Dirilen ölü!

🌹Gavs-ül-a’zam Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri rahmetullahi aleyh birgün bir mahalleden geçerken bir müslümanla bir hıristiyanın münâkaşa ettiklerini gördü. 

Sebebini sordu. 

Müslüman: 

“Bu hıristiyan, bizim peygamberimiz, sizin peygamberinizden üstündür diyor, ben ise, bizim peygamberimizin üstün olduğunu söylüyorum” dedi. 


Gavs-ül-a’zam, hıristiyana:

“Îsâ aleyhisselâmın Muhammed aleyhisselâmdan üstün olduğunu hangi delîlle isbât ediyorsun?” buyurdu. 


Hıristiyan, bizim peygamberimiz ölüyü diriltti dedi. 

Gavs-ül-a’zam rahmetullahi aleyh:

“Ben peygamber değilim. Sâdece Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma uyan bir müslümanım. Eğer ölüyü diriltirsem, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma inanır mısın?” buyurdu. 


Hıristiyan, inanırım dedi. Gavs-ül-a’zam: 

“Bana, harâb olmuş, eski bir kabir göster ve Peygamberimizin aleyhisselâm üstünlüğünü gör!” buyurdu.


Eski bir kabir gösterdi. Gavs-ül-a’zam, hıristiyana: 

“Sizin peygamberiniz ölüyü diriltmek istediği zaman, hangi sözleri söylerdi?” buyurdu. 


Hıristiyan, “kum bi iznillah = Allahın izni ile kalk, diril” söylerdi, dedi.


Bunun üzerine Gavs-ül-a’zam, ona: 

“Bu gösterdiğin kabirde yatan kişi, dünyâda şarkıcı idi. İstersen onu şarkı söyler hâlde dirilteyim, nasıl istersen öyle yapayım!” buyurdu. 

Peki, öyle olsun dedi. 


Gavs-ül-a’zam kabre döndü ve: 

“Allahın izni ile kalk!” buyurdu. 

Kabir açıldı ve ölü, şarkı söyler hâlde kalktı. 


Hıristiyan, bu kerâmeti görünce, Peygamberimizin üstünlüğünü kabûl edip müslüman oldu.


📚 Evliyalar ansiklopedisi

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Cenâb-ı Hak bizleri, sevdiği ve beğendiği kullarının yanından ayırmasın kardeşim. Hadîs-i şerîf var, iki kelimecik; *El mer’ü meâ men ehabbe*. 


Yâni Peygamber Efendimiz; *Bir kimse dünyâda kimi severse, âhiretde onun yanında olacak!* buyuruyor. Ne güzel, hadîs-i şerîf bu. *Müjde* bu efendim, müjde.


*Hubbu fillah* ve *Buğdu fillah* çok mühim kardeşim. Eğer bu ikisi yoksa, *Îmân* bile kabûl olmuyor. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma ne buyurdu?


Yerdeki ve gökteki mahlûklarımın ibâdetlerini yap-san, sevdiklerimi sevmedikçe ve düşmanlarıma düşman olmadıkça, hiçbirini kabûl etmem. 


İşte *Hubbu fillah* ve *Buğzu fillah* bu kadar mühim kardeşim 


Her gün, *Bismillâhillezî lâ yedurru ma’asmihî şey’ün fil erdı ve lâ fissemâi ve hüves semî’ül alîm* duâsını okumalı. 


Neden? Çünkü bunu okuyan kimseye *Sihir* te’sîr etmez. İmâm-ı Rabbânî hazretleri; *Yola çıkarken, Bismillâhillezî duâsını okuyun!* buyuruyor.


Yola çıkarken bunu okuyacağız. Şurada birkaç günlük *Ömür* kalmış. Fırsatı kaçırmamak lâzım. Dünyâ muhabbetini *Kalp* den çıkarmak lâzım. 


Dünyâ sevgisi kalpden çıkdımıydı, yerine Allah sevgisi gelir, yerleşir. Hem *Dünyâ* yı sev, hem de, *Ben Allahı seviyorum* de, olmaz öyle şey. 


Kalpden dünyâ muhabbeti çıkmadan Allah sevgisi girmez. Önce *Dünyâ sevgisi* çıkacak. Kalp boşalacak. İşte o zaman *Allah Sevgisi* gelip kalbe girer. 


