Namaz başlı başına islâmiyetdir

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Nefs)* in nihâi gâyesi, o insanı *(Kâfir)* yapmakdır. Bu nefs, insana düşman olduğu gibi, Allaha da düşman. Cenâb-ı Hak, bu nefsi, kendine *(Düşman)* olarak yaratmış. 


Bu nefsi, en ziyâde tahrip eden şey, *(Namaz) dır kardeşim. Onun *(İlâcı)* budur. Bu ilâcı kim kullanırsa, nefsinin şerrinden *(Emîn)* olur. 


İnsan namâza durduğu zamân *(Nefs)* inlermiş. Çünkü *(Namaz)*, mü’minle kâfiri ayıran farklardan biridir. 


Hele *(Cemâat)* ile kılınırsa, o kimsenin müslümân olduğuna *(Hükm)* edilir. Öyleyse namâza çok ehemmiyet verelim kardeşim. 


Çünkü *(Namâz)*, başlıbaşına *(Din)* dir, yâni *(İslâmiyet)* dir. Her tâat, bir ibâdettir, ama namâz, başlı başına İslâmiyetdir. 


O, bir *(Simge)* dir, yâni bir *(Alâmet)* dir. Şu anda üzerimizde *(Rahmet)* bulutu var kardeşim. 


Eğer aramıza *(İkilik)* girmezse, *(Nifak)* girmezse, *(Birlik)* ve berâberlik bozulmazsa, bu *(Hizmet)* ler devâm eder. 


Ama aramıza münâzarat girerse, *(Gıybet)*, *(Dedi kodu)* ve *(İftirâ)* girerse, o zaman istikbâlimiz hakkında *(Ye’se)* düşerim, o zaman üzülürüm.


Bu kitapların *(Te’sîr)* li olması, Abdülhakim Arvasi Efendi Hazretlerinin *(İzni)* nden dolayıdır. Efendi Hazretlerinin *(Himmet)* inden dolayıdır. Onun *(Sevgi)* sinden dolayıdır. 


Çünkü, bu fakiri sevdiğine dâir bana mektûbu var. *(Pek çok sevilen Hilmi!)* diye başlıyor. Ben ne biliyorsam, hepsini *(Efendi)* hazretlerinden öğrendim kardeşim.


Abdülhakim Arvasi Efendi Hazretleri de kendisi için; *(Vallahi bende ne varsa, hepsi üstâdım Seyyid Fehîm Hazretlerine âitdir)* buyururdu.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Hayrünnâs men yenfe’unnâs.)* Hadîs-i şerîfdir bu. Peygamber Efendimiz buyuruyor. Yâni insanların en *(Kıymetli)* si, en *(Hayrlı)* sı, insanlara *(Fâideli)* olandır. İşte biz de, Allahın kullarına hayrlı olmaya çalışıyoruz kardeşim. 


1955 senesinde Kuleli’de öğretmen iken, talebeler bana bir suâl sordular. *(Kâfirler Cennete gidecekler mi, gitmiyecekler mi?)* diye. Ben de onlara bir cevap yazdım. 


Sene sonuydu. Bir dersde talebelere bunu böylece anlatdım. Dedim ki: *(İsterseniz ben bu cevâbı yavaş yavaş okuyayım. İstiyen defterine yazsın)*. Ben okudum, onlar yazdılar. 


*(Enver)* de yazdı, *(Zeki)* de yazdı. Sonra bu yazdıklarını çoğaltıp, gitdikleri yerlerde tanıdıklarına dağıtdılar. 

● ● ●

*(Küfr)* den sonra en büyük haram, *(Kalp)* kırmakdır kardeşim. Hattâ kalp kırmak, *(Kâbe)* yi yetmiş defâ yıkmakdan daha büyük *(Günâh)* dır. 


Neden? Çünkü *(Kâbe)* kul yapısıdır. *(Kalp)* ise Allahü teâlânın kudretiyle var olmuşdur. Hem sonra kalp kırmakda *(Zulm)* vardır, *(Kul)* hakkı vardır. 


*(Zâlim)* ler, bu zulümlerinin *(Cezâsı)* nı çekmeden âhirete intikal etmezler. Yâni hem *(Dünyâ)* da çekerler, hem de *(Âhiret)* de. Çok fenâ. Mektûbât’da buyuruyor ki: 


Cenâb-ı Hak, yaratdığı *(Organ)* lar içinde, kendine en yakın olarak *(Kalb’i)* yaratmışdır. Ona (*Cârullah)* diyor. Yâni Allahü teâlâya *(Komşu)*. Cenâb-ı Hak, kendine bir komşu yaratmış. 


Yâni yeryüzünde, ister *(Mü’min)* olsun, ister *(Kâfir)* olsun, ister *(Evliyâ)* olsun, isterse *(Fâsık)* ve *(Fâcir)* olsun.


