdî ziyârete geldi. Durumunun çok ağır olduğunu görünce, ağlamaya başladı. Hazreti Muâz, Ona: “Niçin ağlıyorsunuz?” diye ordu. O da: “Ey Muâz! Allah’a yemîn ederim ki, sen benim hocamsın. Bana dünyalık yardımında bulunuyorsun diye ağlamıyorum. Ben, senden dinimi öğreniyor ve ilim alıyordum. Senin ölümünden sonra dinimi ve ilmi bana öğretecek kimsenin bulunmamasından korkuyorum ve onun için ağlıyorum.” Bunun üzerine Muâz bin Cebel ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Hayır, bundan korkma! Îmân ve ilim, kıyâmet gününe kadar yerindedir, arayan bulur ve Allahü teâlâ bunları isteyen kimseye öğretecek birini gösterir. Allahın kitabı Kur’ân-ı kerîm ve Peygamberi’mizin sünneti, kıyâmet gününe kadar korunacaktır. Nitekim Allahü teâlâ ilmi ve imânı İbrâhîm aleyhisselâma ihsân etmiştir. Halbuki o zaman, imânı ve ilmi bilen ve öğreten hiç kimse de yoktu. İbrâhîm aleyhisselâm istediği için Cenâb-ı Hak, O’na ihsân etti. İlmi, Hazreti Ömer’den, Hazreti Osman’dan ve Hazreti Ali’den alınız! Eğer onları da kaybederseniz, Ebü’d-Derdâ’dan, Abdullah İbn-i Mes’ûd’dan, Selmân-ı Fârisî’den ve Abdullah İbn-i Selâm’dan alınız! Âlimin yanılmasından korkunuz! Doğru olanı, hakîkati kim bildirirse kabûl ediniz! Doğru, hak olmayanı da söyleyen kim olursa olsun, Onu reddediniz!”


Muâz bin Cebel ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Âlimlere Cennette de ihtiyâç vardır. Çünkü Cennet ehline ne isterseniz isteyin denildiğinde, onlar ne isteyeceklerini ve nasıl isteyeceklerini bilemeyecekleri için âlimlere soracaklar.”


Bir gün, birisi Hazreti Muâz bin Cebel’in huzûruna gelip selâm vermişti. Biraz sonra vedâlaşıp ayrılacağı sırada, Ona buyurdu ki: “Ey falan! Dünyadaki nasîbin ne ise ve nerede olursa gelip seni bulacaktır. Sen ise, dünyâdaki nasîbinden daha çok âhıret nasîbine muhtaçsın. Âhıret nasîbini, dünyâ nasîbine tercih et! Hatta öyle olmalısın ki, çok ihtişamlı bir âhıret servetine sahip olasın! Dünya ni’metleri geçicidir. Âhıret için elde ettiklerin ise, nerede olursa seninledir.”


Yine buyurdu ki: “İyi bir müslüman olarak ölüme hazır ol! Mazlûmların bedduâsından çok sakın ve hiç kimseye zulüm etme!”


“Cennet ehlinin tek bir hasreti (pişmanlığı) vardır. O da, Allahü teâlâ’yı zikretmeksizin geçirdikleri vakitlerdir.”


Ebû Bahiri şöyle anlatıyor: Bir gün Humus şehrinde câmiye gitmiştim. Muâz bin Cebel ( radıyallahü anh ) da, orada bulunuyordu. Yanında bir grup kimseler vardı. Onlara buyurdu ki: “Bir kimse, Allahü teâlânın huzûruna kâmil, olgun bir imânla gitmek istiyorsa, beş vakit namaz için çağırılan yere gelip namazını kılsın. Çünkü beş vakit namazı câmide cemaatle kılmak, hidâyet yollarından olup, hem de Peygamberimizin mühim sünnetidir. Hiç kimse, benim evimde namaz yerim vardır ve ben evimde namazımı kılıyorum, demesin! Böyle yaparsanız, Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) sünnetini terk etmiş olursunuz. Bu da dalâlettir.”


Hazreti Muâz bin Cebel’e: “Hangi duâ ve ne zaman kabûl olunur?” diye sorulunca, buyurdu ki: “İnsanlar gaflette oldukları zaman, sen Allahü teâlâya dön ve ondan ne dilersen o zaman iste! İşte o zaman duâlar makbûldürler.”


Meymûn-i Evdî anlatıyor: Muâz bin Cebel ( radıyallahü anh ) bir gün ayağa kalktı ve buyurdu ki: “Ey Evd kabilesi! Ben Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) elçisiyim. Sizlere bir şeyler öğretmek istiyorum. Hepiniz biliniz ki dönüşünüz Allahü teâlâyadır. Dönüşten sonra da, ya Cennet veya Cehennem vardır. Cennet ve Cehennemin ikisi de ebedîdirler. İkisinde de ölüm ve yok olmak yoktur.”


