Fen yobazı

Dinde reformcu 

*(Âhıreti görmedik ki, Şa’rânînin Mevkıf denilen yerin coğrafî durumuna âid sözlerini, Sırât, Mîzân, Cehennem ve Cennet için yapdığı harîtayı, oraya tatbik edelim. Biz bu gibi şeyler için, Kitâb, Sünnet, Akl ve Hikmet delîllerinden hiçbir delîle rastlamadık.)* diyor.

~~~

*Cevap:* Bu sözleri ile *Evliyâ-i kirâma ve bunların kerâmetlerine saldırmakda,* *müslimânların* bunlara olan *îmânlarını, i’timâdlarını yıkmaya çalışmakdadır.* Hâlbuki, bu davranışında da çok haksızdır. 


*Abdülvehhâb-ı Şa’rânî ve bunun gibi, Allahü teâlânın çok sevdiği büyükler biz Cenneti, Cehennemi, Mevkıfı, Sırâtı, bu gözümüzle gördük demiyor. Hattâ, bu dünyâda görülemez diyorlar*. 


Bilinemez, anlaşılamaz, anlatılamaz bir hâlde kalblerimize keşf olundu. Rü’yâ gibi gösterildi diyorlar. Bu sırrı, sevdiklerine, mahremlerine haber veriyorlar. *(Men-lem yezuk lem-yedri)*, buyuruyorlar. Ya’nî *tatmıyan anlamaz* diyorlar. 

💧💧💧

*KALPLERE KEŞF OLUNMASI* ne demek onu aşağıdan muhakak okuyalım.

💧💧💧

Bir âyet-i kerîmede meâlen, *(Çok zikr ediniz. Zikr etmekle kalb itminâna kavuşur)* buyuruldu. Hadîs-i şerîfde,*(Allah sevgisinin alâmeti, Onu çok zikr etmekdir)* buyuruldu. Hadîs âlimleri *(Resûlullah, her an zikr ederdi)* buyurdu. İşte bunun için bu ümmetin büyükleri çok zikr ederdi.


Böylece, islâmiyyetin bu emrini de yerine getirmeğe çalışırlardı. Çok zikr edince, mubârek kalbleri itmînâna kavuşurdu.*(Her derdin şifâsı vardır. Kalbin şifâsı, zikr-ullahdır)* ve *(Takvânın kaynağı, âriflerin kalbleridir)* hadîs-i şerîflerinin haber verdiği gibi, kalb hastalığından, günâhlardan kurtuldular. 


Allahü teâlânın sevgisine kavuşdular. İşte takvâ sâhibi olan, kalbleri temiz olan, Allahü teâlânın çok sevdiği bu büyük âlimler diyorlar ki, *(Çok zikr ederken, dünyâyı, herşeyi unutuyoruz. Kalbimiz ayna gibi oluyor. İnsan uykuda, herşeyi unutunca, rü’yâ gördüğü gibi kalblerimizde birşeyler görünüyor)*. 


Bu gösterilenlere *(Keşf),* *(Mükâşefe)*, *(Şühûd)* ismlerini veriyorlar. Böyle olduğunu, her asrda binlerle Velî haber veriyor. 


Çok zikr etmek ibâdetdir. Çok zikr edenleri Allahü teâlâ sever. Bunların kalbleri, takvâ kaynağı olur. Bunları Kitâb ve Sünnet haber veriyor. 


Bunlar *(Ümûr-i teşrî’iyye)*dir. *Bunlara inanmıyan, Kitâba ve sünnete inanmamış olur*. 


Kalbde keşf ve şühûd hâsıl olduğunu da, Allahü teâlânın sevdiği doğru müslimânlar haber veriyor. 


Hadîs-i şerîfde,*(Çok zikr edenin kalbinde nifâk kalmaz)* buyuruldu. Bunları haber verenler, *münâfık olmıyan, özü, sözü doğru kimselerdir.* 


*Keşf ve kerâmet, böyle kimselerin tevâtür hâlindeki haberleri ile bildirilmişdir.*


*Abdülvehhâb-ı Şa’rânî hazretleri*, derin âlim, büyük velîdir. Şâfi’î mezhebinin temel direklerinden biridir. Ehl-i sünnetin gözbebeğidir.  Yüzlerle eseri *Keşfüzzünûn'da* yazılıdır. Kitâblarından herbiri, Onun, kemâlini gösteren birer âbidedir. Hanefî mezhebinde olan âlimler de, Onun derin ilminin, keşflerinin, şühûdlarının hayrânıdırlar. Onun yeryüzünün yıldızlarından biri olduğunu bildirmişlerdir. 