Bir *(Kul)* un kalbi kırıldığı zaman, *(Allah)* bundan incinir. Çünkü *(Kâfir)* de olsa, Onun kulu. Kulunu incitene Allahü teâlâ *(İncinir)*.

Her günah, dalgınlık ve şehvetin aslı, nefsini beğenmektir

 "Her günah, dalgınlık ve şehvetin aslı, nefsini beğenmektir. Her tâat uyanıklık ve iffetin esası, nefsini beğenmemektir."


"Kendinde bulunan gizli ayıpları araştırman, bilmediğin gâip şeyleri araştırmandan daha iyidir."


"Allahü teâlâ, bâzılarını kendi hizmetinde bulundurur. Bâzılarına kendi muhabbetini verir. Her ikisine de imdâd-ı ilâhî gelmiştir. Bunlar, Rabbinin ihsânıdır. İsrâ sûresi 20. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Rabbinin ihsânı, hiç kimseden menedilmiş değildir" buyuruldu.


"Her sorulana cevap verenin, açıkça görülen her şeyi yorumlayanın, karşısındakilerin hâlini hesap etmeden her ilmi açıklayanın bu hareketleri, câhil olduğunu gösterir."


"Âhiret, mümin kullara mükâfat verme yeri olarak yapılmıştır. Çünkü bu dünyâ, onlara yapılacak ihsânlara müsâit değildir. Çünkü mümin kulların değeri, mükâfâtlarının fâni olan bir yerde verilmesinden üstündür."


"Amelinin semeresini dünyâda görmek, âhirette makbûl olmaya işârettir.”


“Allahü teâlâ katındaki kadrini, değerini bilmek istersen, seni hangi işlerde bulundurduğuna dikkat et!"


"İhtiyâcı olmadığı hâlde bir kimseye tâati nasip eden Allahü teâlânın, bedene ve bâtına âit nîmetlerde hiç eksiklik yapmayacağını bilmek lâzımdır."


"Âriflerin Allahü teâlâdan dileği, O'na hakîkî kulluk yapabilmek ve Allahü teâlânın emirlerini yerine getirebilmektir."


(Seyyid İbn-i Ayderûsî hazretleri)

Bu dünya hayatı bir hayaldir

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, çok sevdiği, müstesnâ *(Velî)* kullarının kalbini açar. O da, açılan kalpden *(Kabir)* de olanları görür, *(Mahşer)* de olanları görür. 


*(Sırat)*  köprüsünü görür, Cenneti görür, Cehennemde *(Yanan)* ları görür. Ama söylemeye *(İzin)* yokdur efendim. İstisnâ olarak bâzıları söylerler. 


Bu dînin aslı; Bu *(İyi)*, bu da *(Kötü)* diyebilmekdir. Yâni *(Hak)* olanı *(Bâtıl)* dan ayırmakdır. Ama sırf bilmek insanı kurtarmaz. İcraat lâzım. Çünkü *(İyi)* yi bilen, onu yapacak. 


*(Kötü)* yü bilen de, o *(Kötülük)* den sakınacak ki, fâidesini görsün. Mektûbâtda İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: *(İlim, edinmek içindir)*.


Yâni, *(İlâç)*, içmek içindir. *(Su)*, içip de kanmak içindir. Her şeyin sebebine yapışacağız. *(Şifâ)* istiorsak, *(İlâcı)* nı içeceğiz kardeşim. Büyüklerden *(Feyz)* alan, kurtulur. 


Eshâb-ı kirâm, bir gün Peygamber aleyhisselâmın *(Huzûr)* una geldiler ve (Yâ Resûlallah, bir insanın feyz alıp almadığı nasıl belli olur?) diye sordular. 


Efendimiz aleyhisselâm; Feyz alanın kalbi nûrlanır)buyurdu. Bu defâ; (Peki yâ Resûlallah, kalbin nûrlandığını nerden bileceğiz?) dediler. 


Efendimiz aleyhisselâm; *(Eğer kalp nûrlanırsa, âhirete muhabbeti artar, dünyâya karşı da soğukluğu çoğalır)* buyurdu.


Velhâsıl bu dünyâdaki herşey *(Hayâl)* dir kardeşim. Bütün hayâller birleşirse, gene hayâl olur. Nitekim bu Büyükler; *(Dünyâ hayâl ise, içindekilerin hepsi de hayâl demekdir)* buyuruyorlar. 


*(Hayât)*, ne demekdir? Hayât demek, *(Hayâl)* demekdir, hayâl. İşte bu günümüz de geçti, yâni *(Hayâl)* oldu. Hayâller bir araya gelince ne olur? Hayâl olur. 