Yezîd bin Câbir diyor ki: Ben Muâz bin Cebel’den şöyle işittim. Buyurdu ki: “Ne kadar çok ilim öğrenirseniz öğrenin, bunlarla amel etmedikçe öğrendiğiniz ilimden sevâb alamazsınız.”


“Üç şey, Allahü teâlânın gazâbına sebep olur, bunlar Hikmetsiz gülmek, uykusu gelmediği halde sabaha kadar ibâdetsiz vakit geçirmek ve karnı acıkmadığı halde fazla yemek yimek.”


Recâ bin Hayve şöyle bildiriyor: Bir zamanlar Muâz bin Cebel’in ( radıyallahü anh ) bir sohbetinde bulunmuştum, ilim hakkında şöyle buyurdu: “Size benim vasıyyetim olsun! İlmi, ancak Allah rızası için öğrenin! Zira Allah rızası için öğrenilen ilim, takvâyı (Allahtan korkmayı) hâsıl eder. Bu niyetle ilim aramak ibâdettir. Bu ilmi müzakere etmek tesbihtir, ilimden konuşmak, Allah yolunda cihaddır. Bilmeyene ilim öğretmek sadakadır. Bir mecliste bulunanlara ilimden bahsetmek, Allahü teâlâ’ya yakınlıktır. Zira ilim, helâl ile haramın terazisi, Cennet ehlinin minaresi, gurbette insanın arkadaşıdır. Bir insan, bir yerde yalnız kaldığı zaman, ilim ona sıkıntıyı gideren bir arkadaş olur. Sıkıntı ve genişlik zamanlarında ilim sahibine delîldir. İlim, düşmanlara karşı çok iyi bir silâhtır. İlim, büyüklerin yanında dindir. Dostlarının yanında insanın süsüdür. Cenâb-ı Hak bir kavmi, ilim ile yükseltir, insanı ilimle başkalarına rehber, öncü yapar ve ona itaat ederler. Melekler dahi ilim sahiplerinin dostluklarını arzular ve kanatlarını onların üzerine gererler. Canlı ve cansız her ne varsa, hatta denizlerdeki balıklar ve diğer hayvanlar, havada uçan kuşlar, karadaki bütün hayvanlar, âlimlere istiğfar ederler. Çünkü ilim, insanın kalb gözünü açar. Gözleri karanlıktan aydınlığa kavuşturan bir nûrdur. İlim ile amel eden insan, seçilmiş kimselerin makamlarına yükselir, ilim sahipleri, dünyâ ve âhirette yüksek derecelere erişir, ilimde tefekkür, nafile oruç tutmak gibidir. İlmin öğretilmesi nafile namaz kılmaktan sevâbtır. İlim ile, helal ve haram olan şeyler ayırt edilebilir. İlim, amellerin imamıdır. Amel, ilme tâbidir, İlimsiz amel olmaz, ilim, Cennet yoluna ışıktır. Cehennemlik olanlar, ilimden mahrûm kalanlardır. Dünya ve âhiret se’âdetinin kaynağı ve bütün ibâdetlerin efdali, en üstünü ilimdir.”


Hazreti Muâz bin Cebel oğluna şöyle vasıyyet etmişti:


“Ey oğlum! Bir namazını kıldığın vakit, o namazın senin kıldığın son namazın olacağını düşün! Bir daha böyle bir namaz vaktine yetişeceğini ümit etme!”


“Ey oğlum! Mü’min olan bir kimsenin iki hayırlı iş arasında ölmesi lâzımdır. Yani bir hayırlı işi yaptığı zaman; ikinci hayırlı işi yapmak niyetinde ve kararında olmalıdır.”


“Şeytan, pazarda, yalan hile, hıyânet ve yemîn ettirerek müslümanları günaha sokmaya çalışır, önce gidip, geç çıkanlara daha çok asılır.”


Hazreti Muâz bin Cebel’e: “Falanca, Kur’ân-ı kerîm yazıp satıyor” dediklerinde, “Bu, Kur’ân-ı kerîmi satmak değildir. Kâğıt ve işçilik ücreti istemektir. Kur’ân-ı kerîmi satmak demek, onu para ile, ücret ile öğretmektir” buyurdu.


“Allahın buğz ettiği kimseler, mescidlerde dilenenlerdir. Yani onlar, Allah’ın evlerinde, yüce ve münezzeh olan Allahtan değil de, başkalarından isterler. Bir de istediklerini vermeyenlerin günahlarına girmiş olurlar.”