Ehl-i sünnetin böyle gözbebeklerine saldıranların, *zındık* oldukları meydândadır. 


Anlaşılmıyan şeyi inkâr etmek câhillik ve ahmaklık olur. Anlamadığına, imkânsızdır, olamaz demek ise, bir taassubun, bir inâdın, yobazlığın ifâdesidir. *Bunun için, dinde reformcuya, fen yobazı diyoruz.* 


Faideli Bilgiler -Sayfa 108,109

Niçin bana hakkıyle uymadın?

Bir gün devrin meşhûr âlim ve zâhidlerinden Dâvûd-i Tâî hazretleri rahmetullahi aleyh, Ca’fer-i Sâdık’ın radıyallahü anh yanına geldi. 

O’na dedi ki: 

- Ey Peygamberin “aleyhisselâm” torunu! Bana bir nasîhat ver. Çünkü kalbim karardı. 


O da buyurdu ki:

+ Ey Dâvûd! Sen, zamanımızın en zahidi, Allahtan en çok korkanısın. Benim nasihatime ne ihtiyâcın var?


- Ey Resûlullahın torunu. Sizin bütün yaratılmışlara üstünlüğünüz var. O büyük Peygamberin kanı damarlarınızda dolaşmaktadır. Onun için herkese nasîhat vermeniz, üzerinize vâcibtir, borçtur.


+ Ey Dâvûd! Ben kıyâmet günü gelince, ceddim olan Muhammed “aleyhisselâmın” elimden yakalayıp: “Niçin bana hakkıyle uymadın?” demesinden korkuyorum. Bu işler, nesep (soy) işi değil, ibâdet ve amel İşidir. 


Dâvûd-i Tâî hazretleri rahmetullahi aleyh bu sözleri duyunca ağlamaya başladı ve dedi ki: 

“Yâ Rabbi! Onun varlığı Peygamberlik soyundan meydana gelmiştir. Sözleri yaşayışı herkese senettir, delîldir. Dedesi Resûlullah aleyhisselâm, annesi Betûl Hazreti Fâtıma evlâdından olduğu halde, böyle düşünürse, Dâvûd da kim oluyor ki, yaptıklarının bir kıymeti olsun!

Cennetlik bir kimseye bakmak isteyen Talhâ bin Ubeydullah'a baksın!

Müşriklerden çok keskin nişancı, attığını vuran Mâlik bin Zübeyr adlı bir okçu vardı. Bu müşrik Peygamber efendimize nişan alıp bir ok attı. Resûlullaha doğru gelen bu oka, başka hiç bir şekilde karşı koyamıyacağını anlayan Hazret-i Talhâ, elini açarak oka karşı tuttu. Ok elini parçaladı.


Hazret-i Talhâ'nın atılan oka karşı elini tutması, candan çok ötelere yükselmiş aşkın, kemâle gelmiş bir îmânın, muhabbet ile dolu bir kalbin, anlatılamıyan bir sevginin fiili olarak ortaya çıkmasıdır.


Uhud savaşında müşriklerin saldırdığı ve Resûlullah efendimiz ve Talha bin Ubeydullah'ın yanında kimse kalmadığı anda, Hazret-i Ebû Bekir ve Sa'd bin Ebî Vakkâs hazretleri, Resûl-i ekrem efendimizin yanına yetiştiler.


Yiğitlerin efendisi Hazret-i Talhâ da bu arada kan kaybından sıcak toprağa düşüp bayıldı. Her yeri kılıç, mızrak ve ok darbeleriyle delik deşikti. Altmış altı büyük yarası sayılamayacak kadar da küçük yarası vardı.


Yüzüne su serptiler

Sevgili Peygamberimiz, Hazret-i Ebû Bekir'e, hemen Hazret-i Talhâ'ya yardıma koşmasını emrettiler. Ebû Bekr-i Sıddîk, Hazret-i Talhâ'nın ayılması için mübârek yüzüne su serpti. Talhâ bin Ubeydullah hazretleri ayılır ayılmaz;

- Yâ Ebâ Bekir! Resûlullah nasıl?