Velhâsıl, bütün *(Dünyâ)*, bütün bu âlem *(Hayâl)* den ibâret, her geçen gün de böyle *(Hayâl)* oluyor kardeşim.

Ben haklıyım diyerek âhirete gitmeyin

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Kıyâmete yakın insanlar bozulduğu zaman, bir sünneti *(İhyâ)* eden, dirilten, ortaya çıkaran kimse, *(Yüz)* şehîd sevâbı kazanır. Ne güzel. Ya bir *(Vâcib)*i veyâ bir *(Farz)*ı ihyâ ederse? 


Hele doğru *(Îmân)* etmesine sebep olursa, ne kadar *(Ecir)* kazanır, Allahü teâlâ bilir. İşte sizler, kitap dağıtan arkadaşlar, bu *(Sevâb)*a kavuşuyorsunuz kardeşim.


İnsanlar içinde, en çok seveceğimiz *(Kişi)* kimdir? Peygamber Efendimizdir aleyhisselâm. Peki, Onu nasıl seveceğiz? Sevmek için, tanımak lâzım. Onun için *(Hayât)* ını okuyacağız. 


Güzel *(Ahlâk)* ını, cömertliğini, mûcizelerini, savaşlarını tekrar tekrar okuyacağız. Böyle yaparsak, inşallah *(Sevgi)* si kalbimizi kaplar kardeşim. 


Bu dünyâda, ben *(Haklı)* yım, diyen, âhiretde zararlı çıkar. Ben *(Haksız)* ım, diyen kazanır ve gideceği yer, *(Cennet)* dir. Onun için, Ben haklıyım diyerek âhirete gitmeyin. 


Haksız olabilirsiniz. Size göre haklısınızdır, ama Allah indinde *(Haksız)* olabilirsiniz? İnsanlar, kendilerini *(Haklı)* gördüğü müddetçe, kendini beğendiği müddetçe, *(Feyz)* kapıları kapanır. 


Evet feyz gelir, *(Kâfir)*e de gelir. İçine girer. *(Mürted)* in de içine girer. Çünkü ışığın, enerjinin girmediği yer yok ki. 


Ne olur peki? Orada değişime uğrar. O gelen *(Feyz)*, içerde *(Zehir)* hâline dönüşür. O fâideli şey, zehir hâline gelir. 


*(Küfr)* ü artar, dinsizliği artar, îmânsızlığı çoğalır. Ne gibi? Şeker hastasının baklava yemesi gibi. Her dilim, onu biraz daha *(Ölüm)*e sürükler.

Peygamber efendimiz aleyhisselâm en çok hangi duayı severdi

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü azîmüşşân hepimize *(Din)* ve *(Dünyâ)* iyilikleri versin kardeşim. Din ve dünyâ selâmeti versin. Bundan daha kıymetli *(Duâ)* ne olabilir? Hem dünyâda *(Râhat)* edeceksin, hem de âhiretde. 


İşte, *(Rabbenâ âtinâ fiddünyâ haseneten ve fil âhireti haseneten)* bu demekdir. Yâ Rabbî, bize, hem dünyâda, hem de âhiretde *(rahatlık)* ver, *(sıkıntı)* verme. 


*(Ve kınâ azâbennâr)*. Bizi, Cehennem ateşinde yanmakdan koru. 

 

Bilâl-i Habeşîye radıyallahü anh sormuşlar ki: *(Efendimiz aleyhisselâm en çok hangi duâyı severdi?)* Cevâben bu *(Duâ)* yı buyurmuş Mübârek. 


Rabbenâ âtinâ fiddünyâ haseneten ve fil âhireti haseneten ve kınâ azâbennâr. Hepsi var bunun içinde. *(Dünyâ)* râhatlığı da var, *(Âhiret)* râhatlığı da. 


Mü’minin âhireti, dünyâsından daha iyidir. Bir gün Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri buyurdu ki: *(Lâf olsun diye dinlemeyin, bunu Mazher-i Cân-ı Cânân böyle buyuruyor)*. 


Ne diyor? (Mü’minin âhireti, dünyâsından iyidir) buyuruyor.


Hadîs-i şerîf var, meâlen; *(Bu dünyâ mel’ûndur. Bu dünyâda Allah rızâsı için olmıyan her iş de mel’ûndur)* buyuruluyor. 


Eğer *(Enver)* in kalbinde bir zerrecik *(Menfaat)* düşüncesi olsa, hiçbir âbi onu sevmez, hattâ sevemez. Çünkü menfaat *(Nefsânî)* dir, *(Şeytânî)* dir.


Ve mü’min kullar, *(Nefs)* ine ve *(Şeytân)* a uyan kimseyi sevemezler. Çünkü hubb-u fillâh ve buğd-u fillâh, bu dînin *(Aslı)* dır kardeşim.