Nasıl ki, bir şişenin içinde *Hava* varsa, *Su* girmez. *S* varsa, *Hava* girmez, onun gibi. Yâni (Su) ile (Hava), bir şişede aynı zamanda bulunamaz, imkân yok. 


İşte insanın kalbi de öyle. *Dünyâ Sevgisi* ile *Allah Sevgisi* aynı anda, bir arada olmaz. 


Bir daha bu cemiyeti bulamazsınız kardeşim. Ben yukarı çıkıyorum. *Enver âbi* size birkaç şey söylesin, Onu dinleyin. 


Rabbimize çok şükür kardeşim. Bizi burada, huzûr-i ilâhî de topladı. Ne büyük ni’metdir huzûr-i ilâhîye kavuşmak. İşte *Namaz* demek, *Huzûr-i ilâhî* demekdir.

ENVER ÖREN VE ABDÜLHAMİD HAN

Bugün Napoli’den geldim. Eski hatıraları tekrar yaşamak için okuduğum okula gitmiştim. Odama girdim. Harap olmuş bir okul. Baktık, eskilerden kimse kalmamış. İnsanlar değişmiş. Birkaç kişi bizi tanıdılar. Hayâl oldu hepsi. Tabii bundan otuz üç sene evveldi, Napoli’ye ihtisas için gitmiştim. Orada günler geçmiyor. Sanki saatler gün gibi, günler ay gibi geçiyordu, ne yaparsın? *Garibin yapacak bir şeyi de yok ki, oturur ağlardım. Yâ Rabbî, bu vakit nasıl geçecek diye. Hocamız, annem, nişanlım, arkadaşlarım hep İstanbul’da idi. Türkiye gözümde tütüyordu.* Türkçe konuşan bir kimse yoktu. On beş günde bir rıhtıma gidiyordum, ya Karadeniz vapuru, ya da Akdeniz vapuru geliyordu.

*Rıhtımda, Karadeniz ve Akdeniz vapurlarının üzerinde bayrağımı görüyor, Karadenizlilerle biraz konuşuyordum.* Ama her on beş günde bir dubanın üstünde duruyor, etrafı seyrediyordum. Nihayet bir gün çımacının biri, “Sen deli misin arkadaş? Ne zaman gelsem burada buluyorum seni” dedi. Dedim doğru, biraz delilik var, bakalım sonu ne olacak. Durumumu anlattım kendisine, “Sana acıdım şimdi, ver şu annenin adresini” dedi. Annemin adresini verdim. Tabii on beş günde bir Karadeniz vapuru geliyor, on beş günde de Akdeniz vapuru. *Bu çımacı arkadaş Karadeniz vapurundaydı. Her ay anneme mektup gider, kavurma ile birlikte cevabı gelirdi. Çımacı, annem ile aramızda bir posta görevini görmeye başladı.

*NAPOLİ’DE TÜRK KONSOLOSLUĞU*

* Bir gün konsolosa gittim, ben burada Türkçe konuşamadan öleceğim galiba, çok sıkılıyorum dedim. Burada bir Türk yok mu? Bana bir adam söyle, bir adres ver, biriyle konuşayım. Ben Türkçe konuşmak istiyorum dedim. “Biri var ama sen onunla görüşemezsin” dedi. Kim var dedim, “Abdülhamîd’in karısı var” dedi. Abdülhamîd? Kim bu Abdülhamîd dedim. “İşte var ya bir tane, padişahtı, öldü gitti” dedi. Yani deli oldum bu sözlere. Adamdaki edepsizliğe bakınız. “Abdülhamîd ve karısı” diye terbiyesizce hitap ediyor, ulu bir sultana ve hanımefendisine. 