“Bir din kardeşini sevdiğin zaman onunla münâkaşa etme! Ona fenâ harekette bulunma ve onun hakkında, başkasına; (Bu nasıl adamdır?) diye sorma! Olur ki, onun bir düşmanı ile karşılaşırsın da, onda olmayan bir şeyi sana bildirir. Böylece seninle onun arasını açmış olur.”


Birisi Muâz bin Cebel’e ( radıyallahü anh ): “Bana öğüt ver!” deyince, “Merhametli ol ki, ben de senin Cennet’e girmene kefil olayım” buyurdu.


Muâz bin Cebel ( radıyallahü anh ) şöyle anlatıyor: Bir gün Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) huzûruna varmıştım. Bana: “Ey Muâz! Sen, bu akşam nasıl sabahladın?” buyurdu. Ben de: “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ’ya îmân etmiş olarak sabahladım” dedim. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz: “Ey Muâz! Senin her sözünün doğruluğuna bir delîlin vardır. Bu sözünün doğruluğunun delîli nedir?” buyurdular. Ben de şöyle cevap verdim: “Yâ Resûlallah! Ben, geceden, gündüze çıktığım zaman, bir daha akşamı beklemem. Akşam olduğu zaman da, sabaha kadar yaşayacağımı hiç ümit etmem. Bir adım attığım zaman, ikinci adımı atacağımı sanmam. Her insanın bir eceli olduğunu bilirim. Ecelinin saati geldiği zaman, o anda ecelinin ona yetişeceğini bilirim. Bütün insanlar mahşerde haşr olunurlar. Kimisi Peygamberi ile beraberdir. Kimisi de taptıkları ile beraber olacaktır. Ben ise, kendimi sanki Cehennemdeki insanların azaplarını ve Cennetteki insanların ni’metlerini her an görüyorum gibi düşünürüm.” Bunun üzerine Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Ey Muâz! Sen çok iyi yapmışsın. Böyle düşünmeye devam et ve bundan hiç ayrılma!”


Muâz bin Cebel ( radıyallahü anh ): “Sırat köprüsünü geçinceye kadar mü’minin huzûru olmaz” buyurdu.


İmâm-ı Tâvûs bin Keysân, geceleri ibâdet ve zikir ile geçirir, tefekkür ederdi. Sabaha kadar kıbleye karşı otururdu. Ve “Cehennemi hatırlamak, korkanların uykusunu unutturmuştur” buyururdu. Bir defasında Muâz bin Cebel’i de ( radıyallahü anh ), ağlarken gördüler ve “Niçin ağladığını?” sordular. Buyurdu ki: “İnsanlar iki gruptur. Biri Cennetlik, diğeri Cehennemlik. Acaba ben hangisinden olacağım? diye ağlıyorum.”


Muâz bin Cebel ( radıyallahü anh ), ölümü esnasında: “Allahım, şimdiye kadar senden korkuyordum. Fakat şimdi sana ümit besliyorum. Allahım, ben sular akıtıp, ağaçlar sulamak ve bahçeler yetiştirmek için yaşamak istiyorum. Susuzluktan ciğerleri yananları sulamak, darda kalanlara genişlik göstermek, âlimlerin sohbetine devam edip, kendimi onların zikir halkalarına sıkıştırmak için yaşamak istiyorum” dedi. Ölüm sancıları şiddetlenip baygınlıklar geçirip, ayıldıkça: “Allah’ım! Beni ne kadar sıkıştırırsan sıkıştır, bilirsin ki, kalbim sana bağlıdır, seni sever” buyurdu.


Allahü teâlâ bir kulunu hastalığa müptelâ kıldığı zaman, sol yandaki meleğe şöyle buyurur: “Kalemi ondan kaldır!” sağ yandaki meleğe ise, şöyle buyurur: “Bu kuluma sağlığında işlediği amelden daha iyisini yaz! Çünkü o, teminatım altındadır.” Abdullah bin Seleme’ye şöyle nasîhat etti: “Allahü teâlânın emrettiği beş vakit namazı kıl, ye, iç ve uyu! Helâl kazan, günahkâr olma! Müslüman olarak öl! Mazlûmun ahından ve bedduâsından sakın!”


Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) çocuğunun ölümü üzerine Muâz bin Cebel’e gönderdiği ta’ziye mektûbu şöyledir:


“Allahü teâlâ sana selâmet versin!


Ona hamd ederim. Herkese iyilik ve zarar, yalnız O’ndan gelir. O dilemedikçe, kimse kimseye iyilik ve kötülük yapamaz.


Allahü teâlâ, sana çok sevâb versin. Sabr etmeni nasîb eylesin! O’nun ni’metlerine şükür etmenizi ihsân eylesin!