İslamiyet bilmek dinidir

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir *(Kitâb)*ı okumadan önce, *(Kim)* in yazdığına dikkat edin kardeşim. Fakat bu da yetmez. Bunun da *(Yolu)* nu bulmuşlar. Nasıl mı? *(Bozuk)* kitaplarına, ehl-i sünnet âlimlerinin *(İsim)* lerini yazıyorlar. 


Hâlbuki alâkası yok. Kandırmak için böyle yapıyorlar. Çok *(Tehlike)* li kardeşim. Onun için çok *(Dikkat)* li olmak lâzım. Bu bozuk insanlar, bozuk *(Kitap)* larını okutabilmek için bu *(Hiyle)* yi yapıyorlar. 


Maksatları, gençlerin *(Îmân)* ını çalmak. Onların kitâbını okuyan, *(Küfre)* girebilir mâzallah. *(Huy)*, bulaşıcıdır. İyi huylu olanlarla berâber olursanız, huyunuz düzelir. 


Ama, *(Habîs)* ve *(Kötü)* insanlarla berâber olursanız, mutlaka siz de bozulursunuz. Çünkü *(Huy)*, bulaşıcıdır ve dâimâ kötülük *(Hâkim)* dir. İyilik, kötülüğe hâkim olamaz. 

 

Bir *(İbâdet)* in Allahü teâlâ tarafından kabûl edilmesinin iki *(Şartı)* var. Biri, o ibâdetin *(Sahîh)* olması lâzım. Yâni *(Abdest)* in, *(Gusl)* ün, *(Namâz)* ın, dînimizin emretdiği gibi olması lâzım. 


Bunun için de *(İlim)* şart. Bilmeden olmaz. Dînimiz, *(Bilmek)* dînidir, bilmiyorsak öğreneceğiz kardeşim. Bilmeden müslümânlık olmaz. 


İkinci şart; *(İhlâs)* la yapılması lâzım. İhlâs nedir? *(Samîmiyet)* dir, yâni Allah emretdiği için yapmakdır. *(Niyet)* çok mühim.


İnsanların *(Rızâ)* sı için, başkalarının *(Takdîr)*i için, beğenmesi için olursa, Allahü teâlâ onu *(Beğenmez)*. Allah emretdiği için yapacağız, yoksa kabûl olmaz kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İnsan, kendini ne kadar âciz görürse, *(Zelîl)* görürse, zillet içinde kabûl ederse, Allah indinde o kadar *(Azîz)* olur, o kadar *(Makbûl)* olur. 


Ayrıca *(Mü’min)*, ya öğrenir, ya öğretir, ya da bir *(Sohbet)* de bulunur. Onu da yapamazsa, böyle yapanlara muhabbet besler.


Onları sever ve duâ eder, beşincisi olamaz. Yâni mü’min, ya *(Talebe)* dir, ya *(Muallim)* dir, ya da sohbet dinleyicidir. 


Bunları da yapamazsa, en azından bunu yapanları sever, açar ellerini, onlara *(Duâ)* eder, ama bir beşincisi olamaz. Bu zamanda *(Küfr)*e girmek çok kolay. 


Meselâ bir harama, *(Ne güzel)* dese, mâzallah küfre girer. Fakat efendim îmâna gelmek de çok kolay. Bir tövbe etse, *(Küfr)* den kurtulur. 


Meselâ; *(Yâ Rabbî, bilerek veyâ bilmiyerek bir günâh işledimse veyâ küfre girdimse, çok pişmânım, beni affet)* dese, o anda günâhları affolur. Îmânı gitdiyse geri gelir. 


Yalnız iki şey geri gelmez. Kılınmayan namazların *(Kazâ)* sı, bir de *(Kul hakkı)*. Öyleyse helâllaşacığız. Kazâmız varsa, bir an önce kılıp bitireceğiz kardeşim. 


Namâzını kazâya bırakan, iki *(Suç)* işlemişdir. Biri, Allahın *(Namaz)* emrini yerine getirmemekdir ki, ancak kazâsını kılmakla affolur. 


İkincisi, o namâzı vaktinde kılmamak *(Suç)* udur ki, o da, *(Emr-i mâruf)* yapmakla affolur. 


Meselâ bizim kitapları dağıtmak, hem *(Cihâd)* dır, hem de emr-i mârufdur, hem de büyük günâhların affına sebepdir.

İSMAİL YAĞCI ABİNİN ARDINDAN

Allahü teala rahmet eylesin mekanı cennet olsun inşaallah amin. 


BİR HATIRA


Seneler önce idi. İHLAS FİNANS krizinden sonraki yıllarda. 

Tam senesini hatırlamıyorum.