** Belki de Napoli’ye gitmemin, orada bulunmamın en büyük hikmetlerinden, sebeplerinden biri de buydu.* Dedim, ver bana adresini. “Versem de bir işe yaramaz, çünkü görüşmüyor kimseyle” dedi. “Sen ver bana.” Adresi aldık ama şimdi ben de korktum, ya kabul etmezse diye.*

*Oturdum bir mektup yazdım. Eğer kabul etmezse, bu mektubu kapının aralığından içeriye atarım diye hazırlık yaptım. Ama mektupta içimi döktüm adamakıllı. Neyse, bir akşam vakti okuldan çıktım, doğru adrese, buldum evi. Kapıyı çaldım, ismini sonradan öğrendiğim Celâl isminde yaşlı bir adam çıktı, “Kim o?” dedi, Türküm dedim. Kapıyı yarım açtı ve kapıya çengeli koydu. “Ne var?” dedi. Ben mektubu kapıdan içeri attım. “Ne o?” dedi. Dedim, beni almıyorsunuz içeriye de, ben mektup yazdım, mektup içeride. “Niye geldin?” dedi. Dedim, “Kadın Efendi’yle görüşmek istiyorum.” “Sen fena bir adama benzemiyorsun, bir dakika dur bakalım” dedi. *Neyse efendim, seksen seksenbeş yaşlarında ihtiyar bir nine, böyle iki büklüm geldi, göremiyor da karanlıkta. “Kim o?” dedi. Dedim anneciğim, Allah aşkına aç şu kapıyı, ben senin düşmanın değilim, ben dostum, seni seviyorum, İstanbul’dan geldim dedim.*

* Kapıyı açan adamla bir bakıştılar şöyle göz göze, bu sefer kadın efendi, *“Bu fena adama benzemiyor, kapıyı açalım”* dedi. Yoksa açmıyorlardı. Kapıyı açtılar, içeriye girdik. Efendim, gece yarısına kadar konuştuk. İnanamadı kadıncağız. Yani benim varlığıma inanamadı. *İsmi Behice Hanım Sultân idi. Dedi ki, “Bak evladım, benim iki tane evladım oldu, ben ikisini de göremeden ayrıldık birbirimizden, ne hâldeler bilemiyorum. Yani ben evlat sevgisine muhtaç bir insanım. Gel, sen benim evladım ol” dedi. Aldı benim başımı göğsüne, başımı okşadı, “Evladım her akşam gel sen”* dedi. Tamam dedim anneciğim peki. Sonra gitmeye başladık, dertleşiyoruz, konuşuyoruz, anlatıyoruz, o anlatıyor ama bir dolu hatıralar, bilemezsiniz. Çok büyük gerçekleri duydum ondan. İşte, canlı bir şahit olarak anlattı.*

*CANLI TARİHTİ…*

* Behice Hanım Sultân, *“Padişahımızın, yastığının altında tuğlası vardı. Ne zaman uyansa, evvelâ tuğlayla teyemmüm yapar, ondan sonra abdest almaya giderdi. Niye? Abdestsiz yere basmamak için. Musluğa gidecek kadar mesafeyi dahi abdestsiz yürümemek için teyemmüm yapardı. Ben onun kadar hafızası kuvvetli bir kimse bilmem. Her gün düzenli olarak Kur’ân-ı kerîmden Yâsîn-i şerîf gibi okuyacağı sûreleri veya tesbihatları ezbere okurdu. Fakat ben, onun devleti nasıl idare ettiğini bilemem. Yalnız sarayda, o kadar hanım sultanı nasıl idare ederdi, ona hiç aklım ermiyor. Bizi yarışmaya sokardı. Benim askerime, en fazla kim don gömlek dikerse, bir sarı lira der, akşama kadar lüzumsuz laf etmememiz için, dedikodu yapmamamız için bize iş verirdi. Akşam da altınları alırdık ama iflahımız kesilirdi” dedi.*

* İtalya’da kaldığım müddetçe hep gittim. İhtisasım bitti. Ben Türkiye’ye geldim ama çok duasını aldım, *“Yâ Rabbî, bu oğlumdan beni ayırma”* derdi. Fakat benimle Türkiye’ye gelmesi mümkün değildi, çünkü kanunlar, Osmanlı hanedanını ülkeye sokmaya müsaade etmiyordu. Efendim bir gün hastaneye düşmüş, hasta idi zaten. Hastanenin koridorlarını inletiyor, *“Enver, Enver, Enver!”* diye. Doktorlar demişler ki, “Bu ne diyor?” Celâl Bey gitmiş Kadın efendi’nin yanına, “Kadın efendi, burası İtalya, Napoli. Enver İstanbul’da, niye çağırıyorsun?” demiş. O, *“Enver beni duyar, sen karışma. Enver, Enver, Enver”* demiş. Ve kanun çıktı, bunlar affa uğradılar. Hemen getirttik. Duası şöyleydi, *“Yâ Rabbî, beni bu çocuğumdan ayırma, onun kayın pederi, benim cenaze namazımı kıldırsın.” Ve öyle de oldu. Zaten bir ay yaşadı. Cenaze namazını elhamdülillah mübârek Hocamız kıldırdı. Yahya Efendi Dergâhı’na defnettik.*

ALLAH'Ü TEALA DERECELERİNİ ÂLİ EYLESİN VE BİZLERİ DE YÜKSEK ŞEFAATLERİNE NAİL EYLESİN EFENDİM... AMİİİN...