Muhakkak bilmeliyiz ki, kendi varlığımız, mallarımız, servetimiz, kadınlarımız ve çocuklarımız, Allahü teâlânın sayısız ni’metlerinden, tatlı ve faideli ihsânlarındandır. Bu ni’metleri, bizde sonsuz kalmak için değil, emanet olarak kullanmak, sonra geri almak için vermiştir. Bunlardan, belli bir zamanda faideleniriz. Vakti gelince, hepsini geri alacaktır.


Allahü teâlâ, ni’metlerini bize vererek sevindirdiği zaman, şükr etmemizi, vakti gelip geri alarak üzüldüğümüz zaman da, sabr etmemizi emir eyledi. Senin bu oğlun, Allahü teâlânın tatlı, faydalı ni’metlerinden idi. Geri almak için sana emanet bırakmış idi. Seni, oğlun ile faydalandırdı. Herkesi imrendirecek sekide sevindirdi, neşelendirdi. Şimdi geri alırken de, sana çok sevâb, iyilik verecek, acıyarak, doğru yolda ilerlemeni, yükselmeni ihsân edecektir. Bu merhamete, ihsâna kavuşabilmek için sabır etmeli, O’nun yaptığını hoş görmelisin! Kızar, bağırır, çağırırsan, sevâba, merhamete kavuşamazsın ve sonunda pişman olursun. İyi bil ki, ağlamak, sızlamak, derdi, belayı geri çevirmez. Üzüntüyü dağıtmaz! Kaderde olanlar başa gelecektir. Sabır etmek, olmuş bitmiş şeye kızmamak lâzımdır.”

Besmelenin fazileti

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Delâil-ü hayrât)* kitâbının sâhibi şöyle anlatıyor: Bir adam evlenmiş. Gelin hanım öyle bir hanım ki, her hareketinde Besmele çekiyor. Öyle ki, oturuyor *Besmele*, kalkıyor *Besmele*. 


Adam ne yapacağını şaşırıyor. Hanımına; Sen ne için böyle her şeye Besmele çekiyorsun? diyor. 


O da diyor ki: Anam babam böyle öğretdi bana. Besmele çeken kimse, her işinde muvaffak olur. Allahü teâlâ onu her *(zarar)* dan korur, muhâfaza eder. Böyle diyor beyine. 


O da kendi kendine; Peki sen görürsün, diyor. Ertesi gün bir torba *(altın)* getiriyor ve hanımına verip; Bunları sana emânet veriyorum, iyi sakla, lâzım olduğu zaman alırım senden, diyor. 


Kadıncağız da peki deyip, Besmele çekiyor kalkıyor, Besmele ile torbayı alıyor, Besmele ile sandığı açıyor, o torbayı Besmele ile koyuyor, Besmele ile kapağını kapatıyor. 


Adam da bunları görüyor ve içinden; Sen görürsün bakalım, bu kadar *Besmele* çekmek neye yarıyacak, diyor. Birkaç gün sonra, adam sessizce sandığı açıyor, o torbayı alıyor, götürüp bahçedeki *(su)* kuyusuna atıyor. 


Kadına da diyor ki: Hani ben sana emânet bir *(torba)* vermişdim ya, şimdi ona, lüzum hâsıl oldu, getirir misin, diyor. Kadın da, hayhay diyor, *Besmele* çekiyor, kalkıyor.


Besmele çekiyor, sandığı açıyor, Besmele çekiyor, elini torbaya uzatıyor, bir de bakıyor ki, torba *(yaş)*, şaşırıyor kadıncağız. Adam; Ne oldu, torbayı niye getirmiyorsun? diyor. 


Kadın, *Besmele* ile torbayı çıkarıyor, ama torbadan şakır şakır *(sular)* akıyor. Adam bu hâli görünce vaziyeti anlıyor, yapdığına pişmân oluyor ve tövbe ediyor. Hanımından da *(özür)* diliyor. 


Kadıncağıza; Ben bir kabâhat yapdım. Senin haberin yokken o torbayı oradan alıp, *(Su)* kuyusuna atdım, diyor. Velhâsıl Melekler, o torbayı kuyudan alıp getirmişler.


Adam, Besmelenin bereketi olduğunu görüyor. İnsâfa gelip *(tövbe)* ediyor. Besmele’nin azametini çok iyi anlıyor. 


Velhâsıl, *(Besmele)* ile başlıyan her iş, Allahü teâlânın kudretiyle, hayırla neticelenir kardeşim. 


Efendi hazretleri, bir gün sırası geldi de buyurdu ki: İkinci *(Abdülhamîd)* Hân Cennetmekân, Fâtih’den, Yavuz’dan ve Kânûnî’den daha üstündür. 