O tarihte İstanbulda oturuyorum işimde orada idi.


İstanbul'dan Afyona gelmiştim. Oradan da ilçem SİNANPAŞA’ya doğru yola çıktım. 

Afyon - Antalya kavşağından ilçeye gitmek için döndüğümde yolun sağ tarafında elinde kocaman tekerlekli bir valizle biri bekliyor. Baktığımda önce gözlerime inanamadım. 

Bu kişi Rahmetli İsmail Yağcı abi idi. Hemen yolun sağına yanaştım. Arabadan indim selam verdim elini öptüm. O öptürmek istemedi ama ben çoktan öpmüştüm. 

Hemen kendimi tanıttım.

(Beni İstanbul'dan ismen bilmese de sima olarak tanıdığı, bildiği için hiç yabancılık çekmedi.)


Dedim, "İsmail abi hayırdır ne oldu abi? Niye burada tek başınıza bekliyorsunuz. Sana nasıl yardımcı olabilirim? Ben ilçeme gidiyorum sizi orada misafir edeyim, ev de çok müsait buyurun gidelim" dedim.


- Fuat abi! Allahü teala razı olsun çok teşekkür ederim. Ben buradan otostop yapıp bir kamyoncuyla yola devam edeceğim. İnşaallah şimdi biri gelir. Burdur - Isparta oralara çekime gitmem gerekiyor. Vazife aksamaz, dedi. İnşaallah başka zaman Afyon’a bir çekim nasip olursa sana o zaman misafir olurum, dedi.


- Abi gözünü seveyim ne otostopu ne kamyonu? Sen bütün çekimlere özel bir araba ile gitmiyor musun? Buraya kadar da otostopla mı geldin? Araba nerede, şoförün yok mu bu nasıl iş? dedim. 


Rahmetli hafiften tebessüm etti. 


- Fuat abi biliyorsun müessesenin durumu malum. İHLAS Finans darbesinden sonra sıkıntı çok büyük oldu. Çekimler için özel araba şoför şu bu sırası değil. 

Zar zor çekimler için üç-beş kuruşluk sponsor bulabiliyoruz onu da yoldu, akaryakıttı, oteldi buralara harcarsak müesseseye hiç katkımız olmaz. Bu sebeple uzun zamandır yurtdışı hariç yurtiçinde hep böyle hareket ediyoruz, dedi.


- Allahü teala razı olsun abim o zaman benim vaktim müsait sizi Burdur’a,  Isparta'ya ben götüreyim çorbada bu seferlik benim de tuzum olsun, dedim. 


- Fuat abi ne farkeder senin araba da mazot, benzin neyse yakmıyor mu? Sen de bunlara para vermiyor musun? Sen illa bir şey yapmak istiyorsan o mazot, benzin parasını finans ödemesine gönder. Bu daha hayırlı olur. Beni de daha çok memnun etmiş olursun. 

Hem şimdi bir kamyona binince varacağım yere gidene kadar kamyoncuya ehli sünnet itikadını, hizmetleri, büyükleri, dilimin döndüğü kadar anlatırım. Valizimde de kitaplar var onlardan hediye ederim bir kişi daha nasiplenmiş olur. Allahü teala senden razı olsun hadi sen yoluna devam et! Ben birazdan giderim zaten dedi. 


Ne kadar ısrar ettimse razı olmadı. 

Tekrar müsafaha ettim arabama mecburen bindim. Hafiften yürüdüm. Bir taraftan da aynadan İsmail abiyi takip ediyorum. Gerçekten az biraz yürümüştüm bir nakliye kamyonuna el etti. Kamyoncu durdu. İsmail abiyi aldı. Yola devam ettiler. 


Allahü teala rahmet eylesin mekanı cennet olsun. İşte, bu Büyüklerimiz bu yola böylesi fedakarlıklarla hizmet ettiler. O yaşına rağmen hiç durmadan hep hizmet etti İsmail abi... 


Şimdi mükafat zamanı... Allahü teala Peygamber EFENDİMİZİN Sallallahu aleyhi vesselam ve büyüklerimizin şefaatına kavuştursun mekanı cennet olsun inşaallah amin.


Hakkınızı helal edin abiler!

İsmail abi ile bir anımı sizlerle paylaşmak istedim. 