Bugün gücün yerinde iken tevbe eyle!

Bir terzi, büyüklerden birine sordu:

- Ölüm yaklaşınca tevbenin kabul edileceğini bildiren hadis-i şerifin açıklaması nasıldır?

- Evet tevbe kabul edilir; ama senin mesleğin nedir?

- Terziyim, elbise dikerim.

- Terzilikte en kolay iş nedir?

- Kumaşı makasla kesmektir.

- Kaç yıldır terzisin?

- Otuz yıldır.

- Canın gargaraya gelince kumaş kesebilir misin?

- Hayır kesemem.

- Otuz yıl kolaylıkla yaptığın işi, o zaman yapamazsan, ömründe hiç yapmadığın tevbeyi, can gargarada iken nasıl yapabilirsin? Bugün gücün yerinde iken tevbe eyle! O zaman yapman çok güç olur. Şimdi tevbe edersen, o zaman da tevbe etmek nasip olur.

Terzi tevbe edip, salihlerden oldu. (R.Nasıhin)


İman ve vesvese

İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: 

Her insana musallat olan en az bir şeytan vardır. Şeytanın vereceği vesveselerden korunmaya çalışmalı! Bir hadis-i şerif meali şöyledir:

(Kanın damarlarda dolaştığı gibi, şeytan da, insanın vücudunda dolaşır. Açlıkla [az yemekle, oruç tutmakla] onun yollarını daraltın!) [Buhari]


Şeytanın insanın kalbine vesvese verme yollarından biri de, Allahü teâlânın zatı hakkında düşündürmek, şüpheye düşürmektir. İnsanların en ahmağı, zekâsına en çok güvenendir. İnsanların en akıllısı da, suçu kendinde arayan ve bilmediklerini âlimlere soran kimsedir. İki hadis-i şerif meali:

(Şeytan, "seni kim yarattı" diye vesvese verir. O kişi "Allah yarattı" derse, "Onu kim yarattı" diye vesvese verir. Böyle vesvese gelince, "Ben Allah ve Resulüne iman ettim" desin!) [Buhari]


(Allah’ın yarattığı şeyleri tefekkür edin, ama zatını tefekkür etmeyin.) [Ebu-ş-şeyh]


Vesvese, dua ve zikir ile azalıp yok olur. Bunun için, bilhassa günaha meyledildiği zaman, hemen Allahü teâlâyı anmalı, istigfar, salevat ve dua okuyarak şeytanı uzaklaştırmaya çalışmalı! 


Bilhassa 40 yaşını geçince, tevbeyi hiç ihmal etmemeli. Hadis-i şerifte, (Şeytan, 40 yaşını geçtiği halde, tevbe etmeyen için, "Bu artık kolay iflah olmaz" der) buyuruldu. (İ. Gazali)


Tevbe edip şeytanı çaresiz hâle getirmeye çalışmalı. Bir hadis-i şerif meali: 

(İnsan, yolculukta devesini zayıflatabildiği gibi, mümin de şeytanını zayıflatabilir.) [İ.Ahmed]


Kötü şeyler düşünerek, kötü yerlere giderek, şeytana yardımcı olmamalı! Çünkü hadis-i şerifte, (Uçurum etrafında dolaşan oraya düşebilir) buyuruldu. (Buhari)


Haram işlemeye niyet edip, Allah’tan korktuğu için vazgeçen günaha girmez. Bir hadis-i şerif meali: 

(Kalbe gelen kötü şey söylenmedikçe ve buna uygun hareket edilmedikçe affolur.) [Beyheki]


Kibir, hased gibi şeyler böyle değildir. Çünkü bunlar zaten kalb ile olur. 