*(Vahdeddîn)* Hân da, eğer uzun zaman tahtda kalsaydı, Abdülhamîd Hân’dan daha üstün olacakdı. Çünkü o, *âlim* idi.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerinin gördüğü bir rüyâ

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri Nehrî'de gördüğü bir rüyâ üzerine tahsîline daha büyük ehemmiyet verdi. Bu rüyâyı şöyle anlatmaktadır:


Nehrî isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine tahsil görüyordum. Ramazan ayını âilemle birlikte geçirmek üzere memleketime döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsîl ettiğim zamanlardı. Ramazan ayının on beşinci Salı gecesi, rüyâda Allah'ın Resûlünü gördüm. Yüce bir taht üzerinde risâlet makâmında oturmuşlardı. O'nun heybet ve celâli karşısında dehşete düşmüş, yere bakarken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı. Göz ucuyla kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, top sakallı, aydınlık alınlı bir zât… Bu zât sağ kulağıma işitilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir suâl sordu: "Hayz zamânında bir kadının, câmiye girmesi uygun değilken, iki kapılı bir câminin bir kapısından girip öbür kapısından çıkmakta şer'an serbest midir?" Allah Resûlünün heybetlerinden büzülmüştüm. Suâli tekrar sormaması için gâyet yavaşca ve alçak bir sesle; "Dînin sâhibi hazırdır, buradadır." diye cevap verdim. Maksadım, şerîat sâhibinin huzûrunda kimsenin din meselelerine el atamayacağını anlatmaktı. Resûlullah efendimiz, ses işitilemeyecek bir mesâfede bulunmalarına rağmen cevâbımı duydular. Durmadan; "Cevap veriniz!" diye üst üste iki defâ emir buyurdular.


Ertesi gün, öğle namazı vaktinde pederimin câmiye geliş yolları üzerinde durdum. Kendilerine bir şeyi arzedeceğimi hissederek yanıma geldiler. Rüyâmı anlattım. Yüzlerine büyük bir sevinç dalgası yayılırken; "Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din bilgilerini tebliğe memur buyurdular. İnşâallah âlim olursun! Bütün gücünle çalış." diyerek rüyâmı tâbir etti. Babama; "Kâinâtın efendisi huzûrunda, bunca din meselesi dururken bana hayz bahsinden suâl açılmasının ve cevâbının tarafımdan verilmesi hakkındaki Resûlullah'ın emrinin hikmeti nedir?" diye sordum şu cevâbı verdi:


"Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru olduğu için böyle bir suâl, senin ileride din ilimleri bakımından çok yükseleceğine işârettir.


Bu rüyâdan sonra, on sene müddetle, Cumâ gecelerinden başka hiç bir geceyi yorgan altında geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık îcâbı uykuyu kitap üzerinde geçirdim. İnsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım.


Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri, öğrendiği fıkıh, tefsîr gibi ilimlerin yanında kendisini mânevî yoldan yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusu ile yanıyordu. Diğer taraftan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin halîfesi Seyyid Fehîm-i Arvâsî, rüyâsında Allahü teâlânın Resûlünü gördü. Peygamber efendimiz kendisine; "Abdülhakîm'in terbiyesini sana ısmarladım." buyurmuştu.


Nihâyet Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri 1878 (H.1295) yılında Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin huzûruna kavuştu ve hocasından aldığı ilk emir, tövbe ve istihâre oldu. İstihârede şöyle bir rüyâ gördü:


Seyyid Tâhâ hazretleri, câmide, talebesi Seyyid Fehîm'e şu emri veriyordu: "Abdülhakîm'i al, elbisesini soy, cevâzimât-ı hams çeşmelerinde kendi elinle tamâmen yıka! Sonra ikimize de imâm olsun!.. Seyyid Fehîm hazretleri onu alıp cevâzımât-ı hams çeşmelerinde yıkıyor, o da elini onun omuzuna koyarak, sağ ayağını kendisi için serilmiş olan seccâdeye bırakıyordu.


Bu rüyâ onun talebeliğe kabûl edildiğine dâir gâyet açıktı. Tâbire muhtaç kısmı sâdece cevâzımât-ı hams tâbiri idi. Cevâzım cezm'in çoğulu olup kat'î, kesin demektir. Hams yâni beş adedi ise âlem-i emrin, latîfenin tasfiyesine işâret olduğu açıktı. Rüyânın başka tâbire muhtaç olmayan açıklığı ayrı bir ilâhî lütuf ve sonsuz bir ihsândı.

Büyükleri sevmek için

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir mü’min, bir mü’min için duâ ederse, melekler *(âmin)* der. Melekler âmin dediği ve günâh işlemedikleri için, o duâ kabûl olur. Günahkârın duâsı kabûl olmıyabilir ama mâsumunki kabûl olur. Melekler *(mâsum)* dur.