- Resulullah iyidir. Beni O gönderdi.

- Allahü teâlâya sonsuz şükürler olsun. O sağ olduktan sona her musîbet hiçtir.


O sırada bir kaç sahâbi daha yetişti. Âlemlerin efendisi, Hazret-i Talhâ'nın yanına teşrîf ettiler. Yaralı mücâhid, sevincinden ağladı. Peygamber efendimiz, onun vücûdunu mesh ettikten sonra, ellerini açıp;

- Allahım! Ona şifâ ver, kuvvet ihsân eyle! diye duâ buyurdular.


Resûl-i ekrem efendimizin bir mu'cizesi olarak, Hazret-i Talhâ sapa sağlam ayağa kalktı ve tekrar düşmanla harbetmeye başladı. Sevgili Peygamberimiz onun için buyurdu ki;

- Uhud günü, yer yüzünde sağımda Cebrâil'den, solumda Talhâ bin Ubeydullah'dan başka bana yakın bir kimsenin bulunmadığını gördüm. Yeryüzünde gezen Cennetlik bir kimseye bakmak isteyen, Talhâ bin Ubeydullah'a baksın!

Allahü teâlâ seni şu köpekle terbiye etti

 🔹Sâlihlerden biri bir mescide sabaha kadar ibâdet etmek için girmişti. Geceleyin bir ses duydu. Sanki mescidde biri vardı.


O zât, kemâl sâhibi birisinin geldiğini zannetti ve aklından; "Böyle yere büyük zâtlar ancak Allahü teâlâya ibâdet etmek üzere gelir. Bu zât beni görür, hâlime nazar kılar." diye düşündükten sonra, bütün geceyi seher vaktine kadar ibâdetle geçirdi. Duâda bulundu. Kendini nasıl göstermek istiyorsa öyle yaptı. 


Seher vakti etraf ağarınca geriye dönüp baktığında bir köpeğin yattığını gördü. Kalbi utanç ateşi ile yandı ve kendi kendine;


"Ey edepsiz herif! Allahü teâlâ seni şu köpekle terbiye etti. Bütün gece köpek görsün diye ve köpek için ibâdette bulundun. Ne olurdu bir gececik de Allahü teâlâ için uyanık kalsaydın. Ey nefsim! Senin bir gece bile Allahü teâlâ için riyâsızca ibâdet ettiğini görmedim. Sen, Allahü teâlâdan utanmaz mısın? Kendi kadrini mevkî ve dereceni şimdi gördün. Âlemde elinden bir iş gelmez. Gelse bile ancak köpeklere lâyık olur." dedi.


🌹Ferîdüddîn Attâr hazretleri rahmetullahi aleyh

Kâdî Beydâvî müfessirlerin baş tâcıdır

Dinde reformcu, *Kelbî tefsîri gibi tefsîrlerde uydurma hadîsler vardır sözünde haklı* ise de, *(Beydâvînin tefsîri de böyledir)* sözü, kesin olarak yanlışdır. 


Büyük âlim Abdülhakîm Efendi buyurdu ki, ( *Kâdî Beydâvî hazretleri ismine ve düâsına yakışacak kadar yüksekdir*. *Müfessirlerin baş tâcıdır. Tefsîr ilminde en büyük makâma yükselmişdir.* Her meslekde seneddir. Her fende mâhir, her üsûlde burhân, önceki ve sonraki âlimlere göre sağlam, kuvvetli ve yüksek tanınmışdır. *Böyle derin bir âlimin tefsîrinde uydurma hadîs var demek, büyük ve alçakca bir iftirâdır. Dinde derin bir uçurum açmakdır.* Böyle sözleri söyliyenin dili, inananın kalbi, dinliyenin kulakları tutuşsa yeridir. Acabâ, bu büyük ilm sâhibi, uydurma hadîsleri sahîhlerinden ayıramazmı idi? Evet diyenlere ne demelidir? *Yoksa uydurma hadîs yazacak kadar ve böyle yapanlar için Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdiği ağır cezâlara aldırış etmiyecek kadar, dîninin kuvveti ve Allahdan korkusu yokmu idi?* Yokdu demek, ne kadar şenâ’at, çirkinlik olur. Böyle söyliyen kimsenin dar havsalası, kalın kafası, bu hadîs-i şerîflerdeki ma’nâları çok gördüğü için, mevdû’ demekden başka çâre bulamaz.