İbadetleri yapıp imanıma bir zarar gelir diye korkanın ve günahlarım çoktur, ibadetlerim beni kurtarmaz diye düşünenin imanı kuvvetli demektir. (Bezzaziyye)


İbadetleri yapıp, ilmihal bilgilerini öğrenmeye çalışan kimseye, Allah’ı, ahireti inkâr gibi düşünceler gelmesi, onun imansız olduğunu değil, imanlı olduğunu gösterir. Meyveli ağaç taşlandığı, hırsız mücevher olan eve girmeye çalıştığı gibi, şeytan da imanlı olanlara saldırır. Hadis-i şerifte, böyle vesveselerin imandan olduğu bildirildi, (Vesvese imanın tâ kendisidir) buyuruldu. (Ramuz)


İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: 

Kötü vesveselerin gelmesine sebep imanın kâmil olmasıdır. Çünkü hadis-i şerifte (Böyle vesveseler, imanın olgun olmasındandır) buyuruldu. (1/182)


Böyle vesveseler birçok kimsede olabilir. İmanım gitti diye şüpheye düşmemeli, böyle düşüncelere önem vermemeli. Vesvese, dua ve zikir ile de azalıp yok olur. Bunun için, vesvese gelince, hemen Allahü teâlâyı anmalı, istigfar, salevat ve dua okuyarak şeytanı uzaklaştırmaya çalışmalı! Şeytanın vesvesesinden kurtulmak için, her gün şu duayı da okumalıdır:

(Yâ Allah-ür-rakîb-ül-hafîz-ür-rahîm. Yâ Allah-ül-hayy-ül-halîm-ül’azîm-ür-raûf-ül-kerîm. Yâ Allah-ül-hayy-ül-kayyüm-ül-kâimü alâ külli nefsin bimâ kesebet, hul beynî ve beyne adüvvî!)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Birbirimizi seveceğiz. Birbirimizin kalbini *Kırmak* dan titreyeceğiz. Zâten mü’minin kalbini kırmak, mü’mini incitmek *Harâm* dır. 


Hele, böyle mübârek kardeşlerimizi *İncitmek*, onları *Üzmek*, hele hele darılmak ve münâkaşa etmek, çok tehlikeli kardeşim. Allah muhâfaza etsin. 


Bâzen işitiyorum; falanca kardeşimizle filanca kardeşimiz birbirleriyle münâkaşa etmiş, kalpleri kırılmış. *Eyvaah!* diyorum, *Ye’se* düşüyorum, ümitsizliğe kapılıyorum. 


Çok üzülüyorum, *El hazer! El hazer! El hazer!* Sakınalım, birbirimizi incitmekden pek sakınalım! Evet, Peygamberlerden başka, hepimizin *Kusûru* var.


Hepimizin *Günâhı* var. Bir toplulukda günâhı *Az* olan da var, *Çok* olan da var. Bana sorarsanız, günâhı en çok olan hangimiz biliyor musunuz? *Benim, Beeen!* 

● ● ● 

*Seyyid* lerden biri, bir köye gitmiş. Bir zâtın evini arıyormuş. Kime sorayım derken, karşıdan biri gelmiş, ona sormuş: *Falancanın evi nerdedir?* demiş. 


Meğerse o sorduğu kişi de *Yahûdî* imiş. Yahûdî, eliyle işâret etmiş. *İşte şu karşıdaki ev!* demiş, eliyle göstermiş. Böylece seyyidin işi hâllolmuş.


Hem de hiç yorulmadan. *Cenâb-ı Hak* dan meleklere bir *Nidâ* geliyor, buyuruyor ki: 


Ey meleklerim! Bunun sağ koluna *Azap* yapmayın. Çünkü bu kolu, benim sevgili Peygamberimin evlâdlarından birine *Hizmet* etdi, ona bilmediği *Evi* gösterdi. 


Bir *Seyyide* o kadarcık hizmet etdiği için, kıyâmete kadar yahûdînin sağ koluna *Azap* yok. Seyyidler öyle *Kıymetli* dir. Onlara ufacık bir hizmet, kabir azâbından kurtarır insanı. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri Ankara’ya, bize mektup yazardı. Bir mektûbunda; *Pek sevgili Hilmi! Bir gün gelecek, islâm bilgileri Hilmi’den sorulacak!* diyor. 


Ben bunları okuyunca, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri öylesine yazıyor zannederdim. Meğer *Hakîkat* miş Efendi’nin bu yazıları. Onun yanından hiç ayrılmazdım efendim.