Ben gazeteden, kitaplardan, otuz senedir, *(on para)* almamışımdır elhamdülillah. O kadar kitap, hep hediye. Para bana gelmez. Enver âbi maaş alır, Mücâhid alır. Abdülhakîm alır. 


Ama ben, on para almam. Fakat onların ikrâmını kabul ederim. Onlar, aldıkları parayla meselâ *(ayran)* alırlar, bana da ikrâm ederler, ben de o ayranı içerim. 


*(İhlâs)* nasıl elde edilir? İhlâs ne zaman düzelir? İhlâsı elde etmenin tek bir yolu var, o da büyüklerin *(sohbeti)* dir. Peki, sohbet nedir?


Bu büyüklerle sohbet demek; severek kitaplarını okumak, sözlerine uygun yaşamak, onların yolunu öğrenmek ve onlarla berâber bulunmağa çalışmakdır. 


Sohbet demek, illâ bir şeyler dinlemek, bir şeyler öğrenmek demek değildir kardeşim. Sohbet, o büyüklerle *(berâber)* olmak demekdir. İsterse hiç konuşulmasın. 


Nitekim *(Şâh-ı Nakşibend)* hazretlerine, uzak yoldan bir tüccar gelmiş. İçeri girmiş, ama bakmış ki, hiç konuşma yok. Herkes başını önüne eğmiş, sessizce oturuyorlar. 


Tüccar içinden; *(Bu kadar uzak yoldan geldim, bir şeyler anlatsa da, istifâde etsem)* diye düşünmüş. O anda Şâh-ı Nakşibend hazretleri başını kaldırmış. O adama dönmüş ve;


*(Bizim sükûtumuzdan istifâde edemiyen, konuşmamızdan hiç istifâde edemez)* demiş. Meğer Şâh-ı Nakşibend hazretleri, ordakilere kalbinden *(feyz)* akıtıyormuş. 


Müslümânın sîmâsında *(feyz)* vardır. Bu sîmâya bakan, bu feyzden istifâde eder. Hiç konuşmasa da, kalbinden yayılan feyz, çevresine çok fâideli olur. Çocukların kalbi, daha günah pisliğine bulaşmadığı için çok *(temiz)* dir. 


Büyüklerin kalbinden *(feyz)* gelir efendim. Evliyânın kalbinden feyz alınır. Eğer kalbinize feyz geliyorsa, bütün dünyâyı, herkesi ve her şeyi *(resim)* gibi görürsünüz. 


Eğer o feyz yoksa, her şey *(diken)* gibi batar. Büyüklere âşık olan, Allaha âşık olan, Peygambere âşık olan bir insan ne görür? Sâdece *(güzel)* şeyler görür. 


Büyükleri sevmek için, o büyüklerin hayâtını çok okumak lâzım, *(Mektûbâtı)* çok okumak lâzım, arkadaşları çok sevmek lâzımdır. 


Çok şeyler öğrenmek o kadar mühim değildir. Şeytan da çok şey biliyordu. Yâni *(ilmi)* vardı, *(ameli)* de vardı, ama buna rağmen Cehenneme gitdi. Niçin? Çünkü *(ihlâsı)* yokdu.

ÇİFTE SULTANLAR

HAZRETİ HÜSEYİN­’İN KIZLARI

Pey­gam­be­ri­mi­zin sev­gi­li to­ru­nu Haz­ret-i Hü­se­yin, Ker­be­lâ’da şe­hit edi­lin­ce, hi­mâ­ye­siz ka­lan kız­la­rı Fâ­tı­ma 12, Sâ­ki­ne 11 ya­şın­da şa­kî­ler ta­ra­fın­dan Ana­do­lu’ya ka­çı­rı­lıp Bi­zans’a sa­tı­lır. O za­man­ki Tek­fur bu du­rum­dan is­ti­fâ­de et­mek is­ter ve on­la­rı râ­hi­be yap­mak için her tür­lü çâ­re­ye baş­vu­rur. 


Ön­ce çok iyi kar­şı­la­yıp, in­ci­ler, mer­can­lar, uşak­lar, ara­ba­lar, el­bi­se­ler... için­de bir mi­sâ­fir gi­bi ba­kar­lar. Kız­lar; “Bu ih­ti­şâ­mın bir be­de­li ol­ma­lı­dır.” di­ye dü­şü­nür­ler. Baş­ta ibâ­det­le­ri­ni ser­best­çe ya­par­lar.


So­nun­da Tek­fur ger­çek yü­zü­nü gös­te­rir. “Bi­zans­ta ya­şı­yor­su­nuz, bi­zim gi­bi ol­ma­lı­sı­nız!..” der. Ma­nas­tı­ra gön­der­mek is­ter fa­kat ka­bul et­mez­ler. Kız­la­rı süs­lü oda­la­rın­dan alıp iz­be deh­liz­le­re gön­de­rir. 