Faideli Bilgiler -Sayfa 107,108

Delili müctehid bulur

Dinde reformcu,*(Üzerinde icmâ’ bulunmayan bir meselede, herkes kendisine kanâat veren delîle uymalıdır. Zâten bir müctehide tâbi olmak, onun delîline tâbi olmak demekdir)* diyor.


Cevap: Evet, *müctehidi taklîd etmek, onun delîline tâbi olmak*, ya’nî *Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere tâbi olmak* demektir. 


Fakat, *meselenin delîlini bulan odur*. 


Zâten *mezhebler, bu delîli bulmakta ayrılmışlardır*. 


*Bir meselenin delîlini bulmak için, ictihâd derecesinde âlim olmak, müctehid olmak lâzımdır.* 


*Böyle bir âlim*, elbet *başkasını taklîd etmez*. 


*Kendi ictihâdına göre amel eder.* 


Faideli Bilgiler -Sayfa 107

Hazret-i Mehdî gelecektir

Dinde reformcu, hazret-i Mehdî için *(Mehdî fikri)* diyor. Bunun ilerde geleceğine inanmadığını söyliyor. 


Cevap: Dinde reformcu, zındık buna inanmayabilir. Fakat *müslümânların inanmaları lâzımdır.* 


*Bütün islâm âlimleri, bunu sözbirliği ile bildiriyor.* 


*İmâm-ı Süyûtî ve Ahmed ibni Hacer-i Mekkî* gibi *büyük âlimler* “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” *hazret-i Mehdî için kitâp yazdılar.*


*Hazreti Mehdî* hakkında *iki yüzden fazla hadîs-i şerîf ve alâmet* bildirdiler. 


Faideli Bilgiler - Sayfa 107

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Efendi Hazretleri, bana daha ilk görüşde; *Küçük efendi, ben seni sevdim!* dedi. Onların *Sevgi*’si, bizim *Sevgi*’mize benzemez. 


Demek ki, kendi *Kalb*’inde bana bir *Yer* ayırmış Mübârek, elhamdülillah. İşte o *Yer* ve o *Sevgi* bereketiyle bütün bu *Hizmet*’ler nasîb oldu kardeşim. 


Şurada toplanmamız bile o *Sevgi* bereketiyle *Nasîb* oldu. Ama ben, *Sevgi* nedir? Bir büyüğün muhabbetine *Mazhar* olmak ne demekdir? Hiç bilmiyordum ki. 


Sonradan anladım. Onların *Kalp*’leri, Resûlullah Efendimizin mübârek *Kalb*’inden açılan bir *Pencere*’dir. O pencereden bakan, Resûlullah Efendimizi görür. 

● ● ●

*Hak*, doğru demek, *Bâtıl* da bozuk demek. Hakkı bâtıldan ayırmak ne *Ni’met*’dir kardeşim. Hele bu zamanda. Aslında, Hakkı bâtıldan ayırmak çok *Zor*’dur. 


Ama Abdülhakîm Efendi hazretleri bize bunu *Kolay*’laşdırdı. *Hak* nedir, *Bâtıl* nedir, bize öğretdi elhamdülillah. 


Elli *Sene* evvel, *Bâyezid* câmiinde *İkindi* namâzından sonra, Efendi *Vaaz* veriyor, bir başka *Vâiz* de kürsüye çıkmış konuşuyor. Ama ne konuşma! 


Heyecanla, *Bağıra Çağıra* birşeyler anlatıyor, öyle ki, *Sesi* kubbeyi çınlatıyor. Hem *Genç* hem de *Çene*’si kuvvetli biriydi. Câmi, *Mihrâb*’dan tâ *Kapı*’ya kadar hınca hınç dolu.  