Şaban ayının fazileti

Sevgili Peygamberimiz "aleyhissalatü vesselam" buyurdular ki;

*Şaban-ı şerîf, benim kendime mahsus bir aydır. Hak teâlâ hazretleri Arş-ı âlânın meleklerine azamet-i şâniyle buyurur ki: "Ey benim meleklerim, gördünüz mü? Benim kullarım, sevgilimin ayına tâzim ve hürmet ediyorlar. İzzetim, celâlim hakkı için ben de kullarımı af ve mağfiretime nail eyledim."*

*Her kim, Şaban-ı şerîfte üç gün oruç tutarsa, Hak teâlâ, Cennet-i âlâda ona bir yer hazırlar.* [Ey Oğul İlmihâli]

İslam ahlakı kitabı

İmam-ı Azam Ebu Hanife “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerinin rüyası

*İmam-ı Azam _“rahmetullahi teâlâ aleyh”_ hazretlerinden rivayetle;* _“Yüce Rabbimi rüyamda doksan dokuz kere gördüm. —Kendi kendime “Eger Rabbimi yüzüncü defa görürsem, kıyamet gününde mahluklar ne ile azabından kurtulacak?”_ diye kendisine soracağım dedim, arkasından; 

Hak Sübhanehü ve teâlâyı gördüm ve “Ey Rabbim! Senin koruman güçlüdür, övgün yücedir ve isimlerin mukaddestir. Kıyamet gününde kulların senin azabından ne ile kurtulur?” dedim; Hak Sübhanehu ve teâlâ şu cevabı verdi:

_*“Her kim sabah, akşam namazından sonra “Sübhanel ebediyyil ebed…”_* duasını okursa azabımdan kurtulur”, buyuruldu.*

Yûsuf aleyhisselâmın duâsı

 Hz. Yûsuf aleyhisselâmı ,kardeşleri kuyuya attıkları zaman, kuyunun dibinde taş vardı. Mübârek dizi taşa geldi. O kadar canı yandı ki, kardeşlerinin cefâsından ve babasının ayrılığından daha zor oldu. 

Bütün gece onun ağrısından inledi. Seher vakti olunca Allah'ü Teâlâ acısını durdurdu. Cebrâil aleyhisselâm gelip,

 "Ey Yûsuf! Rabbin sana selâm gönderiyor ve bu derin kuyunun dibinde, bu elem ve acı ile nasılsın diye soruyor" dedi.

 Bundan sonra Cebrâil aleyhisselâm "Ey Yûsuf! Duâ et, ne arzu ediyorsan dile Rabbin sana verecek" dedi.

. "Ey Cebrâil, benim için sen duâ et" dedi. Cebrâil aleyhisselam onun için duâ etti o da âmin dedi. Sonra "Ey Cebrâil, ben duâ edeyim sen âmin söyle" dedi. Ellerini kaldırıp duâ etti ve Cebrâil aleyhisselâm âmin dedi. 

"Ya Rabbi! Bu seher vaktinde bana şifa gönderdiğin gibi dünyanın sonuna kadar, bütün hastalara seher vaktinde şifa gönder" dedi. Allah'ü Teâlâ duâsını kabul buyurdu. Bunun için bir hasta ne kadar hasta olsa da seher vaktinde rahatlar. Bu, Yûsuf aleyhisselâmın duâsı bereketiyledir.

Helâk olan kavim!

🔹Bir gün İsa aleyhisselam, havarileriyle birlikte giderken bir köye geldiler. Bir de baktılar ki, köyün ortasında bütün köylüler ölmüş. Hiç canlı yok.


İsa aleyhisselam, (Bu bir gazab-ı ilâhidir. Eğer hastalık olsa, bunlar tek tek ölürlerdi. Madem toptan öldüler, buraya bir musibet gelmiş) dedi.


Sordular ki, (Yâ Nebiyallah, sen ölüleri Allah'ın izniyle dirilten bir nebisin, çağır birini de sor bakalım, ne yapmışlar?


İsa aleyhisselam, birine seslenince, adam kalktı, geldi. İsa aleyhisselam, (Bu ne hâldir, ne oldu size?) diye sordu.