Çok sı­kın­tı çe­ker­ler. Ku­ru bir ek­mek ve bir maş­ra­ba su. Ko­ri­dor­lar­dan kah­ka­ha ve çığ­lık ses­le­ri ge­lir. Tek­fur on­la­ra 40 gün müh­let bi­çer, ya ma­nas­tı­ra ya­hut...


Kra­li­çe ara­ya gi­rin­ce, sert­lik­le de­ğil yu­mu­şak­lık­la hâl­let­mek için ken­di kız­la­rı 14 ya­şın­da­ki Ka­te­ri­na’yı, on­la­ra ar­ka­daş ola­rak gön­de­rir­ler. Mak­sat­la­rı ken­di din ve ya­şa­yış­la­rı­nı sev­dir­mek. Fâ­tı­ma ve Sâ­ki­ne mi­sâ­fir­le­ri­ni dost­ça kar­şı­lar­lar. 


Pren­ses bu iki kı­zı çok se­ver ve on­lar­dan çok et­ki­le­nir. Ha­yat­la­rı, ya­şa­yış­la­rı, ah­lâk­la­rı ve din­le­ri ile il­gi­li so­ru­lar so­rup bü­yük bir hay­ran­lık­la din­ler. On­la­rın bir­çok ke­râ­me­ti­ne şâ­hit olup Müs­lü­man olur. Ar­tık on­lar­dan hiç ay­rıl­maz. “Ne söy­lü­yor­sa­nız, ne ya­pı­yor­sa­nız doğ­ru­dur.” de­di­ği için kız­lar ona Sı­dı­ka is­mi­ni ve­rir­ler. 


Zin­dan­dan ha­ber so­ran an­ne ve ba­ba­sı­na; “Çok iyi gi­di­yor, şa­şır­ma­ya ha­zır olun!” der. Ama sa­yı­lı gün ça­buk ge­çer ve 40. gün ve­dâ­laş­ma vak­ti ge­lir. Sı­dı­ka; “Ne mut­lu si­ze, şe­hit ola­rak sev­dik­le­ri­ni­ze ka­vu­şa­cak­sı­nız. Ben ise...” der. 


Fâ­tı­ma bir ka­ğı­da Sı­dı­ka’nın Müs­lü­man ol­du­ğu­nu ya­zar ve el­le­ri­ni açıp baş­lar du­â­ya. Di­ğer­le­ri âmin der. Bi­raz son­ra üçü bir­den ve­fât eder­ler. Hep­si, İs­tan­bul’da Fatih-Kocamustafa’da Sümbül Sinan Efendi Camisi bahçesinde gö­mü­lü­dür­ler.


Allahü teâlâ şefâatlerine kavuştursun.

Amin.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*(El ulemâ vereset-ül enbiyâ.)* Efendimiz aleyhisselâm böyle buyuruyor. Yâni âlimler Peygamberlerin vârisleridir. Ne büyük ni’met içindeyiz kardeşim. 

Bu gün çok yoruldum efendim. Lâkin insanın kalbinde *(Allah)* sevgisi varsa, *(Din)* sevgisi varsa, o kalbin zindeliği, vücûdun yorgunluğunu giderir efendim. 

Ben zindeyim elhamdülillah. Bana; *(Çok yoruluyorsun, üzülüyoruz)* diyorlar. 

Evet yoruluyorum, ama insanın kalbinde *(sevgi)* varsa, *(hizmet aşkı)* varsa, muhabbet varsa, vücûdunun yorgunluğu ona te’sîr etmiyor. Yeter ki kalb zinde olsun. Ben zindeyim elhamdülillah. 

Benim kurtulmam, sizin kurtulmanız, hepimizin kurtulması, bu kitapların dağılması, hep Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin, bana; *(Sen lâf dinlersin)* iltifâtıyla olmuşdur. Sen lâf dinlersin dedi bana. Elhamdülillah. Allahü teâlânın ihsânı efendim. 

Ya kovsaydı, *(Git, artık gelme)* deseydi. Çünkü ben, en çok ondan korkardım efendim. *(Bir daha gelme)* diyecek diye ödüm kopardı. Bu korkuyla yüzlerine bakamazdım. Hep önüme bakardım. 

Âlimler, Allah korkusundan, kendilerini âdeta arslanın ağzının içindeki *(yem)* gibi görürler. Arslan ağzını kapatdığı zaman ölecek, o kadar Allahdan korkarlar. 