Bütün cemâat *Kürsü*’nün etrâfında toplanmış, bu adamı dinliyor. Hâlbuki o adam *Bâtıl*’ı anlatıyor. kürsüde ikide bir *Ayağa* kalkıyor, elleriyle bâzı *İşâret*’ler yapıyor, yâni *Kendi*’ni satıyor. 


Ama anlatdığı şeyler hep *Yanlış*, hep *Bâtıl*. Millet de onun anlatdıklarını *Hak* zannedip dinliyorlar. Peygamber aleyhisselâmın bir *Duâ*’sı var. 


Nedir o? *Allahümme erinel hakka hakkan ve erinel bâtıla bâtılan*. Ne demek bu?


Yâni yâ Rabbî! Bana *Hakk*’ı hak olarak tanıt. *Bâtıl*’ı da, bâtıl olarak tanıt. İkisini birbirine karışdırmıyayım, diyor. 


O *Böyle* söylerse, biz *Ne* yapacağız? Biz de, *İhlâs Vakfı*’nın kitaplarını okuyup, *Hak* nedir, *Bâtıl* nedir, öğreneceğiz kardeşim. Bu da, ne büyük bir *Ni’met*.

Mukallidlerin bir müctehidi taklîd etmeleri farzdır

Allahü teâlâ, *Muhammed aleyhisselâma indirdiği Kur’ân-ı kerîmde*, insanlara lâzım olan herşeyi bildirdi.  


Onunla gönderdiği *islâm dînini kıyâmete kadar değiştirilmekden koruyacağını* da bildirdi. 


Muhammed aleyhisselâm da, bu *ümmetin kıyâmete kadar bozulmayacağını müjdeledi*. Bütün insanların bu yola sarılmalarını emr eyledi. 


Allahü teâlâ,*(Nisâ)* sûresinin 114. âyetinde meâlen, *(Mü’minlerin yolundan ayrılanı Cehenneme atarız)* buyurdu. Bunun için, *islâm âlimlerinin(müctehid alimlerin) İCMA'ı*, din bilgileri için *delîl, huccet ya’nî sened* oldu. 


*Bu icmâ’dan ayrılmak yasak oldu.*


Bu yolu, bu icmâ’ı bilmeyen câhillerin *bilenlerden sorup öğrenmeleri* lâzımdır. 


Bunu,*(Nahl)* sûresinin 43. âyeti emr etmekdedir. *(Bilmediklerinizi bilenlerden sorunuz! Cehlin ilâcı, sorup öğrenmekdir)* hadîs-i şerîfi, bu âyet-i kerîmeyi tefsîr etmekdedir. 


İslâm âlimleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki, bir kimsenin *(MÜCTEHİD)* olabilmesi için arabî lügatını ezberlemiş olması, lügat farklarını, kelimelerin, hakîkî ve mecâz ma’nâlarını bilmesi, fıkh âlimi olması, dört mezhebin ihtilâflarını, delîllerini bilmesi, Kur’ân-ı kerîmi ezberlemiş olması, kırâet şekllerini bilmesi, Kur’ân-ı kerîmin bütün âyetlerinin tefsîrlerini bilmesi, muhkem ve müteşâbih, nâsih ve mensûh ve kasas âyetleri tanıması, hadîs-i şerîflerin sahîhlerini, müfterîlerini, muttasıl, münkatı’, mürsel, müsned, meşhûr ve mevkûf olanlarını ayırd etmesi, ayrıca vera’ sâhibi, nefsi tezkiye bulmuş, sâdık, emîn olması lâzımdır. 


*Bütün bu üstünlükler bulunan bir zât taklîd olunabilir. Fetvâ verebilir. Bu şartlardan biri bulunmazsa, müctehid olamaz.*


*Dinde söz sâhibi olamaz.*


*Onu taklîd etmek câiz olmaz. Bunun da, bir müctehidi taklîd etmesi lâzım olur.*


Bundan anlaşılıyor ki, müslimânlar, yâ *Müctehiddir.* Yâhud *Mukalliddir.* Bunun bir üçüncüsü yokdur. 


*Müctehid olmıyanların hepsi, mukalliddir.* 


*Mukallidlerin, bir müctehidi taklîd etmeleri farzdır. Böyle olduğu, sözbirliği ile bildirilmişdir.*


Faideli Bilgiler - Sayfa 103, 104

Hazreti Vahşi radıyallahü anh

Tegâbün sûresi onaltıncı âyetinde meâlen, (Gücünüz yetdiği kadar, Allahdan korkunuz!) buyuruldu.