Dedi ki, (Yâ Nebiyallah, bu köy çok takva ehli, çok dindar, çok iyi ahlâk sahibi bir köydü. Sonra bizim kalbimiz dünyaya yöneldi. Namazı terk ettik, akla ne gelirse, hepsini bıraktık, yalnız parayı düşündük ve ektik biçtik, benimki çok, benimki güzel diye yarıştık.


Ne Allah kelâmı var, ne Peygamber! Ahireti unuttuk, Allah'ı unuttuk, Peygamberi de unuttuk. Bir gün, hepimiz eğlenmek için, oynaşmak için buraya toplandık. Bir musibet geldi, hepimiz öldük.)


İsa aleyhisselam, yerine git dedikten sonra, yanındakilere buyurdu ki:

(Ahiret nimetini bırakıp da dünyaya tapanların, dünyadaki sonu budur. Ahirette de, en acı azapları çekeceklerdir.

Dünyâda Allahü teâlâyı ve emirlerini unutanların uğrayacağı musibetlerden Allahü teâlâ hepimizi muhâfaza eylesin.)

Bu tarîkte [yolda] aklın eremediği yerler çoktur

KÂŞİFE-19: Mevlâna Abdülgafûr Lârî, Nefehât'ın hâşiyesinde buyurdular: Mevlânâ Sadeddin'in rüyası şöyle idi. Pîri Mevlânâ Nizâmeddin'i öyle bir şekilde görmüştü ki, zâhir-i şerîat ona tahammül eylemezdi. O sebebden Mevlânâ Nizâmeddin kendisine "Korkma!" diye teselli verdi ve kemâl-i takvâ ve teşerru' ile mevsûf olan kimseye rüyânı anlat buyurdular ki, öyle müteşerri' kimseler şâhid olmakla Mevlânâ Sadeddin'e itminan-ı kalb [gönül huzuru] hâsıl olup, bu yolda aklın erişemediği yerlerin çok olduğunu bilip, tamamen teslîm olmasına sebeb olsun!

Gerçekten bu tarîkte [yolda] aklın eremediği yerler çoktur. Sâdık olan tâlibe lâzımdır ki, pîr [mürşid] huzuruna eriştikten sonra, istidlâlı [aklî, mantıkî delillerle hareket etmeği] terk edip, mürşide kendini teslîm eyleye. Nitekim Zâd-ül Müsâfirîn sâhibi, bunun doğruluğu hakkında buyurmuştur.

Nazım: 

Aşkın ilk adımını herkes bilir,

Bir buluttur ki, hep küfür yağdırır,

O yüzden ki senin gözün ahveldir,

Senin ma'budun, ilk önce pîrindir.


Şeyh Ferîdeddin Attâr hazretleri Mantık-ut Tayr adlı kitâbında sülûk yapanların hâlini, benzetme yoluyla, kuşların dilinden anlattığı yerde: Bütün kuşlar sâlik olan Hüdhûd'ün sözüne uyup Sîmurg'a [Anka'ya] gitmek niyetiyle yol başına geldikleri gibi, yolun tehlûkeli ve korkulu olduğunu görüp, sülûkten [ilerlemekten] pişman olduklarını beyân ederken der ki:

Nazm,

Bütün kuşlar, yol korkulu dediler,

Kol, kanat kanlı hep ah eylediler,

Yola baktılar, hiç sonu görünmez,

Derde baktılar derman görünmez.

Bu hâli kuşlar görünce, yoldan dönmek istediler. Hüdhûd dilinden azarlar mâhiyette onlara şöyle der:


Reisleri hüdhûd o zaman dedi:

Âşık olan canını düşünmedi.


Bu makalenin sonuna kadar, Şeyh Ferîdeddin Attâr hazretleri çok sözler söyleyip Şeyh-i San'an menkıbesini misâl olarak bu makalenin zeylinde [ekinde] getirmiştir. Dikkatle mütalaa edilip, iyi anlaşılsın ki, o azîz burada ne güzel şeylere işâret etmiştir.

Ve yine gerçekten bu yol, fâsıklar yolu değil, âşıklar ve canbazlar [canı ile oynayanlar] yoludur. Korkak tüccâr sâhiblik etmez. Aşksız bu menzil [mesâfe] alınmaz. Derdi olmayanlara bu şifâhanede derman bulunmaz. Bitti.