Ben, Abdülhakim Efendi hazretlerinin, her zaman tam karşısına otururdum. Hattâ, Eyüp Sultân câmiinde, ilk tanıdığımda, en önde, burun buruna oturmuşduk. 

Allahü teâlâ; *(Her istiyene veririm, bâzan da istemiyenler arasından seçdiğime veririm)* buyuruyor. İnnâ Fetahnâ leke sûresinin son âyet-i kerîmesidir bu. 

Bu âyet-i kerîmede hem adâlet, hem de ihsân var. Her istiyene veririm buyurması, *(adâlet)* dir. İstediğime veririm buyurması da *(ihsân)* dır. 

İstiyene nasıl verir? Meselâ benim gibi. Ben istedim, Rabbim de verdi. Askerî okulda, birinci sınıfa başlamışdım. Ramezân-ı şerîfde oruç tutmak istiyenleri, doktor muâyene edip, tutabilecek ve tutamıyacak olanları ayırdı. 

Oruç tutmak istiyen (seksen) kişi vardı. Bunların içinden, güçlü kuvvetli olanlarından (otuz) kişiyi, *(tutabilir)* diye ayırdı. (Elli) kişiyi de, zaîf gördüğü için *(tutamaz)* diye ayırdı. 

Ben de ufak tefek ve zaîfdim. Beni de tutamıyacakların içine ayırdı. Hâlbuki ben tutmak istiyordum. Çünkü evimde, böyle terbiye almışdım. Önceden de tutuyordum. Bunun için üzülmüşdüm. 

Hemen doktora; *(Ben tutmak istiyorum)* dedim. O zaman doktor bana bir kızdı, bir bağırdı. (Sen oruç tutacak adam mısın? Tutarsan sınıfda kalırsın, hasta olursun, ölürsün!) dedi. 

Doktor, iriyarı bir yüzbaşıydı. Ramezân-ı şerîf geldi, oruç tutacak olan (otuz) kişiye *(yemek)* çıkıyordu. Ben de onlarla berâber kalkıyordum. Onların yemeklerinden yiyordum. 

Ben de orucumu tutdum. Hava çok sıcakdı. Doktor yüzbaşı oruç tutmuyordu. Askerler, onun öğle yemeğini, oruç tutan talebelerin arasından geçirirdi. Üstünü de *(açık)* geçirirdi. Nezâketen de olsa, üstünü örtdürmezdi. 

Daha sonra o doktor yüzbaşı görülmez oldu. Meğerse ölmüş. Bana; (Sen oruç tutarsan ölürsün) demişdi. Kendisi *(öldü)*. Ben, (seksen) senedir oruçlarımı tutuyorum.

Bunca sene, oruçdan dolayı (hasta) bile olmadım elhamdülillah. O doktor bana; (Sen oruç tutarsan sınıfda kalırsın) demişdi. Ben okulun *(birincisi)* oldum. 

Bir sonraki sene, oruç tutanların sayısı daha da azaldı. Sonra azala azala, son sınıfda iken bir tek *(ben)* kalmışdım. Ben, namâzımı da kılardım. Başka kılan yokdu, hademelerin odasına gider, kılardım. 

*(İlmihâl)* de de yazdım ya, bir kadir gecesi uyuyamadım. Duâ etdim, o gece, Allahü teâlâ bana *(Efendi)* hazretlerini gösterdi. Bir câminin kubbesinin etrâfında *(nûrânî)* bir şekilde göründü. 

Efendim Evliyâlar, dostlarla düşmanları ayırd etmezler. Fakat dostlara giderler, dostların hastasını ziyâret ederler, cenâzesine giderler. Düşmanların ziyafetlerine ise gitmezler, ama bir bahâne uydururlar. 

Meselâ (hastayım, şöyleyim böyleyim) deyip gitmezler. Şimdi Enver âbi de öyle yapıyor. Enver Âbi’yi dâvet ediyorlar. Enver Âbi ne diyor? *(Böbreğim hasta, ameliyat oldum, ben gelemem)* diyor, başkasını gönderiyor. 

Eskiden dedelerimiz, her gün birkaç sâat *(Mektûbât)* okurlarmış. Çünkü büyüklerin sohbeti kalbi temizler. Eğer büyüklerin sohbeti ele geçmezse, o vakit rûhlarından istifâde edilmeye çalışılır. Peki bunun için ne yapılır? 

Rûhlarından istifâde etmek için *(râbıta)* yapılır. Ama râbıta zordur, herkes yapamaz. Râbıta yapmayı da beceremiyorsa, o zâtın *(kitapları)* nı okur. 

Bu yolla o zâtın rûhundan istifâde eder. Yâni rûhâniyetinden *(feyz)* alır. Feyz, *(nûr)* demekdir. Böylece kalbi temizlenir, nurlanır ve parlar.