FUAT ÖZCAN

AFYONKARAHİSAR

İMAM-I A'ZAM'IN VEFATI

Ömrünün son yıllarında Abbâsî devleti içinde karışıklıklar ve ayaklanmalar baş gösterdi. İmâm-ı A’zam bu karışıklıklara rağmen ders veriyor, talebelerini yetiştiriyordu. H. 145 yıllarında vukû bulan hâdiselerden sonra Halîfe Mansûr, onu Kûfe’den Bağdad’a getirterek, kendisinin haklı olarak halîfe olduğunu herkese bildirmesini, buna karşılık temyiz reisliğini verdiğini bildirdi. İmâm-ı A’zam bütün zorlamalara rağmen hükümet ve siyâset işlerine asla karışmayıp ilim yolunda kalmak istediğinden bu teklifi kabul etmedi. Bunun üzerine Halîfe Mansûr, İmâm-ı A’zamı hapsettirip işkence yaptırdı. Bir müddet sonra çıkardı ise de, tekrar hapse attırdı ve işkenceye devam ettirdi. Hergün vurulacak sopa adedini arttırdı. Fakat halkın galeyana gelip hücum etmesinden korktu. Nihayet İmâm-ı A’zam zehirlenmek sûretiyle, 767 (H. 150) senesinde, yetmiş yaşındayken şehid edildi.Vefât ettiği yerde Kur’ân-ı kerîmi yedi bin kere hatim etmişti. Vefât ederken secde etti. Vefât haberi duyulduğu her yerde büyük üzüntü ve gözyaşıyla karşılandı. Cenâzesini Bağdat kâdısı Hasan bin Ammâre yıkadı. Yıkamayı bitirince şöyle dedi: “Allahü teâlâ sana rahmet eylesin!Otuz senedir gündüzleri oruç tuttun. Kırk sene gece sırtını yatağa koyup uyumadın. En fakîhimiz sendin! İçimizde en çok ibâdet edenimiz sendin! En iyi sıfatları kendinde toplayan sen idin!”Cenâzesinin kaldırılacağı sırada Bağdat halkı oraya toplanıp o kadar büyük kalabalık olmuştu ki, cenâze namazını kılanlar elli bin kişiden fazlaydı. Gelenler çok kalabalık olduğundan ikindiye kadar altı defa cenâze namazı kılındı. Sonuncusunu oğlu Hammâd kıldırmıştı. Bağdat’ta, Hayzeran Kabristanının doğusunda defnedildi. İnsanlar günlerce kabrinin başında toplanıp ona duâ ettiler. Vefâtından dolayı çok üzüldüler. Büyük âlimlerden Şu’be’ye vefât haberi ulaşınca; “İlim ışığı söndü, ebediyyen onun gibisini bulamazlar.” dedi. Vefâtından sonra çok kimseler onu rüyâsında görerek ve kabrini ziyâret ederek, onun şanının yüceliğini dile getiren şeyler anlatmışlardır. İmâm-ı Şâfiî buyurdu ki: “Ebû Hanîfe ile teberrük ediyorum. Onun kabrini ziyaret edip faydalara kavuşuyorum. Bir ihtiyacım olunca iki rekât namaz kılıp, Ebû Hanîfe’nin kabrine gelerek onun yanında Allahü teâlâya duâ ediyorum ve duâm hemen kabûl olup isteklerime kavuşurum.”“Yüz elli senesinde dünyânın ziyneti gider.” hadîs-i şerîfinin de, İmâm-ı A’zam için olduğunu İslâm âlimleri bildirmiştir. Çünkü o tarihte İmâm-ı A’zam gibi bir büyük vefât etmemişti. Mezhebi, İslâm âleminin büyük bir kısmına yayıldı. Selçuklu Sultanı Melikşah’ın vezirlerinden Ebû Sa’d-i Harezmî İmâm-ı A’zamın kabri üzerine mükemmel bir türbe ve çevresinde bir medrese yaptırdı. Daha sonra Osmanlı pâdişâhları bu türbeyi defalarca tamir ettirdi.

Eserleri:

İmâm-ı A’zamın eserleri pekçok olup zamanımıza kadar ulaşmış olanları başlıca on tânedir. Aslında akâid ve fıkıh ilimlerinde rivâyet edilen bütün meseleler onun eseridir. Bunlardan fıkıh bilgileri, Ebû Yûsuf’un rivâyeti ile ve bilhassa İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin toplayıp yazdığı Zâhir-ür-Rivâye denilen kitaplarla nakledilmiştir. (Bkz. Ebû Yûsuf ve Muhammed Şeybânî)

1. Risâle-i Redd-i Havâric ve Redd-i Kaderiyye: İmâm-ı A’zamın usûl-i dinde ilk yazdığı eserdir.

2. El-Fıkh-ul-Ekber: Akâide dâirdir. Bu eserin birçok şerhi yapılmış olup, başlıcaları şunlardır: El-Kavlül-Fasl; Muhyiddîn bin Behâeddîn tarafından yapılan şerhidir. Bu kitap İhlâs A.Ş. tarafından ofset yoluyla basılmıştır. Pezdevî, Ebü’l Müntehâ ve İmâm-ı Mâtürîdî tarafından yapılan şerhleri de meşhurdur.