Furkan sûresi yetmişinci âyetinde meâlen, (Îmân edip tevbe eden ve sâlih ameller işliyenlerin günâhlarını sevâblara çeviririm. Allahü teâlâ günâhları afv edici, acıyıcıdır) buyuruldu.


Hazreti Vahşî radıyallahü anh, bu âyeti işitince, afv için şartlar bildiriyor. Bu şartları yapamazsam korkarım. Bunun dahâ kolayı yok mudur dedi.


Buna karşılık, (Allahü teâlâ, dilediği kullarının şirkden başka herşeyini afv eder) meâlindeki âyet geldi. Vahşî radıyallahü anh, bunu işitince, Allahü teâlâ, beni afv etmek dilemezse, ne yaparım dedi.


Bunun üzerine, (Ey kendilerine zulm eden kullarım! Allahın rahmetinden ümmîdinizi kesmeyiniz! Allahü teâlâ, bütün suçları afv eder. O, gafûr, rahîmdir) meâlindeki âyet-i kerîme geldi. Vahşî, bu müjde bana yeter dedi. Îmân etdi.


Bu âyet-i kerîme, kıyâmete kadar gelecek olan herkes için müjdedir.


Kıyamet ve Âhiret syf. 311

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Yeryüzünde bizim *Kitap*’lar gibisi yok kardeşim. Bu kitaplar, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin *Hediye*’si bize. Onların *İhsân*’ları, *Lutf*’ları bu kitaplar. 


Çünkü *Efendi*’yi görmeseydik, bir *Şey*’den haberimiz olmıyacakdı. Ne biliyorsak, hepsini *Ondan* öğrendik. Velhâsıl bu *Kitap*'lar, ehl-i sünnet âlimlerinin *Yazı*’larıdır. 


Bir gün *Bâyezid* câmiinde, *Abdülhakîm Efendi* hazretleri cemâate buyurdu ki: 


Bu gün, *İslâmiyet*’den bir tek *Kıvılcım* kaldı. Yâni söndü, söndü, söndü, bir kıvılcım kaldı. Bir *Gün* gelecek, bu *Kıvılcım* tekrar tutuşacak. İslâmiyyetin *Nûr*’u bütün dünyâya yayılacak. 


Böyle buyurdu Efendi. Öyle *Zan* ediyorum ki, *Efendi*’nin buyurduğu o *Nûr*, işte bizim *Kitaplar*’dır kardeşim. Elhamdülillah, kitaplarımız bütün dünyâya gidiyor. 


Allahın *Lutf*’ü. Bizim kitapları okuyanlara ne *Mutlu* kardeşim. Niçin? Çünkü onlar, bu *Kitap*’larda adı geçen mübârek *Zevât*’dan *Feyz* alacaklar. 


70 sene evvel *Eyüp* câmiine gitdim. Efendi hazretleri *Vaaz* veriyordu. Tam karşısına diz çöküp oturdum. Anlatdıklarını o kadar *Zevk*’le dinledim ki, *Hazîne* bulmuş gibiydim. 


Herkes *Câmi*’den çıkmağa başladı. Ben de kalkıp *Kapı*’ya gitdim. Ayağımda askerî *Postal*’lar var, onların *İpleri*’ni geçirmekle, bağlamakla meşgûl idim. Biri omuzuma eğildi ve; 


*Küçük Efendi*, ben seni *Sevdim*. Bizim evimiz, yukarda, mezarlık içinde. Arada bir *Gel* de seninle konuşalım, *Sohbet* edelim, dedi. 


Bir de *Bakdım* ki, az önce vaaz veren hoca, *Abdülhakîm Efendi*. Bana; *Seni Sevdim* diyor. Ben hem şaşırdım, hem de sevindim. Bir Hoca efendi beni *Sevmiş*.


Hâlbuki böyle *Büyük* zâtların *Sevgi*’sini, teveccühünü kazanabilmek için Ona senelerce *Hizmet* etmek lâzımmış. Ama ben, *Bedava*’dan kavuştum kardeşim.