Şeyh Zeyneddin huzuruna erişince, o rüyaları arz eyledim. Dediler ki, "bana biât eyleyip, benim irâdetime gir". "İrâdetinde bulunduğum azîz henüz hayattadır. Siz emînsiniz. Eğer tasavvuf yolunda, bir kimsenin pîri sağ iken, bir başka azîzin irâdetine girmek câiz ise, ben de öyle edeyim" dedim. İstihâre eyle buyurdular, istihâreme itimâdım yoktur, siz istihâre eyleyin, dedim. Sen istihâre eyle biz de eyleriz dediler. Akşam olunca, istihâre eyledim. Rüyada gördüm ki, Hâcegân tarikatının geçmiş azîzleri Herî ziyâretgâhındalar. Ama aynı zamanda gördüm ki, Şeyh Zeyneddin hazretleri de oradadır ve o yerin ağaçlarını kesip, duvarlarını yıkıyor. Öyle kızgın bir hâlleri var ki, kelime ve ifâdeye sığmaz. Bildim ki, başka tarîka girmekten men'e işârettir. Bu rüyâyı gördükten sonra hâtırım o sıkıntı ve telâştan kurtuldu. Ayağımı uzatıp huzur ile uyudum. Sabahleyin şeyhin meclisine geldim. Ben rüyâmı anlatmadan söze başlayıp buyurdular ki: "Bütün yollar birdir. Bir yere çıkarlar. Yine eski yolunda meşgul ol. Bir vâkı'an veyâ bir müşkülün olursa, bize bildir. Elimizden geldiği kadar yardım ederiz" buyurdular.

Mevlânâ Câmî hazretleri Nefehat-ül Üns'te bundan fazla bildirmeyip şeyh hazretlerinin istihâresine işâret etmiştir. Lâkin bazı büyüklerden işitilmiştir ki, şeyh hazretleri de, bizde istihâre edelim, sözüne binaen, istihâre eylemişler ve rüyâlarında gayet yüksek ve büyük bir ağaç görmüşler ki, sayısız dalları var. Hazreti şeyh o ağaçtan bir büyük dal koparmak istemiş de, ne kadar uğraştıysa koparamamış. Sabahleyin Mevlânâ hazretleri ile buluştuklarında, buyurmuşlar ki: Yol birdir. Siz yine kendi yolunuzla meşgul olun.

Mevlânâ Muhammed Rûcî buyurdu: Pîrimiz Mevlânâ Sadeddin Kaşgârî hazretleri buyurdular: Mevlânâ Nizâmeddin hazretlerinden, Hicâz yolculuğu için izin istediğim zaman, bana: "Sahrada kafileyi [kervanı] gördüm. Sen onlarla beraber değildin" buyurdular. Sustum. Birkaç gün sonra yine izin istedim. İzin verdiler ve buyurdular ki: Var git. Lâkin bizden bir vasiyyet [nasîhat] kabûl eyle: Zinhâr, o vasiyet edip men' eylediğim işi işleme! Zirâ biz işledik, pişmân olduk ve bu pişmanlığın mahcûbiyetini kıyâmete kadar çeksem gerektir. O vasiyet budur ki; ne zaman Allahu teâlânın kahrının eseri sende zâhir olur, o kahir kuvvetini faaliyete getirip kullanma. Ya'nî Hâce Usameddin ve bazı münkir ve ehil olmayanlar için benim yaptığımı sen yapma! Bu hikâyeleri Mevlânâ Nizâmeddin'in bâtın kuvveti bahsinde anlatmıştık.

Mevlânâ Sadeddin buyurdular: Ben onlardan bu vasiyeti kabûl eyledim. Birkaç zamandan sonra bende acâib bir hâl ortaya çıktı. Şöyle ki, gözüm kime alsa, düşer bayılır, yanıma gelse helâk olurdu ve ben bu hâlin başladığı zaman evin bir bucağına gizlendim. On dört gün ne gece, ne gündüz dışarı çıkmadım. Uzaktan görünüp benimle bir araya gelmek ve sohbet etmek isteyen olsa, elimle işâret edip mâni' olurdum. Yanıma gelmesine müsâde etmezdim. O hâl ve keyfiyet benden kalkıncaya kadar böyle devam ettim.

(Reşahât,185-186-187-188)

Müellif: Alî Bin Hüseyn

Mütercim: Süleyman Kuku