3. El-Fıkh-ül-Ebsat: İmâm-ı A’zam bu eserinde istitâ’at (insan gücü) hayır ve şer, kaza ve kader meselelerini açıklamaktadır.

4. Er-Risale li Osman Büstî: Eserde îmân, küfr, ircâ ve va’îd meseleleri açıklanmıştır.

5. Kitab-ül-Âlim vel-Müteallim: Bu eserde muhtelif meseleler hakkında Ehl-i sünnet îtikâdını bildirmek için tertiplenmiş soru ve cevaplar vardır.

6. Vasiyyet-i Nûkirrû: Eserde Ehl-i sünnet vel-cemâatin hususiyetleri anlatılmakta, akâid ve farzların hudutları açıklanmaktadır. Bu vasiyetten başka oğlu Hammâd’a ve talebesi Ebû Yûsuf’a yaptığı vasiyet olmak üzere on beş kadar vasiyetnâmesi vardır.

7. Kasîde-i Nûmâniyye.

8. El-Asl.

9. El-Müsned-lil-İmâm-ı A’zam Ebî Hanife.

Buyurdu ki:

“Allah bize, insanların mümin olanlarını sevmemizi, onlara karşı saygı beslememizi ve asla kırıcı olmamamızı, kalplerinde ne sakladıklarını bilemeyeceğimizi, hareketlerimizi buna göre ayarlamamızı emretmiştir.”

“Allahü teâlâ, kendisine şükür ismini vermiştir.ÇünküAllahü teâlâ, iyiliği mükâfatlandırır. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.”

“Kulların birbirlerine karşı işledikleri suçlar, kendileri için bir zulümden ibârettir.”“İnsan, her şeye şifâ veren tek varlığın Allahü teâlâ olduğuna inanır; bununla beraber derdine devâ olması için ilâç kullanır. Çünkü ilâç bir sebeptir. Şifâsını verecek olan ise Allahü teâlâdır.“Mümin, Allahü teâlâdan korktuğu kadar hiçbir şeyden korkmaz. Şiddetli bir hastalığa yakalanır veya feci bir kaza veya belâya uğrarsa, gizli veya âşikâr; “Yâ Rabbî, bana bu belâyı neden verdin?” diye şikâyetçi olmaz. Bilâkis hastalığa, belâya ve kazaya rağmen Allahü teâlâyı zikir ve şükreder.

“Mümin, Allahü teâlânın kendisini devamlı murâkabe ettiğini bilir. Kimsenin bulunmadığı bir yerde veya herkesin yanında olsun, mutlaka Allahü teâlânın onu kontrol ettiğine inanır. Krallar ve sözde büyük adamlar ise, ne gizli ve ne de âşikâr bir yerde herhangi bir şahsı murâkabe edemezler.”

Talebesi Yûsuf bin Hâlid es-Semtî bir vazifeye tâyin edilip Basra’ya giderken Ebû Hanîfe ona şu vasiyetlerde bulunmuştur: “Basra’ya vardığında halk seni karşılayacak, ziyaret ve tebrik edecek. Herkesin değer ve yerini tanı, ileri gelenlere ikramda bulun, ilim sâhiplerine hürmet et, yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster, halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk, Sultanı küçümseme, hiçbir kimseyi hafife alma. İnsanlığında kusur etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peydâ etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme, cimri ve alçak insanlarla ahbablık kurma, kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme!..”

“Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlar mescidde senin etrafını sarıp aranızda bâzı meseleler görüşülürse, yâhut onlar bu meselelerde senin bildiğinin hilâfını iddia ederlerse onlara hemen muhalefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver! Sonra bu meselede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin değerini, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana, bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakihlerin bir kısmınındır, de! Onlar, verdiğin cevabı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler.”“Seni ziyârete gelenlere ilimden bir şey öğret ki, bundan faydalansınlar ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umûmî şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Onlara güven ver, bâzan onlarla şakalaş ve ahbablık kur. Zîrâ dostluk, ilme devamı sağlar. Bâzan da onlara yemek ikrâm et. İhtiyaçlarını temine çalış, değer ve itibarlarını iyi tanı, kusurlarını görme. Halka yumuşak muamele et, müsâmaha göster, hiçbir kimseye karşı bıkkınlık gösterme; onlardan biri imişsin gibi davran.”“Din ilminde konuşan kimse, Allahü teâlânın kendisine: «Benim dînimde sen nasıl fetvâ verdin, nasıl söz söyledin?» suâlini sormayacağını zannediyorsa, kendisine ve dînine gevşeklik etmiş olur.”

“Bir kimse fıkıh bilmez, fıkhın kıymetini ve fıkıh âlimlerinin değerini bilmezse, böyle âlimlerle oturmak kendisine ağır gelir.”“Günah işlemeyi zillet; günahı terk etmeyi mürüvvet gördüm ve bildim.”“Bir kimsenin ilmi, kendisini Allahü teâlânın yasaklarından men etmiyorsa, o kimse büyük tehlikededir.”

“Şaşarım şu kimselere ki, zanla konuşurlar ve onunla amel ederler!”

“Dînin alışveriş kısmını bilmiyen, haram lokmadan kurtulamaz ve ibâdetlerin sevâbını bulamaz. Zahmetleri boşa gider ve azâba yakalanır ve çok pişman olur.”

Allahu Teâlâ Ehl-i sünnet itikadında olmayana kendi sevgisini vermez

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendimiz aleyhisselâm; *Ümmetim fesâda uğradığı zaman sünnetimi ihyâ edene, yüz şehîd sevâbı verilir*, buyurdu. Hadîs-i şerîf bu. 


İşte bizim kitapları *Okuyan* da, *Dağıtan* da, yüz *Şehîd sevâbı* alır kardeşim. Üstelik, kazâya kalan namazları varsa, bunları vaktinde kılamamanın *Cezâsından* da kurtulur. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, bâzen lâmbayı söndürürdü ve bize dönüp; *Benden sonra, işte böyle olursunuz!* buyururdu. 


İnsan, kendi başına kitap okuyabilir. Buna, *Kitap okumak* derler. İyidir, fâidelidir. Ama biri okur, diğerleri dinlerse, buna *Sohbet* denir. 


Sohbetde bütün *Kemâlât* mündemicdir. Her türlü *Feyz* ve *Bereket*, sohbetdedir, birlik ve berâberlikdedir. 


Allahü teâlânın ihsân etdiği bu doğru *Îmân* çok kıymetlidir efendim, çok *Mübârek* dir. Ama *Düşmanı* da çokdur.


Bir şey ne kadar *Kıymetli* ise, *Düşmanı* da o kadar çok olur. Peki, onu nasıl koruyacağız? *Kıymetini* bilmekle ve *Şükr* etmekle. 


Onun şükrü de, birbirimizi sevmekle olur. Birbirimizi çok *Seveceğiz*. Çünkü *Îmân* ni’metinin korunması, birbirimizi *Sevmeye* bağlı. 


Diğer yollarda, *Üstâdın* yanına gitmek, görüşmek, el sıkmak, el öpmek gibi *Merâsim* ler vardır. Fakat bizim büyüklerimizin yolunda böyle şeyler *Yokdur* efendim. 


Sâdece o zâtın *Büyük* olduğuna inanmak, onu *Sevmek* ve bir de sohbetinde bulunmak yeterlidir. *Yakın* olmak, *Uzak* olmak, kadın erkek, küçük büyük, hiç farketmez. En iyi tarafı da budur:


Çok bahtiyârız kardeşim. Eğer o *Büyük* leri görmeseydik, ne olurduk? Hiç! Allahü teâlâ, *Ehl-i sünnet* îtikâdında olmıyana, hele *Kâfir* ve *Müşrik* olana, kendi *Sevgi* sini vermez. 


Nasıl ki musluğa gidersiniz, *Su içmek* için, yâhut karpuzu kesersiniz, *Karpuz yemek* için. İşte bunun gibi Allahü teâlâ da kendi sevgisini, Peygamber aleyhisselâmın *Vâsıtası* ile verir. 


Veyâ o büyük Peygambere *Tâbi* olan, ehl-i sünnet vel cemâat *Îtikâd* ında olan büyük zâtların *Kalbinden* verir. Aynen muslukdan *Su içer* gibi. 


Siz *Havuz* dan belki alamazsınız, ama *Musluk* dan içersiniz. O hâlde, o havuzun musluğuna kavuşan kimseden daha *Şanslı*, daha *Bahtiyâr* kim vardır? 


İşte Allahü teâlâ, bize böyle bir *Musluğu* nasîb etdi. Bunun için dünyânın en *Bahtiyâr* insanlarıyız kardeşim. Tasavvufu *Yediyüz* kişi târif etmiş, bir büyük *Zât* da diyor ki: 


Ben, bu yediyüz târifin özetini çıkardım. O da şu: *Vaktin kıymetini bilmek, tasavvufun kendisidir*, diyor o mübârek zât. 


Tasavvufun bir târifi de, *Kimseyi incitmemekdir*, kardeşim. Nitekim, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin vasiyetnâmesinin son cümlesi, *Kimseyi incitmeyin*. Öyle buyuruyor Mübârek. 


En korkduğumuz şey, *Îmânsız* olmak kardeşim. Çünkü insan bilemez îmânsız olup olmadığını. *Îmânım Var* der, ama îmân *Gitmiş*, haberi yok.